27 Nisan 2023 Perşembe

Anton Pavloviç Çehov - Albion'un Kızı, Öyküler: Cilt 1 (Çeviren: Mehmet Özgül)


Albion'un Kızı, Anton Pavloviç Çehov'un 1880-1884 tarihleri arasında kaleme aldığı öykülerden seçilerek hazırlanmıştır.
*
Richard Pevear'ın Önsözü
ve Maksim Gorki'nin Sonsözüyle

ÖNSÖZ
*
ÇEHOV'UN ÖYKÜLERİNE GİRİŞ, Richard Pevear (Çeviren: Emrah Serdan):
*
1844'ün sonbaharında, genç yazar Dimitri Grigoroviç askeri mühendislik okulundan bir arkadaşıyla aynı odayı paylaşıyordu. Bu arkadaşı yirmi üç yaşındaki Fyodor Dostoyevski'ydi; ilk romanı İnsancıklar'ı yazmakla meşguldü. Tamamlanan metin, Grigoroviç sayesinde döneme damgasını vurmuş olan eleştirmen Vissarion Belinski'nin ellerine ulaştı ve onun yüreklendirmesiyle Dostoyevski'nin yazarlık kariyeri başladı. Aradan kırk yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, 1886 yılında, aynı Grigoroviç, ihtiyar bir edebiyat duayeniyken, ''Antoşa Çehonte'' takma isimli bir yazarın mizah eskizlerine rastlamış, bu öyküleri yayıncı Aleksey Suvorin'e ulaştırmış ve bu sayede 19. yüzyılın son büyük Rus yazarı olan Anton Çehov'u ''keşfetmiş''tir.
Grigoroviç aynı zamanda genç adama mektup yazmış, eserlerini ciddiye almadığı ve bir mahlasın ardına saklandığı için onu azarlamıştır. Bu durum karşısında Çehov şaşkına dönmüş ve çok duygulanmıştır. 28 Mart 1886 tarihli yanıtında yeteneğini azımsadığı için takma ad kullandığını bildirerek, kendisini yüreklendirmesinden dolayı Grigoroviç'e teşekkür ettikten sonra, şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
*
Gazete yazıhanelerinin köşelerinde geçirdiğim beş senede kalemimin değersizliğine dair egemen tutuma boyun eğdim; çok geçmeden kendi eserlerimi küçümsemeye ve hayatıma başka bir gözle bakmaya başladım. İlk nedeni buydu. İkincisi ise doktor oluşum ve bu işlere gömülmüş olmamdı. İki karpuzun bir koltuğa sığmayışı kimsenin uykularını benimki kadar kaçırmamıştır. Bu satırları yazıyor olmamın sebebi, bu üzücü yanlışımı bir nebze de olsa gözünüzde haklı çıkarabilmekti. Bu güne kadar edebi eserlerimi hafife aldım, ilgisizliğe ve kayıtsızlığa maruz bıraktım; hiçbir öyküme bir günden fazla ayırmadığım gibi, çok beğendiğiniz ''Avcı''yı ise bir haftada bitirdim (..) Tüm ümidim gelecekte. Daha yirmi altı yaşındayım. Zaman çabuk geçiyor geçmesine, yine de belki marifetimi gösterebilirim.
*
Çehov bir arkadaşına yazdığı mektupta doktorluğun hayattaki asıl gayesi, edebiyatın ise bir gün terk edeceği metresi olduğunu dile getireli bir ay olmuştu. Şimdi ise, Grigoroviç'in kendisine yazdığı mektubun kendisindeki etkisini, ''bir valinin kasabayı yirmi dört saat içinde terk etmesini buyurması''na benzetiyordu. Bu emre uydu da. Daha az yazmaya, daha dikkatli ve özenli çalışmaya başladı. Gerçek ismiyle imzaladığı ilk öyküsü ''Panihida'', Suvorin'in dergisi Novoye Vremya'da (Yeni Çağ) aynı yıl yayımlanmıştı; yazar ile editörü arasında bu şekilde başlayan yakın ve bazen zor çalışma ilişkisi, Çehov'un hayatı boyunca devam edecekti. Absürdlükten ve insanın ahmaklığından duyduğu keyif, eserlerinde önemli bir yer taşımaya devam etse de artık yalnızca bir mizahçı değildi. Tövbekâr eskiz yazarı ciddi edebiyata giriş yapmıştı.'' (Sayfa: 21-22)
*
''Çehov çok sayıda kelimelere başvurmadan yazmakla, öykünün dar yapısını bitiştirme, değiştirme, eşzamanlılık yoluyla, yani yeni bir şiirsel mantık kullanarak genişletir. Sanatı, D.S. Mirsky'nin tabirini ödünç almamız gerekirse öyküsel değil, müzikal bir anlamdan yapıcıdır. ''Musiki'' bir dil ile yazdığından değil; aksine, muhtemelen Rus edebiyatında en yalın dile sahip olan yazardır ama öykülerini musiki araçlar ile yapılandırır: kavisler, tekrarlar, kiplemeler, kesişen tınılar, beklenmedik kapanışlar. Mirsky'nin söylediği üzere özü ruhun geliştirilmesi değil muhafaza edilişindedir. ''Lirik kurgular''dır. Bu durum Çehov'un seslere verdiği önemi, bazı sesleri aynen kâğıda geçirişini kısmen açıklayabilir: tahta sopalarını rap rap vuran gece bekçileri; bıldırcın kılavuzlarının, guguk kuşlarının, balaban kuşlarının ve öfkeli, yorgun kurbağaların ayrı sesleri; fırtınada çarpan pervazların gümbürtüsü, odun sobalarının uğultusu veya cıvıldaması, semaverlerin mırıldanması ve zillerin çınlaması - hepsi sembolik seslerdir; en meşhuru da eserlerinin son notası, yani Vişne Bahçesi'nin sonunda kopan teldir.'' (Sayfa: 23-24)
*
''Çehov'un ''izlenimciliği'' sanat için sanatın bir biçimi, yazarın toplumsal rolünün inkâr edilmesiydi ve gerçekçilik doktrini için bir tehdit niteliğindeydi; bu yüzden faydalı sanatın temel eserlerinden saptığı için saldırılara maruz kaldı.
Çehov yeni bir öykü yarattığı sırada, yeni bir yazar imgesi de yaratmıştı aslında: uzaktan gözlemleyen, ağırbaşlı, temkinli, mütevazı, doğruluk ve kesinlik ölçütüne göre nesrinin hammaddesine biçim veren, ideolojik aşırılıklardan, ahlâki yargıların baştan çıkarıcılığından, yüce fikirlerin boş gururundan kaçan bir zanaatkâr. Çehov'un kendisi çoğunlukla böyle tasvir edilmiş, o da kısmen böyle olmayı istemiştir.'' (Sayfa: 25-26)
*
''..yakından tanıdığı kilise hayatı pek çok öyküsünde karşımıza çıkar; ayinler ve dualar hakkında bildikleri de muhtemelen tüm Rus yazarlarınkinden daha doğrudur. Eserlerine de Hıristiyanlığa özgü cefa motifi sinmiş gibidir. Eleştirmen Leonid Grossman onu ''her yaşayan varlığa Assisli Aziz Francesco gibi sevgi besleyen araştırmacı bir Darwinist'' olarak tarif etmiştir.'' (Sayfa: 29)
*
''1876 yılında Çehov'un babası iflas etti; borçlular hapishanesinden kurtulmak için en büyük oğlu Aleksandr'ın eğitim gördüğü Moskova'ya kaçtı. Aile de onun peşinden gidince, on altı yaşındaki Anton liseyi tek başına Taganrog'da bitirmek zorunda kaldı. Geçimini sağlamak için özel dersler veriyor, kıt kanaat geçiniyordu; buna rağmen 1879'da eğitimini tamamlamış, Moskova'daki ailesine katılmış ve tıp okuluna girmiştir. On yıl sonra Suvorin'e yazdığı bir mektupta (7 Ocak 1889), hayatının bu döneminde geçirdiği değişimi üstü kapalı olarak şöyle anlatır:
*
Soylu yazarların doğadan karşılıksız aldığını, aynı ayrıcalığa sahip olmayanlar, gençliklerini bedel olarak ödeyerek alırlar. Bir delikanlının hikâyesini yaz bakalım; bir serfin, eski bir bakkalın oğlu, kilisede koroda şarkı söyleyen bir okul çocuğu, sonra üniversite talebesi; rütbeye riayet ederek yetiştirilmiş, rahibin elini öpmüş, başkalarının fikirlerine taparcasına inanmış, yediği her lokmaya şükretmiş, sık sık kırbaç yemiş, ayağında mestsiz öğretmen olarak dolaşmış, kavgaya karışmış, hayvanlara eziyet etmiş, zengin akrabalarının evinde akşam yemekleri yemiş, Tanrı ve insana ikiyüzlülük gösterip nihayet kendi anlamsızlığını kabul etmiş bir delikanlının - onun içindeki köleyi damla damla sıkarak nasıl çıkardığını; nasıl, güneşli bir sabaha uyandığında, damarlarında akan kanın bir kölenin değil, gerçek bir insanın kanı olduğunu fark edişini.'' (Sayfa: 29-30)
*
Kadın ile Kocası:
*
''Aslında zeki biridir, fakat yontulup incelmemiş bir zekâdır onunkisi. Beyin dokusu esnekliğini yitirmiştir, kafasının içi besbelli nasırlaşmış olmalı, beyni horul horul uyumaktadır bana kalırsa.'' (Sayfa: 108-109)
*
Beceriksiz:
*
''Neden sesinizi yükseltmiyorsunuz, başkalarının çarpıklıklarına karşı çıkmıyorsunuz. Bu dünyada hakkınızı söke söke almalısınız.! Gevşekliğe yer yok.!'' (Sayfa: 200-201)
*
Yaramaz Çocuk:
*
''Şurası bir gerçek ki, yeryüzünde salt mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk kendi zehrini içinde taşır ya da dışarıdan başka bir şey, işin içine karışıp onu zehirler.'' (Sayfa: 278)
*
SONSÖZ:
*
ANTON ÇEHOV'A DAİR HATIRA PARÇALARI, MAKSİM GORKİ:
*
''Hayatın önemsizliklerinin tragedyasını Anton Çehov kadar açık ve iyi bir şekilde kimse anlamamış; burjuvanin günlük yaşamının sönük karmaşasında okurlara kendi hayatlarının korkunç ve utanç vericiliğini merhametsiz bir gerçeklikle kimse göstermemiştir.''
*
Çeviren: Emrah Serdan (Sayfa: 465)

26 Nisan 2023 Çarşamba

Andonis Samarakis - Tehlike Kolu (Yunanca Aslından Çeviren: Panayot Abacı) (Kapaktaki Resim: Scott Snow)


Arka Kapak:

Andonis Samarakis, çağdaş Elen edebiyatının önde gelen isimlerinden biri. 1919 doğumlu. Alman işgali sırasında Yunanistan'daki Direniş'e katıldı. 1944'te Nazilerce tutuklanıp ölüme mahkûm edildi. Ancak bir yolunu bulup cezaevinden kaçmayı başardı.

*
Umut Aranıyor, 1959'da yayımlanan ilk öykü kitabı. Tehlike Kolu adlı bu romanını ise 1959'da yayımladı. Bunu 1961'de Reddediyorum adlı öykü kitabıyla 1965'te Yanılgı adlı romanı izledi. 1973'te de Pasaport adlı öykü kitabı çıktı.
*
Andonis Samarakis'in yapıtları 29 dile çevrildi. Ülkesinde ve yabancı ülkelerde kazandığı sayısız ödülü vardır. Andonis Samarakis totaliter rejimlerin amansız düşmanıdır. Bütün yapıtlarında insanların özgürlük adına verdikleri savaşımları işler. Büyük Savaş sırasında dökülen onca kana rağmen toplumlarda korkunun, özellikle savaş ve açlık korkusunun egemen olduğunu öne sürer. İnsanların sorumlulukları üzerinde inatla durur. Teslimiyetçiliğin, umudun yitirilişi anlamına geldiğini vurgular. İşte Tehlike Kolu, böylesi savların romanı.
*
*
''Savaştan açlıktan kurtulalım derken, bilincimizi boğuyor, eziyoruz; saygınlığımızı hırpalıyor, buruş buruş ediyoruz. Çıkarlarımızı çeşitli tröstlerin egemenliğine terk ediyoruz. Yaşamımızı keyiflerince bir kalıba vurmalarına, biçimlendirmelerine izin veriyoruz.. Bu, ütopik, zorbaca olmaktan çok, gülünç bir şey olsa gerek. İnsanı sonuçta, kuşkusuz, iki ayaklı gülünç bir hayvan durumuna getiriyor.'' (Sayfa: 21)
*
''İdeolojilerle dolu bir dünya, ama ilkelerden yoksun. Canı cehenneme sapmaların.! Tek bir sapma vardır gerçekte: İçten gelen, umulmadık, beklenmedik yaşam gerçeğinden sapma. Tek ve temel değer olan özgürlükten sapma.'' (Sayfa: 21-22)
*
''..''Ürktüm,'' dedi. ''Kimden.? Kendimden.! Duydunuz mu.? Ben ki içtenlikle çocuk babası olmak istedim.. Bir çocuğum olsun istedim.! Benden başkası bilemez içimdeki bu büyük isteği..''
Biraz durdu sonra devam etti:
''Oysa şimdi çocuk sahibi olmak düşüncesi beni ürkütüyor.. Bu dünyada bir çocuk.. Çıkmazda olan bir dünyada.! Hayır.! Kabul edemiyorum.! Kabul edemiyorum.!''..'' (Sayfa: 64)

22 Nisan 2023 Cumartesi

Anaïs Nin - Minotor'u Kışkırtmak, İçsel Kentler 5 (Çeviren: Püren Özgören)

