18 Ekim 2018 Perşembe

Sevgi Soysal - Tante Rosa

Sevgi Soysal - Tante Rosa


''Her şey aynı ölçüde kutsal ve aynı ölçüde aşağılık olabilir.'' 
*
Bir yeni pabuç altı gibiydi Tante Rosa. Hiçbir yaşantısına basmamıştı.. (Sayfa: 44)

Orhan Karaveli - Sakallı Celâl (Celâl Yalınız)


Bir keresinde yanına yaklaşıp:
- Kimi arıyordunuz üstat.?
Öyle ya belki bir yakınını arıyor veya bekliyordu ve ben bir koşu okula gidip aradığı ya da beklediği arkadaşı bularak haber verir, üstadı fazla bekletmemesini söyleyebilirdim.
Yumuşak, sıcak, çocuksu gözlerle beni süzmüştü gülerek.
Sol elini inanılmaz bir babacanlıkla sağ omzuma koymuş ve elindeki gazeteyi –o zaman nedenini bilmiyordum- yüzümle ağzı arasında tutarak:
- Kimi mi arıyorum.? Demişti.
- Evet, kimi arıyorsunuz.? Belki yardımcı olabilirim bulmanıza.
- Sen keyfine bak evlat.! Çünkü ben, kendimi arıyorum, kendimi.! (Sayfa: 15)





Dönemin ünlü karikatüristlerinden Ramiz'in çizgileriyle
''Sakalını ele vermeyen Sakallı Celâl Bey.!'' (Sayfa: 27)


Ölümünü izleyen günlerde Sakallı Celâl’le ilgili olarak yayımlanan yazılar günlük gazetelerle sınırlı kalmamış, haftalık dergilerde sayfalarını onun hâtırasına cömertçe açmıştı. Bunlardan ikisi yıllanmış mizah dergisi Akbaba ile 27 Mayıs 1960 devriminin getirdiği özgürlük ortamında yayın hayatına atılan Yön idi.
Ozan ve yazar Yusuf Ziya Ortaç, başarıyla yayımladığı haftalık mizah dergisi Akbaba’nın 20 Haziran 1962 tarihli sayısında şunları yazıyordu:
Sakallı Celâl’in cenazesine gidemedim. İnsan, kendi tabutunun arkasından yürüyebilir mi.?
Onu tanıdığım zaman benim yaşım yirminin bir iki yıl üstündeydi. Onunki otuzun bir iki yıl altında. Benim bıyığım yoktu, onun sakalı vardı: Güzel, uzun, altın kıvılcımlı, kumral ışıklı bir sakal.! Celâl’in sakalsız yüzünü bilen yoktur. Sakallı mı doğmuştu acaba.?
İlk tanışıklığımız İzmit’te başlamıştır: Ben edebiyat hocasıydım, o Fransızca.. Mektepte sevdiğim, sevebildiğim iki kişi vardı: öğretmen kadrosunda Celâl, öğrenci kadrosunda Remzi Oğuz Arık (Düşünce ve siyaset adamı, arkeolog Profesör, 1899-1954). Birincisini geçen hafta toprağa verdik. İkincisi, bir uçak kazasında, kafa ve gönül çapında yükseklerden düştü.. Celâl ile dostluğumuz, aralıksız, küskünlüksüz, tam yarım yüzyıllıktır. İçimde sık sık özlemini duyduğum acı çeşnideki tek insandı..
Fransızca öğretmeni Sakallı Celâl, lise müdürü Sakallı Celâl, gitti, Denizyolları’nın bir gemisinde ateşçi oldu.. Gitti, bir incir kooperatifinde işçi oldu.. Gitti.. Hayır, hiçbir yerde rahat yoktu ona; artakalan maaşını dört çocuklu yarı aç arkadaşına verince, çalıştığı işte bilgisini artıracak kitap getirtip okuyunca damgayı vurdular: komünist.! Ama Celâl, Fikret’in çelik kılıcı yapısında adamdı: ‘’Kıran da olsa kırıl sen, fakat bükülme sakın.!’’ Dediği adam.. Onu hiçbir şey bükemezdi; açlığın dayanılmaz gücü bile.!
En zeki, en ışıklı Türkçe’yi Ahmet Haşim’le konuşurlarken dinlerdim; ne güzel, ne acı, ne insafsız hicvederlerdi birbirlerini.. Kızdığı zaman ise mitolojinin ilâhları gazaba gelmiş sanırdınız. Yobaz kafa karşısında Celâl sahiden ‘’celâllenirdi’’..
Yusuf Ziya Ortaç, Sakallı Celâl’in son günlerindeki beden ve umut yorgunluğunu yazısının sonundaki birkaç satırlar ne güzel özetliyordu:
Bir gün bu ‘’dev adam’’a Bâb-ı Âli yokuşunda rastladım. Hıçkırığa benzer bir gülüşle, ‘’Biliyor musun Ziya’’ dedi, ‘’eskiden bu yokuşu çıkarken şimdi inerkenki kadar yorulmazdım..’’ Tutumumuzu ve gidişimizi hiç ama hiç beğenmiyordu. Kırgındı, kötümserdi ama gene de gülebiliyordu. Sanırım, ağlamaktan utandığı için. Soyadı ‘’Yalnız’’dı Celâl’in. Ölümünden sonra ben de yalnızım. Her zamankinden daha yalnız.. (Sayfa: 31-32)


Osmanlıda kısaca ''Piyale'' diye anılan Piyalepaşa semtine adını veren Mehmet Paşa. Kanuni Sultan Süleyman döneminde on dört yıl ''kaptanıderya''lık etmiş ve büyük başarılara imza atmış bir denizciydi. 1577'de ölmüş ve ilginç mimari tarzı ve gemi direği gibi orta yerinden yükselen minaresiyle dikkat çeken, kendi yaptırdığı Piyalepaşa Camii'nin ''hazire''sine defnedilmiştir. Sakallı Celâl Bey'in babası Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa da -halen maalesef tam bir ''cangıl'' durumundaki- aynı yerde gömülüdür.  (Sayfa: 51)


Yön dergisinin aynı tarihli (20 Haziran 1962) sayısında ise Hüseyin Korkmazgil, toplumcu ve solcu niteliği sebebiyle olacak, Sakallı Celâl’lin kaybına diyalektik açıdan yaklaşıyor ve diyordu ki:
Sakallı Celâl bireyci miydi.? Hayır.! Güçsüz müydü.? Hayır.! O gerçekten aydın, güçlü, mutlu, seven, ileriyi gören bir insandı. Fakat içinde yaşadığı toplum düzeni ona yararlı olma fırsatı vermedi. Zaten bu toplum, aydınları, ileriyi görenleri, erken doğmuşları yiyerek geliştiği içindir ki ilerleme kaplumbağa hızına eşit olmaktadır. Bu düzensiz toplumda mert insanın, aydın insanın manevra alanı çok dardır. Sakallı Celâl gericilikle savaşta yalnız bırakıldığını anladığı andan itibaren kendi kabuğuna çekilmiş; kimseye boyun eğmeden, inançlarından vazgeçmeden, dilediği gibi yararlı olamamanın büyük acısını çekerek yaşamış ve ölmüştür.. Tarih, tek başına kavganın topluma, insanlığa pek bir şey kazandırmadığını açıkça göstermektedir. Aydınlar birleşmedikçe, birlik olmadıkça, çalışan kitlenin desteğini sağlamadıkça kurtuluş çok gecikecek. Kim bilir, daha nice Sakallı Celâl’ler kendi kabuklarına çekilip aydın kişi olmanın çilesini çekeceklerdir..
Korkmazgil yazısına Sakallı Celâl’le ilgili az bilinen bir de ‘’anekdot’’ ekliyor:
Sakallı Celâl Kastamonu Lisesi’nde öğretmenken, öğrenciler, ‘’Efendim’’ diyorlar, ‘’sizin anlattıklarınızla ‘ulûm-ı diniye’ hocasının anlattıkları birbirini tutmuyor.! Ona göre dünya öküzün boynuzlarında durmaktadır.! Halbuki siz böyle demiyorsunuz.. Ona göre dünya bir günde kurulmuştur.! Halbuki siz başka türlü söylüyorsunuz. Şimdi biz din hocasının sorularını nasıl cevaplandıralım.?’’ Sakallı Celâl, ‘’İmtihanda bu gibi sorularla karşılaşırsanız imtihan kâğıtlarına ‘Aklın ve müspet ilmin ispat etmediği safsatalara inanmıyoruz’ diye yazarsınız’’ karşılığını veriyor. Öğrenciler de Sakallı Celâl’lin öğüdüne göre hareket ediyorlar. Sonunda, bu, tahkikat konusu olduğundan Sakallı Celâl’li İstanbul’a, Maarif Nezareti’ne çağırıyorlar. Burada kendisine, ‘Celâl Efendi’ deniyor, ‘söyledikleriniz doğru ama böyle de konuşulmaz ki.!’’ Ve olay öylece kapatılıyor.. (Sayfa: 33)



