16 Şubat 2021 Salı

Galina Serebryakova - Ateşi Çalmak, Sınamalar, 3. Cilt, Çeviren: Nurşen Özkan

''Piramitlerin karanlık kubbelerinden getirilip Britanya Müzesi'ne yerleştirilen onlarca mumyanın üzerine eğilerek incelerken böyle düşünüyordu Marx. Mısır yöneticileri, ölümsüzlüğe ulaşma hayallerinin cezasını, kasvetli Montague House'un loş salonlarında, ağızları açık meraklı ziyaretçi bakışları için müze eşyası olmakla çekiyorlar. Milyonlarca göz, bir zamanlar yaşamış insanların kurumuş, kabuğa dönmüş derilerine, eski yazılara baktığından farklı bakmıyor. Ölüm, bireysellikleri ortadan kaldırıyor. Öyle ki, cesur Mısır kumandanlarının kişiliklerinden kopmuş cesetleri ile güzellikleriyle ün yapmış tapınak rakkaselerinin cansız vücutları aynı ölçüde zavallı, itici.'' (Sayfa: 9-10)
*****
Marx, firavunlardan ayrılarak, müzenin antik bölümüne geçti. Fazla büyük olmayan bu bölümü, yorucu ve can sıkıcı buldu. Kabartmalar, kül küpleri, yazıtlar; Roma patrisyenlerinin ve Grek despotlarının yaşamını canlandırmakla yükümlüydüler.
Zamanın biçimsizleştirdiği hüzünlü yıkıntılar -uzak geçmişin kalıntıları- arasında Marx, milyonlarca kölenin, zanaatkârın ve köylünün yaşamı hakkında fikir verecek izler görmek istiyordu. İnsanlığın çoğunluğunu oluşturan bu kesim tarihsel canlandırmadan yoksun bırakılmıştı.
Müze, Marx'a sadece bir sanat tapınağı, tarihin başarısız resimlenmesi olarak değil aynı zamanda Büyük Britanya sömürgeciliğinin örnek bir reklamı gibi geldi.'' (Sayfa: 10)
*****
''Milyonlarca kitap cildinin içinde düşünceler, hayaller, bilimsel öngörüler, yüzyılların dahiyane buluşları yaşıyordu. Kitabı Karl kadar duyumsayan ve anlayan insana ender rastlanır. Daha çocukluğundan beri kitap onun için ekmek, hava, su kadar yaşamsaldı. Kendisini kitapsız hatırlamıyordu. Ellerinden binlerce ve binlerce kitap geçmişti; düşüncelerini kanatlandırmış, hüznünü azaltmış, içinde isyan ya da gülümseme doğurmuştu. Aradan geçen zamanla birlikte, daha fazla ve daha fazla öğrenmiş, iyice titizleşmişti. İstediğini bulmak gittikçe zorlaşıyordu ve çalışmalarına yardımcı olan, büyük zevk veren veya güzelce dinlenmesini sağlayan kitaplar onda daha büyük bir sevinç uyandırıyordu.
Marx, Britanya Müzesi'nin okuma salonunu sadık bir dostu gibi sevdi.'' (Sayfa: 12)


Engels:
*
''Fransızlar, 'Her şey, sabretmeyi bilenin lehine gelişir,' derler, ben de '..ve mücadele etmeyi bilenin' diye ekliyorum.'' (Sayfa: 16)
*****
''Hiçbir şey seyahat etmek ve yabancı ülkelerle tanışmak kadar insan beynini zenginleştiremez, ufkunu genişletemez. Engels büyük bir istekle yeni izlenimlerini belleğine kaydediyordu. Aynı zamanda İtalyancasını da sınıyor ve geliştiriyordu.'' (Sayfa: 18)
*****
''..''Müzik, ruhu etkiliyor, altüst ediyor. Bak ben şarkısız yaşayamıyorum. Ve hayatımda bir defaya mahsus olmak üzere bir kadına değil onun sesine âşık oldum. Burada Cenova'da, bahçe avlusunun ardında muhteşem bir soprano duydum ve her akşam bu evin yanına gitmeye başladım. Sonunda tanıştığımızda şarkı söyleyenin kambur olduğu ortaya çıktı. Ama ben artık onu sevmiştim.''
''Onunla evlendin mi.?''
''Evet. Pişman da olmadım. Topu topu bir yıl birlikte yaşadık. Zavallı öldü, ben ise avunamıyorum. Hâlâ sesini içimde duyumsuyorum.''
Kısa süre sonra Diverolli, Engels'i İngiltere'ye giden yelkenli gemiye kadar geçirdi.'' (Sayfa: 22-23)
*****
''Londra'ya ulaşabilmek için, gemi ile yaklaşık bir buçuk ay yolculuk yapması gerekiyordu Engels'in. Çalışkan Friedrich'in zamanını amaçsızca çarçur etmeye tahammülü yoktu. Güverteye ayak basar basmaz hemen denizcilik bilimiyle ilgilenmeye karar verdi ve kendisine has ciddiyeti ve özeniyle mevsimlerin özelliklerini, rüzgârların yönlerini, denizin durumunu, kıyı şeritlerindeki değişiklikleri günlüğüne kaydetmeye başladı.
Friedrich denizi çok seviyordu. 💙🛥💙 Deniz, onun her türlü bayağılığa yabancı, yılmaz, ince ruhu ile uyum gösteriyordu. O, denizin dinginliğinden de, kendisine bu uzun sonbahar yolculuğunda eşlik eden, her şeyi yıkan, güçlü fırtınalardan da zevk alıyordu. Engels, korku nedir bilmeyen Norveç berserklerix* gibi suyun taşkınlıklarını seviyordu. Ona göre, bu deniz hareketlerinde sonsuzluğun ta kendisi duyuluyordu.''
*
Berserk: Ortaçağ öncesinde ve ortaçağda Viking ve Cermen tarihi ile folklorunda azılı savaşçı. Eski İzlanda dilinde berserk ayı postu anlamına geliyor. Savaşçılar ayı postu giyinirmiş. (Sayfa: 23)
*****
''Guy Fawkes'un parlamentoyu havaya uçurmayı tasarladığı gün, yüzlerine eşek maskeleri takan gençler başkent sokaklarına dökülürler. ''Yaşasın Guy Fawkes'' diye yüksek sesle bağırılır, havayı yüzlerce çatapat yırtar, cırcırlar uğuldar.
5 Kasım 1849 günü Chelsea'da gürültü patırtı ve kahkahalar yayılırken Jenny Marx'ın dördüncü çocuğu, oğlu Heinrich doğdu. Büyük komplocunun anısına, göbek adı Guido olan çocuğa Foksçuk (Föxchen) lakabını taktılar.'' (Sayfa: 27)
*****
''Mutluluk, rengarenk, güzel kokulu bir çiçek gibi insanı çeker ve süsler; mutsuzluk ise, adeta şiddetli bir kar fırtınası gibi insanı sınavdan geçirir, maskeleri indirir, içyüzünü ortaya çıkarır. Sadece sağlıklı ve temiz ruhlarda barınabilen gerçek sevgi ve dostluk, felaketlerin ve yoksulluğun sınavından başarı ile geçebilir.
Marx, İngiltere'ye gelir gelmez Komünistler Birliği'nin faaliyetlerine koyuldu. Güç zamanlardı. Avrupa'nın üzerinde yükselen devrim kasırgası, Birliğin birçok üyesini çeşitli yerlere savurmuştu. Zayıflar savrulmuştu, geleceğe olan inançlarını yitirmişlerdi; güçlüler ise faaliyetini, mücadeleyi sürdürmeye koyulmuşlardı. Bazıları ölmüştü, bazıları ise sürgündeydi. Öncü bölüğün şimdi bir komutana her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı. Ortaya çıkan ve artan zorluklara karşın yorulmak bilmeyen, hırsla çalışan, daima başı dik olan Karl Marx, komünizm bayrağını inançla ileriye götürüyordu.'' (Sayfa: 30)
*****
''..''Duvar ustası,'' diye düşündü Jenny, ''ağır koşullarda çalışır ama bilir ki, elinin altında evlerin duvarları yükselecektir; dülger, marangoz, insanlar için yararlı birçok şey yaratırlar; boyacı, arabacı ve hepsi çalışmalarının ürününü görür. Bilim adamları, doktorlar, öğretmenler, insanlığı zenginleştirir, kurtarır, öğretir, eğitir; oysa ben sabahtan akşama kadar, parasız nasıl yapabileceğimi, sevdiklerimi nasıl doyuracağımı, giydireceğimi ve paklayacağımı düşünüyorum. Çıkrık tekerleği gibi aynı yerde dönüp duruyorum.''
Karl'ın yaşadıklarından geri kalmak ve yeterince kitap okuyamamak düşüncesi ona acı veriyordu. Geceleri huzursuz edici düşünceler uykusunu kaçırıyordu. Büyük, kestane gözleri ile karanlığa bakarak yatıyor ve uykusuzluğunu kocasından gizlemeye çalışıyordu. Ne yapmalı, kör sokaktan nasıl çıkmalı.? Jenny, sığınmacı ailelerde gördüğü kadınlar gibi günlük yaşamın küçük sorunlarının, kaygılarının adeta insanı içine çeken bataklığına saplanıp hırçın biri olmaktan, yenik düşmekten korkuyordu. Yabancı ülkede yoksulluk çekmek büyük bir sınamaydı. Kendisi dayanabilecek miydi.? Yoksulluk, tasa, nankör ev işleri insanı her taraftan sıkıştırmasa, güzel, eğitimli ve çok başarılı olmak kolay. Karl'ın sarsılmaz yaşam sevincini ve devasa irade gücünü benimsemeye çalışıyordu.'' (Sayfa: 32)