Arka Kapak:
*
''Anaïs Nin, Minotor'u Kışkırtmak ile İçsel Kentler serisini herkesin içindeki labirentte saklı canavarla yüzleşip kapatıyor ve unutmanın ne anlama geldiğini sorguluyor.''
*
''Hakiki ve tartışmasız bir deha.''
*
Rebecca West
*
"Bazı yolculuklar bir rüya tasarımında, bazılarıysa bir rüyayı yalanlama zorunluluğunda bulur başlangıcını." (Sayfa: 5)
*
''Dünyada doğaçlamaya karşı gizli bir işbirliği vardı. Ona sadece caz müziğinde izin vardı.''
*
''Çalışmak, varoluşun anlamsız, saçma yanlarından biriydi.'' (Sayfa: 6)
*
''Bir tek hayvanlarla çocuklar, gözlerini dikip böyle yoğun, mutlak bir ilgiyle bakabilir. Yerliler, beyaz adamın yolculuğa çıkmasındaki gerçek amacın var olandan, şimdiden uzaklaşmak olduğunu hemen öğrenmemişlerdi; onun sıcaklığı çözümleyip kimyasal bir öze dönüştürmesini, insanları soyutlayıp sembollere çevirmesini sağlayan bilimsel kapasiteden habersizdiler. Beyaz adam nesneleri çok yaklaştırıp çok uzaklaştıran camlar icat etmişti, kameralar, teleskoplar, küçük dürbünler: Canlıyla gözün arasına cam koyan nesneler. Onun ele geçirmeye, sahip olmaya çalıştığı şey imgeydi, yaşayan doku, sıcaklık, insani yakınlık değil.
Yerliler yalnızca şimdiyi, var olanı görürdü. Gözlerle tebessümlerin bu birlikteliği mutluluk vericiydi.'' (Sayfa: 7)
*
''Hepimiz içimizde, diğerlerinden ayrı ve başka, eşsiz bir kent barındırırız, tıpkı aynı kişinin farklı yönlerini barındırdığımız gibi.'' (Sayfa: 8 )
*
''..sen zevkten nasibini yeterince alamayanlardansın.! Fazla zevk alanlarsa midemi bulandırır. (..) Galiba zevkin bile adil dağıtılması gerektiğine inanıyorum.'' (..) ''Caz, bedenin müziğiydi. Alüminyum ve bakır borulardan çıkan soluk, bedenin soluğuydu; yaylıların iniltileri, feryat figanıysa bedenin yaptığı müziğin yankıları. Parmaklardan yayılan dalgacıklar, bedenin titreşimleri. Saklanan temanın salt müzisyenlerce bilinen sırrı, gizli yaşamımızın gizeminden farksızdır.'' (Sayfa: 19)
*
''Bazı anılar ete saplanır, birer kıymık gibi,'' (..) ''onları çıkarmak için ameliyat gerekir.''
(..)
''Gerçeği aramak, kâşiflerin derin denizlere dalması ya da olmayacak yüksekliklere tırmanması gibidir. Her iki durumda da sorun oksijendir; ister çok yukarıya çık ister çok derine in. Bildik, yansız dünyanın dışındaki tüm dünyalar soluk alma güçlüğü yaratır. Mistiklerin, sufilerin soluk alıp vermenin başka yollarına inanmalarının, her farklı deneyim alanı için farklı bir soluma tekniği uygulamaya çalışmalarının nedeni budur.'' (Sayfa: 29)
*
''Kaos, kaçaklar için çok elverişli, harika bir saklanma yeridir. Sen hakikatten kaçıyorsun; bir hakikat-kaçkını.'' (Sayfa: 30)
*
''Korkular, onlara gülünmesine dayanamaz. Bütün korkularını teker teker ele alıp bir listesini çıkarsan, onlarla yüzleşip onlara meydan okumaya karar versen, çoğu uçup gidecektir. Yabancı kadınlar, yabancı ülkeler, yabancı yiyecekler, yabancı hastalıklar..'' (Sayfa: 34)
*
''Plajdaki diğer kadınlar kadar giyinik olmasına karşın ustaca bir hokkabazlık numarasıyla, Gauguin'in Tahiti sahnelerindeki çıplak, dolgun, esmer kadınlardan biri gibi görünmeyi başarırdı.'' (Sayfa: 36)
*
''Hapishaneyi korumak için Bakire'nin tek bir heykelciği, şu koyu esmer tenli Guadalupe'lu Meryem yeterli görülmüştü.'' (Sayfa: 42)
*
''Birilerini özgürlüğüne kavuşturmayı böylesine kafaya taktıysan, aslında, kendinin bir parçasını özgürleştirmeye çalışıyorsun demektir.'' (Sayfa: 49)
*
''Çiçeklerin değerli taşlarını, bol tezhipli, pagan el yazmalarını sergilemeyi kestiği yerde renk dalgalanmalarını meyveler üstleniyordu. Birkaç kez Lillian ağzı meyve doluyken duruvermişti. Şafağı yediği duygusuna kapılmıştı.'' (Sayfa: 52)
*
''..şimdi plajdakilerin arasında açarak bir kaynaşmaya neden olduğu takvim, Maya usulü bir insan kurban etme törenini betimliyordu. Yucatan piramidi, kurban edilmek üzere olan kadından daha küçüktü, kadınsa Çingene Rose Lee'ye benziyordu. Kafası traşlı, zayıf rahip, böylesine görkemli bir bedeni yok etme görevinin altından kalkamayacak kadar çelimsiz görünüyordu. Sağ yandaki etkin yanardağ, kurbanlık bakirenin göğsüyle aynı büyüklükteydi.'' (Sayfa: 54)
*
''İnsanları, kabullenmek istemedikleri özleriyle yüzleştirmek, tehlikelidir.'' (Sayfa: 58)
*
''..kadın Lillian'a Man Ray'in ağız resmini çağrıştırdı: Tuvalin tamamını kaplayan dev bir ağız.'' (Sayfa: 61)
*
''Beyaz insanlar bir yemeğin nasıl pişirilmesini, bir evin nasıl inşa edilip bir elbisenin nasıl yapılmasını istediklerini uzun uzun açıklardı. Yerlilerin gözleri bağlılık nedir bilmezdi; gülümsemelerinde, bu ziyaretçilerin acayipliklerine, eski ya da modern, tuhaf alışkanlıklarına karşı ustaca gizlenmiş bir alaycılık olurdu. Yerliler bu konuklar için çalışır fakat tuhaflıklarına aldırış etmez, garip isteklerine boyun eğmezlerdi; yabancıların cahilliğe ya da kavrama yoksunluğuna yorduğu bu tavırlar aslında değişime karşı pasif ama devasa bir direnişti; kendi yaşam tarzlarını bütün dış etkilerden korumalarını da işte bu direnç sağlıyordu.'' (Sayfa: 64)
*
''Zamanla insan en büyük zalimlikleri bile affeder, nedeniyse basittir: Her insan, babasının, annesinin, oğlunun ya da kızının, kardeşinin veya eşinin (yani hayatını önemli yapan, ona, yeri bir başka şeyle doldurulamayacak bir nitelik katanların) ölümüyle en kutsal, kişisel değerini yitirir. Zaman, insanları sevme gücü olmayan zaman, insanı hemen, çabucak defterden siler. Onun kederleri, acıları ve ölümü ya kolektif tarihe gömülür ya da buharlaşır ve turistlerin kırık sütunların üzerine oturarak, fotoğraf makinelerini boş, yağmalanmış mezarlara çevirerek yakalamaya çalıştığı şiirsel anlara karışır. Bu gezginlerin hiçbiri yıkıntıların ve yankıların arasında asıl neyi öğrendiklerinin farkında değildir: İnsanı değersizleştirmeyi ve kendilerini kendi yok oluşlarına hazırlamayı öğrenmektedirler.'' (Sayfa: 65-66)
*
''İnsanın hayatında, düşüncelerine, kafasından geçenlere tam anlamıyla, yüzde yüz sadık kaldığı bir sohbeti sürdürebileceği biri olmalıydı. (Sayfa: 78)
*
''Zihni, unutkanlık hapıyla bilinçlilik ilacı arasında bir sarkaç gibi salınırken gözlerini yumdu, belleğin kepenklerini indirdi.'' (Sayfa: 86)
*
''Çocuklar kedi yavruları gibidir; başta görme güçleri yoktur, kendilerini sadece ana babalarının gözlerindeki yansılarda görebilirler.'' (Sayfa: 88-89)
*
''İnsanlar onu sadece başları sıkıştığında arardı. Ama parti verdiklerinde filan, onu akıllarına bile getirmezlerdi. Onun başkalarına bol keseden dağıttığı şey, aslında kendisi için şiddetle arzuladığı şeydi. Bu duygudaşlık.. başı dertte olanlara karşı bu şefkat. Oysa eminim, onun başı hepimizden daha çok dertteydi.'' (Sayfa: 109
*
''Onun hayatını biçimlendiren duygu korku olmuştu, arzu ya da aşk değil.'' (Sayfa: 116)
*
''Ruhun arkeologları asla eli boş dönmez. Lillian ayaklarının altındaki labirenti hissetmişti, an az Mexico City'nin altında kazılı geçitler kadar somut bir biçimde, fakat oraya girmekten ve onu yutmayı bekleyen Minotor'la karşılaşmaktan korkmuştu.''
*
MİNOTOR: Girit'te yaşadığı varsayılan ve insan etiyle beslenen, yarı insan yarı boğa biçimindeki yaratık. (Sayfa: 118)
*
''Eğer gözlerinde bir büyüteç taşıyorsa, kendini yaşam içinde küçük bir figür olarak mı görüyordu.?'' (Sayfa: 124)
*
''En yakın dostu olağanüstü bir ressam değil, ressamların en vasatıydı; Jay'i yansılayan, birebir taklit eden bir karikatür, cılız bir yankı; sözcükleri tıpkı Jay gibi ağzının içinde yuvarlar, başını Jay gibi sallar, Jay gülünce gülerdi. Birlikte dadaizmi uyguluyorlardı: Her şey saçmaydı, her şey bir şakaydı. Jay onun resimlerini taşkın, delice övgülere boğardı. (Lillian ona Snacho Panza diyordu.)'' (Sayfa: 125)
*
''Kısa saçları, abisinin kot pantolonu , kalın bir kazak ve tenis ayakkabıları ona birazcık da olsa erkeğin özgüvenini kazandırıyor ve şu yargıya varmasını sağlıyordu: Erkekler kendi kaderlerini tayin edebilir, oysa kadınlar edemez. İlkellerin düşmanı korkutup kaçırmak için maske takmaları gibi o da sırtına erkek kıyafetleri geçiriyordu.'' (Sayfa: 133)
*
''..herkesin ilgisinin Ay'a yöneldiği yıldı. ''Uzayda keşfedilecek ilk cisim, hiç kuşkusuz Ay olacak.'' Oysa insanlar hakkında ne kadar az şey biliyoruz, diye düşündü. Bütün teleskoplar uzaktakine çevrilmiş. Kimse gözlerini içeriye çevirmek istemiyor.'' (Sayfa: 139)
*
''Ay devasa bir göktaşıdır. Yüzeyi milyonlarca yıllık olayların kaydını sakladığı için, güneş sisteminin anahtarı ondadır.'' (Sayfa: 140)
*
''Her koşulda, her gezegen soğuk doğar.'' (..) ''..annesi, onun doğmasını istememişti. İlk inkâr, reddediliş buydu. O aşk tarafından çağrılmaksızın çıkagelmiş, kıskanan babası bu doğuma içerlemişti.'' (Sayfa: 141)
*
Wayne McEvilly, Sonsöz, New Mexico Quarterly'nin Kış-İlkbahar 1969 sayısında yayınlanan makaledir:
*
''Dirildiler; yaşayanların ve ölülerin gözcüsü olmak üzere.''
*
Heraklitos (Sayfa: 147)
*
''Minotor'u Kışkırtmak, Nin'in bütün romanları gibi, içimizdeki yankılara dokunuyor; bazen, çok uzun zamandır aşina olduğumuz temalara, uzun zaman önce karşılaşıp çözdüğümüz sorunlara, bazen de henüz adı konmamış, içeriye ne zaman, nasıl girdiğini hâlâ kavrayamadığımız ama yine de açıkça sezinlediğimiz temalara. Nin oraya gitti, bizim gittiğimiz yere; yolculuğu sürdürmek istiyorsak mutlaka gitmemiz gerek, dediğimiz o yere bizden önce gitti; sırma teli tutan, bize yol gösteren o. Bir başka deyişle, bu romanın öğreteceği bir şey var. Tıpkı Nin'in bütün romanları gibi. Onların yaşamdaki titreşimleri, pek az romanın ulaşabileceği derinliklerde ölçülmeli. Bir başka deyişle, zor bir roman bu. Tıpkı Nin'in diğer romanları gibi. Sadece okunmayı değil, üzerinde kafa yormayı, daha doğru bir sözcükle ''tefekkürü'' gerektiren bir kitap.'' (Sayfa: 148)
*
''(Bilgelik -şeylerin doğasını görmeye yönelik çaba, antenleri ardına kadar açma faaliyeti- her şeyden ayrı durur, demişti Heraklitos).'' (Sayfa: 151)
*
''Anais Nin'in, yazan herkes gibi, iki tür okuru var: Arayanlar ve içsel kentlerin labirentlerinde, dehlizlerinde yolculuk etmekte zaten ustalaşmış olanlar - derin deniz dalgıçları, tecrübeli madenciler.'' (Sayfa: 152)
*
''Ama Nin gençlerin prensesi - yol göstericisi. Bir mucize de onun bizim çağımızdan olması; daha çok çerçöp üreten, üstelik bu süprüntüleri insanlık tarihindeki hiçbir çağın yapmadığı kadar ciddiye alan şu yorgun yüzyılımızdan.'' (Sayfa: 156)
*
''..Nin'in görme duyusu, gözleri öyle keskin, öyle net ki çok ileriyi görebiliyor, bu da gerçeği, sadece gerçeği anlatmasını sağlıyor. Eğer gerçek yıkıcıysa, yıkıcıdır. Burada duygudaşlığa, sempatiye yer yoktur.'' (Sayfa: 162)
*
''..sonsuzluğu istemektedir; rahmin o muzır işlevinin yasaklandığı, Havva'nın kara saplanıp donduğu, donmuş bir dünyayı arzular. Havva hiçbir zaman donmadı. Nietzsche bunu çok iyi biliyordu çünkü şunu sorabilmişti: ''Ya gerçek dediğimiz şey bir kadınsa, ya öyleyse.? Evet, ya öyleyse.? Tek sözcükle, Heraklitos. Irmak, akan su, yani ateş. Rüzgârla iş birliği yapan su: dağılma, yaşamın kendisi, akış, değişim, olasılık, tezahür, akıntı. Ateşle suyun çarpışmadığı bir dünya. Karşıtların uyumu. O sihirli Yin ile Ynag döngüsü. Aşk ile ekmek.'' (Sayfa: 162-163)

5 Nisan 2023 Çarşamba

Umberto Eco (Editör) - Ortaçağ 1 (Barbarlar-Hıristiyanlar-Müslümanlar) (Çeviri: Leyla Tonguç Basmacı)

Arka Kapak

*
476 yılında Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle birlikte antik dünyanın sonu gelirken Barbar halkların yeni aidiyetler oluşturması, Hıristiyanlığın yayılması ve Müslümanlıkla kurduğu karmaşık ilişkiler neticesinde Avrupa'nın çerçevesi de tekrar çizilmeye başlar.
Umberto Eco bu kitapta, farklı disiplinlerde Ortaçağ üzerine uzmanlaşmış isimlerle işbirliği yaparak; okuyucusunu sanat, tarih, edebiyat, müzik, felsefe, bilim ve teknik gibi başlıklar altında Avrupa uygarlığının söz konusu dönemdeki hikâyesine doğru yolculuğa çıkarıyor.
*
Ortaçağa Giriş, Umberto Eco:
*
''..ortaçağ Roma İmparatorluğu'nun dağılma döneminde başlayıp, tutkal görevi gören Hıristiyanlığın yardımıyla, Latin kültürünü, imparatorluğu yavaş yavaş istila eden halkların kültürüyle birleştirerek; uluslarıyla, konuşmaya devam ettiğimiz dilleriyle ve değişimlerden ve devrimlerden sonra bile olsa bizim olmaya devam eden kurumlarıyla günümüzde Avrupa dediğimiz yere hayat veren dönemdir.'' (Sayfa: 11)
*
Ortaçağ Ne değildir.?
*
''Ortaçağ, XV. yüzyılda yaşamış bir Hümanist olan Flavio Biondo tarafından ilk olarak bu şekilde adlandırılmış bir dizi yüzyıldan oluşur. (..) Ortaçağın bitişi alışılageldiği üzere Amerika'nın keşfedildiği ve Mağripliler'in İspanya'dan kovulduğu tarih olan 1492 yılı olarak tespit edildi.'' (Sayfa: 11)
*
''Şöyle bir deney yapmak ilginç olacaktır: Ortaçağ konusunda uzman olmayan, ama belli bir kültür birikimi olan insanlara, Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden önce öldüyse de ortaçağ düşünürlerinin en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Aziz Augustinus ile onunla birlikte Hıristiyan felsefesinin en büyük temsilcisi olduğu, okullarda öğretilen Aziz Thomas Aquinas arasında kaç yıllık bir dönem olduğu sorulduğunda, çoğu kişi bu rakamın sekiz yüzyıl olduğunu bilmeyecektir. Bu noktada Aziz Thomas Aquinas'tan günümüze kadar da sekiz yüzyıl geçtiğini belirtmek büsbütün ilginç olacaktır.''
*
''..Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden 1000 yılına kadar (veya en azından Şarlman'a kadar) uzanan erken ortaçağ, 1000 yılından sonraki sözde Rönesans döneminden oluşan ara ortaçağ ve ''geç'' gibi bir kelimenin akla getirebileceği olumsuz çağrışımlara rağmen Dante'nin İlahi Komedya'yı tamamladığı, Petrarca (1304-1374) ile Boccacio'nun (1313-1375) eserlerini yazdığı ve Floransa Hümanizminin geliştiği görkemli dönem olan geç ortaçağ şeklinde bir dönemleme yapılmaktadır.'' (Sayfa: 12)
*
Ortaçağ sadece Avrupa uygarlığına özgü bir dönem değildir:
*
''Haçlı Seferleri sırasında Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında yapılan çarpışmaların yarattığı baskın imge, günümüzde sanıldığı kadar belirgin değildi. Avrupa felsefesi Aristotales'i ve diğer Yunan yazarlarını Arapça tercümeleri aracılığıyla da öğrenmekte; Batı tıbbı da Arap deneyiminden yararlanmaktaydı. Hıristiyan âlimler ile Yahudi âlimler arasında da, yüksek sesle beyan edilmiyorduysa da yoğun ilişkiler yaşanmaktaydı.
Ancak Batı ortaçağının başlıca özelliği, başka dönemlerden veya uygarlıklardan gelen her türlü kültürel katkıyı Hıristiyanlık perspektifiyle çözümleme eğilimidir.''
*
''Ortaçağda, Kilise Babaları'ndan itibaren her şey yeni dinin ışığında yeniden yorumlanır ve tercüme edilir. İncil sadece Aziz Hieronymus'un (340/345-420) Vulgata adlı Latince tercümesi yoluyla bilinecektir ve Hıristiyan teolojisinin ilkeleriyle örtüştüklerinin gösterilmesi amacıyla başvurulan Yunan filozoflar da Latince tercümeleri sayesinde tanınacaktır (Thomas Aquinas'ın muazzam felsefesi sentezinin amacı da bundan başka bir şey değildir).'' (Sayfa: 13)
*
Ortaçağ yüzyılları karanlık çağlar değildir:
''Eğer bu ifadeyle, bitmez tükenmez dehşet, fanatizm ve hoşgörüsüzlük yılları, salgın, kıtlık ve katliamlarla dolu maddi ve kültürel çöküş yüzyılları kastediliyorsa, bu model Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile yeni binyıl veya en azından Karolenj Rönesansı arasındaki yüzyıllar için kısmen geçerli olabilir.
1000 yılından önceki yüzyıllar oldukça karanlıktı, çünkü Avrupa’yı birkaç yüzyıl boyunca altüst etmiş olan Barbar istilaları Roma uygarlığını yavaş yavaş yok etmişti; kentler boşalmış veya tümüyle harap olmuştu; önemli yollar artık bakım görmüyordu ve çalılıklarla kaplanmıştı; metal ve taş madenciliği gibi temel teknikler unutulmuş, tarım ihmal edilmişti ve 1000 yılın sonundan veya en azından Şarlman’ın (742-814) feodal reformundan önce büyük tarım alanları yeniden ormanla kaplanmıştı.
Ancak Avrupa kültürünün kökenlerini keşfetmek istediğimiz zaman, günümüzde kullanmaya devam ettiğimiz dillerin bu “karanlık” yüzyıllarda ortaya çıktığını ve bir yandan Roma-Barbar veya Roma-Germen denilen uygarlığın diğer yandan da Bizans uygarlığının doğduğunu ve hukuk yapısını derinlemesine değiştirmeye başladıklarını görüyoruz.'' (Sayfa: 13-14)
*
''Hıristiyanlığı kabul eden İrlandalılar antik metinlerin inceleneceği manastırları kurarken Hibernia, yani İrlanda keşişleri de Kıta Avrupa’sında büyük bölgelerin Hıristiyanlığı kabul etmesini sağlayacak, aynı zamanda erken ortaçağ döneminin o son derece özgün sanat dalı olan ve Libro di Kells [Kells Kitabı] ile benzer elyazmalarını süsleyen minyatürleri yaratacaklardı.
Bu kültürel göstergelere rağmen 1000 yılından önceki ortaçağ döneminin yokluk, açlık ve belirsizlik yılları olduğuna şüphe yoktur; bir azizin aniden ortaya çıkıp bir çiftçinin bir kuyuya düşürdüğü orağı bulup çıkarmasına dair mucizevi hikâyelerin anlatılıyor olması, demirin o dönemde ne kadar nadir bulunduğunu ve bir orağın kaybının tarlada çalışmayı tamamıyla imkânsız kıldığını gösterir.
Rodulfus Glaber, Historiarum Libri [Tarih Kitapları] adlı eserinde ilk 1000 yıl bittikten 30 yıl sonra gerçekleşen olaylardan söz ederken sert hava koşullarının yol açtığı bir kıtlık döneminden bahseder ve su baskınlarından dolayı ne ekim ne de hasat için uygun bir an bulunabildiğini söyler. Açlıktan dolayı fakir, zengin, herkes bitkin düşmüş ve yenecek hayvan kalmayınca her tür leş ve “sadece söz edilmesi bile tiksinti yaratan her türlü şey” yenmeye başlamış, hatta bazıları insan eti yemek zorunda kalmıştı. Seyyahlar saldırıya uğrar, öldürülür, parçalara ayrılır ve pişirilirdi ve kıtlıktan kaçmak umuduyla yola çıkanlar, onları misafir edenler tarafından geceleri boğazlanır ve yenirdi. Öldürüp yiyebilmek için çocukları bir meyve veya bir yumurtayla kandıranlar bile vardı. Birçok yerde toprak altından çıkarılmış cesetler yeniyordu: Pişmiş insan etini Tournus pazarında satmaya kalkan bir adam yakalanıp yakılmış, ardından da o gece o etin gömüldüğü yeri arayıp bulmaya çalışan adam da yakılarak öldürülmüştü.'' (Sayfa: 14)
*
''Şarlman’ın reformlarıyla beraber hem manastırlar hem de büyük feodal mülkler yeni tarım faaliyetlerini teşvik etmiş ve X. yüzyıl “fasulye dolu yüzyıl” olarak tanımlanmıştır. Bu ifade harfiyen anlaşılmamalıdır, çünkü günümüzde fasulye olarak bilinen ürün sadece Amerika’nın keşfiyle Avrupa’ya gelmiştir ve antikçağda sadece börülce adı verilen fasulyeler bilinmektedir. Buradaki fasulye terimi baklagil anlamına geliyorsa ifade doğrudur, çünkü X. yüzyılda tarımda meydana gelen büyük değişiklikler sonucunda çok yoğun şekilde bakla, nohut, bezelye ve mercimek, yani bitkisel protein açısından zengin baklagil tarımı yapılmıştı. Ortaçağda yoksullar, tavuk yetiştirmedikleri veya kaçak olarak avlanmadıkları sürece (çünkü ormandaki av hayvanları derebeylerine aitti) et yiyemezdi. Kötü beslenmeleri ise tarlaların bakımsızlıktan harap olmasına neden olurdu. Oysa X. yüzyılda baklagiller yoğun olarak yetiştirilmeye ve çalışan insanların enerji ihtiyacını karşılamaya başlar: Protein katkısı artınca insanlar güçlenir, erken yaşta ölümler azalır, daha çok çocuk doğar ve Avrupa’nın nüfusu yeniden artar.'' (Sayfa: 15)
*
''..toynakları ancak istisnai durumlarda deriyle sarılan atlar artık nallara sahip olur (nallar 900 yılına doğru Asya’dan getirilir). Binicinin dengesini sağlayan ve hayvanın yan taraflarına dizlerle baskı yapmasını engelleyen üzengiler de Asya kaynaklı olup yaygın olarak kullanılmaya başlar. Atın kullanımının kolaylaşması, içinde yaşanan dünyanın sınırlarını genişletir. Bu yeni koşum ve nallama sisteminin yol açtığı müthiş teknik ilerleme, XX. yüzyılda yolculuk sürelerinin yarıya inmesini sağlayan, pervaneli uçaklardan jetlere geçişle karşılaştırabilir düzeydedir.'' (Sayfa: 16)
*
''Vikinglerin, yan dümenleriyle Amerika kıtasına ulaştıkları muhtemelen doğrudur, ancak bu seferlerin ne kadar zaman aldığı ve kaç geminin batmasıyla sonuçlandığı belli değildir. Ayrıca Vikingler muhtemelen İzlanda’dan Grönland’a, oradan da Labrador kıyılarına geçtiler; dolayısıyla Kolomb’un daha sonra yapacağı gibi okyanusu geçmediler. Ama Kolomb da o yolculuğu, XII. ve XIII. yüzyıllar arasında ortaya çıkan, su hattının hemen altında pupaya takılan ve tek kişinin dalgaların etkisinde kalmadan gemiyi yönlendirmek için kolaylıkla manevra edebildiği modern tarzdaki dümenle yaptı.''
*
''..VII. yüzyıldan itibaren Araplar cıvadra yelkeni olarak uygulanması daha kolay olan üçgen yelken veya “Latin” yelkeniyle Akdeniz halklarına örnek olurlar. Yeni cıvadra yelkeni yeni dümenle birleşince rüzgârın her türlü açısını kullanacak duruma geldiği için her türlü evrime izin verir. Bütün bu yenilikler, Roma dönemindeki ticaret gemilerinden dört kat daha büyük gemilerin inşasına izin verdi ve boyutların bu denli büyümesi cıvadra ile ana direk arasına yeni bir direğin -mizana direğinin- konmasıyla sonuçlandı. Daha sonraları önce ana yelkenin sonra da mizana yelkeninin üzerine kare yelkenler çekilecekti; bu sırada cıvadra yelkeni büyüyünce mizana direği ile ana direk de pupaya doğru kaydı ve üçüncü direk için böylece yer açıldı. Arka dümenin icadı ve yelken sistemindeki iyileştirmeler olmasaydı Kolomb Amerika’ya ulaşamazdı. Dolayısıyla yeniçağın başlangıcına ve geleneksel olarak ortaçağın kapanmasına yol açan olay ortaçağda gerçekleşti.
Tarihçiler 1000 yılından sonra gerçekleşen bu teknik yeniliklerden “ilk
endüstri devrimi” şeklinde söz ederler. Bu gerçekten de zanaatkârlık
alanında ve karanlık çağlar efsanesini yıkacak türden bir devrimdi.'' (Sayfa: 17)
*
Ortaçağın hayata bakışı sadece iç karartıcı bir bakış değildi:
*
Aslında karanlık çağlar efsanesini çürütmek için ortaçağın ışığa duyduğu ilgiyi incelemek gerekir. Ortaçağda güzellik (orantının yanı sıra), ışıkla ve renkle -temel renklerle- özdeşleştirilirdi: Renk nüanslarının veya ışık ve gölge oyunlarının olmadığı, kırmızı, mavi, altın, gümüş, beyaz ve yeşilden oluşan senfonilerde görkem, her şeyi dışarıdan saran ve renkleri figürün dışına taşıran ışık tarafından belirlenmeyip bütünlüğün uyumundan neşet eder. Ortaçağ minyatürlerinde nesneler ışık saçıyor gibidir.'' (Sayfa: 19)
*
Sevilla piskoposu İsidorus’a göre mermer beyazlığından; metal de yansıttığı ışıktan dolayı güzeldir. Hava da güzeldir ve aer, aeris olarak bilinir; çünkü aurum’un, yani altının ihtişamından kaynaklanır (nitekim altın gibi, üzerine ışık düşünce ışıldar). Değerli taşlar renklerinden dolayı güzeldir, çünkü renk, güneş ışığının hapsedilmiş hali ve maddenin saf halinden başka bir şey değildir. Gözler parlaksa güzeldir ve mavi gözler daha da güzeldir. Bir insanın güzel olmasının ilk şartlardan biri cildinin pembe olmasıdır. Parlak renk kavramı şairlerde daima mevcuttur: Otlar yeşil, kan kırmızı, süt beyazdır. Guinizelli’ye göre güzel bir kadın “kar beyazlığında bir yüze” sahiptir (daha sonra da “berrak, serin, tatlı sular”dan söz edilecektir); Bingenli Hildegard’ın mistik hayalleri kıpkırmızı alevlerle doludur, ilk düşen meleğin güzelliği bile yıldızlarla dolu gökyüzünü andıracak şekilde ışıl ışıl taşlardan oluşur, öyle ki süslemelerinin ihtişamıyla parlayan bu sayısız kıvılcım dünyaya ışık yayar. Gotik kiliselerin normalde karanlık olabilecek neflerine ilahi gücün girebilmesi için vitraylardan içeriye keskin ışık huzmeleri sızar; bu ışık koridorlarına yer verebilmek için pencerelere ve gül pencerelere ayrılan yüzey büyür, payanda ve payanda kemerleri sayesinde duvarlar neredeyse yok olur ve kilisenin tamamı inşa edilirken ışığın kafes tarzı bir yapının arasından fışkırması amaçlanır.
Haçlı Seferleri’ni yazan tarihçiler bize güneşte ışıldayan sancaklarla ve rengârenk armalarla süslü gemiler, şövalyelerin miğfer, zırh, mızrak uçları, flamaları ve sancaklarının üzerindeki güneş ışınlarının oyununu ve bayrakların üzerindeki soluk sarı ve mavi, turuncu ve beyaz, turuncu ve pembe, pembe ve siyah, siyah ve beyaz renk bileşimlerini sunar. Minyatürlerde ise en parlak renklerle kuşanmış hanımefendileri ve şövalyeleri görürüz.
Işık konusundaki bu tutkunun kökeninde Platonculuğa ve Yeni-Platonculuğa kadar uzanan teolojik kavramlar vardı (düşüncelerin güneşi olarak İyilik, maddenin karanlığına hâkim olan biçimin renge verdiği sade Güzellik, Tanrı’nın Işık, Ateş, Işıklı Çeşme olarak görüntüsü). İlahiyatçılar ışığı metafizik bir ilke olarak görürler ve bu yüzyıllarda, Arap etkisi altında önce optik bilimi, ona bağlı olarak da gökkuşağının ve aynaların mucizesi konusunda düşünceler gelişir. Bu aynalar bazen İlahi Komedya’nın üçüncü kantosunda akıcı ve gizemli bir şekilde belirir; İlahi Komedya'da zaten cennetin her katında farklı bir şekilde parlayan, Mistik Gül’ün ışıltısına ve İlahi Işık’ın dayanılmaz görüntüsüne kadar uzanan, ışığa adanmış bir şiirden başka bir şey değildir.'' (Sayfa: 19-20)