''Bak evlâdım, yozlaşmış toplumlarda yaşamak durumunda olmak öyle bir şeydir ki, insan kazara bir çukurun içine düşse ve -tesadüf bu ya- düştüğü yer bir lâğım çukuru olsa ama nasılsa üstüne bir damla bile pislik sıçratmadan bir kenarda durmayı başarıp imdat istese ve birileri gelip onu oradan kurtarsa, gene de kolay kolay atamaz üstüne sinen pis kokuyu.'' (Sayfa: 168)


''Bak İlhan kardeşim. Pazar günleri Kadıköy'e geçerim. Orada dostlarım var. Onları ziyarete.. Geçen pazar biraz erken ayrıldım evlerinden. 'Çoktandır görmedim. Şöyle bir Fener Burnu'na kadar uzanayım..' dedim. Yürüdüm gittim. Etraf yemyeşil. Bembeyaz badanalı bir 'fener'. Dibine kadar yürüyüp bir yüce ağacın gölgesine oturdum. Kendi kendime düşünmeye başladım. Eksik olmasınlar, Prevezeli Kâzım'ın Doğan Apartmanı'nın veya Münevver Hanım'ın okulunun bir odasında ömür tüketeceğime şu fenerin bekçisi yapsalardı beni ne kadar rahat ederdim.! Ne kadar mutlu olurdum. Belli saatlerde feneri yak, söndür. Karışanın görüşenin yok. Bir başınasın. Seyret istediğin kadar ufku, gelip geçen gemileri.! Gurubun turuncuya varan kırmızısını, morunu. Düşün düşünebildiğin kadar. Üstelik bir işin de var. Üç kuruş para da veriyorlar ve hak ediyorsun bunu. Gemiler gece karanlığında senin yaktığın fenerle yollarını buluyor. Bir sıfatın bile var: Fener Bekçisi Celâl'sin ve karanlıktakilere yol gösteriyorsun.! Az şey mi bu.?''
*
diyerek, İlhan Şevket'in: Ne dilerdin Celâl Ağabey.? sorusunu yanıtlayan; soyadını ''Yalınız'' seçmesinin nedenini çok net kavradığımız, eşsiz kişiliğiyle örnek olan Sakallı Celâl'i bize kazandıran Orhan Karveli'ye şükranlarımla..
***
1930 yılında Ankara'da doğdu. Galatasaray Lisesi, İÜ Hukuk Fakültesi ve Londra Politeknik Okulu'nda öğrenim gördü. "Yeni İstanbul", "Milliyet", "Vatan" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde yazdı.Türk basınına 50 yılı aşkın hizmetleri nedeniyle 2004'te Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü'ne layık görülen Karaveli, Basın Şeref Kartı sahibi. Evli ve üç çocuk babası.
*
ESERLERİ:

Kişiler ve Köşeler
Sakallı Celâl
Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği
Tanıdığım Nâzım Hikmet
Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak
Bir Ankara Ailesinin Öyküsü
Ali Kemal
Görgü Tanığı
Kendi Heykelini Yapan Adam: İlhan Selçuk
Berlin'in Yalnız Kadınları
46-99 Şiirler

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk


Efendiler, tarih itiraz edilmez bir şekilde kanıtlanmıştır ki, büyük davalarda başarı için sarsılmaz bir yetenek ve güce sahip bir önderin varlığı gereklidir. Bütün devlet adamlarının ümitsizlik ve beceriksizlik içinde.. bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada, her yurtseverim diyen bin bir çeşit adamın, bin bir hareket şekli ve görüş gösterdiği kargaşalı bir dönemde, danışmalar yaparak birçok hatırlı ve etkili kişilere bel bağlama gereğine inanmakla, güvenli ve kararlı bir şekilde ve özellikle süratle yol almak ve en sonunda çok zorlu olan hedefe ulaşmak mümkün müdür.? Tarihte, bu yolla başarıya ulaşmış bir toplum gösterilebilir mi.? (Sayfa: 46)

******

Efendiler, hatırlıyorsunuzdur ki, ülkemizde ve Kafkasya'da incelemeler yapmak üzere Amerika hükümeti, General Harbord'un başkanlığında bir heyet göndermişti. Bu heyet Sivas'a geldi. 22 Eylül 1919 günü General Harbord'la uzun uzadıya konuştuk. Generale, ulusal savaşın amacı ve hedefi, ulusal örgüt ve birliğin ortaya çıkış sebebi, Hıristiyan unsurlara olan yaklaşımı ve yabancıların ülkemizdeki olumsuz propagandası ve eylemleri hakkında ayrıntılı ve kanıtlı olarak açıklamalar yaptım. Generalin bazı garip sorularıyla da karşılaştım. Örneğin, ulus, akla gelebilecek her türlü eylem ve fedakârlıkta bulunduktan sonra da başarılı olunamazsa ne yapacaksın.? Verdiğim yanıtta hafızam beni yanıltmıyorsa, demiştim ki:
''Bir ulus varlığı ve bağımsızlığı için düşünülebilen girişimleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarılı olur. Ya başarılı olamazsa demek, o ulusun ölmüş olduğuna karar vermek demektir. Dolayısıyla, ulus yaşadıkça ve özveriyle girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz.'' (Sayfa: 116)

*****

Tarihte bütün bir vatanı, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında, son bir avuç toprağına kadar karış karış kahramanca ve namusuyla savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu, o cevherde bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenler, komuta edebilme niteliklerine sahip bulunsun. 
Efendiler, komutanlar askerlik görev ve gereklerini düşünürken ve uygularken, kafalarını siyasi düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasi yönün gereklerini düşünen başka görevliler olduğunu unutmamalıdırlar.
Komutanların, emri altına verilen ulus evladını, ülke araçlarını, düşmana, ölüme yöneltirken, düşünecekleri tek nokta, ulusun kendisinden beklediği vatan görevini ateşle, süngüyle ve ölümle yerine getirmek ve sonuç almaktır. Askeri görev, ancak bu anlayış ve inançla yerine getirilebilir. Lâfla, politikayla, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz. Komutanlık görev ve sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle kafalarında güç olmayanların, kötü sonlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır.
Efendiler, bir komutanın tutsak düşmesi de bağışlanabilir. O zaman ki, askerliğin görev ve gereklerini yerine getirmekte ve uygulamakta elindeki gücü sonuna kadar, son süngü ve son nefese kadar kullandıktan sonra kanını akıtmak fırsatını bulamadan düşman eline düşerse..
Efendiler, bütün ordusu üstün düşman karşısında yenilip, kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını, düşman başkomutanının çadırına saldırarak ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür.
Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi kötü bir rastlantı ve kötü kader sonucu da olsa, düşmana tutsak düşmesini biz bağışlasak da, tarih bunu asla bağışlamaz ve bağışlamamalıdır. Türk inkılap tarihinin gelecek kuşaklara söyleyeceği söz ve uyarısı işte budur. (Sayfa: 336)