https://curiousrambler.com/madame-tussaud-ahead-of-her-time/

''Ressam, yaşamı, düşlerini, çağını tuvalde canlandırır; heykeltıraş ise, kalemle taşa boyun eğdirir. Bayan Tussaud XVIII. yüzyılın sonunda, bir arının çalışkanlığı ile, kolay işlenir mumdan, yaşadığı yüzyılı canlandırmaya çalışmış. XV. Louis'nin krallığı döneminde doğmuş. Sadece porselen ve boyalı mum, yaşamın sahte altın kaplamasını, yalancı sırmasını, rengarenk elbiselerin çeşitliliğini, perukların buklelerini, yeni doğan kibirli asilzade takımının cilvelerini yansıtabilirdi.
Önceleri geçim zorluğu çeken, sık sık iş aramak zorunda kalan, ancak çevik, ticari yeteneğe ve bir suret çıkarıcının becerikli elleri ve keskin gözlerine sahip, kızlı adı Mary Treshold olan Bayan Tussaud, Paris'teki ilk mumdan figürler müzesini kurarak kısa sürede zenginleşmiş.'' (Sayfa: 36)
*****
''Terör günlerinde, girişken kadın portatif iskemlesiyle, ölüm sehpasının hemen yanına yerleşiyordu. Usta parmakları ölülerin yüzlerini resimliyor, henüz soğumamış kesik kafaların kalıplarını çıkarıyordu. Tarihi değeri olan eski püskü şeyleri toplayan kadının küçük bir odası, hapishane ve morg atıklarıyla dolmuştu.'' (Sayfa: 37)


''Karl, Britanya Müzesi'nin sessiz ortamında, kitabının her bölümü üzerinde ince ince düşünüyor ve tasarlıyordu.
''Hayır, -diye düşünüyordu- bu yenilgilerle devrim ölmedi. Devrim öncesi geleneklerin kalıntıları, henüz keskin bir sınıf çatışması düzeyinde sivrilemeyen toplumsal ilişkilerin sonuçları öldü; devrimci partinin Şubat Devrimi'ne dek kurtulamadığı kişiler, ham hayaller, fikirler, projeler öldü ve onu bunlardan Şubat zaferi değil ancak tüm yenilgiler dizisi kurtarabilirdi.''
Karl, bu düşüncesini yeni çalışmasının girişinde ifade etmeye karar verdi. Kâğıda dökerek şöyle ekledi:
''Kısaca, devrimci gelişme doğrudan trajikomik kazanımlarıyla değil, tam tersine, kenetlenmiş, güçlü bir karşıdevrim ortaya çıkartarak ve ancak onunla mücadele ederken devirmeci parti gelişerek gerçek bir devrimci partiye dönüşerek kendisine yol açtı.''
Dünya gericiliğine meydan okuyan ve yenilgiyi sadece zafere giden yol üzerindeki bir durak olarak gören büyük düşünür, gerçek mücadeleci devrimci, bu katı diyalektik sonuçlarla kendini ortaya koymuştu.
Marx, bu çalışmasında, işçi sınıfının siyasi iktidarı tümüyle ele geçirmesi ve -o klasik kavramı ilk kez kullanarak- ''proletarya diktatörlüğü''nü kurması zorunluluğuna işaret etmişti. Devrimci sosyalizmin ve komünizmin, devrim süresince iflas etmiş küçük burjuva ütopik teorileri karşısında sahip oldukları ayırt edici özelliklerden söz ederken Marx, bilimsel sosyalizmin sürekli devrimlerde kendisini ortaya koyduğunu, proletaryanın sınıfsal diktatörlüğünün ise, genel olarak sınıf farklarını yok etmek için gerekli bir geçiş aşaması olduğunu yazdı.'' (Sayfa: 42-43)
*****
''Son yıllarda açık bir şekilde belirginleşen Karl'ın dudaklarının iki ucundaki alaycı çizgiler keskinleşti, Marx hafifçe gülümsedi.
''Sizin Barthelemy, daima, hazırlıksız olduğunuz devrim maceralarına ihtiyacınız olmuştur. Siz gerekli tarihi ve ekonomik koşullar olmadan, zaman, mekân dışında yaşamak ve mücadele etmek istiyorsunuz. Kaçınılmaz olarak hezimete uğrayacaksınız. Mücadelenin sonucunu ve zaferi belirleyen koşulları göz ardı etmemek gerekir.''
''Zaferi,'' dedi Barthelemy, ''zamanında patlamış bombanın barutu, düşmanın kafasını delmiş ölümcül kurşun belirler.''
Karl ağır ağır öne doğru eğilip dirseklerini masaya dayayarak, konuşanın kara gözlerinin içine dikkatle bakıyordu.
''Feodalizm ve şimdiki burjuva düzeni adeta bin kafalı bir canavar,'' dedi sert bir şekilde Marx. ''Bir tek kafasını kesersen onun yerine anında binlerce yeni kafa çıkacak. Toplumsal hareketi oluşturan koşulları reddetmek için akıl hastası ya da manyak olmak gerek. Siz korkunç derecede yanılıyorsunuz ve böylece devrime de zarar veriyorsunuz. Ortaçağ simyacıları gibi teoriyi reddediyor ve kendinizi anlamsız bir ölüme mahkûm ediyorsunuz. Sizin komplolarınız, cehennem makineleriniz, tabancalarınız, meş'um bir saçmalık.''
''Eğer insan sizin ardınızdan yürürse asla devrim zafere ulaşamaz,'' diye hırladı Barthelemy.
''Başka yol yok. Bunları biz uydurmadık. Siz de olayların akışını durduramazsınız,'' diye söze karıştı Engels. Marx gibi o da, Barthelemy'nin aptalca inadına, sinir olmaya başlamıştı. ''Siz bizden çok daha büyüksünüz, Emmanuel ve horoz dövüşü yapmak size yakışmıyor. Tehlikeli öfkenizi zapt edin ve devrim faaliyetlerini örgütlemeye başlayın.''
''Onunla siz ilgilenin, benim işim ise, tarihin akışını bize doğru çevirmek.''
''Çabalarınız boşa gider, çünkü tarih, siz makinistlerin ustaca kullanabileceği bir manivela değildir. O, hepinizi fırlatıp acımasızca boğacak,'' dedi Marx.'' (Sayfa: 55-56)