''Sokrates öncesi bazı filozoflar dışında Yunanlar dünyanın yuvarlak
olduğunu, buna mistik-matematiksel nedenlerden dolayı inanan
Pythagoras’tan beri bilirdi. Yerküreyi ikiye ayırmış olan Ptolemaios da bunu bilirdi, ama Parmenides, Eudoksos, Platon, Aristoteles, Eukleides, Arkhimedes ve tabii MÖ III. yüzyılda meridyenin uzunluğunu oldukça doğru hesaplamış olan Eratosthenes de bunu anlamıştı.
Yine de ortaçağın antik dönemlerden kalma bu kavramı unutmuş olduğu (ciddi bilim tarihçileri tarafından bile) öne sürülmüş ve sıradan insanlar bile bu düşünceye rağbet etmiştir. Nitekim bugün bile karşımızdaki kültürlü bir insan da olsa, Kristof Kolomb’un Doğu’ya batıdan hareketle ulaşmaya çalışarak neyi göstermeyi amaçladığını ve Salamanca âlimlerinin neyi reddetmekte inat ettiğini sorsak, çoğu durumda cevap, Kolomb’un dünyanın yuvarlak olduğuna inandığı ve Salamanca âlimlerinin dünyanın düz olduğuna ve karavelaların kısa bir süre sonra kozmik uçuruma yuvarlanacaklarına dair inancı olacaktır.'' (Sayfa: 22)
*
''..Aziz Augustinus dünyanın yuvarlak olduğunu çeşitli şekillerde ima eder, ama bu konu manevi açıdan ona çok önemli görünmezdi. Yine de Augustinus’un, dünyanın diğer tarafı varsa orada insanların yaşıyor olabileceği konusunda ciddi şüpheleri vardır. Ama dünyanın diğer tarafı hakkında konuşuluyor olması bile yuvarlak dünya modelinin konuşuluyor olduğunu gösterir.
Antakyalı Constantinus’a gelince, onun kitabı Hıristiyan ortaçağın unuttuğu dil olan Yunanca yazılmış ve Latinceye tercümesi 1706 yılını bulmuştu. Dolayısıyla ortaçağda hiçbir yazar onu tanımıyordu. VII. yüzyılda Sevilla piskoposu İsidorus (bilimsel kesinliği olmamasına rağmen) ekvatorun uzunluğunu 80 bin stadium olarak hesaplar. Ekvator dairesinden söz eden birisinin dünyanın yuvarlak olduğunu varsaydığı açıktır.'' (Sayfa: 22)
*
''Romalılar, bilinen dünyanın bütün şehirlerini birbirine bağlayan yolları çizmişlerdi ve o yollar, XV. yüzyılda bu haritanın ortaçağ versiyonunun keşfedilmesinin ardından Tabula Peutingeriana [Peutinger Haritası] adı verilen bir Roma haritasında resmedilmiştir. Bu çok karmaşık haritada üst kısım Avrupa’yı, alt kısım Afrika’yı temsil eder, ama demiryolu haritasındaki durum burada da söz konusudur: İki kıyıyı birbirinden ayıran, nehir benzeri şekil Akdeniz’i temsil eder. Hiç kimse Mare Nostrum’u devamlı olarak geçen Romalıların veya ortaçağdaki deniz devletlerinde yaşayan denizcilerin Akdeniz’in bir nehir kadar dar olduğunu sandıklarına inanmaz. Burada önemli olan insanların kıtaların şekline ilgi duymayıp sadece Marsilya’dan Ceneviz’e gitmenin mümkün olduğunu bilmek istemeleriydi. Orvieto Katedrali’nde bulunan ve Keşiş Angelico tarafından yapılmış ol a n Havarilerin Arasında Yargıç İsa eserine bakalım. İsa’nın elinde tuttuğu (ve genelde hükümdarın gücünün simgesi olan) yerkürenin üzerinde ters bir T şekilli harita vardır. İsa’nın nereye baktığına dikkat edilirse dünyaya baktığı görülür; dolayısıyla dünyanın bizim gördüğümüz şekilde değil de İsa’nın onu yukarıdan gördüğü şekilde, yani ters olarak resmedildiği anlaşılır. Eğer bir yerkürede T-şekilli bir harita resmedildiyse, burada kastedilenin bir kürenin iki boyutlu resmi olduğu anlaşılır. Bu delil kimileri tarafından yetersiz sayılabilir, çünkü bu fresk 1447 yılına, dolayısıyla ortaçağın geç dönemine aittir. Ama Liber Floridus’ta [Çiçekler Kitabı] yüzeyinde bu türden bir harita olan haçlı bir yerküre vardır ve bu eser XII. yüzyıla aittir.'' (Sayfa: 23-24)
*
DİPNOT: Mare Nostrum: Latince ''Bizim Deniz''; Romalılar Akdeniz'i nitelemek üzere kullanırdı.
*
1. Görsel ( Tabula Peutingeriana) kaynağı: researchgate.net/figure/The-stud... 200373_fig3_208639459
*
2. Görsel ((Liber Floridus) kaynağı: en.wikipedia.org/wiki/Liber_Flor...
*
Ortaçağ kimsenin kendi köyünün dışına çıkmaya cesaret edemediği bir dönem değildi. Bu çağın -hele de Marco Polo düşünülürse- büyük yolculukların dönemi olduğu çok iyi bilinir. Ortaçağ edebiyatı, efsanevi ayrıntılar açısından zengin olsa da, büyüleyici yolculuk hikâyeleriyle doludur; Vikingler ve İrlandalı keşişler arasında ve tabii İtalya’nın deniz devletlerinde müthiş denizciler vardı. Ama ortaçağ her şeyden önce hac yolculuklarının çağıydı; hiç varlıklı olmayan insanlar bile Kudüs, Santiago de Compostela veya çeşitli azizlerin mucizevi kutsal emanetlerinin saklandığı başka ünlü kutsal yerlere yaptıkları tövbe amaçlı yolculukları yürüyerek gerçekleştirirdi. Nitekim hacıların ziyaret alanlarının etrafında yollar ve konaklama işlevi gören manastırlar inşa edilir, hatta yol boyunca görülmesi gereken yerleri içeren son derece ayrıntılı rehberler yazılırdı.
Büyük din merkezlerinin ziyaretçi çekecek kutsal emanetler elde etmek için birbirleriyle yarışması, hac yolculuklarını hem dini cemaatleri hem de yerleşim alanlarını ilgilendiren gerçek bir endüstri kolu haline getirmişti. Friedrich Barbarossa’nın şansölyesi Reinald von Dassel, Üç Müneccim Kral’ın cenazelerini Milano’dan alıp Köln Katedrali’ne götürmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Ortaçağla ilgili olarak gözlemlenen asıl olgu, insanların yakınlardaki merkezlere değil de, onları çok daha uzaklara götürecek yolculuklara çıkmak için daha çok fırsata sahip olduğudur. (Sayfa: 24)
*
Ortaçağ sadece mistiklerin ve katılık yanlılarının dönemi değildi:
*
''Yılda bir defa da olsa, halkın en alt tabakalarının kuraldışı davranma izni verilen karnaval gösterileri ne ılımlı ne de iffetliydi; köylülerin alaya alındığı hiciv yazılarında müstehcen terimlerden veya bedensel ayıpların tasvirinden kaçınılmazdı. Kısacası ortaçağ, erdemli davranış olarak görülen, telkin edilen ve talep edilen ile bazen en ufak bir ikiyüzlülükle bile gizlenmeye gerek görülmeyen gerçek davranışlar arasında sürekli bir çelişkinin yaşandığı çağdır. Mistikler bekâret vaaz edip bunu din adamlarına şart koşarlar, ama öykü yazarları papazlar ile keşişleri pisboğaz ve ahlaksız olarak tasvir ederdi.'' (..)
''Sapkın, ama harika. Aziz Bernard da keşişlerin bu dünyadan feragat etmekle nelerden vazgeçtiğini anlatırken bu ruh halini teyit eder: “Halktan ayrı olan biz keşişler, İsa adına dünyanın değerli ve yanıltıcı olan her şeyinden vazgeçen bizler, İsa’yı kazanmak adına güzelliğiyle parlayan, seslerinin tatlılığıyla kulağı okşayan, hoş kokan, tatlı bir tadı olan, dokunması zevkli olan, yani bedeni okşayan her şeyi pislik gibi gören bizler,...” (Apologia ad Guillelmum abbatem). Tiksinti derecesinde bile olsa, vazgeçilen şeyler konusunda güçlü bir duygu ve hafif de olsa bir özlem kendini hissettirir.'' (Sayfa: 25)
*
''Ortaçağ daima kadın düşmanı değildir. Kilise Babaları seks konusunda derin bir nefret sergiler -öyle ki bazıları kendilerini hadım ettirirler- ve kadınlara daima günah kaynağı gözüyle bakardı. Bu mistik kadın düşmanlığı ortaçağ manastırında kesinlikle mevcuttur. Bunun için Odon de Cluny’nin (X. yüzyılda) aşağıdaki beyanatını hatırlamak yeterli olacaktır: “Vücudun güzelliği tamamıyla ciltten kaynaklanır. Aslında insanlar, Beotya vaşakları gibi içsel bir görüşe sahip olup cildin altında nelerin olduğunu görseler, bir kadının görüntüsü bile onlara mide bulandırıcı gelecektir: Bu kadınsı zarafet balgam, kan, sarı öd ve siyah ödden başka bir şey değildir. Burun deliklerinde, boğazında, karnında nelerin gizlendiğini düşünün: Her yer pislik dolu. Nasıl oluyor da, kusmuğa veya dışkıya parmağımızın ucuyla bile dokunmaktan tiksinen bizler, kollarımızın arasında dışkı dolu bir çuval tutmayı arzulayabiliyoruz!” İffetli keşişlerin bu konudaki düşünceleri de yeterli değildir, çünkü kadınlara karşı en amansız metin, Giovanni Boccaccio’nun XIV. yüzyılda yazılmış Corbaccio eserinde bulunur.
Ancak ortaçağ, kadının hem ortaçağ romansı hem de Stilnovo şairleri tarafından en tutkulu şekilde yüceltildiği dönemdir aynı zamanda: Dante’nin Beatrice’yi ilahileştirmesi buna örnektir.'' (Sayfa: 26-27)
*
Ortaçağ, insanların yakıldığı ateşlerle aydınlanan tek çağ olmamıştır. Ortaçağda sadece dini nedenlerle değil, siyasi nedenlerle de insanlar yakılırdı; Jeanne d’Ark’ın duruşması ve mahkûmiyeti buna bir örnek teşkil eder. Papaz Dolcino gibi sapkınlar da birçok küçük çocuğa (sayısının 200 olduğu söylenir) tecavüz edip öldüren Gilles de Rais gibi katiller de yakılır.
Ancak ortaçağın “resmi” bitişinden 108 yıl sonra Roma’da, Campo dei Fiori’de Giordano Bruno’nun yakıldığını ve Galileo’nun mahkeme tarihinin de 1633 yani modern çağ başladıktan 141 yıl sonra olduğunu hatırlamak gerekir. Galileo yakılmaz, ama dini sapkınlıkla suçlanan Giulio Cesare Vanini 16I3’te Toulouse’da ve Manzoni’nin bize anlattığı üzere Giangiacomo Mora veba yaydığı suçlamasıyla 1630’da Milano’da yakılır.
Engizisyon (ve büyücülüğün nevrotik fenomenolojisiyle kadın düşmanlığı ve bağnaz karanlığın vahşi tanıklığı) konusunda en acımasız rehber olan, Kramer ve Sprenger’in korkunç Malleus maleficarum [Cadıların Çekici] eseri 1486 yılına aittir. Ayrıca cadılara uygulanan en amansız zulüm ve yakılarak öldürülme olayları Rönesans’tan itibaren gerçekleşmiştir. (Sayfa: 28)
*
''Vahiy’i ortaçağ açısından bu kadar çekici kılan yirminci bölümdeki temel muğlaklıktır. Harfiyen yorumlandığı zaman, bu bölümde insanlık tarihinin bir noktasında Şeytan’ın 1000 yıllığına tutsak edildiği söylenir. Şeytan’ın tutsak kaldığı dönem boyunca dünyada İsa’nın krallığı gerçekleşir. Sonra Şeytan bir süreliğine serbest bırakılır, ama hemen sonrasında yeniden yenilgiye uğratılır. Bu noktada İsa, Kıyamet Günü’nü başlatacak, dünya tarihi sona erecek ve (yirmi birinci bölümün başındayız) yeni bir gökkubbe ile yeni bir dünya ortaya çıkacak, yani Kutsal Kudüs gerçek olacaktır.'' (Sayfa: 30)
*
''..Bohemya’da radikal Husçu kanadını (Taboritler), XVI. yüzyılda önce köylülerin isyanını ve Vahiy’e dayanarak kendini “Tanrı’nın düşmanları biçmek için bilediği tırpan” olarak tanımlayan ve binyılın eşitliğe dayalı, komüncü bir toplum olacağını düşünen vaiz Thomas Müntzer’i verebiliriz (bu binyıl Marksist düşünürler tarafından da böyle değerlendirilecektir).'' (Sayfa: 31-32)
*
Ortaçağ Hangi Açılardan Zamanımızdan Farklıydı:
*
''Nevrotik durumdan söz ettik, ama aslında burada söz konusu olan klasik dönem insanoğlunun efsane yaratma faaliyetlerini uzatma girişimiydi: Hıristiyan ethos’uyla uyumlu yeni figürler ve atıflar geliştiriliyor, geç klasik dönemin bir süre önce kaybettiği o ihtişam duygusu yeni bir doğaüstü duyarlıkla canlandırılıyor ve Homeros’un tanrılarının yerini Lucianus’un tanrıları alıyordu.
Bu anlamda ortaçağ insanı dünyayı dolduran bütün unsurlara taşlara, bitkilere, hayvanlara- mistik bir anlam yükler.
Bu tavrın felsefi gerekçelerinin iki temel kökeni vardır. Bunlardan biri Yeni-Platonculuğa dayanır (Yeni Platonculuk, Sahte Dionysios Areopagites gibi ikinci elden de olsa, ortaçağ düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir). Tanrı’nın isimlerini, yani Tanrı’nın nasıl tasvir ve temsil edileceği konusunu sorgulayan Sahte Dionysos bu uzak, bilinmeyen ve tarifi imkânsız Tanrı hakkında şöyle der: “Gizem yoluyla öğretici olan sessizliğin ışıltılı kurumudur.. apaydınlık karanlıktır.. ne bir vücut ne bir figür ne de bir şekildir; miktarı, özellikleri veya ağırlığı yoktur; tek bir yerde değildir; görmez; dokunma duyusu yoktur; duymaz; hislere kapılmaz.. ne bir ruh ne bir zekâdır; hayalgücü veya görüşü yoktur; ne bir sayı ne bir düzen ne de bir ölçüdür.. ne bir madde, ne sonsuzluk, ne zamandır.. ne karanlık, ne ışıktır, ne yanlışlık, ne de hakikattir.” Bu baş döndürücü ve mistik coşku sayfalar boyu sürer (Theologia Mystica).'' (Sayfa: 35-36)
*
''..ortaçağ insanı “konuşan” bir dünyada yaşar ve Tanrı’nın sözlerini bir yaprağın hışırtısında bile duymaya hazırdır.
Ancak daha önce de ifade edildiği gibi, ortaçağ tek bir çağ değildir ve onu XII ile XIII. yüzyıllar arasında gören bu simgesel bakış açısı en azından üniversitelerde giderek zayıflar ve yerini daha natüralist açıklamalara bırakır. Ancak farklı ortaçağları birbirinden ayırt etmeyi zorlaştıran şey; doğayı Aristotelesçi felsefe açısından yorumlamaya çalışan filozofun, kenarlarında efsanevi yaratıkların resimlerinin bulunduğu eski elyazmalarına veya dua kitaplarına başvurabilmesi, ancak onları ciddiye alıp almadığını bilemememizdir. Öte yandan günümüzde de, laboratuarlarından çıkıp el falına baktırmaya veya ruh çağırma seanslarına giden bilim adamlarının sayısı az değildir.'' (Sayfa: 37)
*
Sonuç Olarak:
*
''İyilik, ne olduğu çok iyi bilinen ve salık verilen bir şeydiyse de, yaşamın farklı olduğu kabul edilip ilahi hoşgörüye sığınılıyordu. Sonuçta ortaçağ, Horatius’un Lasciva est nobis vita, pagina proba [Bizim hayatımız iffetsizdir, ama kâğıtlarda yazılanlar namusludur] şeklindeki özdeyişini tersyüz ediyordu. Bu uygarlıkta bir yandan vahşet, şehvet ve zalimlik sergilenirken, öte yandan Tanrı ve Tanrı’nın ödülleri ile cezalarına kalpten inanılarak dindarlığa dayalı bir hayat yaşanırdı ve uyulan ahlak idealleri büyük bir masumiyetle ihlal edilirdi.'' (Sayfa: 39)


