#AntonioGramsci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#AntonioGramsci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2020 Pazartesi

Antonio Gramsci - Çocuklarıma Mektuplar (Çeviri: Meral ve Cemal Erez)


*
Sevgili küçükler, masalların, efsane ve öykülerin düş dünyasına daldığımızda, aranızdan çok azı bu dünyayı kuranların adını öğrenmeye ve hatırlamaya çalışmıştır. Onlar sizi rengârenk düşsel kanatlar üstünden, doğrudan doğruya insan yaşamıyla, acılarıyla dolu bir dünyaya kadar her yerde dolaştırırlar.
Eğer şimdi ben, Kırmızı Şapkalı Kızın ve Pamuk Prensesin, Puccettino ve Augellinli Belverde'nin babalarının kim olduğunu sorsam, eminim ki, Pinokyo'nun Lucignolo ile birlikte ''Oyuncaklar Ülkesine'' gittiği zaman yaptığı gibi, sizin de ağzınız bir karış açık kalacak. İnanın bu çok kötü bir şey, çünkü sizin zayıf belleğiniz ya da dikkatsizliğiniz, her şeyden önce bu kâğıttan yapılmış arkadaşlarınıza karşı yapılmış bir haksızlıktır; hem sonra bu kahramanların babalarının adları, (burada size, Collodi, Perault, Andersen, Swift, Gozzi, Grimm, De Foe, Kipling adlarını bir kez daha hatırlatmak istiyorum) onlara karşı büyük bir saygıyla duyulan hayranlığın ötesinde en azından, bir minnet borcu olarak hatırlamaya değer.
Şimdi sevgili küçük okuyucular, bize, Delio ve Giuliano'ya gönderdiği tatlı heyecanlarla dolu mektupları, Kirpi Ağacının masalını, iki küçük serçenin acıklı öyküsünü yazan, ya da fillerin ve kurbağaların saflıklarını düşünerek, geride bıraktığı çocukluğunun serüvenli balık avlarını anlatarak eğlenen, bugün tanımak fırsatını bulduğunuz bu ''baba'', her sevgili varlıktan daha çok sevilmeye ve hatırlanmaya değer; bu yalnızca farkında olmadan sizin için de yazdığı sayfalardan ötürü değil bizzat kendi yaşamından ötürüdür: nasıl yaşadığı, ne kadar acı çektiği düşünülerek sevilmeli ve anılmalıdır.


Antonio Gramsci'nin yaşamını bir masala benzetebilirsiniz, bu doğrudur, çünkü hayat herkes için, varolmayan bir kadere bağlamak isteyenin arzusuna göre, güller ve dikenlerle dolu, güzel ya da çirkin bir masaldır. Giuliano'nun fillerinin, kirpilerinin çevresinde geçen bütün bu mektuplarda ve öykülerde okuyup hayran olacağınız apologlarda, bunları yazanın kim olduğunu belleğinize iyice yerleştirmeniz ve onun öncelikle bir yazar değil, insan olmak istediğini anımsamanız için, şimdi size Gramsci'nin bu masalımsı hayatını anlatacağım.'' (Sayfa: 9-10)


''Gramsci ne içinde ne de dışında en küçük bir gösterişi olmadan çok sade giyinirdi. Cepleri kitaplarla, kafası fikirlerle dolu, günün ilk ışıklarına dek arkadaşlarıyla tartışarak yürürdü. Hayvanları sevmeye devam ediyordu. Bir biyografi yazarı şöyle diyordu: ''O en çok kuşları severdi, Torino'da en sevdiği yer, Avrupa otelinin karşısındaki, vitrini kuşlarla dolu küçücük dükkânın önüydü. Castello meydanından gelen güneşin ısıttığı kafeslerin içindeki bu canlı kuşlarla çok güzel hayvan mumyaları değiştiriliyordu bu dükkânda. Gramsci'nin ölü ya da canlı hayvanlara bakarken tatlı bir düşle gözlerindeki o olağanüstü insanca bakışlarını hiçbir zaman unutamam.'' (Sayfa: 12)


''Torino ve İtalya'dan sonra Gramsci başka toprakları, başka halkları ve ulusları tanıdı. Almanya, Fransa ve Rusya'ya gitti. Rusya'da bütün yaşamının en sadık yoldaşı, iyi yürekli Giulia'yla evlendi ve gene burada ilk çocuğu Delio doğdu. Ama ikinci oğlu Giuliano'yu hiçbir zaman göremedi, onu hiç tanımadı, hiç öpemedi, hiçbir zaman çocuklarına babalık yapamadı. Çocuklarının büyüdüğünü ona kanıtlayan tek şey fotoğrafları oldu.
İtalya'ya işine, özgürlük için yaptığı savaşa döndüğü zaman onu tutukladılar. Giulia'nın kızkardeşi Tania ona acılarını unutturmak için elinden geleni yaptı. Ama hapishanede geçirdiği yedi yıldan sonra, Gramsci öldü.
Sevgili küçük okurlarım, her devirde toplumun düşman olarak gördüğü insanlar yaşadı ve onları ya hapishaneye ya da zindanlara attılar. Bu insanlar hiç kimseye hiçbir kötülük yapmamışlardı, tersine kardeşlik ve iyilikle dolu insanlardı.


Ama hapiste Gramsci hiçbir zaman boyun eğmedi, yıkılmadı. Düşünmeye, okumaya, yazmaya devam etti. Ruhunun ve bilincinin büyük nimetleri onun ölümcül yalnızlığının çemberini kırdı. Böylece asla yalnızlık çekmedi. Başkalarının, ona gitgide daha fazla inananların, çocukları Delio ve Giuliano'nun hayatını yaşamaya devam etti. Bir fotoğraftan, bir mektuptan, bir sözcük ya da bir gazete ve kitaptan doğan görünmez iplikçikler onu dış dünyaya bağlıyordu; ve dış dünya onun için bir büyüden farksızdı. Böylece kendi kafası ve sevgili yakınları arasında mucizevi bir konuşma doğdu. Delio'nun dersleri ve Giuliano'nun oyunları üstüne nasıl hiçbir şey gözünden kaçmadıysa, gündelik olaylar ve haberlerden de hiçbir şey kaçırmadı. Böylece bu iç konuşmalardan, birazdan okuyacağınız bu mektuplar ve masallar doğdu. Bu mektuplar ve masallar size, Gramsci'nin yaşamındaki moral gücünün, ruh aydınlığının, bir tutukluluğun acı ve katılıklarına nasıl başeğdirdiklerini çok iyi anlatacak. Sönmez bir alev gibi ruhundan fışkırıp gelen bu enerji bize bu mektupları armağan etmiştir.''
(Sayfa: 13)
*
Giuseppe Ravegnani


*
''..son derece katı ve biçimleri önceden düzenlenmiş tasarılar, bir görev bilinci olduğu zaman, nasıl da katı gerçeğe çarparak parçalanıyorlar.!'' (Sayfa: 18)


*
''Bu serçede en çok sevdiğim şey, kendine el sürdürmemesiydi. Kanatlarını açıp öfkeyle dönüyor ve büyük bir güçle insanın elini gagalıyor. Evcilleşmişti ama araya her zaman bir sınır koyuyordu.''
(Sayfa: 19)


*
''Haklı olduğu halde haksız olduğunu duymak, ya da gerçekten var olan şeylere ait bir soru sorduğunda, batıl inançları varmışçasına açıkça alaya alınmak bir çocuğu nasıl kızdırır, bilirsin.'' (Sayfa: 29)