''Engels'in de ''kuyruğu'' -Willich polis hafiyelerine bu adı vermişti- vardı. Marx da, Engels de polis takiplerine alaycı bir sakinlikle karşılık veriyorlardı. Bazen, Marx ve Engels birlikte çalışırken, iki gizli polis, birbirlerine mesleklerinin olumsuzluklarından yakınıyorlardı.
''Bilemiyorum,'' diyordu çilli, tombul hafiye. ''Hükümet bu Alman için neden bu kadar para harcıyor.''
''Emniyetin tuhaf ya da çok gizli birtakım fikirleri olabilir.''
''Bir firmanın elemanı kılığında Marx'ın evine girdim,'' diye devam ediyordu çilli olan. ''Marx'lar çok yoksul insanlar. Bir odaları ve yatak odası olarak da kullanılan bir kilerleri var. Çocukları sağlıklı görünmüyor. Doğruyu söylemek gerekirse benim evim kat kat daha iyi durumda.''
''Sen herhangi bir lordu ya da bankeri mi takip etmek istiyorsun.?''
''Sorun bu değil. Benim 'hedef' bazen tüm gününü kütüphanede harcıyor. Yazdığı kâğıt sayfası insanı iflâsa götürür.''
''O kendisini bilime kaptırınca sen ne yapıyorsun.?''
''İşte asıl mesele de bu. Onun ardından imparatorluğumuzun tüm gazetelerini okumak zorunda kalıyorum. Bundan da başım ağrıyor. Ama böylece uyuklamaktan da kurtuluyorum.''..'' (Sayfa: 57-58)
*****
''Bazı insanlar vardır ki, karşılarında ruhen toparlanmamak, irade gücünü ve düşüncelerini harekete geçirmemek, daha temiz ve doğrucu olmaya çalışmamak olanaksızdır. Marx, öyle biriydi. Onun bulunduğu ortamda sohbet daha anlamlı oluyor, düşünceler kanatlanıyor, ruh arınıyordu. (..)
''Baba Marx'', -eğitim topluluğu üyeleri kendisine bu isimle sesleniyordu- birkaç gün önce Regent Street'de demiryolu grubunun taşıdığı bir elektrikli makine modelini izlediğini, olağanüstü bir canlılıkla anlatıyordu.
''Harika bir şey, dumansız ve sessiz, inanılmaz sayıda çok vagon çekiyor. Elbette geleceğe ait bir olay, ama bir kez prensip bulundu mu, ardından gelecek gelişme, sadece bir zaman sorunudur. Dostlar, yeni bir teknolojik devrimle karşı karşıyayız. Teknolojik ilerleme bir devrime yol açacak; bu ekonomik devrim ise mutlaka politik bir devrimle sonuçlanacak.''
Karl'a göre, geçmiş yüzyıllarda dünyayı altüst eden buhar gücünün hâkimiyet devri bitmiştir; yerine onunla kıyaslanmayacak ölçüde büyük bir devrimci güç -elektrik kıvılcımı- geçecektir.'' (Sayfa: 60-61)
*****
''..''Ben de dilbilimine büyük bir ilgi duyuyorum,'' diye devam etti Karl. ''Ve eski diller de en az yeni diller kadar ilgimi çekiyor. Aklıma gelmişken, siz İspanyolca biliyor musunuz.?''
Wilhelm bu dili öğrenmemişti.
''Yazık, bir filolog bu dili mutlaka bilmeli, çünkü İspanyolca Cervantes'in, Lope de Vega'nın, Calderon'un dili. Ben size yardım ederim, ban gelin. Roman dillerinin kıyaslayıcı gramerinden başlarsınız ve sözcüklerin kökenlerini, yapılarını tekrarlarsınız.''
Ertesi gün, yakınlardaki Church Street'de oturan Liebknecht, Marx'a uğradı ve ondan sonra neredeyse her gün onu ziyaret etmeye başladı.'' (Sayfa: 62)
*****
''Ders esnasında, Marx, üzerine tebeşirle formüller yazdığı taş bir tahta kullanıyordu. Brüksel'de ilk kez işçi topluluğuna politik ekonomi dersleri verirken de aynı yolu izlemişti. Dersin bitiminde sadece dinleyicileri değil, kendisini de kontrol etmek ve aynı zamanda anlaşılmayan zor konuları açıklamak için genellikle sorular soruyordu. O doğuştan bir pedagogdu, bilgi ve hazırlık konusunda eşitlenmemiş herhangi bir dinleyici kitlesinin anlayabileceği şekilde konuşuyordu.'' (Sayfa: 64)
***** ''Kişiye tapma. İkbal ve zenginlik peşindekiler için çok emin bir yol. Ama halka ne büyük, tarifi imkânsız felâketler getirir. Keyfilik, kapris, geçici arzular gittikçe yasallaşır; tarihi yaratanların yerine tek irade, tek bir isim geçer. Bu ismin iyi ya da kötü olduğunu kim bilebilir ki.? Halk başlangıçta farkında olmaksızın, belirsiz bir uçuruma doğru sürüklenir. Devlet içerisinde sınırsız bir yetkiye kavuşan kişinin karakteri ise, bu uçurumun ta kendisi. Keyfilikle birlikte artan, onlarca rastlantısal etki, kuşku, sorumsuzluk, tek tek bağımlı kişilerinkinden çok, her zaman tüm halkın kaderini belirler. Marx ve Engels, Büyük İskender'i, Papa Alexander Borgia'yı, Doğunun despotlarını, Rus çarlarını düşündüler.'' (Sayfa: 69) ***** ''Şubat ayaklanmasına yol açan 1847 sanayi krizi çoğu Avrupa ülkesinde sona ermişti ve şimdilik onun yerine fırtına hızıyla bir sanayileşme geçmekteydi. Çeşitli ekonomik yayınlar, inceleme ve istatistikler üzerinde çalışan Marx ve Engels, bir süre öncesine kadar gerçekleşmesine ay, yıl meselesi gözüyle bakılan devrimin yakın bir gelecekte gerçekleşmeyeceği sonucuna vardılar. Bu sonuç, yeni bir mücadele taktiğini zorunlu kılıyordu. ''Böylesi bir genel gelişme döneminde, -diye yazdı Marx ve Engels- burjuva toplumunun üretim güçleri bu denli hızlı bir şekilde gelişirken, burjuva ilişkiler çerçevesinde bu her ne kadar mümkün olsa da, gerçek bir devrimden söz etmek olanaksızdır.'' Marx ve Engels, tıpkı devrim gibi kaçınılmaz olan yeni bir kriz sonucunda devrim dalgasının yeniden kabaracağını vurguladılar.'' (Sayfa: 72) ***** ''..''Benim itirazlarım şunlardır,'' diyerek artan heyecanını dizginlemeye çalışarak Konuşmaya devam etti Marx. ''Manifestonun evrensel görüşü yerine, Alman zanaatkârların ulusal duygularını okşayan Alman ulusal görüşünün geçirilmek istenmesi; Manifestonun materyalist görüşü yerine idealist görüşün ileri sürülmesi. Devrimde temel olan nesnel ilişkilere değil iradeye ağırlık veriliyor. Biz, işçilere, varolan koşulları değiştirmek ve bizzat kendilerinin egemen sınıf olabilmeleri için on beş, yirmi belki de elli yıl boyunca bir iç savaş yaşamak zorunda kalacaklarını söylerken bazıları ise şöyle diyor: Ya hemen iktidarı ele geçirmeliyiz ya da yatıp uyumalıyız. Sahte demokratların 'halk' sözcüğünü kullanmaları gibi şimdi 'proletarya' sözcüğü boş bir lakırdıymış gibi kullanılıyor. Bu ''sözcüğü' yaşama geçirmek ancak tüm küçük burjuvaları proleter ilan etmekle mümkün olurdu. Bu durumda da proletaryayı değil küçük burjuvaziyi temsil ettiğimiz anlamı ortaya çıkar. Gerçek devrimci gelişimin yerine, devrimci 'tumturaklı lafları' koymak gerekir.''..'' (Sayfa: 73-74) ***** ''..''Proletarya, barikatlarda ve savaş alanlarındaki zaferinden önce, entelektüel alanda elde edeceği zaferle gelecekteki hâkimiyetini ilan edecektir,'' dedi Marx.'' (Sayfa: 82) *****

İKİNCİ BÖLÜM

*

SİSLER İÇİNDE BİR ADA

* ''..''Kurutulmuş bitki koleksiyonu, canlı çiçeğin güzelliği ve kokusu hakkında gerçek bir fikir vermez. Tanımadığın bir halkın nazım ve nesir eserlerinin de, ancak orijinal dilinde okunduğunda, gerçek tadına varılabilir,'' diye düşünüyordu Engels.'' (Sayfa: 88) ***** ''..''Eğer sistematik bir tarzda çalışmazsan hiçbir ciddi sonuca ulaşamazsın,'' diye tekrarlamayı seviyordu. Engels'in ilgilendiği, titizlikle ve derinlemesine incelediği her şey bir tek amaca hizmet etmeliydi: Proletaryanın özgürlük mücadelesine. Marx gibi o da yabancı dilleri bilmenin gerekliliğine inanıyordu.'' (Sayfa: 89) ***** ''İngilizler, İncil okurcasına ya da kelimeleri sündürerek dua mırıldanır gibi sessizce ve uyum içinde yaşıyorlardı. Şımarıklıktan yoksun oluşları, kaliteye karşı hoş görülü kalmaları ve pratik, rutin yemek alışkanlıkları İngiliz ırkının imrenilecek yönlerinden biridir. Çağdaş Britanyalılara bu özellik, toprak ve mücevher aramak için denizlerde dolaşan atalarından mirastır. Daha sonra, püriten ahlakı da oruç tutmayı ve sade yaşamayı öğütlemişti. Protestanlığın katı dogmaları, boğaz düşkünlüğünü yok etmişti.'' (Sayfa: 90)
*****
''Bugünlerde, Dean Street no 28 adresindeki evin iki odasında büyük bir huzursuzluk ve hüzün vardı. Çocuklar suskunlaşmıştı ve pek nadiren şarkı söylüyor ya da koşuyorlardı. Yaramazlık yapan, bu rastgele devşirilmiş mobilyaları dağıtan kimseler yoktu artık. Küçük ev, aile fertlerini oluşturan üç yetişkin ile dört çocuk için çok dardı, üstelik evsiz Alman sığınmacıları sıklıkla geceyi Marx'larda geçiriyorlardı.
Şubat, adanın iğrenç aylarının başında gelir. Kötü koku yayan, yapışkan sarı sis ile kara bulutlar yeryüzünü kuşatır.
Karl Marx, neredeyse bütün bu ay boyunca Britanya Müzesi kütüphanesini ziyaret edemedi ve evden hiç çıkamadı. Çünkü redingotu ve ayakkabıları rehinciye bırakılmıştı. Karşılığında aldıkları para, evsahibesine olan borçlarını kapatmak için harcanmıştı ve tüm aileyi sokakta kalmaktan kurtarmıştı. Lenchen artık uzun süredir yemeklere et katamıyor, çocuklara süt alamıyordu. Büyüklerin ve çocukların tüm yediği, patates, yulaf lapası ve ekmekten ibaretti. Manav ve bakkal, veresiyeyi kesmekle tehdit ediyorlardı ve yoksulluktan bitkin düşen Jennny hepten aç kalacakları korkusuyla gece gündüz demeden kâbus görüyordu. Sinirleri tümden harap olmuştu ve sık sık ağlıyordu. Bu durum Karl'ı çaresizliğe itiyordu. Ama olağanüstü bir çabayla gücünü toplayıp daha da büyük bir hırsla işine koyuluyordu.
Lenchen'in özenle yamadığı eski pantolonunu ve sıcak tutan gömleğini giymiş, bulundukları durumun trajikliğine bakmadan, çalışma masasına oturarak kendisini tamamen çalışmaya vermişti.'' (Sayfa: 100-101)
*****
Karl Marx:
*
''..''İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi istediklerine göre seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli olan ve geçmişten bugüne süregelen koşullar içinde yaparlar. Tüm ölmüş nesillerin geleneği, yaşayanların beyni üzerinde büyük bir baskı oluşturur. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri bir başka şekle dönüştürmekle, tümüyle yeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişin ruhlarını kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer, uygunsuz kılıkla ve yabancı bir ağızla ortaya çıkmak üzere onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.''..'' (Sayfa: 104)


