31 Ekim 2021 Pazar

İbrahim Balaban - Nâzım Hikmet'le Yedi Yıl

 

Arka Kapak:
*
Bu kitabın sayfalarına çizilen yazım biçemi, Nâzım Hikmet ile yedi yıl birlikte olduğumuz yıllarda, belleğimde üstüste fotoğraflaşan suretlerin, dışavurum bir görüntüsüdür.
Sanki benim belleğimde, çizim çizim resimleşen, yüzlerce pulun saçılıp sergilenişidir.
Yani bu kitap, yedi yıllık bir zaman sürecini içeren, "belgesel" bir yazım tekniği ile düzenlenmiştir.
Demek ki, bu kitabın tarzı, turist bir yazarın hatıraları gibi değildir. Nâzım Hikmet ile mapushanede kaldığımız sürelerde, çektiğimiz çilelerin ve dertlerin baskısına rağmen: Nâzım ile elele verip, öğretmen ve öğrenci olgularının becerileriyle, mapushaneyi "okul" eyledik.
Bu yedi yıllık bir tutsaklık sürecinde, zaman zaman "dram"lar oynadık. Fakat tutsaklığın baskısına rağmen, yüreğimizdeki öfke azalmadı.
Ve ayrıca: Kafamıza bilgi, ellerimize beceri kattık. İsterseniz bakın okuyun:
Nâzım Hikmet’in şiirleri ve benim resimlerim, tarafımızdan, oradaki mapus damının "okulu"nda doğdu.
*
Balaban


KARAKOL
*
Gecenin içinde bir köy. Uzak bir karanlığın içinde evler.
Bacalar uzattılar başlarını, şafak aydınlığına.
Dalgalanan bir horoz sesinin yankıları, pencerelerin camlarını titretti. Bir-bir daha, beş, on, elli, yüz horoz birden öttü. Ve pencerelerdeki yıldızlar gökyüzüne sıçradı.
Tekrar sessizliğe gömüldü köy.
Köyün ortasında, koca bir kapının iki kanadı, usul usul açıldı. Açılan kapıdan dışarı, bir beygir başı uzandı ışıyan karanlığa. Bir kadın, bir oğlan, bir de kız çocuğu çıktı beygirin ardından. Beygirin yükü, yorgan döşek, irili ufaklı torbalar ve heybelerdendi. Ana, oğlunu bacaklarından çatallayıp beygirin semerine oturttu. Kızını da beygirin arkasına bindirdikten sonra torbaları ve heybeleri bir bir yokladı. Herşey tamam, hiçbir şeyi unutmamıştı. Beygiri yedeğine alıp karanlığa basa basa yürüdü.
Pıtırdayan ayak sesleri, evleri uyandırmaktan korkarak çıktılar köyün dışına.
Şafağın değdiği yerden, güneşin çaldığı yere kadar gittiler.
Çiğnedikleri yolda koca bir yılan ölüsü, korktular.
Karakolun penceresine güneş vurdu, baktılar.
Bir kadın, iki çocuk, bir beygir, gelip durdular karakolun karşısında.
Güneş öteki pencereye geçti, beklediler. Güneş beriki pencereye geçti, beklediler. Gölgeler kısaldı, sesler uzadı.
Üç kişide altı göz, baktılar kapıya. Beygir ''burun çaldı'' ve kuyruğundaki güneşi silkeledi. Güneş karakolun kapısına yamandı.
Güneş karakolun kapısını zorluyor. Yavaş yavaş açılıyor kapı. Açıldı. Karakolun içinde bir jandarma göründü. Sırtındaki süngüsü yanarak çıktı dışarı.
Altı tane insan gözü, korktular ama gene de baktılar.
Jandarma da onlara baktı. İçinden: ''Ana'' dedi. ''Anam.!''. Sonra eli mavzerine değdi. Öbür eli de ovdu gözlerini. Postallarına indi elinden kurtulan gözler. Sonra üstüne baktı: ''Yakışıyor bu jandarmalık yahu bana.!'' diye kasıldı. Mavzerini sırtında bir salladı.
Güneş süngüden buluta geçti.
Bulut karardı, karardı ve yağmur çiselemeye başladı.
Jandarma bir daha baktı duranlara:
- Neden dikilip durursunuz orda.?
Bizimkilerde ses yok..
- Karakolun yamacında durmak yasak.!
Bizimkilerde ses yok.
- Size ünlüyorum be karı.!
Çok uzaklardan, bin yılın ardından gelen bir ses:
- Ben ana.. karı değil.. anayım ben.. dedi.
- Ne bekleyip durursunuz.? Ne istersiniz.?
- Sağlığını, sağlığını isteriz.
- Benim sağlığımdan sana ne be.!
- Oğlumu.. oğlumu aldınız getirdiniz de..
Jandarma tersledi:
- Ne oğlu be.!
- Saklamayın söyleyin n'olur. Nereye kapadınız oğlumu.?
- Ne saklaması ulan.!
- Hele başıma gelen, inkâr ediyor bak.
- Ulan bu karı neler konuşur.!
- Ben tanıdım işte seni. Oğlumu götüren sendin işte. İşte bu postallar, ayaklarında.. İşte bu giysiler sırtında. İşte bu tüfek omuzunda.. Ucundaki süngü, herşey, herşeyinle sensin.. Sen sensin.
- Ben benim elbet..
- Elbet sendin. Kolunun birinden sen tutmuştun önde. Biriniz de arkada. Nereye koyduysanız eğer.. İşte bak yorgan getirdim. Havalar soğuk..
Derken beygirin üstündeki oğlan çocuğunu tutup indirdi. Kızını da indirdi. Yorganları indirirken jandarma seslendi:
- Yahu sen, ne meramsız kadınsın.!
Torbaları indirirken Ana:
- İşte bunun içinde bulgur var. Bulgur pilavını pek severdi benim oğlum, dedi.
- Ulan oğlun burada yok.!
- İşte burada erişte, bu torbada kuskus var.
Jandarma bir süre seyretti onları. Beklenmeyen bir sesle:
- Oğlunu öteki karakola götürdüler. Vallaha bizim karakolda kimse yok. İçerde onbaşı uyuyor. Dün gece hiç uyumamış sizin yüzünüzden. Kalkarsa sizi de döver beni de.
Ana, ince bir selvi gibi sallandı. Sonra toparladı eteklerini.
Beklenmeyen bir gayretle tekrar yükü beygire sardı. Çocukları da bindirdi üstüne. Tekrar düştüler yollara.
Arkadan bir otomobil gürültüsü ve bir korna sesi duydular.
Kız çocuğu: ''Ana düdüt'' dedi.
Ana: ''Düdük'' dedi.
Oğlan çocuğu: ''Otomobil'' dedi.
Kız: ''Otomobil ne güzel.!''
Oğlan:
- Otomobil bir hızlı gidiyor ki. Ana gördün mü otomobili.?
- Görmedim.
- Neye görmedin canım ana.? İşte şuradan yanımızdan gelip geçti ya.!
- Nebilem, görmedim.
- Niçin görmedin.? Şurdan geçti işte.
Ana oğlunu susturmak için:
- Gördüm.! dedi. Gördüm.
- Gördün demek.
- Heya.!
- Nasıl güzel değil mi.?
- Güzel.
- Nasıl hızlı.?
- Hızlı.
- Ana be.!
Ana daldı gitti.
- Ana ana, kız ana.! Bu otomobillere kimler biner.?
- Ne bileyim ben. Hışım insin.! Hışım insin tekerleklerine. Hışım insin dingiline.. Tutmazına garsın, kırılsın elleriniz.! Hiçbir suçu yokken dövdünüz evladımı, İbramımı.!
Çocukların neşesi uçup gitti.
Ana arkasına dönüp çocuklarına baktı:
- Ağabeyin.. Ağabeyiniz nerdde.? Babanız nerde.? Ben dayanamam gayrı buna.. dedi.
Gözlerinden yaşlar akıyordu. Çocuklar şaşırdılar. Sessiz soluksuz bir zaman gittikten sonra, yüksek kale duvarlarıyla çevrili ve büyük bir demir kapının önünde durdular. (Sayfa: 5-8)