*
Yeryüzünde, başından kuyruğunun en uç noktasına kadar merakla dolu olan bir sansarı korkutmaktan daha güç bir şey yoktur. Aslında bütün sansarların ortak sözü şudur: ''Gez ve bul'' (Sayfa: 48)


*
''Her şey sıkı sıkıya birbirine bağlı ve bütündür. Eğer bütünün bir tek parçası eksik ya da bütünü bozuyorsa, öz de bozulur.'' 
(Sayfa: 63)


*
''Yunan antik çağının en büyük yazarı Homeros.
Latin yazarı Orazio, Homeros'un da zaman zaman ''uyukladığını'' yazıyor.
Hiç kuşkusuz Wells, Homeros'la karşılaştırıldığında bir yılda en az üçyüzatmış gün uyukluyor, ama geri kalan öteki beş, ya da altı gün (şubatın yirmi dokuz çektiği yıllar) için beş gün tamamen uyanıyor, hoşa giden ve her zaman eleştiriye açık yapıtlar veriyordu.
(Sayfa: 70)


*
''Okulda yaptıklarını, dersleri kolay öğrenip öğrenemediğini, seni ilgilendiren şeyleri, her şeyi yaz bana. Örneğin, seni ilgilendirmeyen bir konuyu mutlaka öğrenmen gerekiyorsa bunu nasıl başarıyorsun.?'' (Sayfa: 71)


*
''Birçok kez bulut çöktü ve kalktı ve bütün bu görüntüler Gabriele'ye birçok şey öğretti. Cinlerin tekme yağmuru altında omuzları yanmaya başlayan mezarcı, gitgide daha ilgi çekici olan sahnelere gözlerini dikmiş, bakıyordu. Çok katı koşullar altında çalışan insanların, güç ve kavga vererek bir parça ekmek kazanmalarına karşın mutlu ve apaydınlık olduklarını gördü. Tanrının en nazik yaratığı olan kadının çok büyük acılarla, yüreğinde bir sevgi pınarı ve sadakat taşıdığı için çok büyük yıkımlar ve acılarla karşı karşıya olduğunu gördü; ama özellikle kendisi gibi, başkalarının mutluluklarına ve sevinçlerine karşı büyük bir öfke duyan insanların bu güzel yeryüzündeki en çirkin bitkilerden farksız olduğunu anladı. O zaman yeryüzündeki bütün iyilikleri kendisinin kötü yanlarıyla karşılaştırdı ve yaptığı hesaplaşmalar sonunda bu dünyanın değerli ve saygıya değer olduğuna karar verdi.'' (Sayfa: 84)


*
''Beyinleri çok gelişmiş, arka ayakları üstünde dimdik durabilen fillerden oluşmuş bir dünya düşüncesini ortaya atman çok hoşuma gitti. Bu uçsuz bucaksız yeryüzü üstünde yaşayabilmeleri için kim bilir ne kadar yüksek gökdelenler yapmak zorunda kalacaklardı. Ama beyin elsiz ne işe yarar ki.! Deve kuşları başlarını dik ve özgür tutabilir, iki ayak üstünde durabilirler; ama bu beyinlerini geliştirmek için yeterli bir neden olamaz.'' (Sayfa: 91)


*
''Bilimsel varsayımlar üstüne düş kurmak, özgürlük savaşı için çok güç koşullar altındaki insanoğlunun elli yıl kadar önce yapacağı bir şeydi. Birçok sorun bugün artık çözümlenmiş durumda. Çünkü yaşam koşulları hem bireyin öne çıkmasını, hem de onun tek başına ezici gücünü engelledi ve üreten insanı yarattı. Ne yazık ki ölü şeylerden kurtulmak zordur; ama sen bunlara güçlü bir tekme savur ve yalnızca somut şeyler üstünde çalış.'' (Sayfa: 94)


*
''Gerçeklere dayanan yargılamalarda hiçbir oyuna yer yoktur. Ama yeryüzünde oyunlar ortadan kalkarsa, geriye ne kalır ki.?'' (Sayfa: 101)


*
''..geniş alanlar benim için ortadan kalktığından beri zaman bana çok kocaman bir şeymiş gibi geliyor.'' (Sayfa: 113)


*
''..toplu olarak çekilmiş resimlerde dramatik ve canlı bir şeyler var, yaşanan hayatın devrelerinden, fotoğraf kâğıtlarındaki görüntülerde devam edebilen ilişkiler sezilir her zaman.'' (Sayfa: 120)


*
''En çok parayı verene kalemini satan, ustası olduğu mesleğinin alanına girdiği için yalan söylemek zorunda kalan bir gazeteci olmadım hiçbir zaman. Hep tek bir görüşe bağlı, özgür bir gazeteci oldum ve patronları memnun etmek uğruna asla kendi düşüncelerimi gizlemedim.'' (Sayfa: 123)


*
''Söz verdiğin gibi Delio'nun fotoğrafını anneme gönderdin mi.? Bunu yaparsan iyi olur. Zavallıcık benim tutuklanmamdan dolayı çok acı çekiyor ve bizim gibi ülkelerde hırsız, katil, serseri olmayanların hapise düşmesini anlamak zor olduğu için acısı daha da büyüyor.''
(Sayfa: 127)


*
''Ölümden korkulduğu ve artık kendimizin yapamadığı bir şeyi başkası yaparken bundan üzüntü duyulduğu an yaşlılık başlamış demektir. (..)
Yaşama isteği olduğu, bundan tad alındığı ve belli bir amaca doğru ulaşılmak istendiği sürece tüm hastalıklar yenilir. '' (Sayfa: 128)

11 Kasım 2020 Çarşamba

Antonio Gramsci - Hapishane Defterleri (Çeviri: Aycan Özüpek)

Arka Kapak:
*
Antonio Gramsci İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcıdır. İtalyan Komünist Partisi kurucu üyesidir. Bir süre liderliğini yapmıştır. Gramsci İtalya´da Sardunya adası´nda bulunan Ales´te doğmuştur. Parlak bir öğrenci olan Gramsci, Torino´da edebiyat okumuş, dilbilime yakın ilgi duymuştur. Akademik çalışmalarında yetenekli olmasına rağmen, artan siyasi bağlantıları yanında mali sorunlar ve zayıf bünyesi nedeniyle 1915 başlarında eğitimini bıraktı. Torino işçilerinin eğitimi ve örgütlenmesiyle ilgilenmiştir.
Gramsci, yaşamının son on yılını faşizmin zindanlarında geçirmiştir. Hapisteyken, en önemli eseri olan ´´Hapishane Defterleri´´ni kaleme almıştır. Sağlık durumunun bozulması nedeniyle, Gramsci 1935´de Roma´da özel bir kliniğe kaldırılmıştır ve 27 Nisan 1937´de burada hayatını kaybetmiştir.