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

Ey Türk Gençliği!
*
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
*
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kasdedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
*
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! (1927) 

*****

Hilâfet konusunda halkın şüphe ve endişesini gidermek için, her yerde gerektiği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak belirttim ki, «milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına, işlerine, bağımsızlığına, ünvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştıramayız! Milletin kendisi, kurduğudevleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuz olarak da koruyacaktır!»Millete anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türk halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu bu kadar mantıksız bir görevi üzerine alamaz.Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi, Irak’ı elden çıkarmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz? dedim.
Halife’ye dünyaya meydan okutmak ve onu bütün İslâm dünyasının işlerinde söz ve yetki sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerinden beklemelidirler! Yeni Türkiye’nin ve Yeni Türkiye halkının, artık, kendi varlık ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur… Başkalarına verilecek bir zerresi kalmamıştır! dedim. Bir başka noktayı da halka iyice açıklayabilmek için şunları söyledim: Bir an için farz edelim ki, dedim; Türkiye söz konusu görevi kabul etsin… Bütün İslâm dünyasını bir noktada birleştirerek yönetmek gayesinde yürüsün ve başarmış da olsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki «bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat, biz bağımsız kalmak istiyoruz. İstiklâl ve hâkimiyetimize kimsenin karışmasını uygun bulmayız! Biz kendi kendimizi yönetmeye muktediriz. O zaman Türk halkının bütün bu gayret ve fedakârlığı yalnızca bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır? Görülüyordu ki, boş bir istek ve heves için, bir vehim ve hayal için, Türk halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin temelinde yatan esas bundan ibaretti.
Efendiler, halka sordum: Bir İslâm devleti olan İran ve Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı? tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü, böyle bir yetki devletinin istiklâlini milletinin hâkimiyetini ortadan kaldırır. Millete şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti, artık devam etmemelidir. Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimizi tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz. Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki yıl önce yayınlanan bir tarih yazdı. Eserinin son sayfaları «Dünya tarihinin gelecekteki safhası» başlığı altında bazı düşünce ve görüşleri içine almaktadır. Bu görüşlerin yönelmiş olduğu hedef «Un gouvernement fédéral mondial» yani «birleşik bir dünya devleti» dir.Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceğini ve böyle bir devletin önemli ayırıcı özellikleri ile ilgili tasavvurlarını belirtiyor; adaletin ve tek bir kanunun hâkimiyeti altında dünyamızın ne durumda bulunacağını tahayyül ediyor. Wells, «bütün hâkimiyetler tek bir hâkimiyet içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır» diyor ve «gerçek devlet, çağdaş hayat şartlarının bir zaruret haline getirdiği birleşik dünya devletinden başka birşey olamaz»; «hiç şüphe yoktur ki, insanlar kendi icatları altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmeye mecbur olacaklardır» görüşünü ileri sürüyor.
«İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük hayallerin sonunda gerçekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediği» ve «saldırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin, birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği» de bildiriliyor. Wells’in «Avrupa ve Asya’nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki parçasındaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir», «olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir» şeklindeki düşüncelerini de kaydedeyim. Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, Hristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren «birleşik bir dünya devleti» kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz. Türkiye’ye musallat olmamak şartıyla, hilâfetçileri ve Panislâmizm taraftarlarını memnun etmek için, bu tasavvur ve tahayyül bir dereceye kadar bizde de tasvir edilmişti. Ortaya atılan görüş şuydu: Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve diğer kıt’alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görürlerse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her toplumun biribirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır.
Tasarlanan bu bağımsız İslâm devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve «falan ve filân İslâm devletleri arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur.Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslâm devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır. Birleşmiş olan İslâm devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir» derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o «birleşik İslâm devletine hilâfet ve ortak meclisin başkanlığına seçilecek zata da halife ünvanını verirler. Yoksa, herhangi bir İslâm devletinin, bir kişiye bütün İslâm dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkisini vermesi akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir durumdur. (Sayfa: 
478-479)

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

‘’Beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak’’ önerisi üzerine Meclis’te yaptığım konuşmam:
*
Efendiler, konunun ne olduğunu ve Meclis’te yapılan görüşmeleri o güne ait tutanaklarda okumak mümkündür. Fakat yüce heyetinizi bu yükten kurtarmak için izin verirseniz, o oturumda yaptığım konuşmanın bir kısmını olduğu gibi sunayım:
*
‘Kanun önerisini okutmadan komisyona göndermek isteyen başkandan söz alarak şu görüşleri belirttim: ‘’Efendim! Bu Kanun önerisi özel bir amaç taşıyor. Bu özel amaç doğruca beni ilgilendirdiğinden, izin verirseniz, birkaç kelimeyle düşüncemi sunmak istiyorum. Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Salahattin ve Samsun Milletvekili Emin beyefendiler tarafından önerilen kanun tasarısı, doğrudan doğruya beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak amacına yöneliktir. 14. Maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız, orada deniliyordu ki:
*
‘Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerlerin halkından olmak şarttır veya kendi seçim bölgesi içinde yerleşmiş olması şarttır. Ondan sonra göç ederek gelenlerden Türk ve Kürtler yerleşim tarihlerinden itibaren beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.’
*
Ne yazık ki, doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. İkinci olarak, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim. Doğum yerim, bugünkü ulusal sınırımızın dışında kalmıştır. Fakat, bu böyle ise bunda benim kesinlikle bir kasıt ve suçum yoktur. Bunun sebebi, bütün ülkemizi, ulusumuzu bitirip yok etmek isteyen düşmanların, harekâtında başarılı olmalarına kısmen engel olunamamasıdır. Eğer düşmanlar tamamen amaçlarına ulaşmış olsalardı, Allah korusun, buraya imza atan efendilerin de doğdukları ve oturdukları yerler sınır dışında kalabilirdi.
*
Önerilen maddedeki koşullara neden sahip değildim?
*
Bundan başka, bu maddenin istediği şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş yıl devamlı olarak bir seçim bölgesinde oturmamışsam, o da bu vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği şartı yerine getirmeye çalışsaydım, İstanbul’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmalarımı yapmamaklığım gerekirdi.
*
Eğer ben bir yerde beş yıl oturmaya mahkûm olsaydım, Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır yönünde yayılan düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmaktan ibaret olan vatani görevimi yapmamaklığım gerekirdi.
*
Bu efendilerin istedikleri koşulları yerine getirmek isteseydim, Suriye’yi boşaltan orduların arta kalanlarından Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı savunma yapmamaklığım ve bugün ulusal sınırlar dediğimiz sınırları fiili olarak çizmemekliğim gerekirdi.
*
Sanıyorum ki, ondan sonraki çalışmalarım herkesçe bilinmektedir. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar çalışmış bulunuyorum.
Ben sanıyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı ulusumun sevgisini ve saygısını kazandım. Belki bütün İslam dünyasının sevgi ve saygısını da kazandım. Dolayısıyla, bu sevgi ve saygıya karşılık, vatandaşlık haklarından yoksun bırakılacağımı asla aklıma getirmezdim. Tahmin ediyorum ve ediyordum ki, yabancı düşmanlar, bana suikast yaparak, beni ülke hizmetinden ayırmaya çalışacaklardır. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayalime getirmezdim ki, yüce Meclis’te, iki üç kişi de olsa, aynı anlayışta kimseler bulunabilsin.
*
Dolayısıyla ben anlamak istiyorum. Bu efendiler, gerçekten kendi seçim bölgeleri halkının ciddi olarak duygu ve düşüncelerinin tercümanı mıdırlar?
*
Yine bu efendilere karşı söylüyorum; milletvekili olmaları bakımından doğal olarak kapsayıcı bir sıfatı taşıyorlar. Dolayısıyla, ulus bu efendilerle aynı düşüncede midir?
*
Efendiler, beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakma yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir?! Bu kürsüden, resmen, yüce heyetinize ve bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve yanıt istiyorum!’’
***
Ulusun hakkımda gösterdiği sevgi ve güvenin içten anlatımları
*
Bu sözlerim ajans ve basın yoluyla yayımlandı. Ulus, yaptığım konuşmayı ve yanıtını beklediğim soruyu öğrendi. Hemen, ülkenin bütün seçim bölgelerinin gerçek seçmenleri tarafından, halk tarafından Meclis Başkanlığı’na protesto telgrafları yağdı.
*
Kanun önerisine imza koyan milletvekillerinin de seçim bölgeleri halkı kendilerini ve kendileriyle aynı düşüncede olanları kınamakta gecikmediler. Ulusun, benim için gösterdiği bu sevgi ve güvenini içtenlikle belirtmesi bakımından değerli birer anı olarak saklamakta olduğum bu telgraflar, büyük bir dosya oluşturmaktadır.
*
Bu dosyadaki telgraflar, zamanında basında da yayımlanmıştı. Ben burada yalnız, bir seçim bölgesinin, Rize’nin bana çektiği bir telgrafı olduğu gibi bilginize sunmakla yetineceğim.
*
Üç milletvekili beyin, Seçim Kanunu hakkındaki bilinen önergesine Rize sancağı milletvekillerinin katılmayacağı düşüncesiyle bir şey yazmaya gerek görmemiştik. Şimdi Milletvekili Osman Efendi’den aldığımız mektupta, kendisinin o önergeyle ilgili ve muhalif gruptan olduğunu övünerek bildirmesi üzerine şu huşuların bilginize sunulması zorunluluğu doğmuştur:
*
1) (Övgü dolu ve içten sözlerden sonra) Şahsınıza ve saygıdeğer değerli çalışma arkadaşlarınıza karşı, Rize sancağı adına söz söyleyen ve size karşı aykırı düşünce besleyen ve bizce hiçbir kişilik ve mevkii olmayan milletvekilini lanetleriz. O, Rize sancağını temsil hakkında da sahip olamaz.
2) Şu zamanda, vatansızların bile katılamayacağı aykırılık ve bozgunculuk düşüncesini bize tavsiye eden milletvekili efendinin düşüncesine katılacak, Rize sancağında bir birey bile bulunmadığını, şükranlarımız ve saygılarımızla birlikte bilginize sunarız, efendim.
*
İmzalar 
(Sayfa: 485-487)