BURSA MAPUSHANESİ
*
Nâzım Hikmet, Bursa mapus damına düşmeden önce ben düştüm.
(Yıl 1937, Kasımın 24'ü.)
(..)
Bursa mapus damında yatan mapusların her biri 10 yıldan 30 yıla dek hükümlüyken, ben de 3,5 yıla mahkûmum.
Ne suç işlemişim.?
(Kuşadalı jandarmaların infazına bakın.)
Sarpdere'nin ağzı dili yok ki, söylesin. Jandarmanın falakasına yatırılıp.. ''- 6 ay cezaya çarpıldıktan sonra.. hele şu ceza reisinin ağzına bakın: ''- 16 bin lira para cezasına çarptırıyorum.!'' dedi. ''- Banka mı soydum da, bu parayı vereyim.!'' diyemedim.. ''- Bizim köyü satsan, 16 bin etmez.!'' dedim.
Hele şu ceza reisinin ağzına bak:
(''- 16 bin lira para cezasına karşılık, 3 yıl daha mapus yatacaksın.!'' dedi.)
Yatıyorum: (Yıl 1940) (Sayfa: 9)


ÜSTAD
*
Tarih: 5 Aralık 1940.
Meydancı Bobi Niyazi soluk soluğa koğuşa girdi:
''- Üstad geldi Üstad.!'' diye seslenip gitti. (Sayfa: 10)
(..)
Kopuk Mehmet sordu:
- Nâzım Hikmet'in suçu ne ki.?
Çete Hasan:
- Komünistlik.! (Sayfa: 11)
*
MAPUSHANEDE NELER VAR.?
*
''Niçin resim çiziyordum.? Hiç kimse beni elimden tutup yöneltmediği halde.. Hiçbir öğretmen ödev de vermemişti. Peki öyleyse, zorum neydi.?
İşte, içimde kabaran bir istek, susamışlık gibi bir şeydi bu. Su içer gibi her gün, çizmeden duramıyordum.
Dünyanın en güzel yöresinde doğmanın, bir kır manzarasının içinde olmanın dürtüsü, ya da genlerden gelen bir istemin becerisiydi bu.'' (Sayfa: 13)
*
''Üç sınıflı köy okulunu bitirdikten sonra, öteki okullara gidemeyince, ''kadere boyun eğip'' desenler çizerek ve günceler yazarak kendimi avutmaya koyuldum: Çizimlerim sürekli öküzler üstüne yoğunlaşırken, günce yazılarım da, zaman zaman düğünler bayramlar üstüne olurdu.'' (Sayfa: 14)

*****

BEŞER TARİHİ * Günün birinde resim çizerken, Çolak Hafız seslendi: - Ne yapıyorsun.? - Resim çiziyorum. - Çarpılırsın. - Neden.? - Bunlar put.! - Ama resim. - Bunları, ''Tanrı'' diye yapmışlar. Töbe töbe.! - Ne iyi etmişler.! Ah ben de böyle, bunlar gibi heykel yapsam. Bir de babamın çift sürerkenki resmini yapabilsem. - Resim yapmak karın doyurmaz. - Buraya resim yapan bir adam gelmiş. Her kafadan bir ses; ''Üstad'' diyorlar hani.. Bir sürü karalamalar.. Komünistlik lafları.. ''Yavuz Zırhlısı..'' ''Zenginin malını fakire..'' ''Tarlaların sınırını kaldırmak..'' ''Kadınlarla erkekleri birleştirmek..'' Kafam hepten karıştı. Cavlak İsmel'e ve Çete Hasan'a sordum: Onlar da, herkesin yalan yanlış söylentilerini, yarım yamalak söylediler. - Onlar cahil adamlar, ne bilsinler kimin ne olduğunu.? Senin öğrenmek istediğin nedir.? - Buraya resim yapan bir adam gelmiş. Sen onu gördün mü.? - Görmedim. Bedava dilekçe yazıyormuş.. Şöyle benim gibi bir dilekçe yazsın da görelim.! - Boşver dilekçesine. Sen, resminden söz et.! - Parasız resim yaparmış.! - Bedava resim yapmak mı.? Neden o.? - Neden olacak, milleti kendine benzetecek. - Fena mı.? Oh ne iyi.! Beni de çırak alsın yanına. - Sen komünizmin ne olduğunu bilir misin.? - Çete'nin söylediği gibiyse, bizim mallar, hükümetin olmalıymış.! - Hadi git de çırak dur öyleyse.! Sana resim öğretirken, zıvanadan çıkarsın. - Ne olursa olsun, ressam olmak için gitmek istiyorum ona. (Sayfa: 18-19)

''Günlerden bir gün ''Beşer Tarihi''ndeki heykellerin resmini çizerken, arkamdan bir ses: - Kolay gelsin ressam.! dedi. Dönüp baktım. Aynacı Yusuf. - Alay etme usta, ben ressam mıyım ki.? - Bunları çizdiğine göre, ressam gibisin. - Nasıl benzemiş mi.? - Sen böyle resim çizmesini kimden öğrendin.? - Kendi kendime. - Bu bir Allah vergisi ama yetmez. Herhangi bir ustadan ders alman gerek. Buraya bir ressam geldi, duymadın mı.? - Duydum ama onun yanına gitmenin bir kolayını bulamadım. Sen onu tanıyor musun.? - Tanıyorum. - Herkesin resmini yapıyormuş. Benim resmimi de yapar mı ki.? - Yapar elbette.! - Kaça yapıyor.? - Parasız, bedava. - Bedava olur mu ula.? - Yalnız boya parası, 250 kuruş. - Neden bedava acaba.? - Çünkü bu adam komünist. - İyi öyleyse. - Neresi iyiymiş komünistliğin.! - Neresi kötü.? Ne bileyim ben.? Lugata bakar öğrenirim. - Senin lugat kitabı, ''komünist''liği yazabilir mi bakalım.? - Neden yazmasın, korkar mı.? - Korkar tabii.! - Sen söyle, komünistlik, ne demek peki.? - Komünistlik, hükümete karşı gelmektir. - O adam, hükümete başkaldırmış ha.! - Başkaldırmış.! - Aman usta.! N'olursun, hemen ona götür beni.!
(Sayfa: 20-21)


NÂZIM HİKMET PORTREMİ YAPTI
*
''Yıl 1941, Şubat'ın 2'si.
En güzel giysilerimi giydim; kahverengi üzerine ince çizgili.. Ütülü gömlek ve kıravat. Saçlarımı iyice taradım.
Ben, ikinci kısımda, Nâzım Hikmet birinci kısmın 53. koğuşunda kalıyordu. Ve Bursa şehrine bakan bu koğuşa, Yusuf Usta ile beraber gittik.
Benden başka hiçbir öğrenci, hiçbir okula böylesine girmemiştir.'' (Sayfa: 21)
*
'Nâzım Hikmet eline aldığı beze, benim yüzüme bakıp bakıp çizerken.. elindeki kalemi, yüzüme doğru dikayine tuttu. Ve bir de yatayına tuttu.
Nâzım Hikmet bu teknik yöntemle benim portremi yaparken, ben de o yöntemi bir bakışta kaptım.'' (Sayfa: 22)
*
''- Yarın aynı saatte geleceksin.
- Gelirim efendim.
- Aynı saatte, işte, bu gün ışığında çalışmam lâzım. Gün ışığı değişirse, senin yüzüne akseden renkler de değişir.
Daha ilk günde, üç esaslı tekniği öğreniyordum: ''Hayali çizgi karelerini'', ''Yüzün astarını'' ve de ''Işığın yansımasını.'' (Sayfa: 23)
*
''Hergün aynı saatte model durduktan yedi gün sonra Nâzım Hikmet, yapmış olduğu resmi bana verdi:
- Al bakalım, bu portre de bu kadar, dedi.
Ben elimdeki resmi evirip çevirerek, ondan bir istekte bulunmak istiyor, bir türlü cesaret edip söyleyemiyordum.
O, benim suskun ve küskün halime bakarak sordu:
- Ne o, beğenmedin mi yoksa resmi.?
- Beğenmedim.
(''Ben, sana çırak durmak istiyorum'' diyemedim.)
- Neden
- Kıravatımı yapmamışsın..
- Sana kıravatı yakıştıramadım.
- Neden.?
- Sizin köye tahsildar gelir miydi.?
- Gelirdi.
- Tahsildarı sever misin.?
- Sevmem.
- Senin ve benim sevmediğimiz tahsildar kıravatını sana takamam.
- Ama, ceketimi de eski yapmışsın. Bak benim ceket yepyeni.
- Bu eserimde önemli olan, senin erkek güzelliğindir. Ceketin yeniliği öne çıkmasın diye eski yaptım.
''Ne kıravat, ne ceket benim umurumda değil, sen beni çırak alır mısın.?'' diyemedim. ''Senin anlattıklarına da pek inanmadım'' da diyemedim. Bana yaptığı portreyi alıp; ''Allahaısmarladık.!'' demeden yanından ayrıldım.'' (Sayfa: 24)