*****


''Eleştirici bir bilinç olmadan, düşünceler arasında bir birlik kurma kaygısına kapılmadan, olayların akışına uyarak, başka bir deyimle çevrenin insana ''mekanik'' bir şekilde ''zorla kabul ettirdiği'' bir dünya görüşüne mi katılmalı.?'' (Sayfa: 2)


''İnsanın dünya görüşü bir eleştiri süzgecinden geçirilerek, yamalı bohça olmaktan çıkarılmamış ve içinde yaşanılan ânın etkisinde ve birlikten yoksun ise, kişiliği de acayip bir yamalı bohça görüntüsündedir.'' (..) Eleştirici işleme girişmenin başlangıcı insanın gerçekte ne olduğunun bilincine ermesi, ''kendini bil'' ilkesinin benimsenmesidir. Bu ilke, bugüne kadar akıp gelmiş bulunan ve her birimizde tartışmasızca kabul ettiğimiz sayısız izler bırakmış olan bir tarihsel sürecin ürünü olarak düşünülmelidir. İlk adımda yapılması gereken şey, bu kalıntıların bilançosunu düzenlemektir.'' (Sayfa: 3)
*****
''Şimdiki zaman, hem de iyice belirlenmiş bir şimdiki zaman, çok gerilerde kalmış ve aşılmış bir geçmişin sorunları ile yoğrulmuş bir zihinle nasıl düşünülebilir.? Eğer böyle bir şey olmuşsa, bu, yaşadığımız zamanın gerisinde kalmışız, çağdaş zamanın içinde yaşayan varlıklar değil, birtakım fosiller ya da çok acayip bir yamalı bohçayız demektir.. Gerçekten de öyle toplumsal kümeler vardır ki, bir yanlarıyla en gelişmiş çağdaş bir görünüm taşıdıkları halde, bir yanlarıyla da toplumsal durumları bakımından geri ve bundan ötürü de tam bir tarihsel özerkliğe erme gücünden yoksun kalmışlardır.''


''İnsanın çeşitli kültür varlıklarını tanıması için birkaç yabancı dil öğrenmesi her zaman olanaklı olmaz, ama hiç olmazsa kendi ulusal dilini iyi öğrenmesi gerekir. Büyük bir kültür ancak yine büyük bir kültürün diliyle aktarılabilir; bu demektir ki, tarihsel gelişimi ile zenginleşmiş, karmaşıklaşmış bir ulusal dil, herhangi bir büyük kültürü aktarabilir ve böylece dünya çapında bir anlatım olur. Fakat bir lehçe bunu yapamaz.'' (Sayfa: 4)


''Bir insan yığınının içinde yaşanılan gerçeklik üzerinde tutarlı ve bütün halinde düşünmesini sağlamak, bir felsefe ''dahisinin'' yapacağı ve yalnız küçük aydın kümelerinin malı olarak kalacak bir keşiften daha önemli ve daha özgün bir felsefe olgusudur.'' (Sayfa: 5)
*****
''..bir toplumsal grup, başka bir toplumsal gruptan, fikir bakımından ona boyun eğdiği, uydusu haline geldiği için, kendisinin olmayan bir dünya görüşünü alır.'' (Sayfa: 6)
*****
"..düşüncenin organik bütünlüğü, sağlamlığı ancak, aydınlarla "basit" insanlar arasında teori ile pratiği birleştiren türden bir birlik olursa gerçekleşebilir. (..) Bu da kültürel ve toplumsal bir yapının kurulmasına bağlıdır.'' (Sayfa: 10)


''Praxis felsefesi [Marksizm] ''basit'' insanları, ilkel bir felsefe olan kamusal düşünüşe bağlı tutmak amacını gütmez, tam tersi, onlara daha üstün bir hayat görüşü kazandırmak ister. Aydınlarla ''basit'' insanlar arasında bir temas kurulmasını öngörmesi, bilim çalışmalarını sınırlandırmak, halk yığınlarının aşağı seviyesinde bir birlik kurmasını istemesinden değil, sadece dar bir aydınlar çevresinin değil, halk yığınlarının fikir yönünden gelişmesine siyasal bakımdan olanak sağlayacak bir fikri-manevi blok meydana getirmeyi istemesindendir.''
(Sayfa: 12)
*****
''Etkin yığın adamı pratik olarak hareket eder, ne var ki, bir dünya bilgisi, yani dünyayı, değiştirdiği ölçüde kendisine tanıtan ve eylemi üzerinde teorik bir bilinci yoktur. Hatta teorik bilinci, tarihsel bakımdan, eylemi ile karşıt durumda olabilir. İki teorik bilinci (ya da çelişik bir bilinci) olduğu söylenebilir: Birincisi eylemin içinde gizli olup kendisini, dünyanın pratik olarak değiştirilmesinde işbirliği yapanlarla gerçekten birleştirir; öteki ise yüzeyde ve sözde kalır; bu dünya görüşü kendisine geçmişten miras kalmış olup, hiçbir eleştiriden geçirilmeden benimsenmiştir.'' (Sayfa: 12-13)
*****
''Kendisiyle konuşan ve düşüncesinin karşıtı olan bir görüşü savunan kimse fikir bakımından üstün olur da kanıtlarını daha iyi ileri sürer ve mantık gücüyle lafını ağzına tıkarsa, halktan bir adam o vakit kanısını değiştirmeli midir, sadece ani olarak katıldığı tartışmada kendisini savunamadığı için.? Böyle olursa her gün değiştirecek, yani ne zaman fikir bakımından kendisinden üstün bir ideolojik hasımla karşılaşırsa inancını değiştirecek demektir.'' (Sayfa: 19)
*****
''..gruplar içinde otorite ve fikir yeteneğine göre bir derecelenme olmazsa, bu seçkinler ne ortaya çıkabilir, ne de gelişebilir; böyle bir derecelenmenin en üst noktasında büyük bir filozof bulunur. Bununla birlikte böyle bir filozofun ideolojiyi benimseyen topluluğun bütününün isteklerini, somut olarak, günlük yaşayışında kavrayabilmesi, ideoloji birliği etrafındaki toplumsal grubun, tek bir beynin hareket çevikliğine sahip olmadığını bilmesi, toplumun malı olmuş bir düşünüşle, en iyi kaynaşan, en uygun bir kolektif öğreti biçimini yoğurup geliştirmesi gerekir.'' (Sayfa: 21)


''Halkın bir ideolojiyi benimsemesi ya da benimsememesi, düşünüş biçiminin akla uygunluğuna ve tarihselliğine yöneltilen bir çeşit eleştirinin açığa vuruluşudur. Keyfi olarak kurulmak istenen ideolojik sistemler, tarih sahnesindeki yarışmadan er geç silinip gider; hatta kimi zaman, o anda elverişli bazı koşulların birleşmesi sayesinde, halka gitmede bir ölçüde başarı sağlamış olsa bile, bunların kısa ya da uzun sürede ortadan kalkmasının önüne geçilemez. Buna karşılık, bir dönemdeki karmaşık ve organik durumun isteklerine uygun düşen fikir yapıları, az çok değişik ve acayip görünüşler altında birtakım ara aşamalardan geçseler bile sonunda daima kendilerini kabul ettirir ve saydırırlar.'' (Sayfa: 22)


''..çok kere hiçbir kuruma bağlı olmayan bir düşünür, bütün üniversite ya da benzeri kurumlardan daha çok etki yapar.'' (Sayfa: 24)


*
''Praxis felsefesi şu anlamda da yaratıcıdır: Kendiliğinden, kendi tarafından, kendisi için bir ''gerçeklik'' yoktur; fakat kendisini değiştiren insanlarla tarihsel ilişki halinde bulunan bir gerçeklik vardır.'' (Sayfa: 28)
*****
*
''.. filozof ya da uzman, bütünsel ve daha fazla bir sistem anlayışı içinde ''düşünmekle'' kalmaz, bütün düşünce tarihini de bilir: Yani düşüncenin kendisine gelinceye kadarki gelişimini açıklayabilir, birçok çözüm denemelerinden geçmiş olan sorunları yeniden ele alabilir. Uzmanların çeşitli bilim dallarında yaptıklarını, filozof, düşünce alanında yapar. (..)
..filozof olan hiçbir insan yoktur ki, düşünmesin (meğer ki hastalık derecesinde budala ola).''
(Sayfa: 30)

