#ErdalÖz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#ErdalÖz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2019 Pazartesi

Erdal Öz - Gülünün Solduğu Akşam

Bu kitabı yazarken
*
O günlerden bende kalanları toparlayıp yazarken Ferenc Molnar'ın yazdığı Pal Sokağı Çocukları adlı o pek sevdiğim çocuk romanını yeniden okuyor gibi oldum. Bütün inançları, olanca sevimlilikleri içinde, ellerini kana bulamaktan özenle kaçınan; hele ''kır gerillası'' serüvenini, sanki dağda kamp kurmuş korkusuz bir izci topluluğu olarak yaşayan bu gözüpek çocuklara karşı büyüklerin çok acımasızca davrandığını da öfkeyle belirtmekten kaçınmadım.
Bir önceki dönemin asılan üç büyüğüne karşılık, üç genç insanın sanki bir ödeşme biçiminde asılışlarını, sonucu üç-üç biten o korkunç ve uzatılmış maçı, yaşadığım, edinebildiğim bilgilerin ışığında oldukça ayrıntılı anlatışım da, uygulandıktan sonra bir daha onarılamayan, bir daha dönüşü olmayan ölüm cezalarının ne kadar insanlıkdışı, ne kadar ilkel bir eylem olduğunu vurgulamak içindir.
Bu kitapta anlatılanlar, serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Birtakım acı gerçekleri daha da etkili kılabilmek için, böyle bir biçim kullanmam kaçınılmazdı. Başka türlüsünü de yapamazdım. Bu da benim yazış biçimim. Ancak bu yazdıklarımın, bir roman gibi okunsa da, roman olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Serüvenlerini yazarken, bu gözüpek çocukların kişiliğinde birer kahraman yaratmaya çalışmadım. Okuyunca görülecektir: Onlar gerçekten yiğit kişilerdi.
Olaya, bir avuç teröristin silahlı eylemi, birkaç anarşistin düzene karşı ayaklanışı olarak bakmak, olanları bu gözle görmek, o günlerde olduğu gibi, şimdi de yanlış bir yargılamaya götürebilir.
Belki bir avuçtular, birkaç kişiydiler. Görünüşe göre de silahlı eylemlere girişmiş, kurulu düzene baş kaldırmışlardı. Yanıltmamalı bu. Görünüşün ardında yatan büyük ve gizli girişimi görmezden gelerek bu genç insanları yargılamaya kalkarsak, 12 Mart sonrasında olduğu gibi, yine onları yok edip ortadan kaldırmak, öldürerek cezalandırmak kastıyla yargılar, birçoğunu yeniden ipte sallandırırdık.
Bir avuçtular ama bir başına değillerdi.
Oyuna getirildiklerinin, yalnız bırakıldıklarının acısını, öldürülmekten yakayı sıyırıp yaşıyor olanlar, sanırım hâlâ duyuyorlardır.
12 Mart'ı gerçekleştiren güçlerin başarılı ya da başarısız sorumluları, aradan bunca yıl geçtikten sonra, birbirlerini suçlayan, kendilerini aldatmaya çalışan ilginç açıklamalarda bulundular. Hiçbir açıklamada, nedense bu genç insanların adı bile geçmedi. Sanki hiç görmemişler, hiç tanımamışlar bu çocukları; asker-sivil bir yönetimin başarısız girişimcileri, bu çocukların sırtını hiç sıvazlamamışlar sanki.
Okuyunca görülecektir: Bu çocukların bana gizlice anlattıklarında az da olsa ipuçları vardır.
Anı-belge karışımı bu anlatıyı bir roman gibi de okuyabilirsiniz; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı, onarıcı olsun.
Sanırım hüzün, gerçek acıların izdüşümüdür.
*
İstanbul, Ekim 1986
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
Bir akşamüstü
oturup
hapishane kapısında
rubailer okuduk Gazalî'den:
''Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
*
Nâzım Hikmet Ran (Sayfa: 17)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
Can Yücel - Mare Nostrum (Bizim Deniz)
*
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak..
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi..
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun.!
*
Deniz Gezmiş anlatıyor
*
Bugünkü kuşak bizden oldukça değişik; bambaşka özellikler taşıyor.