Batı Roma İmparatorluğu'nun Çöküşünden Şarlman'a, Filippo Carla:
*
Barbarların Yerleşimi:
*
''Kıta topraklarındaki Roma-Barbar krallıkların doğuşu ise farklı olmuştur. Bu krallıklar daha önceden bir imparatorluğa bağlı olmuş bölgeleri istila eden yabancı güçlerden doğmaz; Roma’nın erken imparatorluk döneminden beri, sınır ötesi Germen kabilelerinin iç işlerine müdahale etmek için başvurduğu diplomatik antlaşma olan foedera’nın uygulanması sonucunda bu topraklarda ortaya çıkar. Marcus Aurelius (121-180, > 161) döneminden itibaren Barbarları toprağa bağlı çiftçiler olarak imparatorluk topraklarına kabul etme geleneği başlar; Diocletianus’la ise laeti ve gentiles, yani askeri sorumlulukları olan yarı özgür çiftçiler olarak kabul edilmeye başlanırlar, kamu topraklarına yerleştirilir ve daha öncekilerin tersine etnik topluluklar halinde örgütlenirler. Geç antik döneme ait bir yenilik olmayan bu uygulamaların bir neticesi olarak da V. yüzyılda foedera adı verilen antlaşma ortaya çıkar. Bu sisteme göre Barbar halkları, imparatorluğun belli bir bölgesine, bir kralın imparatorun vekili olduğu bir bölgeye yerleştirilir ve Barbar birlikleri Romalı foederati [foedera antlaşmasına taraf] birlikleri sayılır; örneğin Vizigotlar 451 yılında Catalaunum Ovası Savaşı’nda Romalılarla birlikte Attila’ya karşı mücadele ederler.'' (Sayfa: 53)
*
Kölelik, Kolonluk Sistemi ve Serflerin Köleliği, Pasquale Rosafio:
*
Villa Sistemi ve Geç Antik Döneme Geçiş
*
İmparatorluk döneminde kırsal villada kölelik Roma dönemi ile ortaçağ arasındaki ekonomik dönüşümün birbirini takip eden üç aşamadan kölelik, kolon sistemi ve serflerin köleliği- oluştuğu görüşü uzun zaman önce terk edilmiştir. Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz’de yayıldığı dönemde çok hızlı ve büyük artış gösteren kölelik, kırsal villa içerisinde köleliğe bağlı bir üretim biçimi olarak bilinen bir çalışma şeklini doğurur. Sırasıyla MÖ II ve I. ve MS I. yüzyıllarda yaşamış olan ve tarım konusunda yazılar yazan Cato, Varro ve Columella, başta şarap ve zeytinyağı olmak üzere ürünleri büyük ölçüde pazarlarda satılan villa köleliği sistemini oldukça ayrıntılı bir şekilde tasvir ederler. Kölelerin (servi) sayısı, işlenecek toprağın büyüklüğüyle orantılı olarak değişir, takımlar halinde düzenlenirler ve daha büyük villalar söz konusu olduğu zaman hiyerarşinin en altında yer alırlar. Bu kölelerin üzerinde, onlardan üstün olan ve onları kontrol altında tutan başka köleler (monitores) vardır, onların üzerindeki bir başka köle (vilicus) ise doğrudan villa sahibi veya temsilcisi (procurator) nezdinde idareden sorumludur. Köleliğe bağlı üretim yönteminin belli bir bölgeyle ve temelde İtalya’yla ve birkaç eyaletle sınırlı olduğunu ve III. yüzyılın başında bir döneme ait olduğunu yazılı atıflar ve arkeolojik kanıtlar temelinde biliyoruz. Bu üretim sisteminin işlemesi için geçici olarak ek işgücüne ihtiyaç vardır ve bu durum özgür kolonların işe alınmasına alternatif değildir; dahası en azından prenslik dönemi boyunca ona paralel olmakla kalmaz, onu tamamlar. Ayrıca imparatorluğun çeşitli bölgelerinde, yerel geleneklere uygun olarak başka üretim şekilleri de söz konusudur. Köleliğe bağlı üretim şeklinin ortadan kalkması III. yüzyılda bütün imparatorluğa yayılan krizle bağlantılı olarak gelişir ve ekonomi üzerindeki etkisi o kadar derin olur ki, yeni bir tarihi çağa, geç antikçağa geçişi belirler. (Sayfa: 60-61)
*
Geç antik dönem: villanın yeni rolü
*
Organik köle yapısından oluşan son villa örneği, Severius döneminde yaşamış bir hukuk adamı olan Ulpianus’a (II. yüzyıl) dayanır; Ulpianus, cumhuriyet döneminin sonundan itibaren görülen ve giderek yayıldığı anlaşılan kiralık köle (servus quasi colonus) kavramından da söz eder. Geç antik dönemde tarım alanında gözle görülür bir değişim olur ve villalar bu dönemde de önemli, ama öncekine göre çok farklı bir rol oynamaya başlar. Geç antik dönemdeki villalar V. yüzyılda tarım konusunda bir eser yazmış olan Rutilius Palladius tarafından tasvir edilmiş ve önemli arkeolojik buluntularla da belgelenmiştir. Villalar hem özgür hem köle kolonlardan oluşan, aileleriyle beraber yaşayan ve münferit arazilerde özerk olarak çalışan geniş bir nüfusun bir arada bulunduğu yerlerdir; villanın merkezi sadece kolonlardan kaynaklanan ürünlerin işlendiği ve muhafaza edildiği yapıları içermeye devam eder. Dolayısıyla belli sayıda kölenin bütün bu yapıları işletmek ve kontrol altında tutmak için villada kaldığı muhtemeldir. Palladius da buna benzer bir senaryodan söz eder ve çiftçilerin ayrılıp kentsel merkezlere taşınmasını engellemek için villalara zanaatkârların da yerleştirilmesi gerektiğini söyler. Sonuçta Palladius’un tasvir ettiği ile klasik dönem yazarlarının tasvir ettiği villa modelleri arasındaki ilişki tersyüz olmuş gibidir: Toprak arazilere bölünmüştür ve kolonlara kiralanır, üretim yapısının merkezinde bulunan daha küçük çaplı bir yapı da kolonlara hizmet verir. (Sayfa: 61)
*
Kolonluk Sistemi ve Serflerin Köleliği:
*
''Doğudakilerden censibus adscripti ve daha sonraları adscripticii diye söz edilir ve bu terimin Yunanca karşılığı olan enapographoi terimine Mısır papirüslerinde de rastlanır. Bir emirnamesinde adscripticii kolonlarını mecazi anlamda kölelere benzeten Justinianus (481?-565, > 527) onlar hakkında bazı ayrıntılar verir. Aslında Justinianus’un sisteminde, özgür insanlar ile köleler arasındaki ayrım var olmaya devam eder. Justinianus’un adscripticii kolonlarının durumunun hukuki açıdan değil de toplumsal açıdan ne kadar düşük olduğunu vurgulamak ister ve onları humiliores’in [en alt sınıf] en alt düzeyine yerleştirir, hatta kölelere yakın sayar.'' (Sayfa: 63)
*
Barbar Göçleri ve Batı Roma İmparatorluğu’nun Sonu, Massimo Pontesilli:
*
Germenlerin Kökenleri ve İmparatorluğun Sınır Bölgesine Yerleşmeleri:
*
Genel olarak Germen adı verilen saldırgan halkların kökeni, Orta-Doğu Avrupa’sından gelen ve Danimarka Yarımadası ile İskandinav Yarımadasının güneyini içine alan Hint-Avrupalılaşma sürecinden (y. MÖ 3000-2500) gelir. Germenler II. binyılın sonuna doğru bu bölgelerden yola çıkarak Baltık kıyısına ve Kuzey Denizi’ne, MÖ VI. yüzyıl civarında da Ren Vadisi’ne ulaşırlar ve Keltlerle bazen şiddetli karşılaşmalar yaşanır. Daha sonra, ama bu bilginin kaynağı olan Caesar’ın döneminden (MÖ 102-44) önce, Germenler güneye doğru yayılırken Tuna’ya da ulaşırlar. Ren ile Tuna, Germenlerin daha fazla yayılmasını engellemekte önce doğal sınırlar, sonra da Roma lejyonlarının denetimindeki siyasal sınırlar (limes) olarak rol oynar.'' (Sayfa: 65)
*
Barbarlar İmparatorluğa Karşı:
*
IV ve V. Yüzyıllardaki İstilalar ve Batı Bölümünün Sonu:
*
Diocletianus (243-313, 284-305 arası imparator) ile Constantinus (y. 285-337, > 306) dönemleri daha sakin olmakla birlikte bu dönemde Agri decumates ve Dacia terk edilmiştir. Aynı zamanda demografik çöküşü telafi etmek için giderek artan sayıda Barbar, kolon (malik veya laeti) olarak imparatorluk sınırları içerisine yerleştirilirken ordunun “Barbarlaşması” şiddetini artırarak devam eder. Gotlar, 250’li yıllarda sapkın piskopos Wulfila (311-y. 382) sayesinde Aryan Hıristiyanlığı kabul eder ve Aryanlık, Nicaia [İznik] Konsili sonrasında din değiştirecek olan Franklar dışındaki tüm Barbarlar arasında yayılır.'' (Sayfa: 67)
*
Germen Halkları, Alessandro Cavagna:
*
Yerleşme ve Yayılma:
*
Genellikle Germen kökenli halkların asıl yerleşim bölgesinin Jutland Yarımadası ve İskandinav Yarımadasının güneyi olduğu sanılır; Germen kabileleri burada kademeli olarak yayıldıktan sonra MÖ 700-500 arasında Hollanda’dan Batı Rusya’ya kadar Orta Avrupa’nın kuzeyinin büyük kısmını istila etmiştir. Germen kabilelerinin giderek güneye doğru yayılması MÖ II. yüzyılda, kuzeye doğru yayılmakta olan Roma dünyasıyla karşılaşınca sona erer. Roma İmparatorluğu’nun sınır bölgesine doğru devam eden (özellikle Kuvadlar ile Markomanların) göç dalgaları I ve II. yüzyıllarda devam etse de; Germen halklarının sürekli bir şekilde Batıya doğru ilerleyişi III. yüzyıldan itibaren, Gotlar Balkan Yarımadasını ve Küçük Asya’yı yakıp yıkarak imparatorluğun içlerine kadar girdiği zaman gerçekleşir (238-271). Muhtemelen zengin bölgeleri yağmalamayı amaçlayan savaşçılardan oluşan bu ilk grupların güneye gidişini IV. yüzyılın sonundan itibaren Vizigot, Ostrogot, Sueb, Burgon, Alaman, Frank, Longobard, Vandal, Herül, Anglo, Sakson ve Jüt akınları (Völkerwanderung) izler. Germen halklarının bu geniş çaptaki yayılışı üç ana koldaki dilsel ayrımı da pekiştirir: ilk olarak Vikinglerin hareketlerine bağlı olarak yayılmış olan Kuzey Germen dili, sonradan sadece İskandinav dünyasıyla sınırlanır ve dışarıdan gelen etkilerle değişmeye devam eder; temelde Gotların dili olan Doğu Germen dili Wulfila’nın (311-y. 382) İncil’inde (veya Gotik İncil) izlerini bıraktıktan sonra Kırım’ın bazı bölgeleriyle sınırlanır ve ardından ortadan kalkar; Batı Germen dili ise çok daha verimli bir dil olup günümüzde İngilizce, Felemenkçe ve Almancanın kökenlerini oluşturan eski İngiliz, Sakson, Frizon ve erken dönem Alman lehçelerini bir araya getirir. (Sayfa: 69-70)
*
Askeri stratejiler:
*
''Maddi açıdan bakıldığında, savaş uzun süre oldukça sınırlı çeşitte silahla sürdürülür ve genelde dağınık da olsa, çatışma şiddetinin etkisine ve saldırının sürpriz faktörüne güvenilir. Aslında bu halkların savaş ekipmanı daha çok kargı, mızrak ve kalkanlardan oluşur, ama Romalılarla ilişkilerin artması sonucunda III. yüzyıldan itibaren kılıç daha önemli bir rol kazanırken V. yüzyıldan itibaren de miğferler yaygın olarak kullanılmaya başlanır. Arkeolojik kazılardan da anlaşıldığı üzere, zırhlar genelde bir istisna teşkil eder; VI. yüzyılda bile Franklar ile Bizanslılar arasındaki çarpışmalarda Frank savaşçılarının belden yukarısı çıplaktır ve üzerlerinde sadece deriden veya ketenden pantolonlar vardır. Çarpışma teknikleri açısından da yüzyıllar boyunca çok az temel değişiklik gözlemlenir: Sadece Sarmat-İran-Türk örneğiyle daha yakın temasta olan Doğulu halklar arasında -yani Gotlar, Vandallar ve Longobardlar- süvari birlikleri ve yay kullanımı gelişir.'' (Sayfa: 72)
*
Din
*
Germen tanrıları ile Roma tanrıları Hıristiyanlığın yayılmasından önce var olan Germen dinleri ve gelişimleriyle ilgili bilgiler sınırlıdır, ancak İzlanda halklarının Hıristiyanlığı geç dönemde kabul etmiş olmasının daha zengin ve çok yönlü bir ortamın sürmesine imkân verdiği bilinir. Germen efsanelerinin temelinde yattığı anlaşılan Aesirler ile Vanirler arasındaki ihtilaf, bazı araştırmacılar tarafından Hint-Avrupa asıllı istilacılar ile daha önceki yerleşik halklar arasındaki ilkel çatışmaların anısı olarak görülür. Georges Dumezil’in de (1898-1986) tespit ettiği üzere, genelde Aesirlere sihirle ve savaşla ilgili tanrılar bağlıyken (özellikle savaşta ölenleri Valhalla’ya götürme görevi verilen, tanrıların efendisi Wotan/Odin, gök gürültüsü tanrısı Donar/Thor ve Tacitus’un Roma tanrısı Mars’a denk geldiğine karar verdiği Tyr/Tiu), Vanirlere üretimle ve çoğalmayla ilgili tanrılar bağlıdır (özellikle bereket tanrısı Freyr, aşk ve doğurganlık tanrıçası Freya). Tacitus, Germania adlı eserinin kısa bir bölümünde Germen tanrıları ile Roma tanrıları arasında özdeşlikler bulmuş, Odin ile Mercurius, Tiu ile Mars, Thor ile Jüpiter arasında bağlantı kurmuştu; bu özdeşlikler IV. yüzyılda günlerin isimlerinin kazıldığı kalıplarda da görülür: Roma’nın Mercurii dies’i [Mercurius’un günü] Anglo-Sakson dilinde Wödnesdaeg’a (Odin’in günü) denk gelir ve bundan İngilizcedeki Wednesday [çarşamba] ile Hollandacadaki Woensdag türer; perşembe günü (Iovis dies veya Jüpiter’in günü) Donares Taga (“Donar’ın günü”) dönüşür ve bundan Almancadaki Donnerstag ile İngilizcedeki Thursday [perşembe] türer; Martis dies [Mars’ın günü] Anglo-Sakson dilinde Ti wesdeeg’e dönüşür ve bundan İngilizcedeki Tuesday [salı] ile Almancadaki Dienstag türer; son olarak da, İngilizcedeki Friday [cuma] ile Almancadaki Freitag’ın temelinde Venüs ile Freya arasındaki bağlantılar yatar.'' (Sayfa: 72-73)
*
Slav Halkları, Alessandro Cavagna:
*
Paganizm ve Hıristiyanlık
*
Gök gürültüsü, yıldırım ve rüzgâr tanrısı Hıristiyanlığın yayılmasından önceki dönemde Slav dinleri hakkında çok az bilgi vardır, çünkü yazının (Kiril alfabesiyle) kullanımı da ancak Slav halklarının kademeli olarak Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra yaygınlaşır. Buna rağmen bazı Hıristiyan kaynakları sayesinde Slav inanışları hakkında birtakım bilgilere ulaşabiliriz. Her ne kadar Prokopius Slav dünyasına, üstün bir ilaha ibadet etmeye bağlı tek tanrılı bir din atfederse de muhtemelen hiçbir zaman sistematik bir düzene oturmayan Slav panteonunun, çoğu yerli olmak üzere farklı tanrıların bir arada yer aldığı animist ve çok tanrılı bir din olarak tarif edilmesi daha doğru olur. Özellikle Kievli Slavlar arasında Perun adlı gök gürültüsü ve yıldırım tanrısı daha baskın bir role sahipken diğer halklar arasında da güneş, gökyüzü ve ateş tanrısı Rod veya genelde ahiret tanrısı olarak bilinen Veles gibi ilahlar daha öncelikliydiler. Bunların yanı sıra kanatlı köpek veya köpek başlı kuş şeklindeki bereket tanrısı Simargl, rüzgâr tanrısı Stribog veya bazı araştırmacılar tarafından Slavların magna mater, yani Büyük Ana adı verilen yağmur tanrıçası Mokos gibi başka bazı önemli figürler de sayılabilir.
Slav dünyasının IX. yüzyıla kadar büyük ölçüde pagan olmaya devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu dönemde rakip iki misyonerlik merkezinin, yani Roma ile Konstantinopolis’in çalışmaları daha yoğun hale gelir. Bugün bile Rus, Sırp ve Bulgarların ait olduğu Ortodoks dünyası ile Hırvat, Sloven, Çek, Slovak ve Polonyalıların oluşturduğu, Roma Hıristiyanlığına bağlı dünya arasında var olan çatlak bu dönemdeki değişimlerden kaynaklanır.
*
Kirillos ile Methodios’un Hıristiyanlığı savunması
*
Her ne kadar VII. yüzyıldaki yayılma hareketinden sonra Slav dünyasında Frank, İrlanda ve Roma misyonerleri rol oynarsa da, Konstantinopolis Kilisesi’nin bu konuda üstünlük elde ettiği ve daha büyük yayılma gücüne sahip olduğu anlaşılmaktadır; Doğu dünyası, Ortodoks dininin yayılmasını özellikle Kirillos ile Methodios kardeşlerin (y. 820-885) ve müritlerinin çabalarına borçludur. Ancak Doğulu Hıristiyan ibadet şekillerinin kabulü, siyasi yöntem ve nedenlerle bağlantılı olarak da düşünülmelidir; örneğin Francis Dvornik’in (1893-1975) Slavların Orta Avrupa’daki “ilk büyük siyasi