*
''..insan bir süreçtir ve kesin olarak kendi davranışlarının (actes) sürecidir. Üzerinde düşünürsek görürüz ki: İnsan nedir.? sorusu, ''soyut'' ve ''nesnel'' bir soru değildir. Bu soru, kendi üstümüzde ve başkaları üstünde düşünmemizden, düşüncemizle bilmek istediğimizden, gördüğümüzden, ne olduğumuzu, ne olabileceğimizi düşünmemizden, gerçekten bazı sınırlar içinde ''kendi kendimizin'', yaşamımızın, kaderimizin yapıcısı olup olmadığımızı araştırmamızdan doğmuştur. Sonra da bunu ''bugün'', içinde bulunduğumuz koşullarda, bugünkü yaşamın verdiği koşullarda öğrenmek istiyoruz; herhangi bir yaşamdaki, herhangi bir insandaki koşullarda değil.'' (Sayfa: 34)
*****
''Tam Katolik bir insan, yani yaşantısındaki her işte Katolikliğin kurallarını uygulayan bir kimse, umacı gibi bir şey olurdu. İşte bu durum da, Katolikliğin kendisinin en çetin, en su götürmez eleştirisidir.
Katolikler, başka herhangi bir görüşe de noktası noktasına uyulmadığını söyleyeceklerdir; haklıdırlar. Ama bu tarih bakımından bütün insanlar için aynı olan bir düşünüş ve hareket tarzı olmadığının ispatından başka bir şey değildir. (..) ''Felsefe'' açısından Katolikliğin doyurucu olmayan yanı, her şeye rağmen, kötülüğün nedenini, insana, birey olarak insana yerleştirmiş olmasıdır..'' 


''İnsan, etkin bir ilişkiler dizisi olarak düşünülmelidir. Bu süreçte bireysellik en önemli yeri tutmakla birlikte, üzerinde durulması gereken tek unsur değildir. Her bireysellikte yansıyan insanlık, çeşitli öğelerin bir birleşimidir:
1) Birey;
2) Öteki insanlar;
3) Doğa;
1. ve 3. öğeler görüldüğü gibi basit değildir. Birey, öteki insanlarla, yan yana bulunmakla değil, fakat organik olarak, yani en basitinden en karmaşığına kadar kuruluşlara katıldığı ölçüde ilişki kurar. Böylece insan, sadece kendisi de doğa olduğu için değil fakat etkin olarak çalışma ve teknik yoluyla doğaya girer.'' (Sayfa: 35)
*****
''..insan, bildiği, istediği, beğendiği, daha önceden yarattığı ölçüde bilen, isteyen, beğenen, yaratan, tek başına değil de öteki insanlar ve üzerinde az çok bilgi sahibi olduğu şeyler toplumu tarafından sunulan olanaklara sahip bir şey olarak anlaşılmalıdır (her insan filozof olduğu gibi, her insan bilgindir, v.b.).'' (Sayfa: 37)
*****
''..toplumsal ilişkiler, ayrı insan grupları tarafından oluşturulur; öyle ki, bunlardan her birinin varlığı, başka grupların da varlığını gerektirir; bunun için de birlik, biçimsel değil, diyalektiktir. (..) ''insan doğası''na ayrı ayrı hiçbir insanda değil, fakat bütün insan türünün tarihinde rastlanır.'' (Sayfa: 39)
*****
''Her şey politikadır, felsefe ya da felsefeler bile. Felsefe de hareket halindeki tarihtir, yani yaşamın kendisidir.'' (Sayfa: 40)
*****
*
''Bugün tarihe karşı olan bireycilik, servet üretimi her gün biraz daha toplumsallaştığı halde, servetin özel mülkiyet halinde oluşu biçiminde görünen bireyciliktir. Kaldı ki, bireycilikten yakınmaya Katoliklerin hiç hakkı da olmamalı. Çünkü mülkiyetten başka kimseye siyasal bir kişilik tanımamışlardır; yani onlara göre insanın değeri kendinden değil, fakat malından mülkünden gelir. Bir kimsenin ancak ödediği belirli orandaki vergi ile seçmen olabilmesi ve maddi çıkarlar sağlayan yönetim kurullarına girebilmesi ''ruhun'' ''madde'' önünde alçalması değil de nedir.? Sadece mülk sahibi olanlar insan sayılıyorsa, herkesin de mülk sahibi olması mümkün değilse, maddi güçlerin bütün insanların kişilik kazanmalarına ve bu kişiliklerin oluşmasına yardım edeceği bir mülkiyet şeklini aramak neden maneviyata aykırı (anti-spirituel) olsun.?'' (Sayfa: 43)
*****
*
''..tarih bakımından organik, belirli bir yapı için zorunlu olan ideolojilerle keyfi, rasyonalist, ''kasıtlı'' ideolojiler arasında ayırım yapmak gereklidir. Tarih bakımından zorunlu olmaları nedeniyle bunların bir geçerliği vardır; bu da ''psikolojik'' bir geçerliktir; bu ideolojiler insan yığınlarını ''örgütler'', insanların üzerinde harekete geçecekleri, durumlarının bilincine erecekleri, savaşacakları, v.b. zemini hazırlar; ''keyfi'' olanlar ise bireysel ''hareketlerden'', polemiklerden, v.b. başka bir şey meydana getirmez. (bunlar da büsbütün yararsız değildir, çünkü hakikate karşı çıkan ve onu pekleştiren bir hata rolünü oynarlar).
Marx'ın belirli bir durum için zorunlu öğe olarak ''halk inançlarının sağlamlığı''nı sık sık belirttiğini hatırlamalıyız; bu konuda aşağı yukarı şöyle der: ''Bu görüş tarzı halk inançlarının gücünü kazandığı zaman'', v.b. etkin olduğunu da (ya da buna yakın bir şey) söylemiştir; bu çok anlamlı bir sözdür. Bu hükümlerin çözümlenmesi ''tarihsel blok'' anlayışını güçlendirir kanısındayım; işte maddi güçler bunun içeriği, ideoloji biçimidir(içerik ile biçim arasındaki bu ayıran tamamıyla öğretici bir amaç taşır, çünkü maddi güçler, tarih bakımından şekil olmaksızın tasarlanamayacağı gibi, maddi güçler olmaksızın da ideolojiler bireysel ham hayallerden başka bir şey değildir).'' (Sayfa: 59)


*
''Marx, fikir planında, belki yüzyıllarca sürecek, yani devletin ortadan kalkacağı ve ''sınıfsız'' toplumun kurulacağı zamana kadar gidecek olan bir çağı başlattı. ''
(..)
''Bir derecelendirme yapmak (hiyerarşi kurmak) üzere Marx'la İliç arasında bir paralellik kurmaya çalışmak budalaca, yararsız bir iştir: İkisi de iki aşamayı ifade ederler; aynı zamanda hem bir cinsten (homojene), hem de bir cinsten olmayan (heterojene) bilim-eylem evresidir.''
(Sayfa: 62)