Bakıyorsun, çocuğun doğum tarihi ya 1950 ya 1951. Almış eline silahı, eyleme girivermiş.
Suç bu çocukların mı.? Değil. Hiç değil. Geçmiş kuşakların sorumluluğunu da bu kuşak yüklenmiş. Bu yeni arkadaşları söylüyorum.
Bak, bizim kuşak başka türlüydü.
Biz edebiyattan falan geldik buraya.
Beni al işte: 1966'da üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi'ne. Parti'ye 1964'te girmiştim, Türkiye İşçi Partisi'ne. Fakülte kantininde edebiyat tartışırdık. Sonra Yenikapı'ya dadandık. Bir tür bohemlik işte.
Bu yeni kuşak, bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada, mahpushanede tanıştı.
Bu kuşak, bizler gibi öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmadı; yapmaya fırsat bulamadı ki: Üniversite özgürlüklerinin yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buldular.
Sonra, bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı. Örneğin, Beethoven'ı doya doya dinleyemedi. Ayzenştayn'ın, Pudovki'nin filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler.
Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar.
Büyük eksiklik bunlar. Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.
Marksizm-Leninizim, nasıl insanlığın bir ürünüyse bu dediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar boyunca yaratıp biriktirdikleridir, ürünleridir.
Bizden sonra gelen bu kuşak, insan olarak bütün bunlardan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil.
Önemli değil belki ama yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar. Sevgilileriyle oturup karşılıklı birer soğuk bira bile içemediler.
İnsanlığın büyük kültür mirasını en iyi, bir devrimci anlayabilir, en iyi o değerlendirebilir. Bilime inananların ötekilere üstünlüğüdür bu.
Sıradan bir burjuva, inan ki, Beethoven'ın Yedinci Senfonisi'ni bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim, bir Lorca'nın, bir Neruda'nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya İçsavaşı'nı yaşayan biri, Rodrigo'yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa bu da öyledir.
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
Yakalandığımda saat gecenin 02.30'u falandı. Beni alıp doğruca Kayseri'ye götürdüler. Ellerim kelepçeli. İki yanımdaki iki iri adama kelepçelemişlerdi beni.
Yolda boyuna soruyorlar.
Konuşmuyorum.
Kayseri'ye varıyoruz.
Gece yarısı.
Valinin karşısına çıkarılıyorum.
''Yakalandın mı sonunda.?'' dedi Vali, küçümsemeye çalışarak.
''Sen bir kulsun, kul kalacaksın.!'' dedim.
Hiç beklemiyordu. Apışıp kaldı. Sözümün altından kalkamadı. Çekip gitti.
Çay getirdiler.
Polisler dönüp duruyor çevremde. Garip bir saygı duyuyor gibiler. Hiçbir kaba söz, kaba davranış yok.
''Ağabey ne istersin.?''
Bir de şu var: Çok duygulanıyorlar.
Hele ilk yakalandığımda, Kayseri'ye götürülürken iki koluma kelepçeyle bağlanan iriyarı o iki polis, Ankara'ya götürülüşümde yine aynı arabadaydılar; ağladılar yolda. İsteyerek yapmadıklarını söylediler, üzüntülerini belirttiler. (Sayfa: 61)
''Geçmiş olsun,'' dedi İçişleri Bakanı, gülerek.
Suratına baktım pis pis. Hiçbir karşılık vermedim.
Bakan, gazetecilere döndü:
''Şu pejmürde kılıklı adam, Halk Kurtuluş Ordusu'nun kahramanıymış,'' dedi.
''Beğenemedin mi,'' dedim. ''Tabii kahramanıyım, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun savaşçısıyım. Ne olduklarını gösterdiler,'' dedim.
''Nereye gidiyordun,'' dedi.
''Devrime,'' dedim.
Duvardaki haritayı gösterdi, haritada Sivas'ı gösterdi.
''Buradan mı gidiliyor devrime.?'' dedi.
''Senin kafan almaz böyle şeyleri,'' dedim. ''Karşınıza birgün dikildiğimiz zaman anlarsın,'' dedim.
''Türkiye'de bir tek ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti Ordusu'dur,'' dedi.