BEN RESMİMİ YAPTIRMAM SANA
*
''Bitlerden ve tahtakurularından canımı kurtarmak için berberliğe başladım.
Berberliğimin il günlerinde yeterince müşterim olmadığından, koltuğa oturup kendi suretimi seyre dalarak, resmimi yapmayı tasarladım. Günlerden bir gün, kendi kendimi seyrederken, arkamda duran biri, aynadaki suretime bakıp seslendi:
- Merhaba İbrahim.!
Aynada gözgöze geldik.
- Merhaba.! dedim kıpırdamadan.
Önceleri benim resmimi yapan adam, aynadaki suretimi gösterip:
- Tıpkı bu şekilde, bir resmini yapmak istiyorum.
İstifimi bozmadan:
- Ben resmimi yaptırmam sana.!
Nâzım Hikmet şaşırdı birden:
- Niye canım evladım, niye.?
- Yaptırmam işte.!
- Daha önce yapmıştım ya.!
- Yapmıştın evet. Şimdi istemiyorum.!
- Neden ama, neden canım.? Sebebini öğrenebilir miyim.?
(Sana küskünüm) diyemedim:
- Ben de resim yapıyorum.
Nâzım Hikmet endişeden kurtuldu. Sevinçle sordu:
- Kendi resmini de yaptın mı.?
- Yapmadıysam, yaparım.
- Aynaya baka baka öyle mi.?
(''Aynaya bakarak da olurmuş bak.!'' diye geçirip içimden:)
- Aynaya baka baka.!
- Ben sana model dursam, resmimi çizer misin.?
Bu teklifi duyunca çıktım aynadan:
- Otur karşıma.!
Nâzım Hikmet oturdu karşıma:
(-''Kâğıtla kalem verin, berberler.!'' dedi.)
Berberler makas şakırtısını bir an kesip, kâğıt ve kalemi verdikten sonra, merak içinde bizi seyre durdular.
Ben elime aldığım kalemi, modelin yüzüne karşı önce dikeyine, sonra yatayına tutup çizmeye koyuldum. Ve kendime güvendolu bir beceriyle bir dakika çizdim, çiziyorum derken..
Nâzım Hikmet ayağa kalkıp kâğıdı elimden aldı:
- Bakayım ne yaptın.?
- Daha bitmedi.!
- Hayret.! İşte benzetmişsin ya.! Tıpkı Nâzım Hikmet.!
- Beğendin demek.?
- Tebrik ederim, beğendim elbet.! Yaptığın başka resim var mı.?
- Gidip getireyim mi.? Görmek ister misin.?
- Haydi, koş getir bakalım.!
*
Düş mü gerçek mi, inanamadım bu karşılaşmaya. Elimde tarih kitabı, içindeki boş sayfalara çizdiğim resimler.. Berberhaneye gelip baktım, tıraş olup gitmiş odasına. Soluk soluğa girdim içeriye:
- İşte getirdim.
- Çok mu koştun.? Ver bakayım resimlere.
- Buyrun, bu kitabın içinde.
Kitaba baktı baktı:
- Sen Güzel Sanatları okudun mu.?
(''Güzel Sanatlar ne ki.?'' dedim içimden:)
- Okumadım.
Baktı baktı:
- Sen lise okudun mu.?
(''Lise mi dedi.?'')
- Okumadım.
Baktı baktı:
- Ortaokulu.?
- Okumadım.
Kitabı kapattı:
- İlkokul.?
- Bizim köyün okulu 3 sınıflı..
Ayağa kalktı Usta:
- Peki bu tarih kitabı kimin.?
- Benim.
- Okudun mu.?
- Okudum.
- Anladın mı.?
- Evet.
Kısa bir sessizlik oldu aramızda. Nâzım Hikmet pencereye yöneldi. Onun ne düşündüğünü bilemem ama ben, çıraklık imtihanını kazanıp kazanmama ikircikliği içinde heyecanla beklerken; Usta birden bana döndü:
- Sen resim çizmeyi kimden öğrendin.?
- Senden.
- Benden mi öğrendin.? Nasıl olur.? Ben sana resim dersi verdim mi.?
- Benim resmimi yapmıştın ya..
- Evet yaptım, ne var bunda.?
- Yüzüme karşı kalemi şöyle bir tuttun. Dikey değil mi o.?
- Evet dikey.!
- Yüzüme karşı fırçayı şöyle bir tuttun.. Yatay değil mi o.?
- Evet yatay.!
- Önce çizim, sonra boya ve bir de üflük..
Nâzım Hikmet daha fazla dayanamayıp kollarını açtı kucaklaştık. İkimiz de sevinçten ağlıyorduk.
- Sen beni çıraklığa kabul ediyor musun.?
- Sen beni ustalığa kabul ediyor musun.? (Sayfa: 27-30)


NÂZIM HİKMET'E TALEBE OLDUM
*
''Çıraklığa kabul edildiğim gün, o saat ve o anda utanmasam; ''Yaşasın tutsaklık.!'' diye bağıracaktım. Dünyada benden başka hiçbir öğrenci, cezaevini mekân tutup da dünyanın en büyük şairi Nâzım Hikmet'i hoca olarak bulmamıştır.'' (Sayfa: 30)


AYNADAN KENDİ PORTREMİ YAPTIM
*
''Berberhaneden getirdiğim aynaya bakarak yaptığım kendi portrem bir hafta kadar sürdü. Ustam, hergün gelip beni seyrederken, bir ressam yetiştirmenin mutluluğunu daha o günlerde tatmaya başlamıştı.
(Ayrıca bu becerimi, ''Memleketimden İnsan Manzaraları''na koymuş olduğunu, kitap yayınlandığında okudum. Bir de, ''Kemal Tahir'e Mektuplar'' adlı kitabında, benim ressam oluşumu anlatan mektupta:)
Yıl 1943.
''- Ben burda bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, on sene cezası var, berberlik ediyor içerde. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet birgün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynadan kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim.''
''- Yaptığı resimleri Burhan Toprak'a yolladım. Muddeiumumi de ilgilendi. Sahici milletimle bir kere daha sahiden övündüm.''
''- Kabil olsa, sana, yaptığı portrelerden birini göndereceğim. Mana, ifade, kompozisyon, renk, hacim, falan filan, bir harika.''
''- Şiir yazmaya, okumaya da dehşetli merakı var. Hayranım köylüme..'' (Sayfa: 32-33)


''(Orhan Kemal) Raşit Kemalî'ye Haziran 1944'te yazmış olduğu bir mektuptan:
''İki üç gündür, fazla değil şu son üç gündür kısa bir tembellik geçirdim. Yarın işe başlıyorum.
Bizim burda ressam berber İbrahim vardı ya, resmi inanılmayacak, akla sığmayacak kadar ilerletti. Ben de gözlerim sulana sulana, halkımın büyük istidatlarından birine örnek olan bu hadise karşısında, hazdan ve bahtiyarlıktan böbür böbür böbürleniyorum.
Büyük Türk halkı, nasıl bütün dünya halkları gibi yaratıcıdır ve nasıl sevilmeğe, hayran olunmağa değer ve uğrunda gebermek en ehemmiyetsiz iştir. Çalışmak lâzım, yaşamak ve çalışmak ve dövüşmek..'' (Sayfa: 53-54)