organizmamı olarak tarif ettiği (Avrupa Tarihinde ve Uygarlığında Slavlar, 1968) Büyük Moravya’da Konstantinopolis’in ibadet seçiminin, Moravya krallarının Katolik Frankların Moravya ve Tuna havzalarında giderek yayılmalarına direnme çabasına bağlı olduğu bilinir. Aynı şekilde I. Vladimir’in (y. 956-1015) Kiev Prensliği olarak Ortodoksluğu kabul etme kararında da hem Sofya’da bir kilisede Bizans dini törenleriyle tanışmış olmaktan kaynaklanan hayranlık duygusu, hem de Bizans imparatoru II. Basileios’un (957-1025) kız kardeşi Anna Porphyrogenneta’yla (963-1008/1011) evliliği rol oynar. I. Mieszko’nun (y. 930-992, 960) 966’da vaftiz olma kararında ise, IX. yüzyıldan itibaren papaların özellikle Dalmaçya bölgesinde uyguladığı ve Hırvatlarla Slovenlerin Hıristiyanlığı kabul etmesiyle sonuçlanan baskının yanı sıra Polonya dünyasının Roma törenlerine olan yakınlığı da göz önüne alınmalıdır. Germen kolonların giderek yayıldığı Doğu Almanya toprakları da I. Heinrich (y. 876-936) ile I. Otto (912-973) yönetimi altında Roma Hıristiyanlığı dünyasına dahil olurlar. (Sayfa: 76-77)
*
Step Halkları ve Akdeniz Bölgesi:
*
Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Umberto Roberto:
*
“Barbarların En Barbarları”: Hunlar, Germenler ve Romalılar Vahşi Hunların efsanevi kökenleri
*
Got tarihçi Jordanes VI. yüzyılın ortalarında Hunların ortaya çıkışıyla ilgili bir efsane anlatır: İskandinavya’dan Kırım’a doğru ilerlemekte olan Gotların arasında cadılar vardır ve Got kralı onların kovulmasını emreder. Cadılar çorak bir bölgede terk edilir ve burada çölün iğrenç ruhlarıyla çiftleşirler. Vahşi Hun ırkının efsanevi kökenleri böyle açıklanır: “Başlangıçta bataklıklarda dolanırlar: Az sayıda, kasvetli, zayıf, insan benzeri ve insan dilini andıran bir dile sahip.” (Getica, 24) Jordanes, Gotların tarihi hafızasını oluşturur. Yazılarında Roma’nın dili olan Latinceyi kullanır; bu seçim, Avrupa’da V ila VIII. yüzyıllar arasındaki Roma-Barbar döneminin asli özelliği olan olağanüstü asimilasyon sürecinin somut bir göstergesidir. Nitekim yüzyıllar boyunca sınır bölgesinde bir arada yaşadıktan sonram Germenler imparatorluğu istila eder ve batı bölgelerini fetheder. Ancak ortak irade sonucunda Romalılar ve Barbarlar kaynaşarak toplumsal ve dini ozmoz geçirir ve siyasi birlik oluştururlar. Jordanes’in de anlattığı üzere, Hunlar bu sürecin bir neticesi olarak ortaya çıkar. Daha sonra Avarlar, Bulgarlar ve Macarlarla da söz konusu olacağı üzere, bu halklar Orta Asya’nın uzak steplerinden, doğanın insanoğluna baskın çıkıp Barbarlıklarını ortaya çıkardığı engin ve vahşi alanlarından gelirler.
*
“Barbarların En Barbarları”
*
Hunlar, Germenlerin tersine, Roma’nın, kentsel hayatın, yazılı kültürün, kanunların verdiği güvenliğin ve Hıristiyanlığın yarattığı çekimi fazla hissetmiyor gibidir. Kendi kültürlerinden memnun olup kendi kimliklerini, ibadetlerini ve yüzyıllar boyunca steplerde yaşamış atalarından miras kalan gelenekleri korumak amacıyla marjinal kalmayı tercih ederler. Hem Romalılar hem de Germenler tarafından marjinal ve uzak, dolayısıyla da vahşi ve tehlikeli olarak algılanırlar: İnsanoğlunun vahşetine yönelik sonsuz derecelendirmede “Barbarların En Barbarları” olarak anılırlar. Bu hüküm, tarihçi Ammianus Marcellinus’un (y. 330-y. 400) Res gestae
eserinde bile yer alır. Örneğin Marcellinus bu çalışmasında, Hunlar ile atları arasındaki sıkı bağları tarif eder. Barbarlara özgü bir özellik olan bu bağ, anlatımının bütünü içerisinde insanlar ile hayvanlar arasında rahatsız edici bir ilişkiye işaret eder. Hunların elinden savaşarak kurtulmuş ve I. Theodosius’un (y. 347-395, > 379) sarayına sığınmış olan asil bir Gotun, Marcellinus’un bu e’ınografik tasvirinin kaynağını oluşturmuş olması muhtemeldir. Zaten Marcellinus yazılarını korkunç olayların yaşandığı bir dönemde yazar. (Sayfa: 78-79)
*
Attila’nın İmparatorluk Hayalleri
*
Atilla’nın politika değişikliği
*
Ancak Attila’nın politikalarında başlattığı değişiklik Aetius’un da elini kolunu bağlar. Kralın prestiji, Romalılara egemen olma kabiliyetine doğrudan bağlı olmakla birlikte Roma’dan alınan vergi aynı zamanda
krallığın aristokratlarıyla bağlılık ilişkilerini sağlamlaştırmaya da yaramaktadır. 450’li yıllarda Attila’nın Doğu Roma İmparatorluğu’ndan taleplerinde bir artış olur. II. Theodosius savaştan kaçınmak amacıyla hiç
tereddüt etmeden vergisini ödese de halefi Marcianus (y. 390-457, > 450) vergiyi ödemeyi reddedip Attila’nın meydan okumasını göze alarak birliklerini sınıra gönderir. Doğu Roma İmparatorluğu’yla girilecek savaşın
belirsizliği Attila’yı başka yerlerde zafer ve ganimet aramaya iter. Batı Roma İmparatorluğu’na yönelir, ancak Hun saldırısının öncesinde imparatorluk için mahcubiyet verici bir süreç yaşanır. Honoria ile Eugenius’un hikâyesi İki Roma imparatorunun kız kardeşi ve yeğeni olan Galla Placidia’nın (y. 390-450) kızı Augusta Honoria (416/417-455’ten önce) 450 yılında hizmetkârı Eugenius’la suçüstü yakalanarak imparatorluk ailesi için bir skandala yol açar. İki talihsiz âşık cezalandırılırlar: Eugenius işkence edilerek öldürülür, genç prenses ise hanedana sadık yaşlı bir senatörle nişanlanır. Bu durum karşısında gururu kırılan ve çok öfkelenen Honoria bir hadım ağasıyla Attila’ya nişan yüzüğü gönderir, ondan yardım ister ve onunla evleneceğine söz verir. Attila bu fırsattan hemen yararlanarak bu yüzükle Prenses Honoria’yla nişanını garantilediğini düşünerek çeyiz olarak Roma kontrolü altındaki Galya’nın kendi imparatorluğuna bağlanmasını ister. Bu sıkıntılı durum III. Valentinianus ve Aetius’un kararlılığıyla çözülür, Honoria ile suç ortakları çok sert bir şekilde cezalandırılır ve Attila’nın talepleri reddedilir. (Sayfa: 81)
*
Başarılı Bir Entegrasyon:
*
Tuna Üzerinde Bulgarlar ve Slavlar
*
Yeni Bulgar Krallığı Avarların 626’da Konstantinopolis surları önünde uğradığı yenilgi Balkanlar’da çok büyük çapta sonuçlara yol açar. Avar boyunduruğu altındaki Slav halkları başkaldırır ve savaşarak özgürlüklerini kazanırlar. Hazar Denizi ile Karadeniz arasındaki bölgede yaşayan Bulgarların prensi Kurt (Kubrat), Bizanslıların da yardımıyla Avar kontrolünden kurtulur. VH. yüzyılın ortalarından itibaren Bulgarlar güneye doğru ilerlemeye başlar. Steplerden gelen göçebe bir halk olan Bulgarlar Türk-Moğol soyundan gelen topluluklardan oluşur; nitekim eski Türkçede bulgha kelimesi karışım anlamına gelmektedir. Tuna deltasına ulaştıkları zaman etnik köken meselesi daha da karmaşık bir hal alır. Göçebe soyu, bölgenin Slav-Trakyalı halklarıyla kaynaşır ve birkaç on yıl içinde göçebeler Slav kültürü tarafından asimile edilir. Bizans kaynaklan, yüzyıl sonuna doğru Tuna sınırında güçlü bir Barbar varlığının geliştiğini kaydeder: Bu, Bulgar Krallığı’dır. Önce Hunların sonra da Avarların durumunda olduğu gibi, Bulgar göçebeleri de Akdeniz bölgesine ulaşınca göçlerine son verir. Ancak kaderleri diğerlerine göre çok farklıdır: Bulgarlar bir krallıkla ile zaman içinde kalıcı olacak bir Slav-Bulgar “ulusu” kurmakta başarılı olurlar. (Sayfa: 84)
*
Bulgar Krallığı ile Bizans Arasında Mücadeleler ve Kültürel Asimilasyon:
*
''Bulgar kralı Krum (?-814, > 793/803) Bizans imparatorunun kafatasından bir kupa yapılmasını emreder ve Boyarların huzurunda içkisini bu kupadan içer. İmparatorluk orduları Bulgarları Bizanslıların buyruğu altına almayı başarmasa da Konstantinopolis patriği Photius’un (y. 820-y. 891) diplomasi alanındaki çabaları daha istikrarlı bir anlaşmaya varılmasını sağlar. Bulgar kralı Boris (?-907, 852-889 arası kral) 864 yılında Rum Ortodoks dinini kabul eder ve vaftiz babası İmparator III. Mihail (840-867, > 842) gibi Mihail adını alır. Özerkliğini ve gücünü muhafaza etmesine rağmen krallık Bizans’ın Hıristiyan ekümenliğine dahil olur; artık tamamıyla Hıristiyan olan ve Slavlaşan Bulgarlar Orta Asya’daki steplerde başlamış olan yolculuklarının sonuna gelmişlerdir.'' (Sayfa: 85)
*
Barbar Krallıkları, İmparatorlukları ve Prenslikleri, Umberto Roberto:
*
Vikinglerden Önce:
*
Geç Antik Dönemden VIII. Yüzyıla Kadar İskandinavya
*
Kabile düzeni
*
''Danimarka, İsveç, Norveç ve Baltık Adalarında yaşayan Germen asıllı halklar, kabilelerden oluşan bir prenslik sistemine göre yönetilir. En önemli kabile Uppland’da (Doğu İsveç) yaşayan Svear kabilesidir; İskandinav yarımadasının güneyinde ise Götar kabilesi yaşar. Batı Norveç de benzer bir yapıya sahiptir. Bu kabilelerin, taştan şatolarda (örneğin Öland adasındaki Grâborg’da) oturan savaşçı aristokrasinin, prenslerin ve kralların yönetiminde olduğu anlaşılmaktadır. İsveç’in güneyinde (Vendel ve Valsgârde) bulunan ve VII-VIII. yüzyıla ait olan zengin mezarlıklar, yerel aristokrasinin ne kadar gelişmiş olduğuna işaret eder. Bu mezar buluntuları, şaşırtıcı derecede gelişim gösteren ve hem Baltık Denizi’nin ötesiyle hem de Anglo-Sakson yönetimindeki İngiltere’yle ve Franklarla yoğun ilişkiler yaşayan ilk İskandinav krallıklarını belgeler. Muazzam askeri gücün yanı sıra ticaret ve savaş konusunda da girişim ruhuna sahip bu yeni merkezi oluşumlar IV ve V. yüzyıllarda parçalanmaya başlayan kabilelerin yerini alır. VIII. yüzyıldan itibaren gerçekleşecek ve XI. yüzyıla kadar Avrupa kıyılarıyla Rusya’nın iç bölgelerini altüst edecek büyük Norman veya Viking (Viking kelimesi “koydan koya gidenler” veya “korsanlar” anlamına gelir) yayılma hareketi de İskandinavya’daki bu krallıklardan doğacaktır.''
*
Akdeniz’e Özgü Bir Dinamik: Mağribiler ve Afrika Kıyılarındaki Şehirler:
*
''Romalılar, Kuzey Afrika’daki Moritanya Krallığı’nı 42 yılında bir eyalet haline getirerek bölgeyi Mauretania Cesariense (günümüzde Cezayir) ile Mauretania Tingitana (günümüzde Fas) olmak üzere ikiye böler.'' (Sayfa: 93)
*
Justinianus ve Batının Yeniden Fethedilişi, Tullio Spagnuolo Vigorita:
*
Justinus, Justinianus, Theodora
*
''Justinianus (481?-565, > 527) 13 Kasım 565 gecesi öldüğü zaman haklı olarak ününün yüzyıllar boyu süreceğinden emindi. Ancak isminin, Romalıların hukuk bilgilerini toplattığı ve defalarca büyük bir övgüyle söz ettiği üç ciltlik Corpus Iuris Civilis [Sivil Hukuk Derlemesi] eseriyle beraber hatırlanacağını düşünmemiştir, hatta ummamıştır. En önemlisi Konstantinopolis’teki Hagia Sophia (Aya Sofya) olmak üzere bazı olağanüstü mimari eserler dışında, 38 yıllık saltanatının neredeyse tamamına yayılan ve muazzam miktarda insan gücü, insan hayatı ve mali kaynak pahasına gerçekleştirilmiş olan diğer girişimler pek verimli sonuçlar vermeyecek, hatta çok kısa ömürlü olacaktı.'' (Sayfa: 95)
*
Theodora’yla evliliği
*
''Bundan kısa bir süre önce, 525 yılı civarında Theodora’yla (?-548, > 527) evlenmiştir. Theodora şaibeli geçmişe sahip eski bir tiyatro oyuncusu olduğundan Justinianus (muhtemelen 523’te, yani bu nikâha karşı olan Euphemia’nın ölümünden sonra) amcasının senatörlerin böyle kadınlarla evlenmesini yasaklayan eski imparatorluk kuralını feshetmesini istemişti. İmparatoriçenin 28 Haziran 548’deki (kanserden?) ölümüne kadar süren evlilikleri boyunca çocukları olmamışsa da hep çok yakın yaşamışlardır. Bir tür iki başlılıktan söz etmek doğru değilse de, Justinianus’un Theodora’ya büyük saygı gösterdiği ve onu yönetim işlerinden uzak tutmadığı kesindir; imparatoriçe kadınların durumunu iyileştirecek kuralları teşvik eder, krallarla ve papalarla temaslar kurar, bazı yüksek düzey yetkililerin kaderleri üzerinde etkili olur ve kesin monofizit görüşe sahip olduğundan kocasının Kalkedon öğretisi eğilimini dengeler ve kendi inancına sahip olanlara destek olarak, bazılarının yıllar boyu sarayında sığınmasına izin verir. Nika (“Kazan!” Ocak 532) İsyanı’ndaki rolünün Prokopius (Bizanslı tarihçi, y. 500- y. 565) tarafından abartıldığı sanılır; buna göre Theodora kocasının kaçmasını engellemiş, Narses’in zaman kazanmasını ve Belisarius ile Mundus’un hipodroma saldırarak isyanı kanlı bir şekilde bastırmasını sağlamıştır (30 binden fazla kişinin öldüğü söylenir). Ancak bu isyanın Justinianus’un kendisi tarafından hem rakiplerini ortaya çıkarıp yok etmek, hem de hipodromdaki yarışların taraftarlarından doğan iki siyasi-askeri organizasyon olan ve genelde birbirine rakip olup bu isyanda bir araya gelmiş Yeşiller ile Mavilerin kibrini zayıflatmak amacıyla kışkırtılmış olması muhtemeldir.'' (Sayfa: 96-97)
*
Çöküş Dönemi:
*
''Depremler, komplolar ve huzursuzluklar: sonun başlangıcı Ordunun Batıda ve özellikle de Sasanilere karşı kullanılmasıyla zayıf düşen Balkan Tuna bölgesi 539/540’tan itibaren defalarca Barbarların saldırısına uğrar. Özellikle Kuturgurlar 559’da Konstantinopolis’in kapılarına dayanarak büyük şaşkınlık yaratır: Belisarius, Kuturgurları çıkarmayı başarsa da Justinianus’un istilacılara silahla karşı koyma konusundaki acizliği nedeniyle onları ancak para ödeyerek uzaklaştırmayı başarır. Ancak 480’li yıllardan itibaren önce Slavların sonra da Bulgarların yerleşmeye başladığı Balkanlar sonraki yüzyılda imparatorluğun elinden tamamıyla çıkacaktır. 557-558 yılları arasında bir dizi deprem Hagia Sophia Kilisesi’nin bile kısmen çökmesine neden olur (Mayıs 558) ve 558’de veba salgını yeniden baş gösterir. Biri 548 sonları ile 549 başları arasında, diğeri de 562’de olmak üzere imparatora karşı planlanan iki komploya devletin ileri gelenleri dahil olur ve tespit edilmiş olmalarına rağmen cezalandırılmazlar; tam tersine, birinci komplonun ardındaki isimlerden biri olan Ermeni General Artabanus 550’de magister militum per Thracias [Thracia Askerlerinin Komutanı] olarak atanır. İmparator tepkisiyle bazen acımasız olabiliyorsa da genel anlamda tükenmiş gibidir ve ilahi güçler artık ona destek olmamaktadır.
Başkentte giderek artan huzursuzluk ve karışıklık durumu, daha çok son yıllarda Mavilerin ve özellikle Yeşillerin kışkırtmaları sonucunda halk isyanlarına dönüşür. İmparatorun kendisi de acizliğinin farkında gibidir; biri 542 ile 550/551 arasında diğeri 559’da olmak üzere çıkardığı iki yasayla kıtlıkların, depremlerin ve veba salgınlarının eşcinsellerin ve dine küfredenlerin günahkâr davranışlarından kaynaklandığını ilan eder. Kutsal Kitap’ta geçen Sodom’a yapılan gönderme, imparatorun halkın öfkesini dindirmek için Tanrı’ya karşı işlenen kusurların, dolayısıyla da felaketlerin sözde sorumlularını tespit etme amacı güder.'' (Sayfa: 103-104)
*
Roma Hukuku ve Justinianus’un Derlemeleri, Lucio De Giovanni:
*
''Doğu Roma imparatoru Justinianus VI. yüzyılda hem Roma yasaları hem de içtihat hukuku açısından büyük bir derleme hazırlar ve gelecek nesiller için paha biçilemez değerde, birçok Avrupa ülkesinde yüzyıllar boyu geçerli olan hukukun temelini oluşturacak bir hukuk mirası bırakmış olur.'' (Sayfa: 105)
*
Kanunları Olmayan Bir Hukuk:
*
''Bir şehir devletinde medeni hukuk (ius civile) olarak ortaya çıkan Roma hukuku, yüzyıllar boyunca yargıçların önerisiyle (rogatio) halk tarafından yürürlüğe konan yasalara (lex) değil de, varlıklı sınıfa dahil olan hukuk adamlarının faaliyetlerine dayanmıştır. Bu hukukçular yurttaşlardan gelen taleplere cevap verirken çeşitli somut vakaları inceler ve yorumlama faaliyetleri (interpretatio) yoluyla hukukun evrimine katkıda bulunurdu.'' (Sayfa: 106)
*
İkonoklazm Dönemine Kadar Bizans İmparatorluğu, Tommaso Braccini:
*
Konstantinopolis’in kuruluşu