''Onun için Demirel ve senin gibi uşakları, hemen istifayı bastınız,'' dedim.
Sinirlendi.
Üzerine yürür gibi yaptım, bir adım attı. Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini kolunu sallayarak kekeleyerek, ''Gö-gö-götürün bunu,'' dedi.
Sürükleyerek çıkardılar beni oradan.
''Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerika'nın güvenilir uşakları.!'' diye bağırdım kapıdan çıkarken.
(Sayfa: 62)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
Sınıf mücadelesinin arttığı dönemlerde yasa masa kalmaz. Hukuk, ancak denge durumlarında vardır ve işler. Siyasal iktidar için pek tehlikeli değilsindir, onun da pek bir gücü yoktur, hukuk vardır o zaman.
Gerici sınıfların en güçlü iktidarıdır faşizm. (Sayfa: 64)
*
O sahneyi çok iyi somutladım:
İdam günü gelip çatınca o sevdiğim, alıştığım giysilerimi giyeceğim: postallarımı, parkamı.
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin. Direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki eyleme gidiş tavrımla gideceğim.
Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Gidip, oturup önce bir sigara yakacağım orada.
Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim.
Ha bak, Rodrigo'nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak, bunu çok isterim. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler. Bunu isteyeceğim. 
(Sayfa: 65)
*
Bir devrimcinin ölümü bile, normal eyleminden, normal mücadelesinden soyutlanamaz.
Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorum. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey.
Ve dönüp oradaki heriflere diyeceğim ki, ''Burada ölen yalnızca benim bedenimdir, ki zaten ölümlüydü, ölecekti. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz, ölmeyecek, yaşayacak,'' diyeceğim.
Sonra avukatlarıma döneceğim, ''Sizler de, gelecek kuşaklara bizler adına tanıklık edin,'' diyeceğim. ''Görün ve tanık olun: Bir devrimci ölüme böyle gider işte; bayram yerine gider gibi.''
Şunu da söyleyeceğim: ''Herhangi bir tarfik kazasında ölmekten falan da güzeldir bu.''
İmam falan gelirse dua mua etmek için, ..tir edeceğim. (Sayfa: 66)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
İrfan'da anlattı: İstanbul'da bütün işkenceleri yöneten Ilgız Aykutlu'ydu. İstanbul Birinci Şube Müdürü'ydü. Faşistlerleydi. Biliyor musun, edebiyat okudu o; İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Edebiyatın bir insanda işkence duygusunu yok edemeyişine şaşıyor insan. Olmaz öyle şey. İyi bir edebiyatın olduğu yerde işkence mişkence olamaz.
Gördün işte İrfan'ın tabanlarını. Getirildiği ilk günlerde et kalmamıştı tabanlarında. Kemikleri çıkmıştı. (Sayfa: 73)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan

*
Cezaevindeyken dışarıdan yemek gelmesi müthiş sevindiriyordu beni. Babamı yeniden kazanmıştım. Sabah, öğlen yemeklerini babam getiriyordu.
Buraya, Mamak Cezaevi'ne gelmeden iki gün önce babamla konuştum. Burada görüş olmadığını söyledim.
''Belki bir daha görüşemeyiz baba, bu son görüşmemiz olabilir,'' dedim.
Çok üzüldü.
''Ben bir adamını bulurum,'' dedi.
Kalktı. Sendeledi. Düştü yere. Gözleri bana dikilmişti. Çıkardılar.
Ağzından kan gelmiş dışarıda; ağlıyormuş. Üzüntüden mide kanaması geçirmiş. Hastaneye kaldırmışlar.
Annem geliyordu ara sıra. Sinan'ı, Alparslan'ı iyi tanırdı annem. Görüş günleri hep onları anıp ağlıyordu, beni bırakmıştı artık, onlara ağlıyordu.. (Sayfa: 85-86)
*
Nurhak, sana güneş doğmaz.

#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan #SinanCemgil

Nereye bu gidiş.?
Bu yolun sonu nereye varıyor.?
Ve birden Sinan'ın hiç dilinden düşürmediği bir şiir dökülüyor içimden, o akşam saatinde:
Ölüm buyruğunu uyguladılar
Mavi dağ dumanını
Ve uyur uyanık seher yelini
Kanlara buladılar
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul usul yoklayıp
Aradılar
Didik didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tesbihimi tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı..