İMRALIYA GİDERKEN
*
Nâzım Hikmet İmralı'dan hasta olup da gelen mapusları görünce bana sordu:
- Sen İmralı'ya ne zaman gideceksin.? Asri Cezaevi'ne gitme hakkını kazanmadın mı.?
- Kazandım, geçiyor bile.
- Neden yazılıp da gitmiyorsun.?
- Senden ayrılmak istemiyorum..
- Neden.?
- Ressam oluyorum da ondan.
- Senin ihtiyacın yok belki de bana.! Kaptın gidiyorsun çünkü. Hem İmralı'da daha çok model var. Öküzler, karabasan, güneş, toprak, deniz.. Denizde yüzmesi ne ömür olur.! Güneşli tarlalarda çift sürersin, burçak yolarsın, bel, çapa.. bunlar senin yaptığın işler hep. Kaç yıl cezan var daha.?
- İki yıl oldu düşeli, sekiz yılım daha var.
- Gördün mü bak, dört yıl yatıp çıkacaksın oraya gidersen. Burada kalırsan, sekiz yıl.. Bir an önce çıkmaya bak.
- Senin gibi bir ustayı nerde bulurum bir daha.? Senden ayrılmak istemiyorum.
- Sen sen olduktan sonra, her yer usta dolu. Bir gün evvel çıkmaya bak. Özgürlüğe kavuş bir gün önce.!
İstemediğim halde İmralı'ya gitmeye razı oldum.
Gecenin bir saatinde İmralı'ya gidecek mapusları uyandırdılar. Sonra avluya, demirkapının önüne çıkardılar.
(''Şafağın sökmesine daha çok var.. Dışardan tekerlek gıcırtıları geliyor.. Sap çekiyor bizim köylüler harman yerine.. Saman kokusuna bayılırım.. Cezamın yarısı gitti demektir..'')
Demirkapının önünde, İmralı'ya gidenlerin esameleri okunurken, idarenin merdivenlerinden inerken gördüm Ustamı:
- Seni de uyandırdık konuşmalarımızla. Ama iyi ki uyanıp da geldin, seni bir kez daha görmüş oluyorum en azından.
- Hayır, ben zaten uyanıktım. Seni yolcu etmeden bırakır mıyım.? dedi. Gecenin karanlığındaki gökyüzündeki yıldızlara çevirdi yüzünü: Yıldızlara bak.! Şu Sabah yıldızı, Samanyolu kaybolmak üzre. Ne zaman yıldızlara baksam, tutsaklığımı daha çok duyarım içimde.
- Gene öyle mi oldu.?
- Senden ayrılmak hepsinden zor gelecek..
- Keşke gitmeseydim..
- Daha çabuk kavuşacaksın özgürlüğüne, gitmen lâzım.
- Ya sen.? Sen ne zaman kavuşacaksın özgürlüğüne.
- Benim özgürlüğüm tutsaklığımdan gelir.
Ve bir çocuk gibi dudaklarını bükerek, sonra yıldızlara kaldırdı başını. Ve gözleri yıldızların orda, bir vakit avundular. Sonra beni görmek için hayretle baktılar. Ve kucaklaşıp ayrıldıktan sonra, onbeş kişiyle beraber demirkapıdan dışarıya çıktım. (Sayfa: 55)

''Bu kez, demirkapının dışında Anam karşıladı beni: ''Oğlum.!'' deyip kucakladı. ''Gidiyorsun.!'' dedi. ''Ne zaman göreceğim bir daha seni.?''
- Yakında gelirim ana..
- Kaç ay, kaç yıl.?
- İmralı'da ceza, tez tükenirmiş.
- İnşallah.!
Bu kez de jandarmalar girdi aramıza. Anamı iteleyip, bileklerime kelepçe taktı.
İmralı'ya giden mapusların elleri kolları özgürce sallanırken, bir benimkilerin kelepçeli olmasına Anam kaygıyla baktı:
- Neden senin ellerin kelepçeli.?
(''Ben, Nâzım Hikmet'in öğrencisiyim de ondan.!'' diyemedim: ''Kelepçenin hatırı kırılmasın, benimle birlikte İmralı'ya gitsin.!'' dedim.)
- Ana olmak ne zormuş meğer.!
- Adam olmak da zor.
- Zor..
- Allahaısmarladık, hoşçakal Ana.!
- Güle güle oğlum.! Yolun açık olsun.!
(Yıl 1945)'' (Sayfa: 54-56)

YAPTIĞIM RESİMLER
*
''Bursa mapus damından Nâzım Hikmet'in öğrencisi olarak geldiğimi bildiklerinden, Nâzım'ı ve komünistliğin ne olduğunu da soruyorlardı.
Oysa Ustam Nâzım Hikmet ''Komünizm düzeni'' hakkında en ufak bir söz söylememişti.. Öyleyse benim zorum neydi ''komünist'' olmakla.?
Önceleyin bir başkaldırıydı bu: Bana dayak atan jandarmaya kinim vardı.. Bana suçsuz yere ceza veren yargıçlara, kanunlara ve hükümete öfkem vardı.. Öfkemi yüreğimde saklarken, elime beceri, aklıma bilgi toplarken, Nâzım Hikmet'i buldum: O'nun dürüstlüğüne baktıkça, ona olan hayranlığımla, onun suçsuzluğunu anladım. ''Yavuz zırhlısını kaçırırken yakalanması'' söylencesini, mantıken olanaksız buldum; bunun bir karalama olduğu, bu yüzden suçsuz yere ceza yediği kanısına varmıştım.'' (Sayfa: 68)
*
''Cumartesi, pazar günleri ve akşamları koğuşlarda mapuslarla konuşurken, sırası geldikçe ben, komünist olduğumu söylediğim halde, hiçbir kimse, bana; ''komünistlik ne demektir.?'' diye sormuyordu. Neden.? Çünkü onlar, kendi duyumlarına ve yorumlarına göre komünizmi kötü bir sosyal çarpıklık olarak algılıyorlardı.
Örneğin komünistleri; ''Rus casusu'', ''Dinsiz'', ''Vatan haini'', ''Kadınları ortak kullanan'', ''Tarlaların sınırını kaldırmak isteyen'' kişiler sanıyorlardı.
Bildiklerini sandıklarının, yanlış birer karalama olduğunu göstermek için ben; onların karşısına iyi ve örnek bir insan olarak; ayrıca yaptığım becerilerle (yaptığım resimler, çaldığım enstrüman, okuduğum kitaplarla), işte böyle ''iyi ve kültürlü bir insan'' kimliğiyle çıkarak; ''komünizmi'' kitaplardan ve dergilerden öğrendiğim kadarıyla; ''Sınırların kalkması'', ''Üretim araçlarının ortak mülkiyetine, ulusal gelirin gereksinime göre bölüşülmesine dayalı toplumsal düzen'', ''Kimsenin kimseyi sömürmemesi'', ''Herkesin birlikte çalışıp birlikte üretmesi'' olarak anlatıyordum.'' (Sayfa: 68-69)


NÂZIM HİKMET'E TEKRAR KAVUŞTUM
*
''..Satılan eserlerin paralarını sordu Şair Baba:
- Hangi eserlerdi onlar; adları, konuları nelerdi.?
- Adaya gitmeden önce, burada senin dokuma tezgahlarında çalışanlara bakarak yaptığım ''Dokumacılar'' tablosu, anamı model tutup yaptığım ''Ana'' tablosu.. İzmir sergisine yollamıştık biliyorsun, onların satıldığını İzzet Akçal söylemişti ve şahsi hesabıma konmuştu. Ada'da yapıp da sergilerde satılan ve ayrıca paraları şahsi hesabıma konan tablolarım da şunlardı: ''Balık tutanlar, Karasabanla çift süren, Tahta biçenler, Belciler, Orak biçenler, Burçak yolanlar, Çamaşırcılar'' ve Ada'da, anamı model tutup yaptığım ''Ana'' portresi. Ve ayrıca anamın bana verdiği yediyüzelli lira para. Ve hesabımdaki paranın toplamı: Onüçbinyediyüzelli liraydı.
Bu paraları ben, oradan tahliye olurken alıp çıkacaktım.
Bu kez beni buraya sürerken Çorumlu Müdür, hiçbir gerekçe göstermeden: ''Vermiyoruz.!'' dedi.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle kepazelik, böyle namussuzluk görülmemiştir. Seni, ''resim yapıyorsun'' diye 5 yıl cezaya çarptırıyorlar, ama yaptığın resimleri satıp parasını utanmadan yiyorlar.
- Zehir zıkkım olsun.!
- Zehir zıkkım olsun.! (Sayfa: 75)


BEN, NÂZIM HİKMET'İN ÖĞRENCİSİ
*
''- İlk dersimiz: EKONOMİ POLİTİK
(..)
- İnsanı insan yapan, varlığını sürdüren emektir.
(Voltaya devam. Derse devam:)
- İnsan, doğaya karşı mücadelesinde aletler yapıp üreterek kazanç elde ederken, hayvanlıktan da kopar. Emek, aslında yaşamın dayattığı bir zorlama, zahmetli bir uğraş. ''Emek bir değer''dir. Emek sadece bir değer değil, bütün değerlerin kaynağıdır.
Emek denilen ''değer'', insanda var olan ''güç''ten meydana gelir. Pazarda alınıp işe koşulan güç, iş yerinde birtakım ürünler meydana getirdiğinde kendini gösterir. (Sayfa: 86-87)
(..)
(Dün öğrenmiş olduğum dersi, bana göre biraz ağır olsa da, sıkı bir alıştırmadan sonra, belleğime almıştım. Ustamın istediği gibi tekrarladım.)
Şair Baba beni dikkatle dinledikten sonra:
- Tamam.! İstediğim gibi olmuş. Şimdi öbür derse geçelim.
Ben elimi kaldırdım:
- Bu ders için bir sorum var.
- Peki, sor bakalım.
- Kişilerde var olan insan gücü, herkeste aynı derecede olmadığına göre; işçileri işe koşan işsahibi, herkese, öngörülen aynı miktardaki parayı verir mi.?
- İnsan gücü, emek olarak ürün halinde ortaya konunca, işçilerin yevmiyelerinin fiyatı önüne konur. Yani; vasıflı ile vasıfsızın, ustayla çırağın fiyatları farklı farklı olur. Bu ayrıntılara dönüşümlü olarak daha sonra gelecektik. Fakat sen daha ilk dersi iyi kavradığını göstermek için bu soruyu sordun.'' (Sayfa: 88)