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

Muazzez İlmiye Çığ - İnanna'nın Aşkı

Önsöz, 8 Eylül 1995
*
Çiviyazılı belgelerin bulunmaya başladığı geçen yüzyıldan beri Mezopotamya'da Aşk Tanrıçası İnanna ve Çoban Tanrısı Dumuzi (Tevrat'ta Astarte-Tammuz) ile ilgili bir bereket kültünün varlığı biliniyordu. Fakat, bunu her yönü ile kanıtlayacak belgeler yayımlanmış değildi. Ancak, bu yüzyılın ortalarına doğru Sumer edebiyatına ait belgeler saptanıp yayımlanmaya başlandıktan sonra bu kült ve bu kültün esasını oluşturan kutsal evlenme töreni konusu açıklığa kavuştu.
Sumer edebiyatına ait tabletlerin en büyük kısı 1887-1890 yılları arasında ABD'de, Philadelphia Üniversite Müzesi tarafından, Güney Mezopotamya'da eski bir din ve kültür merkezi olarak yüzlerce yıl varlığını koruyan Nippur (yeni adı Niffer) şehri kazılarında bulunmuştur. Bu tabletler, o günkü müzeler nizamnamesine göre, İstanbul Arkeoloji Müzeleri'yle kazıyı yapan kurum arasında gelişigüzel paylaşılmıştı. Başka yerlerden çıkmış veya kaçak olarak elde edilmiş bir kısım tabletler de Avrupa ve Amerika müzelerine dağılmıştır ki, hepsinin toplam beş bin adet olduğu tahmin edilmektedir. Bunların hemen hemen üçte biri İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin Çiviyazılı Belgeler Arşivi'nde bulunuyor.
Efsaneler, destanlar, ilahiler, ağıtlar, mersiyeler, aşk şiirleri, atasözleri, hikâyeler ve bilgelik kompozisyonlarından oluşan Sumer edebiyatının, dolayısyla bereket kültünü oluşturan kutsal evlenme metinlerinin gün ışığına çıkmasında en büyük rolü Prof. Samuel Noah Kramer (25 Kasım 1990'da, 93 yaşında öldü) oynamıştır. O tam 60 yıl çiviyazılı tabletler bulunan Avrupa, Amerika müzelerini ziyaret ederek, Sumer edebiyatına ait tabletleri ve konularını saptamış, büyük bir bilim cömertliği ve yardımseverliğiyle isteyen müze uzmanlarını da çalışmalarına katarak, araştırmalarını evrenselleştirmiştir. Bütün bu çalışmaların sonucu, yüzlerce tabletin kopyası yapılmış aynı metne ait diğer müzelere dağılmış parçalar bulunarak konular tümüyle ortaya çıkartılmış ve çeşitli yayınlarla Sumerologlara, bilim tarihçilerine, antropologlara kaynak olarak sunulmuştur.
Sumer edebi metinlerinin yayımlanmasında en büyük katkı İstanbul Arkeoloji Müzeleri Çiviyazılı Belgeler Arşivi'nden yapılmıştır. Orada bulunan Sumer edebiyatına ait 1400 tablet, çok küçük parçalar dışında, Samuel Noah Kramer, Hatice Kızılyay ve Muazzez Çığ tarafından kopya edilerek yayımlanmıştır. Yapılan bu çalışmalarla Sumer'in bereket kültünü oluşturan kutsal evlenme öyküsü de hemen her yönüyle aydınlanmış bulunuyor. (..)



Dumuzi, İnanna, kız kardeşi ve annesi birbirlerine sevinçle sarılırlar.Sahneye bütün figüranlar girer. Hep birden çalgılar eşliğinde ve büyük bir coşkuyla şarkı söylenir:
*
Fırtınadan sesli davul ile,
Tatlı sesli lir ile
Ruhu okşayan arp ile
Kalbi neşelendiren şarkıları söyleyelim:
Bir leşince Tanrıçamız, Tanrımız
Bereket bolluk gelir ülkeye,
Ağıllar, ambarlar taşar,
Her tarafta şenlik var.
Ey Sumer halkı.!
Yeni yıl geldi diye
Çalalım söyleyelim
Oynayalım gülelim.
Dualarla, şarkılarla
Barış ve mutluluk dileyelim. (
Sayfa: 56)