*
Nice sonra, bir cezaevi koğuşunda, iki katlı demir bir ranzanın alt yatağında, yanık yüzünden incecik yaşlar akıtarak Hacı Tonak, Ahmed Arif'in bu dizelerini okuyordu bana. Sözünün sonunu da şöyle bağlamıştı.
Sinan'ın gerçekten bir tabakası vardı; almış kim almışsa. Bir tesbihi vardı, hiç bırakmazdı elinden; onu da almışlar. Aklıma geldi: Çakmağı da hâlâ bendedir. Ölümü de çok yiğitçe olmuş. Düşüp kalkıp ateş etmiş, düşüp kalkıp ateş etmiş. Bombayı atmaya çalışırken öldürücü yarayı almış. Bombanın pimini çekemeden vurulmuş.
Hemşerim.? Ahmet'le Metin mi.? Onlar o çarpışmadan kaçıp kurtulabilen iki kişi.
Ama hemen ertesi gün yakalanıyorlar. Hem de pisi pisine.
Yine köylüler.
Kaçıp dağda gezinirlerken köylüler çıkıyor karşılarına. Yakalıyorlar bunları, alıp köylerine getiriyorlar. Yok, İnekli köyü değil, bir başka köy.
Köylülerle oturup bütün bir gün konuşuyorlar. Tartışıyorlar. Köylüler yargılıyor bunları. Sonra akılları yatmıyor. Götürüp askerlere teslim ediyorlar.
Bizden bir gün sonra yakalandılar. (
Sayfa: 132-133)

*
Olmayın bu kadar katı yürekli
Ey dünyada kalan insan kardeşler
*
François Villon (Sayfa: 219)

#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan

4 Ekim 2018 Perşembe

Yaşar Kemâl - Yaralısın, romanımızın unutulmazları arasına girecek.

'Bir ulus, destanı kadar ulustur' sözünün üstünde önemle durmak gerek. Sanatı, kültürü, romanı kadardır ulus. Ulusların uygarlığıyla romanı arasında bir orantı kuruyorlar. Roman, bazı düşünce adamlarına göre kültürü simgeliyor. Doğru yanlış, bugünlerde roman gittikçe önemini artırıyor. Tam, bazıları roman öldü derken, roman, çağımızda gittikçe önemini artırıyor. Güney Amerika'da, dövüşe ilkin roman başladı dersek yanlış söylemiş olmayız. Bizim tarihimizde hep şiir dövüşmüştür. Roman, çağımızda, daha doğrusu günümüzde işe yeni giriyor. Şöyle uluslara, çağlara dönüp baktığımızda, destan, şiir, türkü, roman çoğunlukla dövüşmüştür. Çağımıza gelince gerçekten bilinçli dövüşüyor. Ya sömürenin yanında ya da yoksulların, ezilenlerin yanında.
Dünyamızda insan mekanikleşiyor. Mekanikleştikçe de insanlıktan uzaklaşıyor. Belki bu epeyce sert bir sav. Bu savı bütün kesimler için kullanamayız. Ama kullanabileceğimiz kesimler var.
İnsanın bürokratlaşması, hele çağımızda, bir çeşit makine haline gelmesidir; yabancılaşması, daha da çok yozlaşmasıdır. Bürokrat, kullanılan adamdır, bir çeşit âlettir. Bürokrat da bunu böyle kabul ediyor. Kendisini bir dişli, âlet saydığından da, kendini böyle birisi olaraktan kabullendiğinden de, yaptığı işlerden dolayı kendini bağışlıyor.
*
Erdal Öz, bir roman yazdı. Romanın adı 'Yaralısın'. Bu romanda bir hapishaneyi ve işkence mahallerinde işkence gören bir kişiyi anlatıyor. İşkence gören bu kişi siyasi.