*
Kurucusu tarafından hiçbir zaman sistematik olarak anlatılmamış olan bir dünya görüşünün doğuşu incelenmek isteniyorsa, daha önceden, inceden inceye ve çok büyük bir doğruluk kaygısı, bilim namusu, fikir dürüstlüğü ile ve her türlü önyargıdan ve yan tutmadan uzak olarak metinler üzerinde inceleme yapılan düşünürün (Karl Marx), düşünsel gelişmesinin süreci yeniden kurulmalı ve böylece değişmeyen, ''sürekli'' öğeler öğrenilmelidir; yani, daha önceden incelenmiş ''malzeme''den farklı ve uyarıcı işi gören, bu ''malzeme''den üstün olan kendine özgü düşüncesini meydana getiren öğeleri incelemek gerekir; gelişme sürecinin aşamaları işte yalnız bu öğelerdir. Bu ayıklama, düşüncenin özündeki gelişmeyi izleyerek, az çok uzun dönemler için yapılabilir, yoksa birtakım dış bilgilere dayanılarak değil (ki, bunlardan da yararlanılabilir); bundan başka bu ayıklama, birbiri ardınca ''bir kenara bırakılmış'' öğeleri açığa çıkartır, başka bir deyimle, düşünürün, bazı anlarda, sempati duyduğu öğretiler ve teoriler arasından bir seçme de yapılabilecektir. Bu teori ve öğretileri, geçici olarak bilimsel yaratışlarında kullanmış olabilir.
Her araştırmacı, herkesin yapmış olduğu bu gözlemin doğruluğunu kişisel deneyi ile yaşanmış olarak onaylayabilir. Yani ''kahramanca bir coşkunlukla'' (sadece dıştan bir merakla değil de, derin bir ilginin baskısıyla) incelenen her yeni teori, bir süre için, hele bu incelemeyi yapan genç ise, insanın bütün benliğini sarar, ancak daha sonra ele alınan bir teori ile sınırlanır; bu da yalnız eleştirel bir denge kurulup da, incelenen teori ile bunu ortaya atmanın çekiciliğine kendisini kaptırmadan derinliğine inceleyeceği âna kadar gider. Hele söz konusu olan düşünür taşkın mizaçlı, polemikçi karakterli, sistem anlayışı eksik bir insan, kişiliğinde teorik çalışma ile pratik çalışma ayrılmaz bir şekilde birleşmiş, daima yaratıcı ve sürekli hareket halinde bir zekânın sahibi, kendisini en insafsızca ve en şaşmaz bir şekilde eleştiren bir düşünür olursa, bu gözlemler daha da doğruluk kazanır.
Bir kere bu ilk bilgileri ortaya koyduktan sonra çalışmamızı şu yönde yürütmeliyiz:
*
1) Düşünürün biyografisinin, yalnız pratik çalışmaları bakımından değil, düşünsel çalışmaları bakımından yeniden yazılması.
2) En önemsiz gibi görünenler de içinde olduğu halde, bütün yapıtlarının, bunların gerektirdiği nedenlere uygun olarak bölümler halinde listesinin düzenlenmesi; bu bölümler fikir hayatının oluşumuna, olgunlaşmasına, yani düşünce yöntemini benimseyip uygulayışına denk düşecek tarzda ayarlanmalıdır. Yapıtlarındaki Leitmotiv'e gelişme halinde bulunan düşünce ritminin araştırılmasına şu ya da bu şekilde rastgele ileri sürülmüş yargılardan ve metinden koparılmış aforizmalardan daha çok önem verilmelidir.
Bu ön çalışma daha sonraki araştırmalara büyük olanak sağlar. İncelenen düşünürün yapıtlarından tamamlayıp yayımladıklarıyla, tamamlanmamış olduğu için yayımlanmamış, fakat sonradan bazı dostları ya da tilmizleri tarafından yapılan düzeltmeler, yeniden elden geçirmeler, kesintilerle bastırılmış olan yapıtlarını birbirinden ayırt etmek de gereklidir. Şurası açıkça anlaşılır ki, düşünürün ölümünden sonra yayımlanan bu yapıtlarındaki görüşler, fikirlerinin bütününe, büyük bir titizlik, büyük bir ihtiyatla katılmalıdır; çünkü, bunlara olmuş bitmiş gözüyle bakılamaz; bunlar ancak, henüz işlenme halinde ve geçici bir malzeme sayılabilir; ama yine de bu yapıtların, hele uzun bir süreden beri üzerinde işlendikleri halde yazar, bunları bitirmeye bir türlü karar verememiş, ya tümünü ya da bir bölümünü beğenmediğinden yetersiz bulmuş olması da düşünülebilir.
Praxis felsefesinin kurucusunun özgül durumuna göre, yapıtlarında şu bölümler ayırt edilebilir:
*
1) Doğrudan doğruya yazarın sorumluluğu altında yayımlanan çalışmalar: Genel kural olarak, bunlar arasında doğrudan doğruya baskıya verilenlerden başka, yazar tarafından şu ya da bu şekilde ''yayımlanmış'' ya da elden geçirilmiş olan mektupları, bildirileri, v.b. de katmak gerekir (Tipik bir örnek: Gotha Programı Üzerine Notlar ya da mektuplar);
2) Yazarın doğrudan doğruya sorumluluğu altında değil de başkaları tarafından, ölümünden sonra yayımlanan yapıtları: Bu ikinci tip yapıtlar incelendiği zaman, metni henüz tamamlanma yolunda ise, ilk şekliyle ele almalı ya da hiç olmazsa özgün metin, bilimsel kriterlere göre ve inceden inceye çalışılarak hazırlanmış olarak ele alınmalıdır. 
Bu iki dönemin ikisi de sadece mekanik ve gelişigüzel değil, eleştiriye dayanan kronolojik bir düzene göre, geçerli karşılaştırmalara olanak sağlayacak biçimde yeniden kurulmalıdır.
Yazarın, kendisinin doğrudan doğruya baskıya verdiği yapıtların temel gereçlerini nasıl işlediğini yakından inceleyip çözümlemek (analiz etmek) gereklidir. Bu inceleme en azından, yazarın ölümünden sonra, başka biri tarafından toplanıp bir araya getirilen metinlere hangi ölçüde güvenilebileceği yolunda eleştiriye dayanan işaret noktaları ve kriterler verir. Hazırlık evresindeki gereçler, yazarın kendisinin yayımladığı metinden ne kadar ayrı ise, başka birinin bu türden gereçlere dayanarak yayımladığı metne o kadar az güvenilir. Bir yapıt hiçbir zaman, yazılması için bir araya toplanan kaba gereçlerle bir tutulamaz: Asıl yapıtı oluşturan şey, kesin olarak yapılan seçme, bunu oluşturan öğelerin yerlerine yerleştirilmesi, hazırlık dönemindeki öğelerden birine ya da ötekine daha çok önem verilmiş olmasıdır.
Yazışmalar da aynı şekilde, oldukça ihtiyatla incelenmelidir. Bir mektupta yer alan kesin bir yargı, bir kitapta tekrar edilmeyebilir. Bir mektuptaki üslup canlılığı sanat bakımından, bir kitaptaki daha ölçülü ve daha dengeli üsluptan daha çok etki yaparak, zayıf kanıtlara dayanılmasına yol açar. Nutuklarda ve konuşmalarda olduğu gibi mektuplarda sık sık mantık hatalarına rastlanır, bunlarda düşüncenin kıvraklığı, sağlamlığının zararına olarak daha ağır basar.
Özgün ve yenilik yaratan bir düşünce incelendiği zaman, bu düşüncenin belgelendirilmesinde başka kişilerin katkısı ikinci planda gelir. Praxis felsefesinin kurucuları arasındaki uygunluk oranları sorunu, yöntem olarak böyle ortaya konulmalıdır. İkisinin arasında uyuşma bulunduğu yolundaki sözleri belirli bir konu için geçerlidir. Öyle ki, biri ötekinin kitabının bazı bölümlerini yazmış olsa bile bu, tüm kitabın tam bir anlaşma sonucu oluştuğunu düşünmek için su götürmez bir neden olmaz. İkincisinin katkısını küçümsememek gerekir. Fakat ikinciyi birinci ile özdeşleştirmek gerektiği gibi, ikincisinin birincisinin malı olarak ileri sürdüğü fikirlerin tamamıyla böyle olduğunu kabul etmemek ve kendi düşüncelerinin de bunlar arasına sızmış olacağını unutmamak gerekir. Hiç şüphe yok ki ikinci, edebiyat tarihinde bir eşine daha rastlanmayan bir özgeci ve kendini silme örneği vermiştir, fakat söz konusu olan ne budur ne de ikincisinin büyük bilim namusudur. Söz konusu olan şudur: İkinci, birinci değildir, eğer birinci öğrenilmek isteniyorsa, doğrudan doğruya kendi sorumluluğu altında yayımlanmış, katıksız yapıtlarına başvurulmalıdır. İleri sürdüğümüz bu görüşlerden yöntem hakkında birçok ipuçları ve yan araştırmalar için de bazı bilgiler elde edilmiş oluyor. Mesela Rodolphe Mondolfo'nun 1912'de Formiggini tarafından basılan F. Engels'in tarihsel maddeciliği hakkındaki kitabının değeri nedir.? Sorel, Croce'ye yazdığı bir mektupta, Engels'in düşüncesinin özgünlük bakımından zayıf olduğu göz önüne getirilirse, böyle bir konunun bu yoldan incelenebileceğini şüphe ile karşıladığını ileri sürüyor ve sık sık praxis felsefesinin iki kurucusunun birbirine karıştırılmaması gerektiğini tekrarlıyordu. Sorel'in ortaya attığı sorun bir yana bırakılsa bile, iki arkadaştan ikincisinin teorik yeteneğinin zayıf olduğu söylendiği (varsayıldığı) ve hiç olmazsa birincinin daha üstün bir durumda bulunduğu göz önünde tutularak, özgün fikrin hangisine ait olduğunun araştırılması gerekli oluyor. Aslında bu çeşitten sistematik bir araştırma (Mondolfo'nun kitabı bir yana) kültür dünyasınca şimdiye kadar yapılmış değil; dahası var: İkincinin bazıları oldukça sistemli olan açıklamaları artık asıl kaynak gibi birinci plana çıkarılmakta, hatta en sağlam, güvenilir kaynak sayılmaktadır. Bunun için, hiç olmazsa gösterdiği yön bakımından Mondolfo'nun kitabı çok yararlı görünmektedir.
(Sayfa: 63-67)