18 Brumaire
*
''19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirselliğini geçmişten değil ancak gelecekten alabilir. O, geçmişin bütün hurafelerinden kurtulmadan, kendi amacını gerçekleştirmeye başlayamaz. Daha önceki devrimlerin, kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinimleri vardı. 19. yüzyılın devrimi, kendi öz nesnesini gerçekleştirmek için, kendi ölülerini gömsünler diye ölülerini bırakmak zorundadır. Orada söz içeriği aşıyordu, burada ise içerik sözü aşıyor..
Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya koşuyorlar; onların dramatik etkileri birbirini aşıyor, insanlar ve nesneler, sanki mücevher parıltılarının çekiciliğine kapılmış gibidir; her gün mest olmak toplumun sürekli hali olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir; çabucak doruğa ulaşıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine mal etmeyi öğreninceye dek topluma uzun bir huzursuzluk musallat oluyor. Buna karşılık proletarya devrimleri, , 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeniden başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler; hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, sürekli yeniden gerilirler, ta ki her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya kadar..'' (Sayfa: 106)
*****
''..''Yine gözyaşları. Onlar sütü sirkeye dönüştürüyor,'' diye fısıldadı sitemle Lenchen.
''Haklısın,'' diye cevap verdi Jenny. ''Ama bu karanlık lanet şehirde çocuklarım her şeyden yoksun, besinsizlik ve ışıksızlıktan sararıp soluyorlar.''
''En kara bulutun bile daima gümüşten bir astarı vardır. Kara bulutlar geçtikten sonra, gökyüzü öyle temiz görünür ki,'' dedi Lenchen. ''Çok zengin insanlar gördüm ben ama bir tek gün bile onların yerinde olmayı istemedim. Karl gibi sana sadık, seven birine ve Bay Engels, Wolff ve ötekiler gibi dostlara sahip olduktan sonra kadere isyan etmeye gerek yok. Ya çocuklar.? Her biri bir mücevher parçası değil mi.? Birçok insan onlara bakıp bizi kıskanıyordur. Etrafındakilerin hepsi iyi insanlar, öyle değil mi.? Bu da, dünyada en nadir ve en güzel şeydir. Ruhun daima bayram edecektir.''
Jenny cevap vermedi. Az önce kocasının el yazmalarını temize çekerken okuduğu ''yüreksizliğin çağları'' üzerine ilginç düşünceleri anımsadı. Yoksa, Jenny'nin yaşamında da mı böyle bir dönem başlamıştı.? Yüreksizlik.. Hayır, hayır.! Bu yaşam tarzını kendisi seçip bununla daima gurur duymamış mıydı.? Bir mücadelecinin, bir devin eşi olmak. Bu gerçekten de büyük bir mutluluktu.'' (Sayfa: 107)
*****
''Jenny, kısa dinlenme saatlerinde Karl'a asla müdahale etmemesine karşın şimdi ona kitabının ne kadar ustaca yazıldığını söylemek istiyordu, bu sefer sabredemedi.
Karısı tarafından uyandırılan Karl, ilk başta ne olduğunu anlayamadı. Hasta, yorgun gözlerini kısarak, şakın bir halde Jenny'ye baktı.
''Ne oldu.?'' diye sordu endişeyle. Son zamanlarda hiç beklenmedik bir anda türlü olumsuzluk ve felâket haberleri duymaya alışmıştı.
''Bağışla, sevgilim. Ama gerçeği söylemek gerekirse, sabahı bekleyemedim. Sen, her ikimizden de çok daha uzun süre yaşayacak olan, olağanüstü bir kitap yazmışsın. Volkandan o an fışkıran lavı ya da daha sarsıntılar sürerken depremi tasvir etmek çok zor.''
''Sen, alev alev yanan Vezüv'ün eteklerinde bulunurken Pompei'nin ölümünü anlatan bilim adamı Pilini'yi unutuyorsun,'' diye gülümsedi Karl.
''O, eninde sonunda doğal bir afetin betimlenmesiydi sadece. Sen ise maceraperest Bonaparte'ın darbesini doğuran nedenleri açıklamayı başarmış, gizli güçleri keşfetmişsin, öyle ki buna hiç kimsenin daha fazla ekleyebileceği bir şey olamaz.''..'' (Sayfa: 110)


''..''Tarihin dalgaları bazen yumurta kabuklarını ve hatta gübre artıklarını bile üste çıkarabilir,'' diye alayla gülümsedi Karl.'' (Sayfa: 114)
*****
''..''Yine de yeni kitabınız hakkında bana daha hiçbir şey söylemediniz,'' diye yeniden konuşmayı başlattı İngiliz. ''Sizin eseriniz gibi 2 Aralık darbesini ele alan iki Fransız'ın eserleri hakkında bir şeyler işittiniz mi.?''
''Evet, onları okudum. 'Elysee eşkıyaları'nın darbesi daha uzun bir süre dünyadaki tüm demokratların kafasını karıştıracak. Kitaplardan birinin adı 'Küçük Napolyon', yazarı da Victor Hugo; diğerinin adı 'Hükümet Darbesi', yazarı ise sizin de tanıdığınız Proudhon. Gördüğünüz gibi Hugo ve ben mülteciyiz, her ikimiz de sisli adada barınak bulabildik.''
''Sizi başkalarıyla aynı kefeye koymak istemem Marx. Hugo'nun yeteneğine saygım var, sonuçta o da yürekli bir insan. Saygıdeğer Proudhon'a gelince, kendisini org sanan düdüğe giderek daha çok benzemeye başladı.''
Karl, yakından ilgilendiği konuya ilişkin iki Fransızca eser hakkındaki görüşlerini Ernest Jones'a anlatmaya başladı.
''Hugo'ya göre, 2 Aralık olayları, duru gökte çakan bir şimşek gibi bir şey. Ona göre, bu neredeyse kader. Hugo, olup bitenlerde ancak bir kişinin zora başvurmasını görüyor ve politik düzenbazın -hiç kuşku yok ki Louis Bonaparte tam böyle biri- önemini küçümsemeye çalışarak, gerçekte Bonaparte'a kişisel girişimin sınırsız gücünü yakıştırarak onu yüceltiyor. Kitapta, bu hızlı yükselişin gerçek tarihsel ve politik nedenleri bir kez bile açıklanmamış, hatta bu konuda susmak tercih edilmişti. Dolayısıyla, Hugo'nun kitabı bence, yakıcı ve zeki çıkışlarına karşın ikna edici değil, kâğıttan bir kule gibi hafif.''
''Ya Proudhon'un kitabı.?'' diye merakla sordu Jones.
''Proudhon, sözde nesnel tarihçilerin hatasına düşüyor. Hükümet darbesini, tarihsel gelişimin bir sonucu olarak göstermeye çalışmasına karşın, kendisi de farkına varmadan, aslında sürekli Louis Bonaparte'ı yüceltiyor.'' (Sayfa: 115)
*****
''..''Hugo ve Proudhon'un tam tersine kitabımda, şu soytarı Louis Napolyon'un kahraman rolünü oynayabilmesi için, Fransa'daki sınıf mücadelesinin, koşulları nasıl hazırladığını açıklıyorum.''..'' (Sayfa: 116)
*****
Marx ve Engels:
*
''İki dost, sohbet sırasında, cümlelerin sonunu getirmeden birbirlerinin demek istediğini anlıyorlardı. Biri konuşmaya henüz başlamışken diğeri, anında hiç hatasız onun düşüncesini devam ettirebilirdi. Bu da açıkça, onların muhteşem yakınlığını ve birliğini gösteriyordu.'' (Sayfa: 119)
*****
Karl Marx:
*
''..''..tarihsel gelişmede sınıflar ve sınıf mücadelesi gibi karmaşık bir sorun hakkındaki vargılarımı aktarmış oldum. Kendim için şöyle formülleştirdim: Sınıfların varlığı, üretimin gelişmesindeki belirli tarihsel aşamalarla sıkı bir ilişki içerisindedir, bu birincisi; sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacaktır, bu ikincisi; üçüncü ve son olarak da, bu diktatörlüğün kendisi de, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız topluma geçiş aşamasıdır ancak.''..'' (Sayfa: 120)


Ölen yavruları Franziska'nın başında:
*
''..''Mutsuzken, geçmiş mutlu anları anımsamaktan daha büyük bir acı yoktur,'' diye fısıldadı şairin sözlerini.
Tam o anda tanıdık, son derece değerli bir el, omuzuna dokundu.
''Karl,'' diye fısıldadı içeriye sessizce giren kocasına. ''Benim için çok zor, dayanamıyorum. Bundan sonra ne yapacağız.? Bana destek ol, zayıfladığımı hissediyorum. Bana verdiğin destek sayesinde ayakta kaldım bugüne kadar. Nereden buluyorsun bu gücü.?''
''Bu yaşamın ta kendisi. Sınama anlarında güçlü olmalıyız. Doğum ve ölüm gerçeğin iki yanı ve tıpkı gece ve gündüz, sükûnet ve fırtına, med ve cezir kadar kaçınılmaz.''..'' (Sayfa: 127)
*****
''Karl, gençlik yıllarında, bu çetin yolu seçerken, sonuna dek sadık olduğu şu ilke yol gösterici olmuştu: En fazla sayıda insanı mutlu etmek. İnsanlığın büyük bir çoğunluğunun yaşadığı cehenneme korkusuzca atlamasının nedeni de buydu. Felsefede, tarihte, ekonomi biliminde, insanlığı mutluluğa götürecek araçları hırsla arıyordu. Kendisini adadığı insanların yoksulluğu, çocuklarının ölümü, açlık, hastalıklar şimdi onun da kaderi olmuştu. Başka türlüsü de olamazdı. Yoksulluğu Karl ile birlikte Jenny ve çocukları da çekiyordu.
Marx, sahip olduğu hassas ruhu, ciddi, adaletli yüreği ve kocaman beyniyle başka türlü bir hayat seçebilir miydi ki.? Eğer böyle bir şey yapsaydı, başka türlü bir insan olurdu.
Karl, ölü çocuğun yanına oturmuş, acımasızca kendi vicdanını sorguluyordu: Haklı mıydı, ailesine karşı acımasız değil miydi.? Ve vicdanı hiç kararsızlık göstermeden cevaplıyordu: ''Bu patikada ilerlemeyi sürdürmelisin. O, seni, bütün mutsuzlukların yenileceği günlere götürecek. Bu kayıp, dünyadaki sınırsız acıyı bir kez daha anlamanı sağlayacaktır, senin gözyaşların, denizde bir damladır.''
Karl, şömineden uzaklaştı, acı ve üzüntüden gözleri dolmuştu. Etrafta, herkes uyuyordu. Karyolalardan birinde Jennychen, Laura ve Musch birlikte uyuyorlardı. Onlara sarılmamak için kendini zor tutan Marx, sevgili yavrucakların uyuyuşlarını seyretti. Çocuklarını öyle çok seviyordu ki.! Hiç düşünmeden hayatını onlar için feda edebilirdi ama, hedeflerinden, fikirlerinden asla ödün veremezdi.'' (Sayfa: 128-129)
*****
''Hiçbir toplumsal akım yoktu ki Hyde Park'ın bir köşesinde toplanmasın. Kocaman siyah şemsiyeler ve lastik ayakkabılarla donanmış konuşmacı ve dinleyicileri ne yağmur ne de sis engelleyebiliyordu.
Karl, kahverengi bir tırtıla benzeyen, bağırıp duran sıska ihtiyarın, deneyimli günahkâr yüzlere sahip, tarih öncesinden kalmış on-on beş şahıstan oluşan koroya heyecanla şeflik yapmasını izliyordu.
''Mahşer, mahşer, mahşer; mahşerde ne yapacağız.?'' diye yırtınırcasına bağırıyordu Zebur okuyanlar.
Yırtık elbiseli iki işsiz Marx'a döndüler ve Zebur okuyanları işaret ederek nefretle konuştular:
''Mahşerin canı cehenneme, biz yeryüzünde bu geceyi nerede geçireceğimizi bilmek istiyoruz.''..'' (Sayfa: 136)