Bu romanda işkence yapan kişiler var. Erdal Öz bu işkence yapanları, gerçekten daha gerçek belki de, duyuruyor, anlatıyor bize. Erdal Öz'ün işkencecileri bir makinenin dişlileri gibi hep birbirine benziyor. Birisi sarışın, birisi esmer, birisi dazlak, ama hepsi bir makinenin dişlileri gibi birbirinin aynı. Merhametlisi, merhametsizi yok, onlar âletler.. Bazı bazı birisinin azıcık insanlığı tutacak oluyor, ama ne kadar, ne kadarcık insanlığı.
*
Erdal Öz, romanında bir kadını anlatıyor. Roman kişisini falakaya yatırdıktan sonra, şişmiş, parçalanmış ayaklarının şişini indirmek için tuzlu su üstünde yürütüyorlar. Orada çalışan bir kadın var, kıpırtısız, duygusuz gibi. Mekanik bir biçimde yerdeki kanları siliyor, süpürüyor, temizliyor, hiçbir kıpırtı, işaret yok yüzünde. Bu halktan bir kadın, öyle duruyor. Öyle duruyor ama, içi de kaynıyor.Erdal Öz, bu kadının içinin kaynadığını ne bir sözcükle, ne bir cümleyle söylüyor. Kadın, kanları, yerleri siliyor, oracıkta da öylece duruyor. Peki onun içindeki fırtınayı nereden, nasıl anlıyoruz.? Ben mi yakıştırdım, bilmiyorum. Yakıştırdığımı da sanmıyorum. Belki de büyük sanat, büyük sanatın özelliği, bir şey söylemeden anlatmak. Büyük sevinçler, büyük öfkeler de öyledir. Konuşmazlar. Büyüklüklerini her kıpırtıda görürüz. Erdal Öz'ün romanının en sevdiğim tipi, öyle duran, ama içi fırtınalaşan, işkencecilere lânetler yağdıran, lânetlerini yüreğimize hançer gibi sokan o kadındır. Roman, başkalarınca da okunduğunda bu etkiyi onlarda da gösteriyor mu, adam adam sormak isterim.
İşkenceciler kendilerini makine haline getirmişler ve kendilerini sorumluluktan kurtarmışlar. Biz makineyiz, diyorlar. İşte biz böyleyiz, bizi de böyle yaptılar, diyorlar. Kendi kendilerine de, bu hale düştüklerine de acıyorlar. Erdal öz hiç konuşmuyor, lisan-ı hal ile anlatıyor. Bazı kendilerini insandan sayan da var işkenceciler arasında. Bu, kendi dar çemberini aşıp, azıcık acıyan, işkence görene yardım etmeye çalışan bir kişi. Ama o da işkenceci. Erdal Öz, merhamet duyduğu bu kişiden iğrendiriyor okuyucuyu. Bir de tam kişilik gösterenler var. Bunlar işkenceyi zevkle, tadla yapıyorlar. Makine olmaktan çıkıp işkence makinesi oluyorlar. Bu makine tepeden tırnağa öfkeye, öce, canavarlığa kesiyor. Erdal Öz'ün üstünde durduğu da hep bunlar. Bunlar, Erdal'a göre her şeyi bilinçli yapıyorlar. İşkenceden murat, işkence görenin kişiliğini öldürmek, insanlığını öldürmek. Erdal Öz, romanında boyuna diyor ki: işkenceden, bu kadar aşağılanmadan sonra artık senin eski insan olamayacağını biliyorlar, biliyorlar da seni buncasına aşağılıyorlar. Doğru, işkence görmüş insan hiçbir zaman işkence görmemiş, aşağılanmamış insan gibi olamaz. Başka bir şey olur ama, aşağılanmayı tatmış insan, aşağılanmanın ne kadar aşağılık bir şey olduğunu bilir. İnsanoğlunun insanlığına kıymanın ne demek olduğunu bilir.
İyi romanın yaşamdan daha gerçek olabileceğini, Erdal Öz'ün romanını okuduktan sonra bir daha anladım. Roman, sanat yaşamdan daha güçlüdür. Son günlerde işkenceye uğramışlar, inanılmayacak işkenceleri bir bir anlattılar. Bu işkenceler, çağımızda, yurdumuzda yapılıyordu. Hepimiz, bütün ulus, bütün insanlık suçluydu. Hepimiz bu aşağılanmaların batağındaydık. İşkence görenlerin anlattıkları şiddetti. Bir küçülmenin, aşağılanmanın, alçaklığın şiddetiydi. İnsan, o işkencecilerle birlikte, işkence görmediğinden utanıyordu. Erdal Öz'ün romanındaki işkenceler, yaşamdan, yaşamın bize anlattıklarından da şiddetli, etkili.