*
''Praxis felsefesi, bütün bu kültür geçmişinin, Rönesans'ın, Reform'un, Alman felsefesinin ve Fransız Devrimi'nin, Kalvenizm'in, klasik İngiliz ekonomisinin, tüm çağdaş dünya görüşünün temelinde bulunan liberalizmin ve tarihsellik anlayışının açtığı yolda bir aşamadır. Praxis felsefesi halk kültürü ile yüksek kültür arasındaki karşıtlıkta diyalektikleşen bütün bu fikir ve ahlak reformunun en yüce doruğudur. Bir sentez demektir.'' (Sayfa: 75)


*
''Praxis felsefesinin, XIX. yüzyılın ilk yarısındaki kültür gelişmesinin en yüksek derecesinin temeli üzerinde doğduğu kabul edilir. Bu kültür de klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz ekonomisi ve Fransız siyasal edebiyatı ve uygulamasından oluşmuştur. Praxis felsefesinin kökeninde bu üç kültür hareketi vardır. Fakat bunun böyle ifade edilmesini hangi anlamda almalı.? Bu akımlardan her birinin praxis felsefesinin, ayrı ayrı felsefesini, ekonomisini, siyasetini meydana getirmiş olduğu şeklinde mi yoksa praxis felsefesinin bu üç hareketi sentetik bir tarzda, yani zamanın bütün kültürünü yoğurduğunu, bunu yaparken de bu yeni sentez içinde ister teorik, ister ekonomik, ister siyasal, hangi evrede olursa olsun bu üç hareketten her birinin hazırlayıcı bir aşama olduğu anlamında mı almalı.? Bence bu son formül daha iyidir.'' (Sayfa: 80)


*
Birlik, insanla madde (doğa-maddi üretim güçleri) arasındaki çelişkilerin diyalektik gelişmesinden doğar. Ekonomide birleştirici merkez noktası, değer ya da emekçi ile sanayideki üretim güçleri arasındaki ilişkidir. Değer teorisini yadsıyanlar kaba ve bayağı bir materyalizme sürüklenirler. Böyleleri, makineleri, bunları kullanan insanları bir yana iterek, değişmez ve teknik sermaye olarak, değer üreticisi diye ileri sürerler. Felsefe alanında birlik meydana getiren praxis, yani, insan iradesiyle (üstyapı) ekonomik yapı arasındaki ilişki; politikada, devletle sivil (civile) toplum arasındaki ilişki, genel olarak toplumsal çevreyi eğitmek üzere devletin müdahalesi (merkezileşmiş irade) dir (Bu konu daha kesin ifadelerle derinleştirilmelidir). (Sayfa: 82-83)
*****
*
''Bir politikacı bir felsefe kitabı yazar; felsefesini belki de kitabının tersine, siyasal yazılarında aramak gerekir. Her kişinin bütün öteki işlerine üstün gelen bir uğraşı vardır. Bundan dolayı kişinin düşüncelerini, çok kere açıkça ve berrak olarak açığa vurduğu düşüncesinin altında aramalıdır..'' (Sayfa: 83)
*****
*
..her gerçek tarihsel aşama kendisinden sonraki tarihsel aşamalarda bir iz bırakır; bu bakımdan bu aşamalar bir anlamda en iyi belge sayılırlar. Tarihsel gelişme süreci, zaman içinde bir bütündür. Bunun için de, şimdiki zaman tüm geçmişi içinde taşır ve geçmiş de şimdiki zamanda gerçekleşir. Bu da hiçbir bilinmezlik korkusu taşımadan ''hakiki'' özü oluşturur. ''Kaybolan'' şey, yani diyalektik olarak tarihsel süreçle iletilmeyen şey, kendiliğinden ilgiye değmeyen bir şeydir ya da olayların yüzündeki ''köpük'' gibi bir şeydir, geçicidir, itibaridir, olgudur, tarih değildir ve son çözümlemede yüzeydedir, savsaklanabilir.'' (Sayfa: 91)
*****
*
''Her çeşit tarihsel girişimin ödevi, daha önceki kültür aşamasını değiştirmek, kültürü, daha önceki düzeyden daha üstün bir düzeyde bütünleştirmektir.'' (Sayfa: 106)
*****
*
''Halktan bir kişi ''duyar'' ama anlamaz ya da bilmez her zaman; aydın kişi ''bilir'' ama anlamaz, hele ''duymaz'' her zaman. İki uçtan birinde bilgiçlik ve dar kafalılık, ötekinde de kör tutku ile bağnazlık görülür. Bu, bilgicin tutkusuz olduğu anlamına gelmez. Tersine, tutkulu bilgiçlik, gemi azıya almış bağnazlık ve demagogluk kadar gülünç ve tehlikelidir. Aydının yanılgısı, anlamadan, hele duymadan 'bilgiye' erişebileceğini sanmasıdır (yalnız bilginin kendisi değil konusu da). Sanılır ki aydın, ulusun halk kesiminden ayrı ve kopuk olur, halkın ilksel (elementaires) tutkularını duymaz, bu tutkuları belirli bir tarihsel durumun içinde açıklar ve buna uygunluğunu saptar ve bunları diyalektikçe tarihin yasalarına, yüksek bir dünya görüşüne bağlar; bilimsel ve bütünleşmiş bir yöntemle, ''bilgi''yi yoğurursa gerçekten aydın olacaktır. Bir tutku olmazsa, yani aydınla ulusun halk kesimi arasında bir duygu bağıntısı olmazsa tarihsel bir politika olamaz.
Böyle bir bağ olmaksızın aydınla, ulusun halk kesiminin ilişkileri salt bürokratça biçimsel ilişkilere indirgenmiş olur; böylece aydınlar bir kastı ya da (örgütsel merkezcilik) adı verilen bir kutsal kişiler topluluğu oluştururlar.
Şayet, aydınlarla ulusun halk kesimi, yönetenlerle yönetilenler, hükümet adamlarıyla halk arasındaki ilişkiler, duygu-tutkunun anlayışa ve giderek bilgiye (mekanik olarak değil canlı bir biçimde) vardığı organik bir bütünleşme ile belirlenmiş ise, işte o zaman ve yalnız bu koşulla, yönetenlerle yönetilenler, hükümet adamlarıyla halk arasında bireysel öğelerin değiş tokuşu var demektir. Yani biricik toplumsal güç olan yaşam birliği gerçekleşmiş, ''tarihsel blok'' yaratılmış demektir.'' (Sayfa: 108-109)
*****
*
''Yeni bir bilim, etkinliğini ve verimli yaşama gücünü kendisine karşıt olan eğilimin büyük şampiyonlarıyla boy ölçüşebildiğini göstermek ve bunların ortaya koyduğu can alıcı sorunları kendi araçlarıyla çözümleyebilmek ya da bu çeşit problemlerin sahte problemler olduğunu su götürmez şekilde göstermekle kanıtlanır.'' (Sayfa: 127)