''- Bugünkü dersimiz hangi bilim dalı.?
- Dersimiz: SOSYOLOJİ
Diyalektik Materyalizm, bilindiği gibi doğa, toplum ve insanlarla ilgili bilgilerin bir birleşimidir. Materyalist diyalektik yöntem tarihe uygulandığında; ''Tarihsel Materyalizm'' adını alır. Toplum, insanlığın ileriye doğru gelişmesinde bir aşama olarak ortaya çıkan, bir toplumsal bağlantılar ve büyük insan grupları arasındaki ilişkiler sistemidir.
Bu dersi kısa tutuyorum. Öbür dersi de yaptıktan sonra, dönüşümlü olarak, Sosyoloji biliminin detaylarına değineceğim. Meselâ: İnsanların ilk sosyal birlikteliği avlarını yakalarken olmuş. İnsan ok ile yayı bulunca sosyallik bozulsa da, yine insanın kendi buluşları, yaptığı aletler.. tekrar sosyal birlikteliği, aşama aşama, kura kura.. önce tezgâhlar, sonra makinalar kura kura.. fabrikalarda sosyal birlik içinde işçi olmuşlardır.
Bugünlük bu kadar. Yarın buluşmak üzere.
- Teşekkür ederim. Buluşmak üzere. (Sayfa: 89)


SEN DELİ BİR TAYSIN
*
Derslerimizin konusu olan üç bilim dalının ayrıntılarını da öğrenmeye başladım:
Bir gün Ekonomi Politik, bir gün Sosyoloji, bir gün Felsefeye dönüşümlü olarak, iki ay ders yaptık. Bu dersleri zaman zaman kaldığımız koğuşlarda da yapıyorduk.
Bir gün dersten sonra Şair Baba'ya sordum:
- Bu bana öğrettiğin bilgileri, sen kaç yılda okuyarak öğrendin.?
Nâzım Hikmet, önce bana, sonra gözlerini kısıp demirparmaklıklardan dışarıya baktı. Sanki, gidip geldiği okulunu yaşar gibi anlatmaya koyuldu:
- Dünyanın dört bir yanından bu üniversiteye gelen kızlı erkekli öğrenciler derslere giriyorlardı.. Ve bizlere ders veren hocalar, kendilerine ayrılmış bilim dallarının profesörleriydi. Ekonomi Politik, Sosyoloji ve Felsefe, öğrencilerle hocalar arasında tartışmalı olarak yapılıyordu. Benim derslerimin dışında, Biyoloji, Kimya, Fizik ve Tarih dersleri ağırlıktaydı.
- Edebiyat ve Sanat'ı saymadın.
- Şiirsiz ve resimsiz okul olur mu.? Ben şiirler yazdığım için konuşmalara katılıp Edebiyat ve Sanat üstüne tartışıyordum. Bir yıl sonra şair kimliğimle kendimi gösterip sözsahibi olunca şımardım. Öğrencilere, yemeklerin tadından tuzundan sözederek, yemekhaneyi terk ettik..
Rektör Hoca beni çağırdı:
- Sen mi kışkırttın öğrencileri.?
- Ben, bu yemekler tatsız, dedim.
- Yani, ayaklandınız.!
- Ben.. bu yemeği..
- Anladık.! Başkaldırdınız.! Siz komünist değil misiniz.?
- Komünistiz..
- Bir komünist öğrenci, kendi komünizm kurumuna karşı gelirse, bunun suçu nedir bilir misin.?
- Bilmem..
- Ah bir bilsen.! Zaten bilseydin, bu haltı yemezdin. Bana bak.!
- Buyrun efendim.
- Beni iyi dinle: Sen, deli bir taysın.! (Öyle farzedelim.) Biz, deli tayları severiz. Yani okşarız, okşarız, okşarız da; hamıdı boynuna bir geçirdik mi.! Basarız kamçıyı.! Basarız kamçıyı.!
Ben gülmemek için, ellerimle ağzımı kapadım. Şair Baba bana baktı: ''Neden rahatça gülmüyorsun.?'' der demez.. İkimiz birden gülmeye başladık.
- Hocanızın dediği aynen doğru çıkmış. Ayrıca, seni de beni de başkalarının kamçılamasına gerek yok. Biz, kendi kendimizi kamçılayıp duruyoruz.
- Aferim ne güzel söyledin. Bizi böyle olmaya kimse zorlamadı ki. Ben Moskova'ya, birilerinin bursuyla gitmedim ki. Kendi benliğimde varolan bir iştiyakla oraya gittim. Ve bundan da son derece memnunum. Orada olağanüstü güzel günlerim geçti. Okudum, aydınlandım. (Sayfa: 94-95)


Ders yaptığımız günlerde olsun, daha sonraları olsun, sırası geldikçe öğrenmek istediğim bazı bilgileri soruyordum Ustama.
Bir keresinde, ''Lenin'i gördün mü.?'' diye sordum.
- Lenin'i, yakından değil uzaktan gördüm. Resmî geçit merasimlerinde. 21 Ocak 1924'te öldü Lenin. Bütün Sovyetler halkı yasa büründü. Ben de bir komünist öğrenci olarak, silah kuşanıp Lenin'in naaşı başında nöbet tuttum. Ve sonra, O'nun adına bir şiir yazdım.
1924'de SSSR'den ayrılırken şöyle seslendim:
*
SSSR
gidiyoruz artık,
ver elini ver,
vedalaşalım.!
(..)
Rusya,
Lenin'in memleketi,
gördük sende nasıl kemâle ermiş
şaha kalkan kütlelerin kudreti.! (Sayfa: 95)


''Bu kez Nâzım, kıpırdamadan, sessiz poz verdi.
Ressam anne de (Celile Hanım) tüm hünerini gösterircesine, boyaları, alı alına moru moruna, beyazlarla pembeleştirip, grileri hafifleştirip, oğlunun portresini az daha bitireyazdı.
Nâzım ayağa kalktı. Boyanan portresine baktı:
- Anne bu ne.?
Annesi hata yapmış gibi:
- Portre.! dedi usulca..
- Anneciğim, ''kopya'' yapıyorsun-Güzel yapmak için resim yapıyorum.
- Ama olmuyor işte.! Resmi güzele boğuyorsun.! Kendinden bir şey kat anne.!
Oğlu birtakım örnekler vererek anlatırken, annesi onu sabırla dinliyordu:
- Peki ne yapmalıyım.? Beni şaşırtıyorsun. Ne yapsam beğenmiyorsun.
- Anneciğim, ben senin, resim yapmanı istiyorum. Şu yaptığın portre, bana benzesin benzemesin, güzel olsun çirkin olsun, umurumda değil.! Mesela; sen hem anasın, hem ressam. Sen ana olarak ressamlığını kullanamıyorsun.
Anne sadece dinliyor, oğlunun dediklerinden hiçbir şey anlamıyordu. Ben de dinliyordum Ustamı, ama ben anlıyordum.
Ustam Şair Baba büyük bir sanatçı olduğu halde; ''Şunu şöyle yap.!'' deyip, basma kalıplar içinde öğretiye sokmazdı. Ben kendimden biliyorum: Sanatçıyı, kendi öz bulgularına yöneltirdi. Ama bu kez, karşısındaki öğrencisi değil, anasıydı. Demek ki bir evlat, anasını yönlendiremiyordu.
O gün Celile Anne gittikten sonra Ustam bana sordu:
- Niçin annemin yaptığı bu portre bir sanat eseri olmuyor.?
- Çünkü bu portreyi yapan bir ''ana''. Bir türlü ''ressam ana'' olamıyor..
- Nasıl.?
- Seni hep, ''ana'' gözüyle ''çocuk'' olarak görüyor. İşte bu, zayıf ressamlık becerisiyle güzel bir kopya yapıyor.
- Peki nasıl olup, nasıl yapmalıydı.?
- Anan büyük bir ressam olsaydı: Seni yumurtadan çıkmış civciv gibi değil; sekiz-on yıldan beri suçsuz olarak mapus yatan oğlunu, seni, bir ''bronz heykel'' gibi, karanlığın içinde pırıldatmalıydı.
- Aferim.! Müthiş bir yorum yaptın. Annemi, beni ve kendini çok güzel anlattın.'' (Sayfa: 119-120)