Nietzsche - Cogito: Nietzsche Kayıp Bir Kıta


''Nietzsche'nin yaşamı hiç kuşkusuz ''hem esriklik, hem de acı çekmeydi -son derece üst düzey bir sanatsal bir birleşim'' di ya da mitolojik bir dil kullanmak gerekirse ''Dionysos ile Çarmıha Gerilmiş'in birleşmesi''ydi.''
*
Ernst Behler
Çeviri: Kemal Atakay
*
Thomas Mann'ın Nietzsche hakkındaki görüşlerinden (Sayfa: 36)
*****
*****
İnsan, dünyayı yeniden yaratabilir, onu işaretlerle inşa edebilir ve hatta bir ''öteki dünya'' yaratarak onu ret bile edebilir. Daha da kötüsü: insan güç istencini içine döndürebilir, olumsuzlayabilir, kendine karşı çevirebilir ve onu hiçlik istencine dönüştürebilir. Ayrıca insanın enerjisi ikirciklidir: etkin ya da geriletici olabilir ve bu ikirciklik Nietzsche'ye göre tarihin ''motorunu'' oluşturur. O halde, ''yaşama'' olan yakınlık ve uzaklıklarına göre etkin ve geriletici halklar vardır.
Acelecilik etmeyelim: Nietzsche fizikçi olarak ''başlar'', biyolog olarak sürdürür ve antropolog olarak bitirir.
*
Nietzsche'de aynı kategoriler tekrar tekrar karşımıza çıkar: durmadan yeniden ele alınırlar, yeniden değerlendirilirler, şu ya da bu perspektife yerleştirilirler. Bu, aynı öğelerin her harekette yön ve renk değiştirdikleri bir kaleydoskopu anımsatır. ''Ben'', nedensellik, ereklilik; antropolojide, tarihte, ahlakta, biyolojide, psikolojide sürekli yeniden ele alınırlar. Bu tek soykütüğü -mesela İyinin ve Kötününki- din, ceza, hukuk ve bilinçle olan ilişkilerine göre onlarca, yüzlerce soykütüğüne dönüşür. Sonuçta, Nietzsche'nin eserleri görüş açılarının devasa bir birleşimi olarak karşımıza çıkar.
*
Bernard Edelman
Çeviri: Ferhat Taylan (Sayfa: 54)
*****
*****
* ''Almanlar arasında ilk ustası olduğum aforizma bir bengilik biçimidir; yapmak istediğim, başkasının bir kitapta söyleyebildiğini, hatta bir kitapta bile söyleyemediğini on cümlede söylemek.''
* ''Ben bir sistem için, kendi sistemim için bile yeterince kısıtlı biri değilim.''
* Parçalı söz yeterlilik nedir bilmez, yetmez, kendisi hedef alınarak söylenmez, anlamı içeriği değildir. Ama öbür parçalarla biçimlenip daha eksiksiz bir düşünce, toplu bir bilgi de oluşturmaz. Parçalı olan, bütünden önce gelmez, bütünün dışında, bütünden sonra söylenir. Her ne kadar Nietzsche ''Bütünün dışında hiçbir şey yoktur'' derken tek başınalık suçumuzu hafifletmeye çalışıyor, yargıyı, ölçüyü, olumsuzlamayı reddediyorsa da (''çünkü Bütünü kimse yargılayamaz, ölçemez, bir şeyle karşılaştıramaz, hele hiç reddedilemez'') bütünle ilgili soruyu tek geçerli soru olarak ileri sürer ve bütünlük fikrine yeniden can verir. Eytişim, sistem, bütünlük düşüncesi olarak düşünce, böylece eski haklarına kavuşur ve felsefeyi tamamlanmış söylem olarak temellendirir. Ama şöyle dediğinde: ''Bütün'den, Birlik'ten kurtulmak önemli gibi geliyor bana; evreni ufalamak, Bütüne karşı saygıyı yitirmek gerek'', işte o zaman parçalılığın alanına girer, artık birliğin güvence altına almadığı bir düşüncenin riskin alır.
(..)
Dileğimiz ''evreni denetimimiz altına alma dileği'' dir, der Nietzsche.
(..)
Nietzsche karşısındakine aynı anda birçok bakış açısından saldırır çünkü bakış açılarının çokluğu tam da karşı düşüncenini göz önüne almadığı ilkedir.
*****
Nietzsche ve Parçalı Yazı
Maurice Blanchor
Çeviren: Ömer Aygün (Sayfa: 78-79)
*****
*****
Üstinsan düşüncesi, önce üstinsanın ortaya çıkışı değil, kendine insan diyen bir şeylerin ortadan kayboluşu demektir. İnsan ortadan kaybolur, özü ortadan kaybolmak olandır. Bu nedenle, biz onun daha başlamadığını söyleyebildikçe sürdürür varlığını. ''İnsanın daha bir hedefi yoktur (kein Ziel). Ama.. insanlığın hedefsizlikten acı çekmesinin nedeni, henüz insanlık diye bir şeyin olmaması değil midir.?'' Başlangıcına adım atar atmaz sonuna gelmiştir (hedefine varmıştır, bitmeye başlamıştır. İnsan hep çöküşün insanıdır ama bu çöküş yozlaşma değil, tersine, sevilebilecek, ayrılıkta ve mesafede ''insan'' hakikatini can vermek olanağıyla birleştiren eksikliktir. Son sıradaki insan, süreklilik insanıdır, varlığını sürdürme insanıdır, son insan olmak istemeyen insandır.
Nietzsche bireşimsel, bütünleştirici, doğrulayıcı insan'dan söz eder. Bütünleyen ve dolayısıyla, ister bütünü kursun, ister bütün üstünde egemenliği olsun, bütünle ilişkisi olan insan üstinsan değil, üstün insandır. Üstün insan tam anlamıyla dört dörtlük insandır, bütünün ve bireşimin insanıdır. ''İnsanlığın gereksindiği amaç'' budur işte. Ama Nietzsche Zerdüşt'te şöyle de der: ''Üstün insanda bir olmamışlık vardır (missgeraten). Üstün insanda bir omamışlık yoktur çünkü yenilmiştir; yenilmiştir çünkü başarmıştır: amacına ulaşmıştır (''Bir kezz amacına ulaştın mı.., kendi doruğunda sendeleyeceksin üstün insan.!'') Kendi kendimize şöyle sorabiliriz: üstün insanın dili nedir, ne olabilir.? Yanıtı kolay. Üstün insanın dili yine bütün haldeki söylemdir, bütünü dile getiren logostur, felsefi sözün ciddiyetidir (üstün insanın asıl özelliği dürüstlüğün ciddiyeti ve doğruyu söylemede kararlılıktır): kesintisiz ve boşluksuz, sürekli bir söz, rastlantıyı, oyunu, gülmeyi bilmeyen mantıksal tamamlanışın sözüdür. Ama insan ortadan kaybolur, yalnızca bir olmamışlık barındıran insan değil, ama üstün yani başarılı insan da, her şeyin, bütünün gerçekleştiği insan. Bütünün bu başarısızlığı ne anlama gelir o halde.? İnsanın -sonun insanı olan o gelecekteki insanın- ortadan kaybolması olgusu bütün anlamını bulur çünkü ortadan kaybolan aynı zamanda bütün olarak insandır, oluşumunda bütünün kendini varlık yaptığı varlıktır.
*
Nietzsche ve Parçalı Yazı
Maurice Blanchor
Çeviren: Ömer Aygün (Sayfa 81-82)
*****
*****
Gün ışığı sahte bir gün ışığıdır, daha hakiki bir gün ışığı var olduğundan değil, gün ışığının hakikiliğini, gün ışığı hakkındaki hakikati gün ışığının örtbas etmesinden; açık seçik görmemiz şu koşula bağlıdır: aydınlığın kendisini görmemek.
*
''Benim için 'dünya' nedir biliyor musunuz.? Aynamda size göstereyim mi.?''
Nietzsche dünyayı düşünür: bu onun kaygısıdır. Nietzsche dünyayı, ''bir güçler canavarı'', ''çifte şehvetlerin dünyası-gizemi'', ''benim Dionysos'çu dünyam'' biçiminde ya da dünya oyunu olarak dünyayı, bütün gizemlerin çözümü olan o gizemi düşündüğü zaman varlığı düşünmüyordur. Tersine, haklı ya da haksız olarak, düşünceyi bütünlük fikrinden olduğu gibi varlık fikrinden de, iyilik gereğinden olduğu gibi anlam gereğinden de kurtarmak için düşünür dünyayı: düşünceyi düşünceden kurtarmak için düşünür, bunu yapmak için de onu feragat etmeye değil, düşünebileceğinden fazlasını düşünmeye, elindeki olanaktan başka şey düşünmeye zorlar. Ya da her türlü sözden önce ve sonra gelen o ''fazlalığı'', o ''fazlayı'' söyleyerek konuşmaya zorlar. İzlediği bu yol eleştirilebilir, burada kendini duyuran şey yadsınamaz. Nietzsche için varlık, anlam, amaç, değerler, Tanrı, hem gün hem gece, hem bütün hem birlik ancak ve ancak dünya içerisinde geçerlidir ama ''dünya'' anlam olarak, bütün olarak, hele ötedünya olarak hiç düşünülemez, söylenemez. Dünya kendinin dışıdır: her türlü olumlama gücünden taşan ve kesintinin dur durak bilmezliğinde kendi sürekli çiftlenmesinin (şiddetlenmesinin) oyunu olan olumlama-güç istemi, bengi dönüş.