*
''Tarihten ve siyasetten ayrılınca felsefe metafizikten başka bir şey olmaz. Oysa praxis felsefesinin temsil ettiği çağdaş düşünüşün büyük başarısı, felsefenin somut olarak tarihselleştirilmesi ve tarihle özdeşleştirilmesidir.'' 
(Sayfa: 131)


*
''..felsefeyi tarih süreci içinde kavramak oldukça çetin, güç bir zihin işidir.'' (Sayfa: 131)


*
''..her araştırmanın belirli bir yöntemi vardır ve kendine özgü belirli bir bilim meydana getirir; yöntem de, araştırma ve belirli bir bilimle birlikte oluşur; gelişir ve bunlarla bir bütün meydana getirir. Başka bir araştırma ile bütünleşmiş olan bir yöntemi, bu araştırma alanında iyi sonuç verdiğine bakarak örnek yöntem olarak benimseyip herhangi bir bilimsel araştırma alanına uygulamak, bilimden hiçbir şey anlamamak demektir.'' (Sayfa: 135)
*
''Bir tartışmada hasımlar arasından en zayıfların ya da en ''budala''ların seçilmesi, yahut hasımlarının düşünceleri arasında pek de esaslı olmayanların, biraz gelişigüzel söylenilmiş olanların seçilmesi ve de böylece karşısındakinin ''yere serildiği''nin su götürmez bir olay olduğunun kabul ettirilmeye çalışılması pek de ''bilimsel'' ya da ''ciddi'' bir davranış olmasa gerek.'' (Sayfa: 136)
*
''..önemli olan şu ya da bu kişinin görüşü değildir; kolektif hale gelen, toplumsal bir öğe, toplumsal bir güç olan görüşler bütünüdür'' (Sayfa: 136)


*
''bütün dinlere göre Tanrı insandan önce dünyayı, doğayı, evreni yaratmıştır ve bundan ötürü de insan, dünyayı hazır ve değişmez biçimde tanımlanmış, tescil edilmiş olarak bulur.'' (Sayfa: 138)


''Engels der ki: ''Dünyanın birliği felsefe ile doğabilimlerinin uzun ve sürekli gelişmesiyle ispatlanmış olan maddiliğine bağlı bulunmaktadır.'' Bu sözde, çekirdek halinde bir doğru anlayış, gizli bir halde bulunmaktadır. Çünkü, burada nesnel gerçekliği ispatlamak için tarihe ve insana başvurulmaktadır. Nesnellik daima ''insan bakımından'' nesnelliği anlatır. Bu da ''Tarihsel olarak öznel'' anlamına uygun düşer. Başka bir deyimle ''nesnel'' ''evrensel öznel'' anlamına gelir. İnsan, tek bir kültür sistemi içinde ''tarihsel'' olarak birleşmiş olan insan türü için gerçek olduğu ölçüde dünya hakkında bilgi edinir. Fakat bu tarihsel birleşme ancak insan toplumunu bölen iç çelişkiler sona erdiği zaman gerçekleşecektir.''
(Sayfa: 142-143)
*****
''Deneyci bir bilim insanı aynı zamanda bir işçidir; sadece bir düşünür değil; bundan başka düşüncesi sürekli olarak pratiğin denetimi altındadır; düşünce de pratiği denetim altında bulundurur ve bu, teori ile pratik arasında tam bir birlik kuruluncaya kadar böylece sürer gider.'' (Sayfa: 144)
*****
*
''Machiavelli'nin öğretisi, yaşadığı zaman için tamamıyla ''kitabi'' bir şey, dünyadan uzak yaşayan düşünürlerin tekelinde olan, yalnız böyle bir çevreden olanların elinde dolaşan esrarlı bir kitap değildi. Machiavelli'nin üslubu, Ortaçağ ve hümanizma dönemindeki gibi sistem biçiminde bir inceleme yapıtı yazan bir yazarın üslubu değildi; tam tersiydi bunun. Bu bir eylem adamının üslubudur. Başkalarını da eyleme itmek isteyenin üslubudur..'' (Sayfa: 185)


*
''Yığın, sadece bir ''manevra'' yığınıdır; kendisine ahlak vaazları verilir, duyguları coşturan bir iki marşla, içinde yaşanılan bütün çelişkilerin ve yoksullukların sona ereceği söylenir, güzel bir çağın müjdesini veren peygamberce efsanelerle beslenir.'' (Sayfa: 203)


*
''Engels'in dediği gibi, birçok kimse, bütün tarihi ve siyasal bilimleri ve felsefeyi ceplerinde taşıyabilecekleri birkaç formüle sığdırıp bunları pek ucuza ve sıkıntısızca elde edebileceklerini sanırlar.'' (Sayfa: 220-221)