Ernest Jones:
*
''Solumda Whig'lerin, Tory'lerin ve parababalarının durduğu doğru ama özünde aralarında hiçbir fark yok. Zengin işadamı diyor ki, ucuza alın pahalı satın. Tory'ler diyor ki, pahalıya alın ve daha da pahalı satın. İşçiler açısından ikisi de aynı derecede kötü.. Emek: İşte tüm zenginliklerin yaratıcısı. Bir tek tohumun filize dönüşmesi, bir parça kumaşın dokunması için bile insan emek sarf etmek zorunda. Emek de kiralanan bir maldır; emek, zenginliği emek yaratıyor, onu her şeyden önce satın almak gerekir.! 'Ucuza alın, ucuza alın.!' Emek, en ucuz fiyattan satın alınıyor. Ama ardından: 'Pahalı satın, pahalı satın.!' Nedir satılan.? Emeğin ürünleri.. İşveren, emeği ucuza satın alıyor ve üstelik kâr elde etmek zorunda. O, işçinin ta kendisini satıyor ve sonuçta, işverenler ve emeğini kiralayanlar arasındaki her anlaşma, işveren tarafından hilekârca tertiplenmiş bir dolandırıcılıktır. Böylece, emek, sürekli zarara uğramaktan ötürü gittikçe aşağılara düşüyor, sermaye ise, durmadan yaptığı hilelerden ötürü gittikçe yükseliyor..'' (Sayfa: 142-143)


''Aşırı zayıflamış, hasta karısının yataktan kalkarak yanına geldiğini fark etmemişti Karl. Gözleri hastalıklı bir şekilde parlıyordu. Üşümekten büzülmüş, şalına sarınıp duruyordu. Karl, yeniden yatması için onu ikna etmeye çalıştıysa da başaramadı.
''Sevgilim,'' diyordu Karl, Jenny'nin ayaklarını, biraz eski, kareli, iskoç battaniyesi ile sararak. ''İnan ki, sonunda her şey düzelecek. Yeter ki sen sağlıklı ol. En küçük umut ışığının, senin derin ve duyarlı ruhuna gücünü yeniden nasıl geri getireceğini biliyorum. Sen, her şeyi yok eden ateşler içerisinde daha da mükemmel bir şekilde yeniden doğan gerçek bir anka kuşusun. Sen benim her şeyimsin..'' Karl alnını, Jenny'nin alev alev yanan ellerine değdirdi.
''Benim değil, senin manevi gücün sınamalardan geçiyor, Mağripli. Yıllar geçtikçe, mutluluk anlayışı nasıl da değişiyor.! Gençlik yıllarında mutluluk, çabucak elde edilecek şöhret arayışı, olağanüstü maceralar arzusu, zafer parıltıları ile dolu; olgunluk çağında ise, daha insancıl, mütevazı ve derin.''
''Herkes için değil,'' diye gülümsedi Karl.
''Anımsıyor musun, Çin'li bilgin Tao'dan okuduklarımızı.? Ne diyordu o: Mutluluk en başta gerçek dostu bulmaktır. İkinci olarak da temiz bir vicdana sahip olmaktır. Şu anda koşullarımız çok ağır olmasına ve elimizde tek bir kuruş bulunmamasına karşın, ben Tao'nun bu sözlerine bir de aşkı eklerdim. Her geçen gün daha da parlaklaşan ve güçlenen aramızdaki aşk gibi. Ancak başarısız biri, duyguların zamanla yok olduğundan söz edebilir. Çocukluğumdan beri seni seviyorum ama bana öyle geliyor ki, gerçek ve büyük bağlılık evlilikten sonra başladı. Aşkın en güzel anlarının evlilikten önce olduğunu düşünenler nasıl da yanılıyorlar. İki âşığın birleşmesi, sadece gelecekteki mutluluğun başlangıcıdır ve onun gücünü ne yoksulluk ne de sefalet zayıflatabilir. Yanımda olmayışını düşünmek bile yüreğimi dehşetle sarsıyor. Ayrılıksa beni öldürür. Birlikte olduğumuz sürece, aşamayacağımız hiçbir engel olmaz.''..'' (Sayfa: 145-146)
*****

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

*

SİSLER İÇİNDE

*
RUS MESELELERİ: *
BAKUNİN:
*
''Bakunin, I. Nikolay karşısında günah çıkarırken içten ve gayretli bir şekilde eski devrimci faaliyetlerini yargılıyordu. Arayışlar ve mücadele dolu güzel yıllarını günah, suç, akılsızlık kavramlarıyla açıklıyordu. Devrim'i Rusya'ya taşımasını önlediği için ve böylece bir canavara dönüşerek kendisini yurttaşlarının celladı olmasının önüne geçtiği için -itirafında böyle yazıyordu- Tanrı'ya şükrediyordu.'' (Sayfa: 167)
*****
''Bakunin birkaç gündüz ve gece boyunca yazarak günah çıkarmayı sürdürdü. Son satırlarını yazdığında dayanılmaz sıcak bir ağustos günüydü:
''Almanların ellerinden kurtarıp siz majesteleri imparatorun baba kollarına beni teslim ettiği için Tanrı'ya şükrediyorum.
Kendimde siz majesteleri imparatorun sadık vatandaşı diye hitap etme hakkını görmediğim için bütün yüreğimle ve içtenlikle şöyle imzalıyorum.
*
Pişman olan günahkâr
Mihail Bakunin'' (Sayfa: 171)
*****
''..''..İtiraf et Mitenka, okuman için de seni aynı şekilde zorluyorlar değil mi.?''
Mosmor kesilen oğlan gururla yanıtladı:
''Hiç kimseyi okuması için zorlayamazsınız. Yoksa onu bilimden soğutursunuz.''
''Zeki,'' diye düşündü Liza, Mitya'ya gittikçe artan bir ilgiyle bakarak.'' (Sayfa: 185)
*****
Liza:
*
''..''İçtenlikli insanlarla yüz yüze gelmek,'' diye yazdı günlüğüne Pisarev'ler gittiğinde, ''bizi ahlaki olarak arındırıyor. Carlyle'in yazdığına göre, doğruları ifade etmek ancak öncelikli nadir kişilere özgü. Çıkarcılığımız, kendimizi kayırmamız, sahte kibarlığımız, ikiyüzlülük ve korkularımız bizi ne denli çok yalan söylemeye itiyor. Olduğumuzdan farklı görünmeye çalışıyoruz. Bu da yalan ve bizi karanlık bir ormanın derinliklerine sürüklüyor. Aynı zamanda kendi kendimizi de kandırıyoruz. İsteyerek arzumuza feda ediyoruz doğruları.
''Doğru değil mi ki,
*
Biz mahkûm edilmişiz yalana:
uğursuz eyeri çağın
güçsüz yüreğinde insanın
birleşmiş gerçek ve yalan.
*
''Sadece korkaklar yalan söyler. Güçlü ve seçkin karakterli kişiler yalanı, her şeyden daha değerli olan gerçeğin üzerinden pas gibi silerler. Yüce olan, her zaman gerçektir.''..'' (Sayfa: 187)
*****
''..zenginleşmiş köle, eski kötü günleri unutmaya yatkındır. Zenginlik kör edici olabiliyor.'' (Sayfa: 201)
*****
Darya Hristoforovna (Katharina Alexandra Dorothea Fürstin von Lieven):
*
''İnsanlar, kendi çapsızlıklarının bilincine varmalarını sağlayanları asla affetmezler.'' (Sayfa: 208)