*
Nietzsche ve Parçalı Yazı
Maurice Blanchor
Çeviren: Ömer Aygün (Sayfa: 91-92)
*****
*****
Nietzsche'nin olumlu ödevi iki yönlüdür: Üstinsan ve değeraşkınlığı. İnsan kimdir.? değil, ama kim insanın üstünde yer alacak.?
*
''En kaygılı olanlar bugün soruyorlar: insanı nasıl korumalı.? Ama Zerdüşt, tek ve ilk soranı olduğu şeyi soruyor: insanın üstüne nasıl çıkılacak.? Üstinsan benim için çok önemli, insan değil, ama Tek olan benim için odur: hemcins değil, en sefil değil, en dertli değil, en iyi değil'' (Böyle Buyurdu Zerdüşt)
*
Üstüne çıkmak, muhafaza etmenin karşısındadır, ama aynı zamanda da sahiplenmenin, yeniden sahiplenmenin karşısındadır. Değeraşkınlaştırmak, yürürlükteki değerlerin karşısındadır, ama aynı zamanda sözde-diyalektik dönüştürmelerin de karşısındadır. Üstinsanın, diyalektikçilerin cinsil varlığıyla, tür olarak insaanla ya da ben'le hiçbir ortak yanı yoktur. Tek olan ne benim, ne de insan. Diyalektiğin insanı en sefil olandır, çünkü o, olmayan şeydeki her şeyi yok etmiş olarak, insandan başkaca hiçbir şey değildir. Aynı zamanda da en iyi olandır, çünkü yoksunlaşmayı ortadan kaldırmış, Tanrı'nın yerini almış, mülkiyetlerini yeniden kazanmıştır. Nietzsche'nin üstinsanının bir vaat olduğunu sanmayalım: o, insandan, ben'den doğası içinde ayrışıktır. Üstinsan, kendini yeni bir hissetme tarzıyla tanımlar: insandan başka bir özne, insan tipinden başka bir tip. Yeni bir düşünme tarzı, tanrısaldan daha başka öncülleri düşünme; çünkü tanrısal yine de insanı muhafaza etmenin, ve Tanrı'nın esasını, yüklem olarak Tanrı'yı muhafaza etmenin bir tarzıdır. Yeni bir değerlendirme tarzı: bir değerler değişikliği değil, soyut bir yer değiştirme ya da diyalektik bir tersyüz oluş değil, ama değerlerin değerinin türediği öğenin içindeki bir değişiklik ve bir tersyüz oluş, bir ''değeraşkınlığı''.
Bu olumlu ödev açısından Nietzsche'nin bütün eleştirel niyetleri birliklerini kazanırlar. Hegel'cilerin pek sevdikleri yöntem olan amalgam, bizzat Hegel'cilere karşı çevrilmiştir. Nietzsche, aynı polemik içinde Hıristiyanlığı, hümanizmayı, bencilliği, sosyalizmi, nihilizmi, tarih ve kültür kuramlarını, diyalektiği bizzat çevreler. Bütün bunlar, üstün insan'ın kuramını oluşturmaktadır: Nietzsche'gil eleştirinin nesnesi. Üstün insanda, ayrılık, düzensizlik ve bizatihi diyalektik momentlerin disiplinsizliği olarak, insani ve fazlasıyla insani ideolojilerin amalgamı olarak kendini gösterir. Üstün insanın çığlığı çok çeşitlidir:
*
''Bu uzun bir çığlıktı, garip ve çok çeşitli, ve Zerdüst, onun pek çok sesten bileştiğini mükemmelen fark ediyordu; uzaktan, tek bir ağızdançıkmışa benzese de.''
*
Ama üstün insanın birliği aynı zamanda da kritik bir birliktir: baştan sona diyalektiğin kendi hesabına toplamış olduğu parçalardan ve kırıntılardan yapılmış olarak, birliği, bütünü tutan bağdır, nihilizmin ve tepkinin bağı.
*
Üstinsan: Diyalektiğe Karşı
Gılles Deleuze
Çeviren: Turhan Ilgaz (Sayfa: 127-128)
******
*****
Nietzsche'nin modern devleti küçümseyen biri olduğunu söylemek, aynı zamanda hem sıradandır hem de değildir. Bu aslında sıradan bir şeydir, çünkü yönetilenlerin budalaca tutumlarını, yönetenlerin ikiyüzlülüğünü, iktidarın gülünçlüğünü ve devletin insan sürüsüne verdiği zararları ortaya koyan çok sayıda metin kolayca toplanabilir. Fakat bu aynı zamanda, hem de iki nedenle, o kadar da sıradan değildir: Çünkü bir yandan, bu Alman filozof, politik idealizmin, devletin yönetilmesinde Hegel'in doruk noktasına vardırdığı Alman felsefe geleneğiyle bozuşmaktaydı. Bir yandan da, güç isteminin savunucusu olarak, ''Yüce Siyaset''in en iyi uygulamasını tam da devlet iktidarı içerisinde görebilseydi, bu akla daha yakın gözükecekti. Nietzsche, hep kendisini gizleyerek ilerler ve bizi sürekli şaşırtır.
Uçurumların filozofu, deliliğin eşiğinde, şöyle der: ''Ben dinamitim.'' Onun ''dumansız ve barutsuz top darbelerinin'' Bismarck Prusya'sının kalesini parçaladığı gerçektir; ''çekiç darbeli felsefesinin'' Batı'da gelişen demokratik ve liberal siyasete saldırdığı da. Bununla birlikte, ne Prusya devletinin eleştirisi ne de siyasi bir kategori olarak devletin eleştirisi, Nietzsche için bir amaçtır; onun için söz konusu olan siyasi bir sorun bile değildir. Eserinde siyasi bir ideoloji ve a fortiori, hukuki bir iktidar doktrini aramak boşuna olacaktır. Modern devlete olduğu kadar, onun ''Yüce Siyaset''ine karşı da gösterdiği acı alaycılığı, bir siyaset düşünürüne ait değildir. Bunlar, her şeyden önce, ''korkusuz'' ve ''özgür bir kafa'' olmak isteyen ve şimdiye kadar kimsenin cesaret edemediğine -ne Voltaire, hatta ne de Faust- cesaret eden bir düşünürün genel yaklaşımı içinde yer alır: Onun deyimiyle çevresine ''bir göz atan'', fakat bunu yaparken hiçbir şeyi esirgemeyen ve ne önyargılı ne de öngörülü olan bir düşünür. Nietzsche'ci bakışın keskinliği, kâhince olduğu kadar, korkutucudur da: İnsanlığın yer altı gizlerini acımasızca açığa vurur. Modern devleti eleştiren Nietzsche, bir siyaset filozofu olmaktan çok, olağanüstü bir yaşam metafizikçisi ve insan ruhundaki derinliklerin psikoloğudur.
Nietzsche'nin maskeleri düşüren bakışını anlamak ve izlemek için, onunla önce bir hastalık teşhisi yapmamız gerekiyor: Toplum; Batı'da her yerde, modernite yüzünden hasta olmuştur; öyle hastadır ki, derisinin kabarıp döküldüğünün ve çoktan beri can çekiştiğinin bile bilincinde değildir. İkinci olarak, daima diğerlerinin görmediğini gören yalnız filozofun bakışının izinde kalarak, ''uygarlık hekimi'' gibi, kötülüğün semptomlarını ortaya çıkarmamız gerekir: Oysa, Nietzsche'ci göstergebilimde, devlet modern hastalığın en şiddetli göstergesidir. Devlet, Nietzsche'nin, ince bıçağıyla, sağlıksız dokularını kazıdığı bir ''siyasi canavar''dır. Filozofun ucubebilimi ürkütücü bir teşhisle son bulur. Böylece geriye ''tedavi olasılıkları var mı yok mu.?'' diye sormak kalır yalnızca. 
*
Nietzsche: Modern Devletin Eleştirisi
Sımone Goyard-Fabre
Çeviri: Özge Erbek (Sayfa: 149-150)
*****
*****
Tadını çıkarana, ağacın amaçladığı meyveymiş gibi gelir; oysa onun amaçladığı çekirdektir.
*
Büyük bir adamın izleyicileri, onun övgüsünü daha iyi düzmek için kendilerini körleştirirler: zavallı ötücü kuşlar.!
*
İnsan kırmızı yanaklı hayvandır: insan sık sık utanmak zorunda kalmış olan hayvandır. (Sayfa: 184)
*
Dediğinize göre, dinin gerekli olduğuna inanıyorsunuz, öyle mi.?
Dürüst olun.! Yalnızca polisin gerekli olduğuna inanıyorsunuz.
*
Bilen, kendini, Tanrı'nın-hayvanlaşması olarak duyar.
*
Bilen, insanlar arasında hayvanlar arasındaymış gibi yaşamaz-hayvanlar arasında olarak yaşar. (Sayfa:184-185)
*
''Kaç yüzyıl sürüyor parıldamaya başlaması.?''
Bu soruyla ölçülür, bir insanın uzaklığı ve yüksekliği. (Sayfa: 190)