[Nâzım Hikmet Ran'ın Kendi Ağzından İbrahim Balaban'a Anlattığı Tutuklanma Öyküsü]
*
BU NE BİÇİM BELÂ
*
- Yıl 1937, aylardan Ağustos, İpek Sineması'nın holünde, bana hayran olduğunu söyleyen bir genç yanıma sokuldu: ''Sizin fikirlerinizi beğeniyorum, daha etraflı görüşmek istiyorum. Sizden yararlanmak için, tekrar görüşebilir miyim.?'' deyince, ben onun kesinkes polis olduğunu sanıp: Hadi güle güle.! Benim içerde işim var.! dedim. Holden ayrıldım. İçeri girince polis müdüriyetine telefon ederek; resmî askerî elbise giydirip polisleri peşime düşürmemelerini söyledim. Başkomiser ''Böyle birşey yapmadıklarını'' söylese de; peşime takılanın polis olduğunu sanıyordum. Bu yaptığım telefon konuşması, 1. Şubeyi uyandırmış. Birbirlerine sorup soruşturduktan sonra polis teşkilatının, benim tarif ettiğim gibi öyle asker kıyafetli hiçbir polisi görevlendirmediklerini anlayınca; bana gelen Harp Okulu öğrencisini ve okulu takibe almışlar.
1937'nin Aralık ayındayız. ''Şeker Bayramı''nın arifesiydi. Karımla beraber dışarıya çıkmıştık. Alışverişten hemen sonra evimize döndüğümüzde, ne göreyim.? Benim polis sandığım Harp Okulu öğrencisi, bizim evin girişinde, oturmuş beni bekliyor.
Ben Ustamın sözünü kestim:
- Eve nasıl girmiş.?
Ustam ayağa kalkıp gezinmeye başladı. Ben olduğum yerde, sanki bir ''Buda'' heykeli gibi onu dinliyorum.
- Bizim uzak akrabalardan yaşlı bir kadın, onu içeriye almış.. (Öfkelendim, ne demeliydim.? En iyisi sakin olmaktı: ''Şuna bak, polis evimize kadar girdi'' diye düşündüm, ''Ne bulacaksa.?'' derken, ayağa kalkıp bana yaklaştı: ''Kendisinin ve arkadaşlarının düşüncelerinden ve bana olan bağlılıklarından'' filan söz etti: Ben, evime hile ile girdiğini söyleyerek onu azarladım; otur falan da demedim: ''Ne istiyorsun.?'' dedim. ''Subay çıkınca, erata ne öğretelim.?'' diye sordu. ''Anayasa'daki altı umdeyi öğretiniz.!'' dedim. Bundan sonra evimi terk etmesini istedim. Kapıdan çıkarken Marx'la, Engels'le ilgili sorular sormaya da kalkınca, öfkeyle; ''Onları, herhangi bir ansiklopediden öğrenebilirsin.!'' deyip kapıyı kapattım.
Bu ara ben ayağa kalktım, bu kez de Nâzım Hikmet oturdu.. Bana eliyle işaret etti:
- Sen de otur, dinle bak.!
Yıl 1938, 17 Ocak gecesi, Beyoğlu'nda, Celâlettin Ezine'nin evinde, Hilmi Ziya Ülken'le bir dergi tasarımı yaparken alıp götürdüler. Ankara'da Harp Okulu Komutanlığı Askerî Mahkemesi'nde dava sürdü. Askerî Mahkeme önüne çıkarılışım ilk defa oluyor. Ve ilk defa; ne şahidi, ne vesikası, ne de delil diye gösterilebilecek suç evrakı, suç aleti ve ne de bir ihbar veya ifade mevcut bulunmuyor. Kendisinden ''Polisin gönderdiği bir sivil şahıs'' diye şüphelendiğim gencin sorgusundaki ifadesinde; ''Köylü erata altı oktan ve Cumhuriyet'ten sonra komünizmi öğretin.!'' dediğim iddiasından gayrı bir suç isnadı yoktu.. 17 Ocak'tan beri Askerî Cezaevi içinde bir odada, tek başıma, hiçbir sanık ya da tanık ile konuşturulmadan, duruşma salonuna çıkarıldım. Benimle beraber sanık olanları, orada, ilk defa görüyordum.
Savunmalarımız dinlendikten sonra, karar günü, 29 Mart 1938 Salı günü; ''15 sene'' cezaya çarpıldım.
(Ben de oturduğum yerde, ellerimle yüzümü kapatıp bana ceza verenleri düşündüm:) ''Kürsünün başında üç tane küp, küplerin üstünden duran suratlar, kabak gibiydi.''


Şair Baba odadan maltaya çıktı. Ben de çıktım:
- Nasıl.? Sana ceza verenlerin suratları var mıydı.?
- Suratlarını unuttum. Yalnız, çok ince, çok uzun bir burundular aklımda kalan:
İnsandan çok eşyaya benziyorlardı:
Duvar saatleri gibi ahmak, kibirli,
ve kelepçe zincir filan gibi
----------hazin ve rezildiler.
*
Bir süre sessiz gezindikten sonra, odaya girdik. Bir sigara istedi. Verdim. Kibriti çaktım. Üstüste birkaç kez nefes alıp dumanları savurduktan sonra, bana döndü:
- Devamını bekliyorsun değil mi.?
- Evet. Sana verilen ceza, 28 yıl değil miydi.?
- Biraz önce anlattığım, adaletin ''kepazeliği'' idi. Şimdi anlatacağım, adaletin ''rezilliği''. Ve 28 yıl ceza.
- Bu konuya başlamadan önce, ''Bugün Pazar'' adlı şiirini, Sultan Ahmet Cezaevi'nde yazdığını sanıyordum..
- Hayır. ''Bugün Pazar'' şiirimi, Ankara Askerî Cezaevi tecritinde yazmıştım. 17 Ocak'tan 29 Mart'a kadar yalnız kaldığım günlerden birinde, beni ilk defa güneşe çıkardıklarında, not defterine tesbit ettikten sonra, yayımlandı.
- Bu şiirin, benim de hatıramda belirgin bir yer etmiştir. Müsade edersen, bu anıyı sana nakletmek istiyorum.
- Anlat bakalım, dinliyorum.
- Beni, İmralı'dan Edirne'nin ''Yanıkkışlası''nın kapılarını boyamak için götürdüklerinde, ''komünist''lik bir suç işlediğim görüldüğünden ötürü, Sultan Ahmet Cezaevi'ne konulduğum zaman, beni yek başıma güneşe çıkarmışlardı. İşte o zaman, belleğimde olan senin o şiirin aklıma geldi. ''Tıpkı orda, güneşte durduğum gibi, Şair Baba da durmuş olmalıydı.!'' dedim kendi kendime. Ve okumaya başladım:
*
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum..
*
Şiirin geri kalanı yüreğimde kaldı:
(Tophaneden bir gümbürtü koptu.)
Saçaklarda ne kadar güvercin varsa korkudan havalanıp: Benim tepeme sıçtı.!
*
(Şair Baba kahkahayla gülerken, ben sözümü tamamladım:)
Meğer o gümbürtü, 30 Ağustos'un toplarıymış.
- Ülen ne güzel güldürdün beni.! Şarlo gibisin! Ver bakalım bir sigara daha.
Şair Baba bu kez, sigarayı keyifle tüttürdükten sonra; ''Donanma Kaomutanlığı Askerî Mahkemesi'' davasını anlatmaya başladı:
- Bilmediğim birtakım nedenlerle, Ankara Cezaevi'nden alınarak, Sultan Ahmet Cezaevi'ne getirildim. Orada fazla tutmadılar.. Temmuz ayına doğru, Donanma Komutanlığı'ndan gelen görevliler, Köprü-Kadıköy iskelesinden bir motorla, Adalar açıklarında bekliyen ''Erkin'' gemisine götürdüler..
(Burada Ustam Nâzım Hikmet irkilip; orada kendisine yapılan iğrenç hareketi anlatıp anlatmama tereddütüyle, bir süre durdu:)
Beni ''Erkin'' gemisine teslim alan iki subay, helalarından koridoruna kadar, bokla doldurulmuş bir yere kapadılar..
Benim buraya geleceğimi bilen bir komutan, bir gün önceden hazırlık yapmış olmalıydı: Subaylardan tayfalara dek, gemideki herkesin oraya sıçması emredilmiş olmalıydı.
Bir insan hangi suçtan sanık olursa olsun, hiçbir emniyet, askerî ya da jandarma teşkilatında böyle bir işkenceye çarptırılamaz. Fakat bu iğrenç işkence yeri, adaletin uygulanacak olduğu yer, Donanma Komutanlığı'nın ''Erkin'' gemisidir.
İşte o, koridoruna kadar bok dolu yerde, saatlerce ayakta durdum. Yoruldum.. Sıçılmadık bir yer bulup, oturdum..
Ben bir insan olarak, Babanın anlattıklarının karşısında, kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.
Şair Baba bana ''baba'' gibi baktı: ''Haydi sil gözyaşlarını da bana bir sigara ver.!'' dedi. Sigarayı tüttürürken devam etti:
- Orada, tüm duyularım uyuşmuş olmalı ki, hiçbir şey düşünmeden sadece, ''Komünist partime'' katılma kararımı hatırladım: (''- Bu dava için çalışırken sana işkence yapabilirler. Meselâ tırnaklarını sökerler. Dayanabilir misin.?'' ''- Dayanırım..'' ''- Kulaklarını keserler..'' ''- Dayanırım..'' ''- Gözlerini oyarlar..'' ''- Dayanırım..'')
Bütün bu işkenceleri göze alıp partime girmiştim. Ama böyle bir rezillik hiç aklıma gelmemişti. Ellerimle yüzümü şöyle bir okşadım. Çok şükür.! Gözlerim de, kulaklarım da duruyor yerinde. Ayağa kalktım. Bundan böyle her zamankinden daha kuvvetli olmalıydım. Bir daha yere oturmadan, saatlerce ayakta durabilirdim.
Gündüz müydü gece miydi, bilmiyorum. Nedense kapı açıldı: İki subayla iki bahriyeli, beni oradan alıp, geminin sintine ambarına kapadılar. Asıl yaşam savaşı orada başladı: Sıcaktan ve havasızlıktan boğuluyordum. Nasıl yaşayabilirdim.? Ambarın lumbozlarına çarpan dalgalar, ah birazcık içeriye akabilse.?
Ter içinde, sırılsıklamdım. En iyisi soyunmaktı, soyundum. Oralarda ıslak bir nesne aradım. Halatlardan başka birşey yoktu. Halatların bir halkasını kaldırıp göğsüme bastırdım. İşte böyle, burada da böyle. Ve halatların arasında yatıp, uyuyamadan yaşayabildim.