Sinop Baskını

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

*

SINAMALAR

*
''XIX. yüzyılda çok sayıda acımasız savaş yaşanmıştı.
Yüzyılın ortalarına doğru, İngiltere, dünyanın en güçlü sanayi ülkesi idi. Ekonomik kriz korkusu, İngiliz burjuvazisini, yeni sürüm alanları aramaya itiyordu. İngiliz ve Fransız sanayiciler, finansçılar, tüccarlar; Karadeniz ve Akdeniz kıyılarına dağılmış, can çekişen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına ve toprak köleliği sistemini yaşayan, geri kalmış Rusya'nın sınırsız zenginliklerine şehvetle bakıyorlardı. Bu zenginler, bir an önce sultanlık Türkiyesini tamamen kendilerine bağımlı kılıp sömürge haline getirmeye çalışıyorlardı. Rusya İmparatorluğu'nu ise, Karadeniz tarafından sıkıştırıp boğazları kontrollerine almayı hedefliyorlardı.
I. Nikolay da, bir zamanlar dev bir güce sahip olan Doğudaki komşusunun güçten düşmesinden yararlanmak istiyordu. İmparator, Rus toprak ağaları ve tüccarları için, Karadeniz'deki boğazlarda uygun bir düzen oluşturmaya ve Türkiye'nin Balkan eyaletlerinde yaşayan Slav halklar üzerinde etkisini artırmaya uğraşıyordu. Zaferle çıkacağı bir savaş, Rus çarının ülke içindeki toprak köleliği sistemini güçlendirmesine yardımcı olacaktı.
Batılı devletler tarafından kışkırtılan ve onların çok fazla etkisinde kalan sultan, bu arada Kırım ve Kafkasya'yı ele geçirmeyi düşlüyordu. Böylece Osmanlı İmparatorluğu ve Balkanlar, emperyalist ülkeler arasındaki keskin çelişkilerin düğüm noktası ve aynı zamanda Balkan halklarının yabancı tiranlara karşı verdikleri amansız mücadelenin arenası özelliği kazanıyordu.
Şubat Devrimi'nin yenilgisinden sonra, I. Nikolay, Orta Avrupa'da hâkimiyet sağlamış görünüyordu. Arık onu I. Napolyon'la kıyaslıyorlardı. Ancak Nikolay'ın hâkimiyeti, İngiltere ve Fransa tarafından kışkırtılan bir tehditle karşı karşıya kalmaktaydı. Onların kışkırtmasıyla Osmanlı İmparatorluğu, Rusya'ya savaş ilan etti. Böylece, o sırada mutlak bir güce sahip Başbakan Palmerston'un uzun yıllara dayanan düşü gerçekleşti. Deniz savaşları tarihinde savaş yelkenlileriyle yapılan savaşların son büyük çarpışması olan Sinop Savaşı -Amiral Pahimov'un filosu, dört saat içinde Türk donanmasını tamamen batırmış, Osman Paşa donanmasının komutanını ve kurmaylarını esir almıştı- İngiltere ve Fransa'nın Rusya'ya karşı açıkça savaşa katılmalarının bahanesi oldu.
Palmerston Hükümeti, Türkiye'yi kendine tamamen bağımlı kılmakla yetinmek istemiyor, aynı zamanda Kırım'ı ele geçirmeyi, Kafkaslar'a yerleşmeyi ve Gürcistan'ı ilhak etmeyi düşlüyordu. Fransa imparatoru ise, Rusya ile savaşmaya karar vermişti, çünkü kendisi gibi, Fransız bankerleri de Türkiye ile oldukça güçlü finansal ilişkiler kurmuşlardı. Dünya gericiliğinin kodamanlarının, Nikolay'a besledikleri kin, Fransız ve İngiliz halkları arasında da görülebilirdi.
Marx ve Engels, uzayıp giden savaştaki değişen durum ve güç ilişkilerini ayrıntılarıyla inceliyorlardı.'' (Sayfa: 235-236)

Wilhelm Wolff

''..Liza, Brüksel'i terk ettikten sonra bir daha göremediği Wilhelm Wolff'u sordu.
''A, Lupus mu.?'' dedi sevinçle Jenny, ama hemen hüzünlü bir ifadeye büründü yüzü. ''Bizden uzakta, Manchester'da oturuyor ve sık sık hastalanıyor. Sürgünde olmak onun için de kolay değil, oldukça asık suratlı olmasına ve hatta zaman zaman da homurdanmasına karşın moralini yüksek tutmaya çalışıyor. Ne de olsa, yaşı da artık epey ilerledi ve yaşlanınca yalnız yaşamak kolay değil. Bizim değerli dostumuz şimdi kurttan çok asil bir Avrupa bizonuna benziyor. Belki biliyorsunuzdur, bu nadir, asil hayvanlar, yaşlanınca mutlak bir yalnızlık ararlar ve derin düşüncelere dalmışçasına tek başlarına ormanlarda dolaşırlar. Hiç kimseye yük olmak istemezler. Wolff duygusal bakımdan hâlâ çocuklar ve bilgeler kadar temiz ve duyarlı. Biz onu çok çok seviyoruz.'' (Sayfa: 241)
*****
''Bir insan ruhu ancak bütün bir insanlığın acısını paylaşarak ayakta kalabilir.'' (Sayfa: 245)
*****
''Burjuvazinin ''el üstünde'' tuttuğu, varlıklı usta Becket ile yaptıkları görüşme Marx ve Engels'i pek çok şeyi düşünmeye yöneltti.
Evet, bir sömürge imparatorluğu ve aynı zamanda sanayi ülkesi olan İngiltere'nin burjuvazisi, burjuva ideolojisini toplum çapında hâkim kılmak üzere, burjuvazi ve burjuva aristokrasisinin yanı sıra burjuva bir proleter tabaka da yaratmaya çalışıyordu. Bu, iki arkadaş için çok önemli bir bulguydu.'' (Sayfa: 248)
*****
''Lenchen ve Jenny, tepsiler içinde kahve, peynirli ve jambonlu sandviçler getirdiler. Karl, Bauer'lere, ''Bizim perimiz'' diyerek Helene Demuth'u tanıştırdı.
''Harika bir ev,'' dedi iyi niyetli bir şekilde Bruno. ''Herkesin olağandışı, melodik bir lakabı var, sanırım bayan Marx hariç.''
''Annemize Möhme diyoruz,'' diye açıkladı, ela gözleri parlayan Laura.
''Karl, sen çok mutlusun. Etrafını seni çok seven insanlar sarmış. Bense, yalnızım. Bana bir tek düşünceler eşlik ediyor,'' dedi Bruno, gizlemeye bile çalışmadığı bir kıskançlıkla.
''Düşünceler, yaşamın kölesidir.!'' dedi aniden törensel bir edayla Laura.
''Yaşam ise, zamanın maskarası.!'' diye devam etti Jennychen.
''Harika,'' diye bağırdı Bauer. ''Bu güzel genç kızlar Macbeth'ten, ihtiyar Schlegel kadar güzel alıntı yapıyorlar.
''Anne ve babalarından miras olarak Shakespeare hayranlığını almışlar ve onun dramlarını eksiksiz biliyorlar,'' dedi gururunu belli ederek, Jenny.'' (Sayfa: 256)

Friedrich Lessner

Friedrich Lessner:
*
''..''Sonuç olarak benim geçmişim, mutsuzluk ve tatsız olayların kesintisiz bir toplamı,'' diye konuşuyordu eski tutuklu. ''Ama ben bunun için de kadere minnettarım, çünkü bu beni daha güçlü kıldı ve bu sayede kendi konumumu ve yaşamımın amacını çok daha iyi kavrayabildim. Asla unutulmamalı ki, emekçinin yaşamı, beşikten mezara dek kesintisiz mücadeledir; mücadele yoksa yaşam da yok demektir.''..'' (Sayfa: 267)
*****
''..''Köppen budizme ilişkin yeni kitabını yazıyor. Bildiklerinden şaşmıyor. Çilekeşler gibi yaşıyor, Hintlilerle ilgili olmayan her şeyden nefret ediyor. Rutenberg ise, şişman, kendinden emin ve hâlâ alıntılarla tıka basa doldurulmuş bir salama benziyor. Ayrıca şu saygın burjuva, beş para etmez bilgiçliği ile kalem efendilerini ve diğerlerini şaşırttığı bir gazete çıkarıyor. Alnı Roma'daki St. Peter kubbesini andıran şu bizim filozof Schmidh ise, ölüm döşeğinde. Oysa çok umut vaat ediyordu. Hiç kimse kendi ''ben''ini onun gibi sevip yüceltemezdi.''
''İşte o 'ben', Stirner'in tüm ufkunu kararttı. Zavallı, kendi merkezini izleyen bir yogi gibi kendi 'ben'ini inceleyerek ve yücelterek yaşamını harcadı,'' dedi Marx somurtarak, canı sıkılmış bir halde. ''Ve işte sonuçta bu 'ben' ancak boşuna harcanmış bir yaşamın toplamı olarak mezara girecek.''..'' (Sayfa: 254)
*****
''..''Ben büyük toprak sahipleri arasından geliyorum. Ve itiraf ediyorum ki bir tüccar ya da fabrikatör ailesinde doğmadığıma seviniyorum. Doğuştan bir toprak soylusu olarak toprak köleliğini daha çocuk yaşta tanıyıp sınıfımı yadsıdım. Protestomu onun suratına fırlatabildim, ona meydan okudum. Bilmelisiniz ki, düşünce yapısı olarak ve anlayış bakımından, bir tek bilim ve sanayinin bizi özgürlüğe götürebileceğine, kendilerini geliştirmeleri sonucunda da bize, çağdaş insanın gereksinimleri ve istekleri doğrultusunda yeni sanatlar ve toplumsal bir yapılanma vereceklerine inananlardanım.''
''İzninizle,'' dedi Liza düşünceli bir tavırla, ''çok uzun süre önce Brüksel'de okuduğum bir kitaptan esinlenmiş olmayasınız bu sözleri.? Sanırım adı Komünizmin Akait Kitabı'ydı.''
''Adı konusunda yanılıyorsunuz. Akait kitabı değil 'Komünist Manifesto'. Ben şair olmasam da bu belgenin muhteşem bir şiir olduğunu anlayabiliyorum. Fransızcasını dinlemek ister misiniz.? Çeviri bana ait.''
Ve Sazonov ezberinden 'Manifesto'dan bölümler okumaya başladı.'' (Sayfa: 281-282)
*****
''Bazen, uzun ve yorucu beyin faaliyetinden sonra, en sevdiği şairlerin şiirlerini tekrar okuyarak dinleniyordu. Daha ilk gençlik yıllarından, Arhilius'un gururlu, mücadele yansıtan sözlerini anımsıyor ve seviyordu:
Yüreğim, yüreğim.! Çirkin bir sırada durmuş felaketler önünde senin,
Canlan ve karşıla onları göğsünle ve vuralım düşmana.!
Varsın her yerde pusuların çemberi olsun -sen mert dur, titreme.
Bazen, Lessage, Pol de Koka, Dumas-babanın inanılmaz serüvenlerle dolu sürükleyici romanları onu esir alıyordu. Karl'ın had safhada yorgun beynini bu tür işler her zaman dinlendiriyordu. Walter Scott'un tarihi romanları da onun bir o kadar hoşuna gidiyordu. Bu romanlarda Jenny'nin İskoç atalarının öykülerini de buluyordu.'' (Sayfa: 291)
*****
''Wolff'un yüzü hüzünlendi.
''Ne demiş atalarımız,'' diye ciddileşerek yanıt verdi. ''Tanrılar, seçkin olarak yarattıkları kişilere özellikle daha da acımasız davranıp onları sınamadan geçirir ve ruhlarını çelikleştirirmiş. Karl Marx için zengin olmak çok kolaydı ama o, demir gibi güçlü prensiplerinden ve dünyaya bakış açısından asla vazgeçmedi. Onun gibi insanlar felaketlerin içinde güçlenir ve sırf kendilerine ve politik bakış açılarına sadık kalabilmek için en büyük yoksulluklara katlanırlar.''
Liza başıyla Lupus'un sözlerini onayladı ve bu sırada düşünceleri Bakunin'e kaydı.
''Kıs abir süre önce,'' diye devam ediyordu Wolff, ''Marx, prensibini dile getirdi. 'Hiçbir engele aldırmadan, hedeflerime yürüyeceğim ve burjuva toplumunun beni para makinesine çevirmesine izin vermeyeceğim.' ..''
''Doktor Marx şu anda neler yazıyor.?''
''Uzun yıllardır politik ekonomi konulu kitabı üzerinde çalışıyor. Kendisinin sıklıkla yokluğunu çektiği nesne hakkında birçok şey var kitapta.''
''Nedir bu.?''
''Para. Bu konuda ondan fazla bilgisi olan biri yoktur herhalde ama yine de Marx'ta bu incelediği nesneden hiç yok.'' diye bitirdi garip bir gülümsemeyle Wolff.'' (Sayfa: 295-296)
*****