Ve insan bu romanı okurken de insalığından, yaşamından, konuşmaktan, görmekten, soluk almaktan utanıyor. Bu romanı okuduktan sonra, savaşsa savaşa eyvallah, ölümse ölüme eyvallah, ama işkence....! Allah hiçbir insanı işkence yapabilecek kadar hasta etmesin, aşağılamasın. İşkence görenin çıkar yolu yok. Ya işkence eden, kendi elinden, insanlığın iğrencinden, çocukların iğrencinden, ulusunun iğrencinden nasıl kurtulur.? Dostoyevski, Karamazov'larda ''Allah olmazsa ne olur'u tartışır. 'Allah olmazsa her şey mübahtır.' der tiplerden birisi. Bu, sonsuz umutsuzluktur. İnsanlar Allah'a inanmazlarsa, onları kötülük yapmaktan insanlık duyguları alıoyar. Ya insanlık duyguları da iflâs etmişse.. İşte bu kapkara umutsuzluktur. Bu ikenceci umutsuz bir insandır. Kendinden, insanlığından, dünyadan, her şeyden umudunu kesmiştir. Bütün insanlık duygularının ardına düşmüştür. Bu da bir şey değil midir.? Ben böyle birisini tanıyorum. Bir insan öldürüp içeri düşmüştü. Her haliyle kötülüğü, iğrençliği kabul etmişti. Hasta birisiydi. Çıkınca dört kişiyi daha öldüreceğini söylüyordu. Durmadan hiçbir insanlık kaydına, şartına bağlı olmadığını söylüyordu. Erdal Öz'ün romanındaki bazı işkenceciler de böyledir. İnsanlık kaydının, şartının dışına çıkmışlardır.
Kendilerinden, insanlıktan umudu kesmiş işkenceciler, bu umutsuzluklarını örtebilmek için, işkence ettiklerini var güçleriyle suçluyorlar. Suçlamak belki de onları rahatlatıyor. İşkence ettiklerini suçlamak onların içinde kalan azıcık insanca taraf. Bazıları öylesine bütün insanlık duygularından arınmışlar ki, işkence ettiklerini suçlamak gereğini bile duymuyorlar.
Bir de başka bir şey var bu romanda: İnsanın kendi kendini aşağılanmadan kurtarması. Bu romandaki genç adam, insanüstü bir çabayla direniyor. Bütün işkenceleri görüyor, işkencelerin en alçaklarına dayanıyor da ağzından çıt çıkmıyor. İnsana bu delikanlının direnişi olamaz gibi geliyor. Bu duyguyu romancı da veriyor bize. Hepimiz böyle bir dayanma olamaz duygusuna kapılıyoruz. Oysa oluyor. Erdal Öz'de görüyor ki oluyor. Bu dayanma Erdal Öz'ün inanmadığı bir şey mi.? İnanmasa neden yazsın, öyle ya. Belki de bilerek öyle yazıyor. Bir inanılmaza bizi inandırmak için.. Oysa insanoğlu hiçbir işkencede konuşmayabilir. Yeter ki kendisini ona göre hazırlasın. Yeter ki ona karar versin. İnsanoğlu ölür de konuşmaz. Bir de bilsin ki işkencede yenildikten sonra insanlığından birşeyler yitiri, konuşmaz. Konuşanları da kimse küçümseyemez. Kendileri de içinde, çözülenleri kimse küçümsememeli. Onlar hazırlıksızdılar, bu bir. Bir de bedenin bir dayanma gücü vardır, bu iki. Kendi beden gücünü bile hiçe sayanlar vardır, bu üç..
*
Bu roman, direnen adamın destanıdır. Kendi bedeninin güçsüzlüğünü yenen, aşağılanmayı yenen, iğrençliğini yenen, hastalıklarını yenen, gücün bile üstünde bir gücün destanıdır bu roman..
***
(Devamı var. Yazabildiğim kadarını yazdım.)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...