Bir geceyarısı, elinde fenerle bir subay kapıyı açtı.
Elindeki fenerin ışığını üstümde gezdirdi:
- Ulan sen deli misin.? dedi.
- Evet.! Sen kimsin.? dedim.
- Neden çıplaksın.!
- Sen neden giyiniksin.?
- Ben bir subayım.! dedi ve yandaki lambayı açtı.
Karşımda iki subay vardı. Kıyafetlerinden ''yargıç''a, ''savcı''ya benziyorlardı.
- Siz benim çıplak olmama taktınız, ben de sizin şu yakanızdaki işarete şaştım. Nedir o.?
- Kör müsün, terazi onlar.!
- Ne tartarsınız siz onlarla.?
- Adaleti.!
- Ben sizi, onlarla odun tartarken görüyorum.
- Karşı gelmeyi kes de, giy üstünü.!
O gün beni başka bir bölüme koydular. Hergün, kaldığım yer değiştiriliyordu. Nedense, gecenin bir yarısında, beni uykudan kaldırıp güverteye çıkardılar. Süngülü, bir manga denizerinin silah şakırtılarıyla beni korkutmaya uğraştılar.
Ben bu ara Ustama hayretle sordum:
- Donanma'da hangi nedenlerle seni sanık olarak yargıladılar.?
- Benim neden sanık olduğumu, beni buraya kapayanlar bile bilmez. Beni buraya kapatmadan önce Donanma Komutanlığı'nda soruşturma başlamış.
Bu soruşturmada: ''Kitap Sevenler Derneği'' adında bir kuruluşu ele almışlar. Bu kuruluşun üyeleri, aralarında kitap alıp veriyorlarmış; okumayanlara okuma şevki aşılıyorlarmış. Bunlardan bir çavuş, askerliğini ''Yavuz Zırhlısı'nda yaparken, o da bu dernekten kitap alıp astsubaylara ve erlere veriyormuş. Bu kitaplar arasında en çok da benim şiir kitaplarım, suçlama delili teşkil ettiğinden, ''Yavuz''u isyana teşvik etmişim.
Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi'ndeki yargılama 10 Ağustos 1938 günü başladı. 29 Ağustos 1938 günü karar okundu: ''Yavuz'u isyana teşvikten'' bana 20 yıl daha ceza verdiler. Daha önce verdikleri 15 yıl ceza ile, 20 yılı birleştirip 35 yılı, 28 yıl 4 ay'a indirdiler. (İnsaflarından falan değil:) ''İçtimaî ceraim''maddesini uygulamışlar. (Sayfa: 124-130)

HARMAN
*
''..zaman zaman, yaptığım tablolar odasının duvarlarında çoğalınca, coşup söylediği şu söz çok hoşuma giderdi:
- Bak Balaban, kendine inan, büyük bir ressam olduğuna yani.. Ben şiirlerimle Türk milletinin destanını nasıl yazıyorsam; sen de, yaptığın ve yapacak olduğun tablolarla, bu milletin destanını resmedeceksin.'' (Sayfa: 131)


HALK RESMİ
*
''Balaban eserleri ile Türk sanatının gideceği yolu çizmiş, senelerce aranan, buhrandan buhrana geçen birçok sanatkâra mukadder ve müsbet neticeyi gösterivermiştir.
Geçenlerde Abidin Dino ''Yaprak'' dergisindeki bir yazısında meşhur Meksikalı ressam J. Orozco'nun ölümüne üzülerek 'Yeryüzünde büyük bir ressam, gerçekçi bir ressam eksildi' diyordu. Hakikaten Orozco'nun ölümü ile dünya resmi büyük bir kayıba uğramıştır. Fakat eminim ki Balaban'la resim âlemi, meşhur Meksikalı ressam âyarında, geniş duvarlara büyük bir milletin muhayyelesinden yeni metoda uygun freskler bahşedebilecek yeni bir ustaya kavuşmuştur.''
*
Yazan: Sinan Korle (Sayfa: 152-153)


BİR BAYRAK GİBİ
*
''Nâzım Hikmet'in adı, dışarda ''bir bayrak gibi'' dalgalanırken; o içerde, ''ümit''ten ümide tutunma hayalindeydi.
Ahmet Emin Yalman'ın ''Vatan'da yazdığı yazılardan sonra, 1 Eylül'de, Selami Helvacıoğlu'nun ''Kanunsuz Suç, Suçsuz Ceza'' başlıklı yazısı yayımlandı.
Ve aynı ay içinde Paris'te ''Nâzım Hikmet'i Kurtarma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi'' kurulmuş. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına, 6 Kasımda bu komitenin başkanı Tristan Tzara'a bir mektup göndermişti. 7 Kasımda, onaltı ülkeden üç milyonu aşkın öğrencinin örgütü olan uluslararası öğrenci birliği bir telgraf çekmiş Türk Hükümetine. 11 Kasım 1949 ile 2 Şubat 1950 arasında Av. Mehmet Ali Sebük'ün Vatan Gazetesi'ndeki yazıları, Nâzım Hikmet'in suçsuzluğunu herkese kabul ettirmişti.