''Kişi yalnızca kendi çocuğuna hamiledir'':
böyle der bütün yaratanların bencillikleri. (Sayfa: 190)


Bir yalnız dedi: ''Gittim gerçi insanlara, ama hiçbir zaman ulaşamadım.!'' (S
ayfa: 190)


Tanrının mezarlarından, türbelerinden başka nedir ki kiliseler.?
Böyle Buyurdu Zerdüşt (Sayfa: 253)
*****
*****
''Sayısız güneş sistemlerine pırıl pırıl dökülmüş uzayın ücra köşelerinden birinde bir gezegen vardı ve bu gezegende akıllı hayvanlar kavramayı bulmuşlardı.'' Nietzsche
*
Oysa Nietzsche için bu dünyayı ve bu dünyadaki yaşamın cisimleştiği bedeni olumsuz sıfatlarla aşağılayan, tiksinç bulan yaklaşımın kendisi tiksinçtir. Yeryüzüne ve yeryüzündeki yaşama karşı duyulan tiksintiden iğrenen Nietzsche'nin bu ruh halini anlatan bir tanımı vardır: ''Tiksintiden tiksinmek''. Dolayısıyla, 
Nietzsche'de tiksinti olgusunu tartışırken, bu duygunun iki boyutta yaşandığına dikkat etmek gerekir.
Birinci boyut, insanın çevresine, çevresini saran insanlara baktığında içinde engellenemez bir şekilde yukarıya doğru çıkan tiksintidir: ''İnsan ilişkilerinde zaman zaman yoksunluğun bütün renklerini görmeyen, tiksintiden rengi griye ve yeşile çalmadan, bıkkınlık, duygudaşlık, yalnızlık hissetmeyen, kuşkusuz, yüksek zevk sahibi bir insan değildir. Bu tiksintiyi hissetmeyen kişi, ''ortalama'' insandır, sıradandır ve sürüdendir. Dolayısıyla Nietzsche için tiksintinin birinci boyutunda iki türlü bir iğrenme söz konusudur. Bunlardan ilki, insanları ''ide'' dünyasına ya da tanrısal bir aşkınlığa yönlendirebilmek için yeryüzüne karşı soğutan telkinlerin sonucu olarak, insanda yeryüzündeki yaşama ve kendi bedenine karşı kaçınılmaz bir şekilde oluşan bir tiksinti. Ötekisi ise, amacı aşkın bir dünyayı yüceltmek uğruna yaşamını değersizleştiren bir insanın tersine, dünyevi yaşantıyı yüceltmeye çalışan insanın diğerlerine karşı duyacağı (Nietzsche'ye göre duyması da gereken) tiksinti.
''Ortalama'' insan karşısında içinde engellenemeyen bir tiksintinin yükseldiğini duyumsayan Nietzsche için kişinin kendi bedeni, sevgisini yöneltmesi gereken yerdir. Ne var ki oyunu aşkın bir dünya için değil de, kendi tarafında kullanan bir kişinin sevgisini kendine yöneltmesi, Nietzsche için kendini sevmenin tüm boyutlarını kapsamaz. Kendini sevmek kadar, kendini (sürüden) korumak da önemlidir. Bu koruma edimi bir insanın varlığını sürdürmesi için gerekli olan gıda tüketimi ve barınma/ yaşama koşulları gibi konularda özen gerektirdiği gibi, (bunun için Ecce Homo'daki ''Ben neden o kadar zekiyim.?'' başlıklı bölümüne başvurulmasını öneririm.) kişi kendisini başka insanların etkisinden de korumayı bilmelidir. Nietzsche, yoğun çalıştığı dönemlerde hiçbir şey okumadığını anlatır; ''yakınımda birisinin konuşmassına ve hatta düşünmesine izin vermekten sakınırım'' Dolayısıyla kişinin kendisini korumak için çevresinde bir nevi duvar örmesi gerekir. Öte yandan nelerden etkilenip nelerden etkilenmeyeceğini bilmelidir. Zamanını kime ve nasıl ayıracağına titizlikle karar vermelidir. Aslında Nietzsche'nin arzuladığı, yeme içme gibi gereksinimlerini karşılarken çeşitli olanaklar arasından seçimde bulunan insanın, tinsel gereksinimlerini karşılarken aynı titizliği göstermesidir. Bunun kolay olmadığının farkındadır Nietzsche ve bu yüzden '' Kendini Muhafaza Etme Sanatı''ndan söz eder.
İnsandan kendini gerektiğinde ''çekmesini bilmesini'' bekleyen Nietzsche, insanlara karşı tahammülsüzlük yaşamayan kişileri küçümser. Sıradan insanlara karşı duyduğu tiksinti, bu sıradanlığın bulaştığı tüm nesneleri de kapsar: ''Herkese hitap eden kitaplar hep kötü kokarlar: küçük insanın kokusu bulaşmıştır onlara. Halkın yiyip içtiği, hatta hayranlığını gösterdiği yerlerin kötü kokması âdettendir. Kişi temiz hava almak istediğinde kiliseye gitmemelidir.''
*
Elif Daldeniz (Sayfa: 254-255)
*****
*****
Aynı metin sayısız yoruma izin verir:
''doğru'' bir yorum yoktur.
Nietzsce, KWG VIII I (120)
*
Nietzsche anlaşılamaz.
Böyle bir önermeyi temellendirmek için çok şey gerek - hem de, böyle bir önermede bulunduktan sonra, söylenecek çok şey yok..
Tek bir tutarlı, birlikli bakışı; bir ''kuram''ı olmamasından dolayı mı-
Hayır: ne kadar 'kuram'ı varsa (ki, çeşitli konularda çeşitli 'kuram'ları vardır) hepsi 'birlikli' ve ''tutarlı''dır; bunların hepsinin toplamı bir 'dizge' oluşturmasa da, tek bir dizgeli bakışın ürünüdür(ler) - o zaman.?
Niye anlaşılamaz olsun.?-
*
**
Nietzsche'nin her yazdığı 'stratejik'tir- düz, 'Lojistik'teki anlamıyla: bir meydan savaşı'nın nasıl 'kazanıla'bileceğine, bir 'düşman'ın nasıl 'yenile'bileceğine yöneliktir- bir sorunun nasıl çözülebileceğine.
Çünkü Nietzsche'nin her yazdığı 'perspektif'lidir: belirli bir açıdan bakılınca nasıl görünüyor, diye düşünür, bir konuyu ele aldığında.
Çünkü aradığı ''hakikat'' değildrir- bilir ki, insanın zaten her ''hakikat'' saydığı yalnızca kendi bakış açısından öyledir; ''mutlak hakikat'' diye bir şey, yoktur.
Felsefe, hakikat arama işi değildir- yaşam sorunlarını çözme işidir; bu da, çeşitli açılardan çok çeşitli biçimlerde yapılabilir.
***
Felsefe böyle anlaşılınca, nasıl yapılabilir.? -Belki önce, yapılabilir mi, diye sormak gerekirdi, ama, Nietzsche'yle -Nietzsche'den- biliyoruz ki, yapılabilmiş:-