BEŞİNCİ BÖLÜM

*****

ATEŞİ GELECEĞE TAŞIYANLAR

*
''Marx, kapitalist toplumun anatomisini inceleyerek beyin gücüyle ulaştığı sonuçları şimdi doğrudan gözleyebiliyordu.
Geçmiş yüzyıllarda büyük fizikçiler, felaketlerin nedenlerini ya ya gezegenlerin hareket yasalarını nasıl keşfettilerse, Karl da, kapitalist dünya ekonomisindeki olayları yönlendiren temel güçleri ortaya çıkarıyordu. Ona göre, kriz ne bir bilmece ne de beklenmedik bir olaydı. Engels ve Marx krizin gelişini çok önceden görmüşlerdi.
1859 Temmuzu ortasında Marx'ın 'Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı' kitabının birinci basımı çıktı. (..)
Marx, gericiliğin geçici zaferinden sonra dünyayı saran yoğun sis perdesinin arasından, emeğin, sermayeye karşı verdiği mücadele sonucunda kazanacağı zaferi görüyordu.'' (Sayfa: 330)


''Yaşamlarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, kendi iradeleri dışında, zorunlu birtakım ilişkiler kurarlar. -maddi üretici güçlerin belirli bir gelişme derecesine karşılık gelen üretim ilişkileri. Bu üretim ilişkilerinin tamamı, toplumun iktisadi yapısını ve belirli toplumsal bilinç şekillerini karşılayan bir hukuksal ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlıklarını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine bilinçlerini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Toplumun maddi üretici güçleri, gelişmelerinin belirli aşamasında, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuksal ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişiminin biçimleri olmaktan çıkıp onlar için prangaya dönüşürler - o zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.''
Tarihin, materyalist bakış açısıyla açıklanması, bilimsel düşüncenin dev zaferiydi; şimdiye dek kavranamayan toplumsal gelişim sürecinin bilimsel açıklamasının ifadesiydi.
Marx, tartışmasız bilimsel analizi ile kapitalist sistemin ölüm fermanını okumuş oldu. Emek ve sermaye arasındaki ilişkinin gelecekte alacağı seyri ve çatışmaların yeri, tarihi, zamanı hakkında kestirimlerde bulunmuyordu kuşkusuz ama emekçilerin zaferini öngörüyordu: ''Kapitalizm, uzlaşmaz karşıtlıklara dayanan son toplumsal biçimdir ve üretici güçler bu uzlaşmaz karşıtlığı çözecek maddi koşulları, burjuva toplumunun bağrında yaratmaktadırlar,'' şeklinde tahlil ediyordu.
''Bundan dolayı -diye yazdı Marx- burjuva toplumsal gelişim safhası ile insan toplumunun tarih öncesi sona ermiş oluyor.'' (Sayfa: 331)
*****
''Karl'ın yüzü gülmek bilmiyordu; sabahtan gecenin geç saatlerine dek çalışıyordu. Bir seferinde uyumadan önce Jenny'ye şöyle dedi:
''Eccarius çok hasta. Senin de bildiğin gibi evinde bir tek peni yok. Karısı ve çocuklarının acısını bir düşün, zavallıya ilaç alacak paraları bile yok. Sevgilim, ona nasıl yardım edebiliriz.?''
Jenny düşündü. Tüm değerli eşyalar çoktan rehinci dükkânına verilmişti. Ama para yine de yetmiyordu. Birden, tek göze dokunur elbisesi gözüne ilişti. Elbise tek başına askıda duruyordu.
''Çareyi buldum, Karl,'' dedi heyecanla. ''Yaşlı Eccarius'a yardım edeceğiz.''
Ertesi gün Jenny'nin son ''özgür'' elbisesi, yoksul bir dosta yardım edebilmek için rehinci dükkânına verildi. Karl kendisi kalkıp Eccarius'u ziyarete gitti ve rehinci dükkânından alınan parayı saklayamadığı kadar büyük bir sevinçle dostuna teslim etti.'' (Sayfa: 339)
*****
''Doktor gitti. Karl araştırıp buldu; bu çok bulaşıcı ve ağır hastalık hakkında her şeyi okudu. Yaklaşık yüz yıl önce, mütevazı bir köy doktoru tarafından tedavisi bulunan çiçeğin, Karl'ı asıl korkutan şey, Jenny'nin güzelliğini yok etme ve kör bırakma tehlikesinden çok, bu hastalığa yakalananların ölüm oranıydı.
Jenny'nin yüzü sonsuza dek Karl'ın aşk dolu yüreğine kazınmıştı ve ne hale gelirse gelsin Karl için her zaman biricik, kıyaslanamaz, muhteşem kalacaktı. Gerçek aşk, geçen yıllara, arkası kesilmeyen hastalıklara, kapıyı çalan yaşlılığa, renklerin silinişine, cildin kuruyup yanakların kırışmasına, hatların belirginliğini yitirmesine, saçların ağarmasına aldırmayan aşktır. Bütün bu kaçınılmazlıklar sadece ve sadece gerçek aşkın direncini artırır. Dış görünüşün değişikliğe uğraması gerçek bağlılığı soğutamaz. Aşk daima bilgedir. Jenny ve Karl adeta tek bir varlıktılar. Sırf, beyazlayan saçlar, yüzlerinde çıkan benekler ya da çıban izlerinden dolayı birbirlerini sevmekten vazgeçmek düşüncesi ikisi için de tuhaftı.
''Yaşa, yeter ki yaşa.!'' diye yalvarıyordu Karl, karısının zayıf elini sıkıp hasta gözkapaklarını okşayarak.'' (Sayfa: 362-363)
*****

''Aşk'' mı.? Okuyun.!

*****
Bir gün Jenny aynaya bakmak istedi. Çiçek onun bir tek küçük yüzünde kahverengi izler bırakmış, parlak gözlerine zarar vermeyi başaramamıştı. Cildi bal peteğini andırıyordu. Karısının utandığını ve rahatsız olduğunu fark eden Karl, o kendine özgü kararlılığı ile şöyle dedi:
''Sevgilim sen benim için dünyanın en güzel kadınısın ve öyle de kalacaksın. Doktor Allen, yakında yüzünde hatalığın izi bile kalmayacağını söylüyor. Ama eğer birkaç benek tamamen kaybolmasa bile, Doğu şairlerinin eserlerinde övgü ile söz edilen pınarlar kadar seni güzelleştirecektir.''..'' (Sayfa: 365)
*****
''Dört haftalık karantina döneminde, Jenny hayati tehlikeyi atlatınca Karl çok sayıda kitap okudu. Kısa bir süre önce yayınlanan, Charles Darwin'in doğal ayıklanma konusundaki çalışması özellikle ilgisini çekti. Bu önemli eser hakkındaki izlenimlerini ilk önce Jenny'yle sonra da Friedrich'le paylaşmakta gecikmedi.
''..Bu kitap, bizim görüş açımıza doğal bir tarihsel temel kazandırıyor,'' diye yazdı.
Engels, Darwin'in çalışmasını, doğanın tarihsel gelişiminin kanıtlanmasındaki ilk devasa deney olarak değerlendirdi.'' (Sayfa: 366)
*****
Engels:
*
''Dehaların kaderi nasıl kötü olmasın ki, kendileri ateş üzerinde kavrulsalar bile güçlerini, insanlara yaptıkları iyilikten alırlar.'' (..)
*
Wolff
*
''..Nasıl ki astrologlar bazı durumlarda gök cisimlerini daha gökyüzünde belirmeden önce saptayabiliyorlarsa, Karl da geleceğin silik, esrarengiz takımyıldızlarını keşfediyor. Yıllar geçecek ve dünya halkları, Marx'ın dev yüreğine, zekâsına hayran kalacaklar. Ama onu asıl, yoksulluğundan, devamlı takip edilip iftiralara uğradığından dolayı kahraman olarak görecekler. Ve sen Friedrich, karşı çıkma sakın, onun ölçüsünde olağanüstü bir yapıya sahipsin.''(Sayfa: 394)
*****