*
''..öngörünün nesnel cephesi bir programa bağlı olduğu ölçüde nesnellik görünümü alır:
1) Çünkü yalnız tutku, zekâyı bileyerek sezgiyi daha berraklaştırır.
2) Çünkü gerçeklik, insan iradesinin nesneler topluluğuna (makinistin makineye) uygulanmasıdır; iradeyi büsbütün bir kenara itmek ya da sadece başkalarının iradesini olayların akışında etkili saymak gerçekliğin kendisini bozar. İnsan bir şeyi kuvvetle isterse, ancak o zaman, isteğinin gerçekleşmesi için gerekli olan öğeleri görüp tanıyabilir.''
(..) '''..olayları önceden görmenin asıl önemi, insanın olayları önceden görmek üzere beynini işletmesinde ve iradesiyle gücünü artırmasındadır.'' (Sayfa: 227)
*****
*
''Büyük devletler uluslararası konjonktüre etken olarak karışabilmek için zorunlu olan hazırlığı yaptıkları için büyük devlettirler ve uluslararası konjonktürler de, bu devletlere, etken olarak karışmak için somut olanaklar verdiğinden elverişlidir.'' (Sayfa: 242)
*****
ORGANİK BUNALIMLAR DÖNEMİNDE SİYASAL PARTİ YAPILARININ BİRKAÇ GÖRÜNÜMÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER: 
*
Toplumsal gruplar, varlıklarının tarih içindeki belirli bir anında geleneksel partilerinden ayrılırlar. Yeni geleneksel partiler, içinde bulundukları örgütlenme şekli, bunları meydana getiren, temsil eden ve yöneten adamlarıyla, artık sınıflarının ya da sınıf bölümlerinin ifadesi olarak kabul edilmez olur. Bu bunalımlar ortaya çıkınca, durum derhal nazikleşir ve tehlikeli bir hal alır; çünkü çözüm için güce başvurma yolu açılmış, gökten inmiş birer kurtarıcı sayılan adamların temsil ettiği karanlık güçlerin harekete geçmesine meydan verilmiş olur.
''Temsilcilerle, temsil edilenler'' arasındaki bu muhalefet durumu nasıl oluşmaktadır.? Bu bunalım partiler alanından(parti örgütü, terimin dar anlamıyla parlamento seçim alanı, basın örgütü) bütün devlet yapısına yansır. Bu da bürokrasinin, yüksek finans çevrelerinin, kilisenin ve genellikle, kamuoyunun dalgalanmalarının dışındaki bütün kuruluşların gücünü artırır. Her ülkede, içerik aynı olmakla birlikte süreç farklıdır. İçerik de yönetici sınıfın hegemonya bunalımıdır; bu da büyük halk kitlelerinin, yönetici sınıfın büyük girişimlerini ( mesela savaş) kuvvet zoruyla benimsemesini istemesinin başarısızlığa uğraması ya da büyük halk kitleleri (özellikle köylüler ve küçük burjuva aydınlar) birdenbire siyasal edilginlikten bir ölçüde etkinliğe geçmeleri ve bütünüyle örgütsüz olmakla birlikte birtakım istekler ileri sürmesinden ve bu davranışın bir devrim niteliği taşımasından ileri gelir. ''Otorite bunalımından'' söz edilir; tam anlamıyla hegemonya ya da bütünüyle devlet bunalımı denilen şey de işte budur.
Bunalım, doğrudan doğruya, hemen o an için tehlikeli durumlar yaratır. Çünkü, halkın bütün tabakaları çabucak yönünü belirleyecek ve aynı hızla örgütlenecek yetenekten yoksundur. Geleneksel yönetici sınıf, elinde çok sayıda yetişmiş adam olduğu için, unsur ve program değiştirerek, altsınıfların yapamayacağı kadar hızla, kaybetmek üzere olduğu kontrolü yeniden ele geçirir: Bu uğurda gerekirse fedakârlık eder, demagojik vaatlerle dolu karanlık bir geleceğin tehlikelerini göze alır, ama iktidarı elinde tutar; o an için güçlendirir ve bunu hasmını ezmek ve zaten sayısı çok olmayan kendisine karşıt güçlerin tecrübesiz yöneticilerini dağıtmak üzere kullanır. Çok sayıdaki partilerin üyelerinin, tüm sınıfın ihtiyaçlarını daha iyi temsil eden ve özetleyen tek bir partinin bayrağı altına girmesi, sakin dönemlerdekinden daha hızla ve adeta yıldırım gibi meydana gelmiş bile olsa, organik ve olağan bir olaydır. Bu da bütün bir toplumsal grubun yaşamın en büyük sorununu çözebilecek ve bir ölüm tehlikesini uzaklaştırabilecek nitelikte olduğu düşünülen tek bir yönetim altına girmesi anlamını taşır. Eğer bunalıma böyle organik bir çözüm yolu bulunmaz da, bu çözümü gökten inme bir kurtarıcı önder getirirse; bu, durgun bir dengenin bulunduğunu gösterir (bunun çeşitli etkenleri olabilir, ama asıl neden ilerici güçlerin olgun olmayışıdır). Ne tutucu grup ne de ilerici grup bu ''kurtarıcıyı'' yenecek durumda değildir; üstelik tutucu grubun böyle bir ''başa ihtiyacı vardır. 
(Sayfa: 242-244)


*
''..çağdaş dünyada bile ülkelere ve bunların dünya yapısına oranla ağırlıklarına göre az çok bir sezarizm payı vardır. Çünkü bir toplumsal kuruluşun gelecekteki gelişmesini sağlayacak örgütünü yetiştirecek yan olanakları ''her zaman'' vardır. Bu da, özellikle, karşıt ilerici gücün kendi yaşam biçiminden ileri gelen göreli zayıf yanını hesaba katabilir; bu zayıflığın olduğu gibi sürdürülmesi gerici gücün işine gelir: Bunun için çağdaş sezarizmin asker gücünden çok polise dayandığı söylenir.'' (Sayfa: 257)
*
''..çok önemli tarihsel bir olay da, Dreyfus olayıdır; bu olay da, bu gözlemler dizisi içine girer; bunun nedeni ''sezarizme'' yol açmış olması değil, bunun tam aksi bir nedendendir: Çünkü hazırlanmakta olan açıkça gerici nitelikte bir sezarizmin gerçekleşmesine engel olmuştu. Bütün Dreyfus hareketi dikkat çekicidir. Çünkü, egemen toplumsal bloktan olan öğeleri, blokun en gerici bölümünün sezarizminin ipliğini pazara çıkardı.'' 
(Sayfa: 258)


*
''Devlet içinde bürokratik merkeziyetçiliğin ağır basması, yönetici grubun doygunlaştığını kendi aşağılık imtiyazlarını sürdürmek için karşı çıkacak güçleri kontrol altında tutan, hatta doğmadan boğan dar bir klik haline geldiğinin belirtisidir.'' (Sayfa: 279)
*****
*
''Üç organ aynı zamanda siyasal egemenlik organıdırlar; ama bu, farklı ölçülerde görünür:
1) Parlamento;
2) Yargı organı;
3) Hükümet.
Şuna işaret etmeliyiz ki, adaletin yürütülmesindeki yolsuzluklar halk üzerinde çok kötü bir izlenim bırakır.''
(Sayfa: 283)


*
''Hukuk anlayışını her türlü doğaüstü ve mutlak tortudan; pratik olarak her türlü bağnazca ahlakçılıktan kurtarmak gerekir. Ama bence bu anlayış, Devlet ''cezalandırmaz'' (eğer bu terim insanca anlamıyla alınırsa) görüşünden değil, toplumsal düzendeki ''tehlikelerle'' mücadele eder anlayışından hareket edebilir. Aslında devlet, yeni bir tip ya da düzeyde uygarlık yaratma yolunda olması ölçüsünde bir ''eğitimci'' olarak anlaşılmalıdır.'' (Sayfa: 284)
*****
''Her parti, gerçekleştirmek istediği amaca en uygun ideolojik silahları kendisi istediği gibi seçer; bu silahların en mükemmelinin demagoji olduğu kabul edilir. Ama demagog ne olduğunu unuttuğu ve uygulamada cübbenin insanı keşiş, külahın da sağlam beyinli yaptığını sanarak davrandığı an, işler iyice gülünçleşmektedir.''
(Sayfa: 290)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...