O yapmış-nasıl.?
Zerdüşt ''kendi omuzuna tırman: başka türlü nasıl yükselebilirsin ki'' der- bu eğretilemeyi izleyebiliriz:-
Felsefe kendi omuzuna tırmanma işidir. Sırasıyla gidelim: kendi omuzuna tırmanma; yani kendini, kendinde olan bir şey olarak arama, ve ulaşmağa çalışma; ulaşınca da onu aşma- ötesine geçme..
***
Soruna dönelim:-
Sorun benden kaynaklanan bir şeydir; ben yaratırım sorunu - dolayısıyla, sorun çözme, kendimdeki bir şeyle uğraşma, kendimde bozuk duran bir şeyi düzeltme, kendimi eğri durduğum bir noktada doğrultmadır - felsefe 'kendi'yle didişmedir: Şu kişilik özelliğim nereden geliyor.? Şu inancımı nasıl edinmişim.? Şu tutkumun temeli ne.? Şu düşünceme nasıl ulaşmışım.?
Felsefe en temelinde ''Ben neyim.?'' sorusuna yanıt bulma çabasıdır- felsefe kendini sorun olarak görebilen bazı kişilerin, kendi üzerlerinde yürüttükleri bir bilme çabası, kendini anlama uğraşısıdır.
Nietzsche bu uğraşıyı XX. yüzyıla taşımış olan bilinçtir: Nietzsche'den ancak kendini anlamağa çalışanlar bir şeyler anlayabilirler; anladıklarında da, Nietzsche'yi değil, kendilerini anladıklarını anlayarak..
*
Nietzsche'yi Anlamak
Oruç Aruoba (
Sayfa: 267-268)
*****
*****
Okumak ve Yazmak Hakkında
*
Bütün yazılanlar içinde kişinin kendi kanıyla yazdığını severim. Kanınla yaz: göreceksin ki, kan tindir.
Kolayca mümkün değildir yabancı kanını anlamak: Nefret ederim okuyan aylaklardan.
Okuru tanıyan hiçbir şey yapmaz artık okur için. Bir yüzyıl boyu daha okur-tinin kendisi kokuşacaktır.
Okumayı herkesin öğrenebiliyor olması, zamanla, yazmayı bozmakla kalmaz, düşünmeyi de bozar.
Bir zamanlar tin tanrıydı, sonra insanlaştı, şimdiyse gitgide ayaktakımı haline geliyor.
Kim ki kan ve özdeyişlerle yazar, o okunmak değil, ezberlenmek ister.
Zirveden zirveye en yakın yol dağlardır: Ama bu yolu kat etmek için uzun bacakların olmalı. Özdeyişler zirve olmalı: kendilerine hitab edilenlerse , büyükler ve büyümüş olanlar.
Hava ince ve arı, tehlike yakın, tin neşeli bir muziplikle dopdolu: bunlar birbirine uyar.
Çevremde masal cinleri istiyorum çünkü cesurum. Hayaletleri ürkütüp kaçıran cesaret, kendi kendine cinler yaratır, -cesaret gülmek ister.
Sizlerle birlikte duyumsamıyorum, algılamıyorum artık: altımdaki şu bulut, beni güldüren şu ağırlık ve ağarmamışlık -işte tam da bu fırtına bulutunuzdur sizin.
Sizler, yücelmişlik isteyince yukarıya bakarsınız. Bense aşağıya, çünkü yücelmişim ben.
İçinizden kim aynı anda hem gülebilir hem de yücelmiş olabilir.?
Kim ki en yüksek dağlara çıkar, güler bütün acıklı oyunlara ve acıklı gerçeklere.
Cesur, kaygısız, şakacı, şiddet dolu - böyle ister bizi bilgelik: bilgelik kadındır, ancak bir savaşçıyı sever.
Bana diyorsunuz ki: ''Yaşamı zordur taşımak''. Ama neye yarardı öyleyse sabahları bu gururunuz, akşamlarıysa teslimiyetiniz.?
Yaşamı zordur taşımak: bu kadar nazlı olmayın siz de.! Biz hepimiz yüke dayanıklı, güzel eşekleriz.
Ne ortak yönümüz var, üzerine bir damla çiğ düştüğü için titreyen gül tomurcuğuyla.?
Doğrudur: Yaşamı seviyoruz, yaşama alışmış olduğumuzdan değil, sevmeye alışık olduğumuzdan.
Hep biraz delilik vardır sevgide. Ama hep biraz da akıl delilikte.
Ve bana da, yaşama karşı iyi olan bana da öyle geliyor ki, kelebekler, sabun köpükleri ve insanların içinde onların türünden ne varsa -mutluluğu, en çok onlar biliyor.
Bu hafif, budala, narin, kımıltılı ruhların uçuştuğunu görmek Zerdüşt'ü baştan çıkartır, gözyaşları döktürür, şarkılar söyletir ona.
Ancak dans etmekten anlayan bir tanrıya inanırdım ben.
Şeytanımı gördüğümdeyse, onu ciddi, titiz, derin, coşkulu buldum: ağırlığın tiniydi, -bütün şeyler onun içinden düşüp gidiyor.
Öfkeyle değil, gülmekle öldürür insan. Hadi, gelin ağırlığın tinini öldürelim.!
Yürümeyi öğrendim: o zamandan beri koşuyorum.
Uçmayı öğrendim: o zamandan beri havalanmak için arkamdan itilsin istemiyorum.
Artık hafifim, artık uçuyorum, artık kendimi kendimin altında görüyorum, artık tanrı dans ederek geçiyor içimden.
Zerdüşt böyle diyordu. 
*
Çeviren: Dürrin Tunç, 2000 (Sayfa: 278)


''..Zaratustra, 19 asrın büyük mübeşşirlerinden Nietzsche'nin en şahsi eseri, onun ruhi hayatının, en iç macerasının hikâyesidir. Bu onun idealinin şiiridir.
Bir Fars peygamberini, Nietzsche, en yüksek ümitlerine, en uzak hedefine timsal yapmıştır. O bu timsali daha çocukken rüyasında gördüğünü kızkardeşine yazdığı bir mektupta söylüyor:
''Bu şerefi ben bir farsa vermeğe mecbur oldum: Çünkü tarihi, en önce, bütün ve büyük olarak düşünen Fars'lardır.''
Bununla beraber, Zaratustra -şiiri efsanavi Fars peygamberiyle yalnız bu mutantan ahenkli isimde müşterektir. Bunun ötesinde, Nietzsche, bu timsali, şair hürriyetiyle, doğrudan doğruya kendi ruhundan ve ruhunun yaşayışlarından, tahassüllerinden yaratmıştır.
Zaratustra, Nietzscje'nin kendisidir: İdealleştirilmiş kendisi. O, ahlaki idealini bu timsalde teşahhus ettirmiş ve bununla ilân etmiştir.
Bu ahlaki ideal fevkalbeşerdir..'' 
*
Hasan Cemil
Nietzsche'nin Zaratustra'sı
Ülkü Dergisi, 1933 (Sayfa: 283)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...