Altıncı Bölüm

*****
SIR PERDESİ KALKARKEN
*
Marx:
*
''..Yaptığı her hareket, bedeninde fiziksel acılara yol açıyordu. Ama her şeye karşın şakalaşıyor, kendini canlandırmaya çalışıyordu.
''Ben, en az Yehova kadar çilekeşim ama ondaki Tanrı korkusundan bende eser yok,'' diyordu gülerek.'' (Sayfa: 397)
*****
Karl Marx - Köppen:
*
''..''..Hint bilginlerinin sözlerinden anımsadığım bir cümleye göre, emeğin kendisi için de emek verilmeli.''..'' (..)
''Ne yazık ki, etraf çok karanlık ve çok da pis kokuyor.. Oysa sen Marx, bildiğim kadarıyla, yeni felsefi teoriler yaratıyorsun. Değer mi.? Dünya artık o denli yaşlı, değiştirilemez derecede mutsuz ki,'' dedi hüzünle Köppen. ''En başta, daha doğuştan, hastalıklara, yaşlılığa ve ölüme mahkûm olan insanlar için ne yapabilirsin.? Bunu anlayan Buda, dağda inzivaya çekilmiş ve orada tam altı yıl düşünmüş.''
''Bunda avutucu bir şey yok ki,'' diye gülümsedi Marx. ''İnsan doğasını değiştirmek olanaksız. Ancak, insan ömrünü oluşturan, uzun olmayan bu süreden; açlığı, soğukta titremeyi, çekilmez işkenceleri, aşağılanmışlığı, acıyı ve hakareti çekip alma olanağımız olabilir. Efsaneyi yanlış hatırlamıyorsam, Buda bir prensmiş ve sarayında imrenilecek görkemde otuz harika yıl geçirmiş. Budizm de tüm diğer dinler gibi yoksulları boyun eğmeye çağırıyor ve zenginlerin refah hakkını onaylıyor.''..''(Sayfa: 405)
****
''..''..Önce şuna cevap ver, burjuvazinin dünyası, eski dünyadan farklı olarak, insanlık için hiçbir değer yaratacak durumda değil, derken ben haklı mıyım yoksa haksız mıyım.?'' (..)

Moloch

Molech'e Teklif (1897 Kutsal Kitap Resimleri ve Bize Öğrettikleri , Charles Foster'dan örnek). Çizim, Moloch'un ortaçağ ve modern kaynaklardaki tipik tasvirini göstermektedir.
Kaynak: Wikipedia

''..Tıpkı, jeolojik devrimlerin, depremlerin, volkanik patlamaların, buzulların oluşumunun ve çağların değişiminin dünyanın yüzeyini şekillendirmesi gibi, burjuva sanayisi ve ticareti de yeni dünyanın maddi koşullarını yaratıyor. Büyük sosyal devrim, burjuvazi çağının tüm kazanımlarını, üretim güçlerini ve dünya pazarını ele geçirip atak bir denetime bağladığında yükselişin yolu açılacaktır. İnsanoğlunun yükselişi, her iyilik karşılığında bir kurban olan kan içici Moloh'u artık çağrıştırmayacak..''..'' (Sayfa: 407)


''Çocukluğundan beri, defne ağaçlarının parlak, koyu yeşil, taze yapraklarına bakmayı, onların eşsiz, belirgin kokusunu içine çekmeyi seviyordu.
Karl ağacın güzelliğine hayran kalarak dikkatle bir dal kopardı. Apollon'un mis kokulu defnesine şairler, yazarlar ne övgülerde bulunmuşlardı.! Defne, saygınlığın simgesi olmuştu. Roma generalleri, defne dallarından taçlar takıyorlardı ve zaferin sembolü olarak onları yükseğe kaldırıyorlardı. Bir inanca göre, defne yıldırımlardan korur ve hastalıklara karşı doğal bir kalkan oluştururdu. Karl'ın en çok sevdiği ağaç, defneydi.'' (Sayfa: 411)
*****
''..''Söyleyin Johann,'' diye sordu Jenny, onun cezaevinde kaldığını öğrenince, ''zindan sizi korkutmadı mı.? Cesaret ettiğiniz davranışlar, sizi yeniden zincire vurabilecek türden değil mi.?''
Stock'un yüzüne aydınlık bir gülümseme yayıldı. Bembeyaz güzel dişleri ortaya çıktı.
''Zindan kadının doğum yapması gibi bir şeydir, çabuk unutulur. Çünkü onunla güzel bir dava uğruna, insanlar uğruna tanışıyorsun. Demek ki, korkmanın alemi yok. İlkler hep korkutucu olur.'' (Sayfa: 432)
*****
''..''Bu uslu, harika, üretim araçlarına bir bakın,'' diyordu, kendini kaptırmış bir halde. ''Burada kendi gözlerimizle görebiliriz ki, eğer modern burjuvazinin yükselişinin koşullarını oluşturan barutun, pusulanın ve matbaa makinesinin bulunmasını bir tarafa bırakırsak, sanayinin gelişimi, saat ile yeldeğirmeni veya su değirmeninin keşfedilmesiyle başlamıştır.''
''Nasıl olur.?'' diye şaşırdı Jenny. ''Bu makinelerin saatle ne ilgisi var.?''
''Ya yeldeğirmeni nereden geliyor.?'' diye sordu Laura.
''Gay Julius Sezar döneminde, Anadolu'dan Roma'ya getirilmiş,'' diye yanıt verdi Karl. ''Saatin, on sekizinci yüzyılda üretimde otomatiğe geçilmesinin önceli olduğundan kuşku yok. Sanayide her şey, dişli tertibatlı değirmen vs. detaylardan yola çıkıp kurmalı ve yaylı mekanizmalarla başlamıştır. Şu mekanik çekice ya da şu cendereye iyice bir bakın. Değirmende olduğu gibi bu şaşırtıcı aletlerle tüm süreçler doğrudan insan emeği ile, kol gücüyle gerçekleştiriliyor..''
(Sayfa: 440-441)


''Karl şöminenin üzerine çerçeve içerisinde sevdiklerinin fotoğraflarını koymuştu; karısı, kızları, Engels ve Wolff. (..)
''Kitaplarım, onları yazarken içtiğim tütünün parasını bile bana geri veremedi,'' diye gülüyordu Marx.'' (Sayfa: 464)
*****
''Lupus'un (Wolff) ölümü her iki dostu da derinden sarstı. Karl,Wolff'un mezarı başında, sevgi dolu yüreği ile bir konuşma yaptı. Friedrich ile birlikte onun yaşam öyküsünü kaleme alma düşüncesine vardılar ve Karl en önemli eserini kaybettiği dostuna adamaya karar verdi. Karl son derece üzgün bir halde Londra'ya döndüğünde, Wolff'un büyük emekler sonucu elde ettiği az miktardaki parasını miras olarak kendisine bıraktığını öğrendi.
Marx, hiçbir engelle karşılaşmadan kendini çalışmasına verebildi. Yirmi yıldır üzerinde çalıştığı ''Kapital'' bütün zamanını ve enerjisini alıyordu. Ona göre, yaşamının bu temel çalışması, işçiler için, şimdiye dek yazdıklarının en önemlisiydi. Daha önce yazdıklarını şimdi sadece bir ayrıntı olarak görüyordu. Ancak şu anda yazdığı eserin bitmesine de daha çok vardı. Kendine karşı gösterdiği acımasız titizlik ve kendi kendine yüklediği insanüstü sorumluluktan dolayı durmadan yeni araştırmalara giriyor, düşüncelerini çözümsel sınamalardan geçiriyordu. Yoluna bu denli çok pürüz ve engel koymaması için onu ikna etmeye çalışıyordu Engels. Ama boşuna. Marx kendine sadıktı ve bildiğini okuyordu. El yazması hızla kabarıyordu ve belirlediği hedef çok uzaktaydı. Bölümlerin kâh bir kâh diğeri kesin çizgilerle ayrılıp gidiyordu. Karl'ın çalışma yeteneği inanılması güç boyutlara ulaştı. Herhangi bir durumun teorik saptamasını yazabilmek için onlarca, bazen yüzlerce kitabı yeniden okuyor, hesapları yeniden gözden geçiriyor ve uzun istatistik kataloglarına ve tablolarına dalıp gidiyordu. Karl için rakamlar, genellikle kendine özgü, sihirli anlamlarla doluydu ve onların ardında tüm bir çağın manzarasını, insanların yaşantısında ya da halkın yaşamında bütün gizlenmişliğiyle, büyüklüğü ile görebiliyordu. Marx yaratıyordu.''
(Sayfa: 467)


''Biz proleterlerin kaderi ve üzüntüleri hep aynı. Ne olursak olalım, hangi ırktan olursak olalım, değişen bir şey yoktur.''
''Bütün ülkelerin proleterleri birleşin.!''
*
Terzi Eccarius
*
Birinci Enternasyonel böyle doğdu ve Marx onun beyni oldu.
*
28 Eylül 1864, St. Martin's Hall (Sayfa: 469-470)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...