Onbeş günden beri taslaklarını hazırladığım ''Doğum'' adlı tablomu 1950 yılının Şubat ayında boyamaya başlamıştım.
Ustam, bu resmin gelişip oluşmasını, günbegün gözleyip seyrediyordu. Birgün, tablonun bitimine doğru şöyle bir söz etti:
- Balaban sen, bu ''Doğum'' adlı eserinle, hepimizin doğumunu tasvir ediyorsun. Çocuklarının, çocuklarımın ve torunlarımızın doğumunu tasvir ediyorsun. Söz aramızda; ''Rönesans'' ressamları bile, böyle bir doğum tablosu yapmamışlardır.'' (Sayfa: 170-171)


KOĞUŞLARDAN BİRİNİ CAMİ YAPTIK
*
Biz böyle, Ustamla konuşup dertleşirken, Savcı İzzet, demirkapıdan içeriye girdi. Biz yanına yaklaştık: ''Hoş geldin.!'' dedik. O, birşey demeden idarenin merdivenlerine yürüdü. Biz de beraber. Bana döndü:
- Gel, ne resimler yaptın, göster bakalım.! dedi.
Revirdeki çalışma odama girdik. Bitirmekte olduğum ''Doğum'' tablomu gördü:
- Ne zaman yaptın bunu.? Nasıl yaptın bunu.? Müthiş bir eser bu.! Hani öteki eserlerin.?
- Nâzım Hikmet'in odasında.
Savcı odaya girince; ''hangisini yürütsem.?'' der gibi, resimleri bir bir süzdü: ''İlkbahar'', ''Mapushane Kapısı'', ''Harman'', ''Yol'', ''Suda Dombaylar''. Ayrıca küçük boy, ''Harman''ın ve ''Yol''un yağlıboya taslakları.
- Bu resimlerden hangisini bana vereceksin.?
- Hiçbirini.
Ustama döndü:
- Duydun mu.? Vermek istemiyor. Ben kendime istemiyorum. Gazeteciler Cemiyeti'ne vereceğim birini. Öbürünü de Çelik Palas Oteli'ne hediye edeceğim. Söyle ona versin.
- Peki söylerim.
- Sen neler yaptın.?
- Bildiğin gibi, yatıyoruz.
- Senin için bütün dünya ayağa kalktı. Basın hergün senden sözediyor. Serbest bırakılman için Türk Hükümetine mektuplar yazılıyor.
- Bense sabırla bekliyorum. Bakalım n'olacak.?
- Senin için iyi olacak, merak etme.
- Bizi buraya ''merak etsin'' diye kapadılar. Fakat biz ise, merakımızı dağıtmak için şiirler yazıyoruz. Resimler yapıyoruz.
- Söyle buna, şu iki küçük resmi bari versin.
- Peki, o iki eseri vereyim, dedim.
- Ayrıca sizden bir ricam var.
- Estağfurullah.! Buyur, isteğin nedir.? dedi Usta.
- Buradaki koğuşlardan birini ''cami''ye çevirebilir misin.?
- Neden olmasın, dedi Usta ve bana sordu:
- Sen ne dersin.?
- Tevkifhane kısmında benim gördüğüm orta katta 8. koğuş var. Bence orayı ''cami''ye çevirebiliriz.
- Peki, şimdi gidip bakalım o koğuşa.
Revirden aşağıya inip idare salonuna inince, ben bir teklifte bulundum savcıya. İdare salonunun, meydan yerine bakan demir parmaklığını gösterdim:
- İzin verirseniz eğer, burayı da bir muşamba ile kapattırıp, büyük bir resim yapmak isterim.
- Sahi mi diyorsun.! Yapabilir misin.? Hangi malzemeler gerekir.? Boya, fırça, ve bez.. Bunlardan başka da, marangozlardan çerçeve istersin.
- Evet, saydığın malzemeler şimdilik yeterli olur.
- Gelin bakalım. Şu cami olacak koğuşu da bir görelim.!
Koğuşa girince Savcı, Nâzım Hikmet'e sordu:
- Burası, nasıl cami olur.?
Ustam koğuşu bir mimar gözüyle süzdükten sonra, güneye bakan üç pencerenin birini, ortadakini gösterdi:
- İşte bu pencereyi tabana kadar yıkıp indirdikten sonra, kırk santim kadar da dışarıya çıkıntı yapıp, ''mihrap'' haline getirmeliyiz. Burayı marangoz ve sıvacıyla hallettikten sonra, Balaban da mihrabı güzelce nakşeder.
Bu sırada, Mapushane Müdürü ile Başgardiyan telaş içinde koğuşa girdiler:
- Hoş geldiniz Savcı Bey.! dediler.
Savcı bizi gösterdi:
- Bu büyük bir şair. Bu da büyük bir ressam. Bu iki usta, burayı ''cami''ye çevirecek. Sen de Müdür bey, hangi malzeme gerekiyorsa temin edeceksin.!
- Hay hay Savcı Bey.!
- Cami işi böyle. Şimdi gidelim bakalım.
Gidip baktık: İdarenin salonuna yapacak olduğum parmaklığa.
Onbeş gün sonra istediğim boyaları, fırçaları ve muşamba için kaput bezini Müdür temin etti. Fakat öncelikle cami işine koyulduk. Marangoza yıktırıp yaptırdık; sıvacıya sıvattırdık. Koğuşun tabanını tahtayla döşettik. Ben de ''mihrabı'' nakışlarla süsledim. (Yani size söylemek istediğim:) Nâzım Hikmet ile ben ''mapushanenin içine cami yaptık.'' (Sayfa: 174-176)

ÖZGÜRLÜK
*
8 Nisan 1950: Nâzım Hikmet, ''Ölüm Orucu''na yattı.
15 Temmuz 1950: Türkiye Büyük Millet Meclisi af ilân etti.
Çıktık dışarıya: Özgürlük.!
Bu özgürlük, gökten zembille inmedi bize. Ne Allahın inayeti, ne de devletin marifeti bizi özgürlüğe salmadı.
Nâzım Hikmet'in ölümü göze almasıyla, ''açlık grevi''ne girip diretmesiyle, ''af'' çıkarmak zorunda kaldı hükümet.
Nâzım Hikmet dışarıya çıktığında; yanında yüzlerce şiir ve piyesle birlikte, büyük bir destan; ''Memleketimden İnsan Manzaraları'' vardı.
Ben dışarıya çıktığımda; yanımda yirmi adet resim tablosu vardı. (Sayfa: 205)

NÂZIM HİKMET'İN EVİNE GELENLER
*
Çoğunlukla pazar günleri, tanışık olduğu kişiler, Nâzım'ı görmeye geliyordu. Ve benim tanıdıklarımın arasında Celâl Esat Arseven de vardı. Bu adam doksan yaşını aşmasına rağmen, on yıldan beri ''Sanat Ansiklopedisi'' hazırlıyormuş. Bu çalışkan sanat adamı, bir sanat galerisine girer gibi girdi salona. Nâzım'a daha önceleri gelmiş olduğundan, bu kez hoşbeşi kısa kesip, benimle de tanıştıktan sonra, resimlere bakmaya başladı.
Resimlere alıcı gözüyle değil, yapımcı gözüyle bakıyordu. Tekniğini, tarzını anlamaya çalışıyordu herhalde.
Şair Baba ile ben de, adamı gözlüyorduk.
Adam bir süre sonra oturdu. Ve yine gözlerini tabloların üstünde gezdirerek baktı baktı, bir fısıltı halinde:
- Ne desem bilmem ki.? dedi.
Nâzım onu duydu:
- Bir kulp arıyor olmalısın hocam.! dedi.
- Hayret.! Bu eserler fevkalâde güzel. Amma velâkin, hiçbir akıma koyamadım: ''Kübizm'' desen, değil. ''Sürrealizm'' desen değil. Dünyada hiç eşi benzeri olmayan bir tarz. Balaban'ın resimlerine ne diyeceğiz peki.?
Nâzım Hikmet, kendi hocalığından ve benim ressamlığımdan emin bir halde ayağa kalktı:
- Balaban'ın bu tarz yapmış olduğu akıma, illâki bir kulp gerekiyorsa, buna da, ''Balaban'izm'' dersiniz Hoca.! dedi.'' (Sayfa: 221)

BEN SABIR TAŞI MIYIM.?
*
''..hiç kimsenin cömert eli sana maddi manevi bir ikramda bulunmadığı için, senin sırtında, onların çolak ellerinin okşayacağı yer yok.!'' (Sayfa: 229)
*
Nâzım Hikmet, İbrahim Balaban'a diyor.

*****

''Hayatımı ve sanatımı korumak için, Şair Babanın nasihatini tutmak durumundaydım. Açmış olduğum sergilerdeki resimlerim üstüne çok sözler edildi, çok yazılar yazıldı. Hiç ses etmedim.
1961'de üçüncü dönem sergimi hazırlarken; ''Yeni Dal Grubu''nu kurduk. Daha ilk grup sergimizi yaptığımızda, tutuklandık. Balmumcu'da 6 ay yattım.
Sözlerimden, yazılarımdan ötürü tutsak olmamalıydım. Çok şükür, resimlerimden dolayı mapus yattım.! Daha sonra yine resimlerimde suç unsuru arandı; birkaç kez tutuklandım. Gericiler tarafından sergim basıldı. Resimlerimi parçaladılar.
Şair Babanın istediği gibi, resimlerim konuşuyordu. Artık konuşmamın ve yazmamın sırası gelmişti. Hayatımı ve sanatımı yansıtan yazılar yazmalıydım. Yazdım, yazıyorum..'' (Sayfa: 276)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...