Rakibi Licinius’u 324’te yenen (y. 250-y. 324) Constantinus (y. 285- 337), imparatorluğun tek hükümdarı haline geldiği zaman, kendi adını yüceltecek bir şehir kurmaya karar verir. Kısa bir tereddüt döneminden sonra, Avrupa ile Asya arasında stratejik bir noktada, Boğaz üzerinde bulunan eski Rum kolonisi Byzantium, yeni şehrin mekânı olarak seçilir ve 11 Mayıs 330’da Konstantinopolis adıyla kutsanır. Constantinus bu şehrin kuruluşundan tam yedi yıl sonra öldüğünde imparatorluğu üç oğluna bırakır: Doğunun tamamı, yirmi yıldan kısa bir sürede tek imparator haline gelecek olan II. Constantinus’a (317-361, > 337), Galya, İspanya ve Britanya büyük oğul II. Constantius’a (317-340), Batının geri kalan kısmı da Konstans’a (y. 325-350) kalır. Constantius’a, Hıristiyanlığa ve özellikle 325 tarihli İznik [Nikaia] Konsili’nde mahkûm edilen Aryan sapkınlığa destek verir. Ancak 361’de tahta çıkan imparatorun kuzeni Justinianus’la (331-363) durum aniden değişir, çünkü Justinianus kendi dini olan Hıristiyanlığı reddeder (bundan dolayı kendisine Apostata veya Dönme adı verilecektir), Hıristiyanlığa verilmiş olan tüm ayrıcalıkları iptal eder ve 363’te, Pers İmparatorluğu’na karşı yürütülen sefer sırasındaki ölümüne kadar birçok açıdan “suni” olan bir paganizmi her şekilde yaymaya ve teşvik etmeye çalışır. (Sayfa: 110-111)
*
Peygamber Hz. Muhammed ve İslamın İlk Yayılışı, Claudio Lo Jacono:
*
İslamın VII. yüzyılda Mekke’de ortaya çıkışı, Arabistan’la ilgili fazla bilgi sahibi olunmaması nedeniyle şaşırtıcı bir olay olarak vuku bulur. İslamın yükselişi sadece yoğun din yayma faaliyetinin sonucu değildir; Müslümanların kendilerini çok hızlı bir şekilde kabul ettirmek için Arap yarımadasındaki pagan, Yahudi, Hristiyan ve Mazdekçilere karşı, ilk halifelerle de Yakındoğu ve Pers halklarına karşı yürüttükleri savaşlar bu süreç üzerinde çok önemli rol oynar. (Sayfa: 128)
*
İslamın Doğuşu ve Öğretileri
*
İslamın ilk izlerinin, 620’li yıllarda Arabistan’ın Mekke adlı büyük kentinde ortaya çıktığı görülür; Ptolemaios’un Makoraba adını verdiği ve Kâbe adlı küp şeklindeki tapınağın çevresinde gelişmiş olan bu kentte Kureyş kabilesi yaşıyordu.
İslamın olağanüstü yayılma hızının eşi benzeri tarihte yoktur. Yirmi yıldan biraz fazla bir sürede Arap Hicaz bölgesi dini ve askeri açıdan denetim altına alınır. Sonraki üç yılda Arap Yarımadasının tamamına boyun eğdirmeye başlanırken yedi yıl içinde Bizans yönetimindeki Suriye ve Mısır, Mezopotamya ve İran’ın batı kesimi ele geçirilir ve 226’dan beri burada saltanat süren Sasani hanedanı 651’de yok edilir.
*
Askeri ve dini açıdan hızlı yükseliş
*
Bu hız Asya, Afrika ve Avrupa’da büyük bir şaşkınlık yaratır. Bunun bir diğer nedeni de, Arabistan’la ve orada yaşayan göçebe veya yerleşik halklarla ilgili çok az şey biliniyor olması ve bunların büyük kısmının hayal ürünü olmasıydı. Hekataios, Herodotos, Nearkhos, Ariston, Knidoslu Agatharkhides, Diodorus Siculus, Eratbosthenes ve Strabon; Arabistan’ın ıssız çöllerinde Skeniteslerin (“çadırların altında yaşayanlar”), yani Bedevilerin yaşadığı ve genelde küçükbaş hayvan, eşek veya deve yetiştiren komşularına karşı küçük ölçekli yağmalamalar ve savaşlar yürütüyor olmaları dışında pek bir şey bilmiyordu.
Peygamber Hz. Muhammed (y. 570-632) Hicaz’ın küçük kentsel merkezlerinden biri olan Mekke’de doğar. Birçok hemşerisi gibi o da ticaretle uğraşır; kumaş, tütsü, hint sümbülü, mür ve belesem gibi çok rağbet gören baharatlar dahil olmak üzere değerli ürünlerin bulunduğu Suriye ve Yemen’e yolculuk yapar.
Bu ürünleri taşıyan kervanlar çok uzak ve birbirlerinden çok farklı bölgeler arasında bağlantı kurarak ekonomik olduğu kadar kültürel etkileşim görevi de görürler. Bu kervanlar, Sabiilerden Himyerlere kadar Güney Arabistan halklarının denetimi altındadır, Nabatîler de en kuzeyde, Petra civarından geçen yolları denetimleri altına tutardı.
Günümüzde Yemen olan “Arabia Felix”te [Mutlu Arabistan] MÖ 2. bin yıldan beri yaşayanlar monarşiyle ve federe devletlerle yönetilmiş, yazılı bir dil ve karmaşık bir dini sistem geliştirmiş, görkemli saraylar inşa etmiş ve tarıma can vermek için suyu akıllı bir şekilde kullanmışlardır. Arabistan, kolaylıkla aşılabilen dar deniz yolları üzerinden, antik dönemlerden kalma maddi ve manevi kültüre sahip topraklarla sık sık temas halindedir. Kızıldeniz’in batısında son derece güçlü bir Hıristiyan Habeş krallığı olan Aksum vardır, Basra Körfezi’nin doğusunda İran Vadisi yükselir, kuzeyde de Suriye ve Mezopotamya Arap Yarımadasına en yakın bölgeleri oluşturur. Bu toprakların her birine yüzyıllardır Yahudilik, Doğu Hıristiyanlığı ve Mazdekçilik egemendir.
*
Yeni bir din, yeni bir güç
*
Dolayısıyla İslam, 610 yılına doğru, kültürel açıdan zengin bir bölgede ortaya çıkar. Bu dinin peygamberi, bu arada varlıklı bir insan haline gelmiş olan, kendisine Cebrail yoluyla Allah tarafından çoktanrılı hemşerilerine “gerçek” inancı kabul ettirme görevi verildiğine inanan, bu zor ve riskli liderlik görevine kendini tamamıyla veren ve sonuçta başarı kazanan Hz. Muhammed’dir.
İslam, toplumsal düzenin altüst edilmesini gerektirir ve bu nedenle süreç, bazı riskleri beraberinde getirmektedir. Doğrudan doğruya Allah’a atfedilen Kuran -“okunacak kitap”- insanları mutlak bir tektanrıcılığa davet etmekle kalmaz; eskilerden kalma aile ve kabile bağlarının yerini inanca bırakması gereken bir inananlar toplumunun (ümmet) oluşturulmasını teşvik eder; bu dikkat çekici eşitçilik, tüketim karşıtı kavramlara ve güçlü bir dayanışmaya dayalıdır. Bütün bunların, eskiden beri iktidarda olup ayrıcalıkları ve güçleri ciddi bir şekilde tehlikeye düşen Kureyşlileri rahatsız etmediği düşünülemez. Bu nedenle husumet olması kaçınılmaz olsa da kabileler arasında geçerli olan ve kabilenin her üyesinin güvenliğini garanti altına alan geleneksel yasalardan ve köklü namus kavramından kaynaklanan karşıtlıklarında çok ileri gidemez, hatta 615’te Peygamber’in kabilesini dışlama girişimi bile bastırılır. (Sayfa: 128-129)
*
Peygamber Hz. Muhammed’in Halefleri
*
Ümmetin siyasi yönetiminde hilafet, Müslümanların yaratıcı dehasının ürünüdür. Kuran’da yer alan veya Peygamber tarafından verilmiş ve rehberlik sağlayacak herhangi bir talimat olmamasına rağmen, birkaç saat içinde, altısı Arap hanedanları yönetiminde olmak üzere, neredeyse on üç yüzyıl sürecek olan bir kurum yaratılır. Peygamberin en yakın dostu ve yardımcısı, onunla yaşıt ve ona inanan ilk yetişkin erkek olan (Peygamber’in karısı Hatice’den sonra) Ebu Bekir (570’den sonra-634) halife ilan edilir.
*
Hilafet
*
Ebu Bekir üç yıldan az süren halifeliği sırasında (632-634), bütün Arap Yarımadasındaki kabilelerin Medine’ye ve İslam inancına boyun eğmesini sağlar; bunların bazıları, daha önceden İslamı kabul etmiş olsalar da Peygamber’in ölümünden sonra dinden dönmüş olanlardır.
Yeni halife (veya inananların komutanı) Ömer bin el-Hattab (y. 581644) 634-644 arasında bu kabilelerle beraber Arabistan dışındaki fetih sürecini ve ümmetin ilkel ataerkil yapısındaki değişimi başlatır.
Suriye-Filistin ile Mısır’ın fazla zorlukla karşılaşılmadan fethedilmesinden sonra (Bizans İmparatorluğu’nun Pers-Sasani İmparatorluğuma karşı yürüttüğü ve yıllarca süren savaşların sonucunda Mısır’ın Konstantinopolis’e sadakati büyük ölçüde azalmıştı), Sasanilerin boyunduruğunda olan Mezopotamya ile ordularının üstünlüğüne rağmen Pers İmparatorluğu’nun batı kısmına da boyun eğdirir. Perslerin başkenti Seleucia-Ctesipho, Peygamber Hz. Muhammed’in ölümünden sadece beş yıl sonra, 637’de fethedilir.
Ömer’in yönetiminde ümmet ilk idari düzenlemelere tabî tutulur; Müslüman ve gayrimüslim (Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüştçü) tebaanın ödediği vergiler için ve ordu içi rolleri, ödeme sistemi ve şehitlerin varislerinin alacakları ödeme için kayıt sistemleri oluşturulur. Kuran’ın yazıya dökülmesi Ömer’in öldürülmesi sonucunda, güvenilir bir yazılı metnin olmaması nedeniyle o ana kadar hep ezberlenmiş olan Kuran’ı yazıya dökmekte büyük rol oynayan Osman bin Affan (y. 579-656, 644’ten itibaren halife) halifeliğe atanır.
Osman’ın, akrabalarına yanlı davranması -her ne kadar çok abartılı olmadıysa ve İslam öncesi dönemde Mekke’nin en gözde kavimlerinden biri olan Beni Umeyye’nin üstün meziyetlerinden dolayı haklı çıkarılabilirse dekendisine karşı tepkilerin giderek artmasına neden olur; bu tepkiler halifeliğinin son yıllarında ümmetin iyi şekilde yönetilmemesiyle birleşince Osman’ın öldürülmesine karar verilir.
Komplonun ardında kimin olduğu hiçbir zaman kesin olarak tespit edilemeyecektir, ancak Osman’ın öldürülmesini izleyen kargaşa dolu dönemde Peygamber’in amcasının oğlu ve damadı olan Ali bin Ebu Talib’in (y. 600-661) halife seçilmesi tamamıyla haksız bir şekilde şüpheleri onun üzerine çeker.
Peygamberin en ünlü dul karısı Ayşe binti Ebu Bekir’in (y. 614-678), savaşı kaybetmesi dileğiyle bir devenin üzerinden seyretmesi nedeniyle Cemel (Arapçada “deve”) adı verilen savaşta iki eski dostuyla çarpışan Ali, Emevi soyundan olan ve Ömer zamanından itibaren Suriye valisi olan Muaviye bin Ebu Süfyan’a (y. 600-680) savaş açar. Sıffin Savaşı (657) kesin bir şekilde sonuçlanamaz, ama ümmette oluşan ayrı saflar bir daha birleşmez ve Şiiler ile Sünniler arasında ileriki yıllarda gelişecek olan ihtilafın temeli burada atılmış olur (bu arada Hariciler de o tarihten itibaren hem Şiilere hem de Sünnilere şiddetle karşı çıkacaktır).
Ali’nin 661’de, dindaşlarının katliamının öcünü almak isteyen bir Harici tarafından öldürülmesi, o ana kadar fazlasıyla büyük bir iyimserlikle “Ortodoks” olarak nitelenmiş olan hilafeti büyük bir kargaşaya sürükler ve iktidarın kuralsız bir şekilde Emevi hanedanının eline geçmesine yol açar. (Sayfa: 130-132)
*
Emevi Hanedanı:
*
Ali ile Peygamber’in kızı Fatma’nın (y. 610-632) küçük oğlu Hüseyin, büyükbabasıyla olan kan bağlarından dolayı ümmetin başına geçmek için Muaviye’nin oğlundan daha üstün unvanlara sahip olduğunu iddia etse de, Muaviye’nin ustalıkla oluşturduğu siyasi, ekonomik ve askeri sistem sayesinde Yezid tarafından engellenir.
*
Kerbela’nın Sonucu
*
Şiiler ve Sünniler: Çatışmanın kökleri
*
Peygamber’in torunu ve ailesi 661’de Kerbela’da katledilir ve müritleri tarafından şehit edilmiş kabul edilir. Sıffin nasıl Müslümanların birliğindeki ilk sarsıcı kırılmayı temsil ediyorsa, Kerbela da ümmetin içine düştüğü uçurum sayılır. Ali’nin taraftarları Yezid’in halifeliğini hainliğin zirvesi sayacak, ama Müslümanların büyük kısmı Peygamber’in ailesinin, ümmeti yönetme hakkına doğuştan sahip olduğunu hiçbir zaman kabul etmeyecektir. İki yüzyıl sonra Şiilik ve Sünnilik olarak ayrılan safların temeli bu şekilde atılmış olur.
Kerbela’nın sonucu Emeviler açısından bütün tehlikeleri yok etmeyecektir. Nitekim Peygamber’in en yakın dostlarından (sahabeler) birinin oğlu olan Abdullah bin Zübeyr (y. 622-692) Mekke’de ortaya çıkar ve ümmetin bir kısmını ardına alarak uzun bir süre rakip halife olarak faaliyet
gösterir.
Yezid’in doğal nedenlerle ölümüyle oğlu ve halefi II. Muaviye’nin de (661-684) ondan kısa süre sonraki ölümü hanedanın sonunu getirecek ve Zübeyr’in zaferi anlamına gelecek gibi görünse de ayrıcalıklarından vazgeçmeye niyetli olmayan geniş Emevi ailesi hemen aralarında anlaşmaya vararak en yaşlı üyeleri Mervan bin el-Hakem’i (623-685) halife seçer. Ali bin Ebu Talib’in diğer bir oğlu olan Muhammed bin Hanefiye (y. 635- y. 700) namına Muhtar’ın (622-687) 685’te Kûfe’de düzenlediği isyan zaten tahrip olmuş olan İslam toplumunun vehametini attırır; yine de Mervan’ın oğlu ve halefi Abdülmelik bin Mervan (646-705) ustalıkla gerçekleştirdiği bazı askeri manevralar sayesinde halifeliği birkaç sene içinde yeniden bir araya getirmeyi ve otuz bir yaşındaki komutanı (daha sonra Küfe valisi olacak olan), Haccac bin Yusuf (661-714) sayesinde de altmış sekiz yaşına gelmiş olan Abdullah bin Zübeyr’den 692’de kurtulmayı başarır. (Sayfa: 134)
*
Hilafetin Görkemi - Para, ordu ve ortak dil:
*
''Hilafetin birliği sağlandıktan sonra Abdülmelik’in öncelikli amacı devlet mekanizmasının yeniden düzenlenmesidir. 692 ile 697 arasında, Bizans ve Sasani paralarını örnek alarak, biri altın (dinar), diğeri gümüş (dirhem), biri diğeri de bakır (fils) olmak üzere ilk paraları bastırır. Hoşnutsuzluğa bağlı olası tehlikelerden kaçınmak için, o ana kadar Yemen Araplarının en üstün unsurlarının egemen olduğu orduyu kuzey kökenli Araplara da açar. Ayrıca casuslukla mücadele etmek amacıyla son derece etkin bir posta servisi (barid) oluşturur ve devlet divanında idari akitlerin kaydı için Yunanca, Kıptice, Aramca veya İbranicenin değil de, Suriyeli, Pers ve Arap olmayan (mevali) başka İslam dilbilimcilerin katkısıyla nihayet yeterli derecede yazılı metne sahip olan Arap dilinin kullanılmasını emreder.
Bütün bunlar Yahudilerin, Hıristiyanların veya Mazdekçilerin katkılarından vazgeçildiği anlamına gelmez; tam tersine, bu halklar idarede ve “serbest” olarak bilinen mesleklerde önemli roller oynamaya devam eder. Örneğin Şamlı Aziz Yahya (Johannes Damascenus, 645-y. 750) kendisinden önce babası ve büyükbabası gibi Emevi idaresinden sorumluydu. İlk ümmetin gösterdiği başarılı ve kapsamlı ilerlemenin ardında, İslami olmayan unsurlar arasından en iyilerini seçip kimlik krizlerine neden olmadan özümseme kabiliyeti yatmaktadır.'' (Sayfa: 134-135)
*
Kanon Sorunu ve İlk Sapkınlıklar
*
Kanonik Yeni Ahit’in tanımlanması
*
İlk Hıristiyan topluluklar kendi özerk corpus derlemelerine sahip değildi; Yahudiliğin kaburga kemiği olarak ortaya çıkmış yeni dinin başlangıçtan itibaren başvurabileceği tek kaynak Tevrat’tı. Buna zamanla İsa’nın öğretilerini vurgulayan çok çeşitli metinler eklenir, ama İsa’nın ardında bıraktığı herhangi bir yazılı metin yoktur. Yahudi kutsal metinlerinin yanı sıra inanan toplumlar arasında çeşitli Proto İnciller, Çocukluk İncilleri, asıl İncilller, Vahiyler, şu veya bu azize veya daha az otorite sahibi kişilere atfedilmiş Mektuplar ve İşler okunur, ama I. yüzyılın sonunda, 60 yılından itibaren hazırlanmış olan tama daha eski ve artık kaybolmuş kaynaklara atıfta bulunan) Markos, Matta, Luka ve Yuhanna İncil’lerine özel bir önem verilmeye başlanır ve bunlar daha sonra Kanonik Yeni Ahit metnine dahil edilir.
*
Markion ve Antitez
*
İnananlar arasında var olan sayısız metine bir düzen getirip Hıristiyanlığa özgü kutsal metinleri tespit etme ihtiyacını ilk hisseden kişi, Pontus’ta Sinop piskoposu’nun oğlu ve belki kendi de piskopos olan Markion’dur (y. 85-y. 160). Markion yeni dinin kendine özgü özelliklerini ortaya koymak ve İsa’ya atıfta bulunan birçok yeni tarikatın ortaya çıktığı İbrani dininden farklı olduğunu açıkça göstermek ister. Nitekim Yahudilikten gelen birçok Hıristiyan, Musa’nın geleneğinden tamamıyla kopmaya cesaret edemez ve bazı topluluklar dini törenlerde ve kültürde yozlaşmaya neden olurlar. Bunların arasında yer alan Ebiyonitler (İbranicede “zayıf demektir) Caesarea piskoposu Eusebius tarafından “akıl açısından da zayıf (Historia Ecclesiastica, III:27) olarak nitelenirler ve Nasranilere (apokrif bir İncil’in ardındaki Yahudileşmiş Hıristiyanlar için kullanılan genel terim) benzer şekilde, İsa’nın tanrısal özelliğini reddederler; Elkasaycılar ise, Aziz Petrus’un yaptığı gibi, inancı kalplerinde taşıdıkları sürece onu reddetmenin mümkün olduğuna inanırlar. Yahudi-Hıristiyanlığın karmaşık tarihinde göze çarpan bu tarikatlara Elçilerin İşleri’nde (8:9) adı geçen ve vaftiz olduktan sonra vücudun ölümlü olduğunu öne süren ve nikâhsız aşkı savunan Simon Magus’un (I. yüzyıl) müritleri olduğu sanılan Simoncular ile adlarını Simon Magus’un müritlerinden alan Menandriyanlar ve Satürniyanlar eklenebilir. Bunların yanı sıra Kâbil’e tapan Kâbilciler, İsa’nın bir Yılan-Tanrı olduğuna inanan Ofitler, Vahiy’de de adı geçen ve sefahat içinde yaşayan Nikolaitler (ortaçağda kendilerinden metresleri olan rahipler diye söz edilecektir) gibi daha birçok tarikat vardır. Markion’a göre Eski Ahit’teki zalim ve intikamcı Yahudi tanrı ikinci düzey, basit ve kaba bir yan tanrıdır; asıl Tanrı ise Yeni Ahit’tekidir ve yakında başlayacak olan krallığı İsa tarafından ilan edilmiştir. Markion, cinsel perhizin yanı sıra içkiden kaçınmayı, beslenmede katılığı ve evrensel kardeşliğe karşıt olarak gördüğü devlete karşı kayıtsızlığı savunur. İsa’nın mesajlarından sadece doğrudan kendisi tarafından verilenleri kabul eder. Dolayısıyla Luka İncili’nin sadece bir kısmını ve Pavlus’un yazdıklarından sadece bazılarını kabul eder ve bunları Antitez adı verilen, günümüze ulaşmamış olan kendi İncili’nde toplar. Markion’un öğretileri yaygın olarak takip edilir ve 140 yılında gittiği Roma’da da bir bölünmeye yol açar; onun öğretilerine dayanan kiliseler, İslamın gelişinden önce Mezopotamya’da ve Arap Yarımadasında birkaç yüzyıl boyunca varlığını sürdürür. Contra Marcionem [Markion’a Karşı] adlı bir eser yazan Tertullianus (y. 160-y. 220) bile mücadele ettiği kavramları hayatının sonuna doğru kabul ederek Markionculukla birçok benzer yanı olan Montanosçuluğu benimser. (Sayfa: 138-139)
*
''Hıristiyanlık tarihinde kitapların yakılmasından ilk olarak, Aziz Pauvus’un Efes’e yaptığı ziyaretin anlatıldığı Elçilerin İşleri’nde (19:19) söz edilir ve söz konusu kitapların, yüksek ticari değere sahip sihir kitapları olduğu belirtilir.'' (Sayfa: 140)
*
Aryanizm ve Teslis dogması:
*
''Anlaşılması kolay bir dogma olmayan teslisin tanımlanması, İskenderiyeli bir papaz olan Arius’un (256-336) mahkûm edilmesine dayanır; Arius’a göre İsa, ebedi ve bölünmez olan babayla özdeş olamaz (Arius’un ünlü bir beyanına göre, “Oğul’un olmadığı bir zaman vardı”). Dolayısıyla Baba ile Oğul aynı varlıktan oluşmazlar. Böyle olunca hem çarmıha gerili figür hem de gerçekleştirdiği kurtarma görevi ve tabii onun mirasını kabullenen ve misyonunu üstlenmiş olan kilise değer kaybeder. Arius 321 yılında, bu amaçla bir sinod toplayan kendi piskoposu Alexander tarafından aforoz edilir, kaçmak zorunda kalır ve Constantinus’un (y. 285 337) güçlü danışmanı Nicomedia [günümüzde İzmit] piskoposu Eusebius’un yanına sığınır; Arius’un doktrinleri o derecede yaygınlaşır ki, 313 yılında Hıristiyanlara ibadet özgürlüğü tanımış olan imparator 325’te, sadece Doğulu piskoposlardan oluşmasına ve papanın temsilci olarak sadece iki rahip göndermiş olmasına rağmen ilk ekümenik konsil sayılan İznik Konsili’ni toplar. Sonradan İskenderiye patriği olacak olan diyakon Athanasius’un şiddetle karşı çıktığı Arius, hamisi Eusebius’la birlikte sürgüne gönderilir, kitapları yakılır, doktrini reddedilir; konsil, İsa’nın babayla aynı varlıktan oluştuğuna (homoousios) ve onun tarafından yaratıldığına karar verir. Ancak Arius’u destekleyenler yeniden üstünlük sağlamayı başarırlar; Eusebius yeniden sarayda itibar kazanır (Constantinus’u ölüm döşeğinde vaftiz edecektir), Arius sürgünden geri çağrılır, ama yolculuk sırasında, 336’da -onu eleştiren yazarlara göre Konstantinopolis’te bir helâda- ölür. Ancak Arius’un ölümüyle Aryanizmin sonu gelmez; tam tersine giderek daha çok yayılır; Aryan piskopos Wulfila (311-y. 382), sonradan Roma’nın yağmalanmasından sorumlu olacak olan Gotlara Aryanlığı kabul ettirir.'' (Sayfa: 142-143)
*
Pelagius ve ilk günah:
*
''Pelagius’un insan doğası konusundaki iyimserliği onu insanın, ilahi lütuf olmadan kendi imkânlarıyla kurtuluşu elde edebileceğine inanmaya iter. Pelagius’a göre ilk günah, sadece onu işleyen Âdem’in günahıdır; ondan sonra gelen insanoğlu masumdur, dolayısıyla vaftiz olmak insanı işlemediği bir günahtan arındırmaz, sadece Hıristiyan toplumuna girişini onaylar. Pelagius gibi kendine has fikirleri olan ve cesur bir düşünürün mahkûm olmasına neden olan şey muhtemelen düşüncelerinin analizinden çok fırsatçılığa dayalı değerlendirmeler olmuştur. İnsanoğlu kendi başına kurtuluşa erişebilecekse kilise ile rahipler ne işe yarar? İlk günahın kefaretini ödemek ve insanoğlu için yeni şartlar koşmak için değilse, İsa neden çarmıha gerilerek ölmüştür? Pelagius’un iyimserliği, insanoğlunun massa damnationis [lanetli kitle] olduğuna, ontogenetik olarak kötülük yapmaya eğilimli olduğuna dair yaygın olan (temelde karşı cinsten korkuya dayanır, çünkü ana meselelerden biri budur) ve bundan 1000 yıldan daha uzun bir süre sonra, Sakson keşiş Luther’in (1483-1546) savunacağı inanca karşıttır. Pelagius’un doktrinleri 418’de gerçekleşen Kartaca Sinodu dahil olmak üzere çeşitli sinodlarda mahkûm edilir ve ilk günah dogması yeniden öne sürülür.'' (Sayfa: 144-145)
*
Roma Kilisesi’nin Yükselişi, Marcella Raiola:
*
Kutsal Roma imparatoru Şarlman
*
''Kral Desiderius krallığa on beş yıllık bir barış dönemi garanti eder, ama Carloman’ın (751-771) ölümüyle denge bozulur ve Papa I. Hadrianus ( -795, > 772) Şarlman’a (742-814) kilise topraklarını koruma görevini verir. Longobardlar 774’te yenilgiye uğrar ve sayısız Frank kontu ile tebaaları İtalya’ya yerleşir. Kilise, Şarlman’a iktidar ideolojisini geliştirmesinde yardımcı olur ve Hıristiyan imparatorlar geleneğinin onunla başlamasını sağlar. Papalık, kontrolünden kurtulmayı planladığı Bizans imparatoruna özgü ayrıcalıkları Şarlman’a bahşeder. Bizans tahtı zaten 797 yılından itibaren İrene’nin (752-803, 797-802 arası imparatoriçe), yani bir kadının kontrolündeydi, dolayısıyla boş sayılıyordu. Şarlman nafile onunla evlenmeye çalışır, reddedilince evrensel ve “kutsal” iktidarı meşrulaştırıcı tekkaynak olarak Kilise’ye başvurur. III. Leo (y. 750-816, > 795) 800’de Şarlman’ı Kutsal Roma imparatoru ilan ederek sivil iktidar ile dini iktidar arasında yeni ve ihtilaflı ilişkilerle dolu bir dönemi başlatmış olur.'' (Sayfa: 150-151)
*
Roma Kilisesi ve Papaların Dünyevi Gücü, Marcella Raiola:
*
''I. Theodosius (y. 347-395) tarafından 380 tarihli Thessaloniki Emirnamesinde Ortodoks inancının temsilcisi olarak belirlenen Papa Damasus (y. 304-384), iktidarlar arasında aracılık yaparak ve diplomatik faaliyetler yürüterek “Papalık politikasını” ilk başlatandır. Okullardaki gerileme, piskoposları Yunan-Roma kültürünün en güçlü savunucuları haline getirir ve bu kültürün hukuki ve teorik değerleri Barbarlara aktarılır. Vizigotlar ve Franklarla olduğu üzere piskoposlarla yeni krallar arasındaki karşılıklı ilişkilerin barışçıl ve uzun süreli olarak gerçekleştiği yerlerde Batılı yönetimler başarı elde eder -örneğin Clovis (y. 466-511) paganizmden Hıristiyanlığa geçer, ama diğer Barbarlar Aryan olmalarını kimliklerinin işareti olarak kullanır- oysa bu kaynaşmanın olmadığı yerlerde yönetim krize girer (Gotlar, Vandallar, Longobardlar). Aslında İtalya örneğinde, İtalya’nın Roma-Germen ulusu olarak gelişmesinin karşısına çıkan engeller arasında Roma’nın evrenselci misyonu (ve iddiası da) vardır.'' (Sayfa: 152)
*
Şarlman’ın III. Leo tarafından taçlandırılması:
*
''Kültürlü keşişler ve piskoposlar, Roma iktidarının evrensel boyutunu Şarlman’a telkin ederler. Tartışmalı Papa III. Leo (y. 750-816, > 795) Şarlman’ı (742-814) 800 yılında Romalıların imparatoru olarak taçlandırarak Kutsal Roma İmparatorluğu’nun doğuşunu onaylamış olur. Böylece kilise, ekümenik iktidarın tek meşrulaştırıcı kaynağı olarak tasdik edilir. Sonraki yıllarda piskoposların yerine getirdiği sivil görevler misyonu riske atar hale gelecek, Şarlman’ın karizmasının ve piskoposlarla devlet yetkililerinin eğitimini amaçlayan ileri görüşlü kültür politikalarının garantilediği görevlerin işlevsel osmozu imparatorluk iktidarı ile kilise hiyerarşisinin yüksek düzeyli temsilcileri arasında ideolojik ve siyasi egemenlik için amansız bir mücadeleye dönüşecektir.'' (Sayfa: 155-156)
*
Hıristiyanlığın Yayılması ve Kabulü, Giacomo Di Fiore:


İsa’nın ölümünden sonra müritleri bu yeni dinin sadece Yahudilerle mi sınırlanacağını, yoksa bütün insanları mı hedef alması gerektiğini düşünmeye başlar. Hıristiyanlığın, Yahudi temelli ve kısa ömürlü sayısız tarikatten biri haline indirgenmesini değil, İsa’nın öğretilerine uygun şekilde evrensel bir misyona uymasını isteyen Tarsuslu Paulus’un grubu üstün gelir. Hıristiyanlığın yayılmasında iki önemli dönem vardır; birincisi Roma İmparatorluğu tarafından zulme uğraması, ikincisi ibadet özgürlüğünün tanınması ve Hıristiyanlığın devlet dini olarak ilan edilmesi. Hıristiyanlık tarihinin sonraki aşamaları, Batıda olduğu kadar Doğuda da yavaş yavaş yayılmanın yanı sıra VII. yüzyıldan itibaren İslamın eline geçen eyaletlerin kaybında olduğu üzere, gerileme ve duraklamalardan oluşur. Barbarlıktan uygarlığa geçişle paralel olarak gerçekleşen (Hıristiyanlık bu anlamda da bir çekim merkezidir) Avrupa’nın Hıristiyanlığı kabulünün, XIV. yüzyılda, son pagan kral, Litvanyalı Jegiello’nun vaftiz edilmesiyle tamamlandığı söylenebilir. (Sayfa: 156)
*
Zulüm dönemi:
*
''Hıristiyanlar sadık ve ılımlı vatandaşlar olarak kabul görmeye gayret ederler ve Petrus 1. Mektubu’nda şöyle yazar: “Tanrı’nın hatana tüm insani kurumlara, hem hükümdar olarak krala hem de onun temsilcileri olarak valilere boyun eğin; ... size yabancılar ve hacılar olarak tensel arzulardan sakınmanızı tavsiye ediyorum. ... Paganlar arasındaki davranışlarınız hatasız olsun, çünkü kötülük yapmışsınız gibi size iftira atacaklar, ama hayır işlerinizi gördükleri zaman Tanrı’yı yüceltsinler.” Yine de en aydın paganlar bile onlara güvenmez - Genç Plinius’un (60/61-y. 114) Traianus’a (53-117) gönderdiği ünlü mektuba göre, o dönemde Bithynia valisi olan Plinius, Hıristiyanlar konusunda nasıl davranması gerektiğine dair talimat ister ve imparatordan insancıl bir cevap alır; yeni dini kendi dünyalarına düşman bir faktör olarak görürler: “Stoacı bir filozof olan ve onlara kulak asmayan İmparator Marcus Aurelius yanılmıyordu; sunaklara ve kutsal imgelere düşmanca davranan, kendilerine göklerde bir vatan edinen, sivil hayattan - gösterilerden, ibadet törenlerinden, askerlikten, devlet memurluğundan- mümkün olduğu kadar uzaklaşan, büyük çaplı veya evrensel felaketlerde önceden haber verilenlerin işaretlerini görmeye çalışan bu insanları taşlayan, onları sirklere ve panayırlara çıkaran zalim ve acımasız halk da yanılmıyordu ...” (G. Falco,La Santa Romano Repubblica 1986).
*
Zulüm görenlerden zulüm uygulayanlara
*
Bütün bunlar olsa da yeni din tüm sosyal katmanlarda yeni müminler kazanmaya devam eder ve Nero’dan Domitianus’a (51-96), Decius’tan (y. 200-251) Valerianus (?-y. 260) ve Diocletianus’a (243-313) kadar çeşitli imparatorların uyguladığı zulüm dönemlerine rağmen Hıristiyanların sayısı o kadar artar ki, Constantinus’tan ve Licinius’tan (y. 250-y. 324) 313 yılında Milano Emirnamesiyle ibadet özgürlüğü elde ederler. O ana kadar zulüm gören din, o tarihten itibaren zulüm uygulayan dine dönüşür; 346’da yayımlanan bir emirnameyle tanrılara kurban kesenlere ölüm cezası verilmeye başlanır (438’de Codex Theodosianus’ta kanunlaştırılmıştır, 16.10.4); I. Theodosius (347-395) 380’de Thessaloniki Emirnamesiyle Hıristiyanlığın imparatorluk içinde tanınan tek din olduğunu ilan eder. Antakyalı Libanius (314-391) adında bir hatip, Theodosius’a yazdığı bir söylevde (Tapınakların Savunması Hakkında), kardeşliği vaaz edip şehirlerde ve kırsal bölgelerde pagan tapınaklarını yok eden bir dinin inananlarının çelişkili davranışlarını kınar. Ayrıca tapınakların ve ibadetin - sonradan kiliselerle manastırların çevresinde gelişecek olan “kutsal” ekonomiye benzer şekilde- çeşitlilik gösteren topluluklar için geçim kaynağı sağladığı, inananların tanrılara hayvan kurban etmesinin sonucunda birçok insanın katıldığı ziyafetlerin düzenlendiği ve yüz hayvanın kurban edildiği törenler söz konusu olduğu zaman bütün bir mahallenin, hatta toplumun karnının doyduğu da unutulmamalıdır’ (R. Macmullen, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunda Yayılması, 1989).'' (Sayfa: 158-160)
*
''İngiltere’nin durumu farklıdır, çünkü pagan olan Saksonlar ile Anglların istilasıyla ülke V. yüzyıldan itibaren yalıtılır, ancak Papa Gregorius Magnus’un teşvikiyle Canterbury-11 keşiş (ve daha sonra piskopos ve aziz olacak olan) Augustinus (?-604) 40 müridiyle beraber 595’te, Kent Krallığı’ndan başlayarak Pelagius’un (y. 360-y. 430) vatanında Hıristiyanlığı yayma faaliyetlerine başlar. O dönemde adayı oluşturan çeşitli krallıklarda Katolikliğin giderek yayılmasına eşlik eden çalkantılı ve bazen vahşi olaylar, Muhterem Bede (673-735) tarafından Historia Ecclesiastica Anglorum’da [İngilizlerin Dini Tarihi] anlatılmıştır. Her şey, Papa Gregorius Magnus’un Roma’da Forumdan geçerken, Britanya’dan getirilmiş kölelerin melekleri andıran güzelliği karşısında şaşırmasıyla ve “İngilizler” (Angli) ile “Melekler” (Angeli) konusunda bir kelime oyunu içeren bir cümle sarf ederek oraya misyoner göndermeye karar vermesiyle başlar: “Anglicam habent faciem, et tales Angelorum in coelis decet esse coheredes” [“İngilizlerin yüzlerine sahipler, göklerdeki meleklerle ortak varis olmalılar”] (Hist. ecel, 11:1).'' (Sayfa: 161)
*
''IX. yüzyılda, Thessaloniki asıllı iki kardeş olan (kendi adıyla bilinen alfabenin mucidi olan) Kyrillos (826/827-869) ile Methodios (y. 820-885) Kral Rastislav (IX. yüzyıl) tarafından Germen etkisine karşı çıkmak için çağrılırlar ve Moravya, Pannonia ve Bulgaristan’da Hıristiyanlığı yayma faaliyetleri yürütürler. Birinci binyılın sonunda Kiev Rusları ile Polonyalılar da neredeyse aynı tarihte büyük Hıristiyan ailesinin üyeleri haline gelirler. Ruslar Konstantinopolis’e bağlanır ve Kraliçe Olga (y. 890-969) vaftiz olmak ve ticari ilişkiler yürütmek için 957’de kenti ziyaret eder; Germen etkisi altında olan Polonyalılar ise Latin Katolikliğinin yörüngesine girerek 966’da Hıristiyanlığı kabul etme sürecini başlatırlar. Bu tabloyu tamamlamak amacıyla, çok uzaklardaki İzlanda’nın 997’de Hıristiyanlığı kabulünün de Thangbrand (X. yüzyıl) adlı Sakson bir rahibin azmi sayesinde olduğunu söyleyelim. Yeni binyıl başladığında Kuzey Avrupa halkları (Vendler, İskandinavlar, Litvanlar) henüz res publica christiana’nın [Hıristiyan devleti] dışındadırlar, ama onlar da yavaş yavaş asimile olacaklardır; Raffello Morghen’in çok ünlü bir kitabının başlığını kullanmak gerekirse, “ortaçağ Hıristiyanlığı” artık yaygın bir gerçek halini almıştır.'' (Sayfa: 164)
*
Eğitim ve Yeni Kültür Merkezleri, Anna Benvenuti:
*
Monastisizm ve Yeni Eğitim Merkezlerinin Doğuşu
*
Kültür ve eğitim merkezleri olarak manastırlar
*
Ancak Hıristiyan pedagojisinin tanımlanması üzerindeki en büyük etkiyi, ruhani monastik deneyimin başarısı gösterecektir. Keşişler dünyadan vazgeçmekle dünyevi değerlerden ve kültürel geleneklerden de koparlar; örneğin Johannes Cassianus (y. 360 430/435) Collationes adlı eserinde Başkeşiş Nestor’un genç din adamlarını okul anıları yerine kutsal metinler üzerinde düşünmeye teşvik ettiğinden söz eder, Ruspe piskoposu Fulgentius, Arles piskoposu Caesarius ve daha sonra Norcialı Benedictus da seküler kültürün unutulması için uyarılarda bulunurlar. Keşişler sadece Kutsal Kitap ile Mezmurlar Kitabına erişmek ve onları ruhani açıdan yorumlamak için okumayı öğrenmelidir. IV ile V. yüzyıl arasında hem doğudaki hem de batıdaki en önemli manastırlarda, önce Liguge’de, sonra Tours’da Aziz Martin (y. 315-y. 397) veya Lerins’de Arles başpiskoposu Honoratus (?-424) gibi en önemli başkeşişler -Norcialı Benedictus’un Regola [Kural] eserinde ifade edildiği gibi, manastır hayatının tamamıyla Dominici schola servitii veya Tanrı’nın hizmetinde eğitim olması gerektiği fikri ışığında- keşişlerin kutsal metinler temelindeki eğitimiyle ilgilenirler. Başkeşiş, çocukların öğrencilerin farklı yaklaşımları konusunda dikkatli olan baba/öğretmendir ve okul olarak manastır metaforu ortaçağ ortalarında bile dini edebiyata egemen olmaya devam edecektir.
Özellikle Lerins Manastırında gelişen monastisizm V ve VI. yüzyılda Provence’dan Burgonya’ya, İtalya’dan İspanya’ya, hatta Afrika’ya kadar bütün Akdeniz bölgesine yayılır ve Mısırlı, Filistinli Çöl Babalarını örnek alan çileci bir model ihraç eder. Çocuklar için keşişliğin bu döneminde yazılmış olan metinlerden Mezmurlar Kitabının ve mezmurların ezbere öğrenilmesine dayalı bir okuma yazma projesinin geliştirildiği görülür (nitekim manastırlara altı ila yedi yaş arası çocuklar kabul edilir); kutsal metinlerin, normatif metinlerin (kuralların yorumu) ve yorum edebiyatı ile azizlerin hayat hikâyelerinin okuması ve incelenmesi de bu temele dayalı olarak gelişir. Bu türden bir kültürel girişim, manastırlarda kütüphaneler olmasını zorunlu kılar ve bu amaca uygun scriptorium, yani yazıhanelerde, metinlerin çoğaltılmasını teşvik eder; nitekim okumanın amacı, manastır hayatının tamamının nihai amacı olan Tanrı’yı tefekkür etmektir. (Sayfa: 166-167)
*
Dini ve Seküler Kültür
*
Cassiodorus akımı
*
Batının keşişliğinin ruhani deneyimine açılmasıyla birlikte Doğunun ruhani “köktenciliği” ile Latin geleneğinin dengeli pragmatizmi arasında bir tür uzlaşma oluşur; bu uzlaşma, dini eğitim çerçevesinde klasik dünyadan miras kalan eğitim usullerinin benimsenmesi sayesinde gerçekleşir. Bu eğitim yöntemleri kutsal metinlerin ve litürjinin 13 tefsirinin doğru şekilde gelişmesi için bir destek olarak görülürse ve ruhani deneyimin oluşumunda okumanın ve yazmanın önemini yüceltse de, aynı zamanda devamlılığını ve aktarılabilmesini garantiler. Theodoric’in (y. 451- y. 526) yardımcısı Romalı aristokrat Cassiodorus’un (y. 490-y. 583) deneyimi bu kültürel metabolizmaya bir örnektir: Cassiodorus, Papa Agapetus’un da (?-536, > 535) desteğiyle 536’da geleneksel disiplinlerin Hıristiyan kültürünün eğitimiyle mükemmel bir şekilde birleştiği üst düzey bir okul projesini yürütmeye başlar. Yunan-Got Savaşından dolayı başarısızlığa uğrayan bu proje daha sonra (550’den sonra) Calabria’da, Vivarium Manastır’ında tekrar ele alınacaktır. Klasik metinlerle Hıristiyan metinlerden oluşan “karışık” bir kütüphane -ve elbette bir scriptorium- temeline dayanan bu eğitim uygulaması aynı zamanda dilsel morfolojilere, örneğin yüzyıllar sonra, hümanizmin zirvesinde edebiyat eğitiminde öne sürülecek olan noktalama ve yazım kurallarına önem verir. Orta-Güney İtalya’da, Cassiodorus’un talihsiz deneyinin yanı sıra Napoli’de Lucullanum Manastırı ve VI. yüzyıl sonlarında, sonradan papa olacak olan Gregorius Magnus (y. 540-604) tarafından Roma’da kurulan Aziz Andrea Manastırı da bu duruma örnek oluşturur. Afrika’dan göç eden keşişlerin deneyimleriyle zenginleşen İspanyol keşişliği de Sevilla,Valencia (Servitanum Manastırı), Toledo [Tuleytule] ve Zaragoza’da seküler eğitimin devamlılığı alanında önemli örnekler sunar. (Sayfa: 167-168)
*
''Aquisgrana’da kurulan Schola palatina [Saray Okulu] bilgi birikiminin skolastik sistemi gelecek nesillere aktaracak edebi (trivium, yani üçlü grup: Gramer, retorik ve diyalektik) ve bilimsel bilgi (quadrivium, yani dörtlü grup: Aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) şeklindeki ayrımı ortaçağdan sonrasını da etkileyecekti. Saint-Martin-de-Tours, Saint Wandrille, Lorraine’de Gorze, Almanya’da Fulda, Sankt Gailen veya daha sonra Reichenau gibi eski ve yeni manastırlar imparatorluğun koruması altına alınır ve daha çok sayıda metinin çoğaltılmasını ve aktarımını, antikçağın eserlerinin muhafaza edilmesini ve daha iyi anlaşılmalarını sağlayan bir kültür rönesansının merkezleri haline gelirler. Monastisizmin eğitim kurumlarının, seküler kesimi dahil etmeye başlaması, bazen manastır dünyasına özgü pedagojik alanların muhafaza edilmesi amacıyla bu dünyanın “dışında” olanlar için özel okulların açılmasını gerektirir; örneğin Aniane Manastırı’ndan Benedictus (y. 750-821) 817’de manastır okulunu sadece seküler kesimle sınırlamaya karar vererek genç aristokratları ve geleceğin din adamlarını bu sistemin dışında tutar. Öte yandan Fleury-surLoire’da veya Sankt Gallen’de bu türden iki okul açılır.'' (Sayfa: 170)
*
Şarlman ve Avrupa’nın Yeni Yapısı, Catia Di Girolamo:
*
Şarlman’a İmparatorluk Unvanının Verilmesi


VIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde Şarlman, Orta-Batı Avrupa’nın neredeyse tamamı üzerinde egemendir ve Alcuinus (735-804) ile Paulus Diaconus (y. 720-799) gibi “Karolenj RönesansT’nın başkahramanları yoluyla Şarlman tarafından teşvik edilen ve desteklenen kültür, kendisinin bu süreçteki rolünü vurgular ve ona dini bir değer atfeder.
*
Krallığın dini değeri
*
Şarlman, babasından devraldığı ve kilisenin koruyucusu olmasına bağlı patricius Romanorum [Romalı asilzade] unvanına sahiptir, çocukları 781 yılında Papa I. Hadrianus (?-795, > 772) tarafından kutsal yağla kutsanır ve Şarlman’ı çevreleyen aydınlar din adamlarından oluşur; dini unsurun belirleyici bir rol oynadığı yeni iktidar ideolojisinin temelleri bu bağlamda gelişir ve Şarlman’ın 800 yılının Noel gecesinde San Pietro Kilisesi’nde gerçekleşen taç giyme töreni bu ideolojinin simgesel zirvesini oluşturur.
Bu olay, tek meşru imparatorluk unvanının sahibi olan Bizans’la bir ihtilafın doğmasına yol açar: Eginhard’ın (y. 770-840), Vita Caroli Magni (Şarlman’ın Hayatı) adlı eserinde bu olayı Papa III. Leo’nun (y. 750-816, >795) girişimi olarak sunması ve Frank kralının buna karşı çıktığını söylemesi bundan kaynaklanıyor olabilir. Ancak III. Leo zayıf bir kişiliğe sahiptir, Roma aristokrasisi tarafından yoğun bir şekilde eleştirilir ve 799 yılında ayrılmak zorunda kaldığı şehre ancak Şarlman’ın yardımıyla dönmeyi başarır. Bu şartlarda bu kadar büyük önem taşıyan bir girişime tek başına kalkışmış olması muhtemel olmadığı gibi, Şarlman’ın da böyle bir törenin hazırlanmasında aktif rol almış olmaması gerçekçi değildir.
*
Unvanın Doğuda tanınması
*
Bizans’la olan sürtüşmeye gelince; kral burada da kendisi için elverişli olan şartlardan yararlanır. 797 yılından beri Bizans İmparatorluğu’nun başında, kendi oğlunu tahttan indirmiş İrene (752-803) vardır, dolayısıyla Aquisgrana’nın başkent ilan edilmesinde, önceliklerinde ve törenlerinde fiili olarak zaten sergilenmekte olan imparatorluk tavrının resmileşmesinin karşısında pek bir engel yoktur. Doğu bu taç töreni karşısında ilk anda alaycı bir muhalefet göstermiş olsa da sonuçta Şarlman’ı tanıması kaçınılmazdır: Bunu gerçekleştirecek olan I. Mihail’dir (7844, 811-813 arası imparator) ve karşılığında Frankların elinde olan Venedik ile Dalmaçya’yı alacaktır. (Sayfa: 175)
*
İmparatorlar ve Ikonoklazm, Silvia Ronchey:
*
VIII. yüzyılın başında imparatorluk yaygın olan ikonalara tapınmayı giderek daha açık bir şekilde kınar hale gelmiştir. Ülke içinde, “keşişlerin partisi” olarak tanımlanabilecek güçlü bir direniş hareketi baş gösterir; bu arada giderek daha entelektüel bir boyut kazanacak olan ikonoklast hareketin nihai şekilde bastırılması bir sonraki yüzyılın ortalarını bulacaktır. (Sayfa: 177)
*
Hieria Konsili
*
İkonoklastlar ile ikonodüller
*
İkona konusunda V. Constantinus babasının izinden gider: 754 yılında toplanan Hieria [Fenerbahçe] Konsili’nde ikonalara ibadet etmenin kesin bir şekilde reddedildiği dogmatik bir karar ilan edilir. İkonoklast adı verilen ikonalara karşı olanlar arasında özellikle ordudan (ve özellikle toprağa bağlı olmayan yeni elit birlikler olan tagmata arasında) birçok üye varsa da, ikonodüller özellikle (ikona taraftarları) 765 yılından itibaren çeşitli zulümlere uğrayan monastisizme ait ortamlarda ve Konstantinopolis’in eski aristokrat ailelerinde (ve özellikle kadınlar arasında) bulunur. Bu konuda tarihyazımı alanında yürütülmüş uzun ve karmaşık tartışmalarda ikonoklazm krizinin siyasi, ekonomik (büyük toprak sahiplerinin feodal veya merkezkaç eğilimlerine karşı imparatorların merkeziyetçiliği) veya felsefi nedenleri (ikonoklastlar Platonculuğun aşırı gelişimiyle, karşı taraf ise yeniden dirilen Aristotelesçilikle desteklenmiştir) vurgulanmıştır. (Sayfa: 179)
*
İkinci İkonoklazm:
*
İmparatoriçe Theodora:
*
''Teofilos’un ölümünden sonra küçük III. Mihail’in (840-867, > 842) vekâleti imparatoriçe Theodora (y. 800-867) tarafından üstlenilir; imparatoriçe bir yandan ikonoklazmı reddedip ikinci İznik Konsili’nin kararlarını benimserse de, diğer yandan kocasının anısına saygı duyulması için, pek inanılır olmasa da, ölümün eşiğindeyken din değiştirmiş olabileceğine dair bir dedikodu çıkmasını sağlar. Her ne kadar uzun naiplik yılları boyunca sarayda iktidar kavgaları eksik olmazsa da Doğu cephesinde durum giderek düzelir; Abbasi halifeliğinin ani bir şekilde parçalanması Bizanslılara karşı her yıl düzenlenen cihat seferleri, sınırda bulunan Tarsus ile Melitene [Malatya] emirleri arasındaki bir rekabete dönüşür; Konstantinopolis’in dayattığı Ortodoksluğa karşı silahlı başkaldırıyı seçen Pavlikyanlar onlara ara sıra yardımcı olur (Pavlikyanlar, gnostik Maniheist kola ait olan ve Anadolu’da yeniden ortaya çıkan tarikatların aldığı isimdir).'' (Sayfa: 181)
*
Ermenistan ve Kafkaslar
*
Hıristiyanlığın kabulünden Kilise’den uzaklaşmaya
*
VII. yüzyıldaki istilalardan sonra imparatorluğun elinde sadece Anadolu platosundaki topraklar kalınca, modern Ermenistan devletinden çok daha geniş bir bölgeyi kapsayan ve günümüz Türkiye’sinin kuzeydoğusunun büyük bölümünü içeren Ermenistan bölgesi özel bir önem kazanır. Antikçağlardan beri Pers ile Roma İmparatorluğu’nun yetki alanları arasında bölünen ve genelde tek bir otorite altında birleşmeyen Ermenistan IV. yüzyılın başlarında Hıristiyanlığı kabul eder ve Kalkedon Konsili’nin kararlarını büyük bir çoğunlukla reddederek evrensel kiliseden ayrılır. Sonraki yüzyıllarda küçük Ermeni prenslikleri Bizans ile halifelik arasında tampon bölge görevi görür; X ile XI. yüzyıllarda ise askeri seferlerle özellikle Ermeni aristokrasisinin sayısız üyesinin üst düzey Bizans aristokrasisine dahil edilmesi sonucunda, thema şeklinde düzenlenmiş olan bölge imparatorluğun içerisinde asimile olur ve imparatorluk doğuya doğru yayılırken Justinianus dönemindeki sınırları bile aşar. Ancak bu ilhak kısa süreli olacaktır, çünkü 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra Ermenistan, Müslüman hanedanlarının denetimine girer ve imparatorluğun yörüngesinin dışına çıkmış olur. (Sayfa: 187)
*
İslam: Abbasiler ve Fatimiler, Claudio Lo Jacono
*
Abbasilerin egemenliği 750 yılından, son halifelerinin Moğollar tarafından öldürüldüğü 1258 yılına kadar sürer. Bu beş yüz yıllık dönemde ekonomi ve kültür gelişir, ama el-Mütevekkil’in 861 yılında Türk askerleri tarafından öldürülmesiyle birlikte önü alınamaz bir kurumsal çöküş başlar. Ulusdevletlerin oluşumu olumsuz bir unsur olarak görülebilirse de, hanedan sayısının artmasıyla sanat ve bilim alanlarında yeni ve önemli ilerlemeleri mümkün kılacak büyük çaplı himaye imkânları oluşur.
*
Abbasi Halifeliği’nin İran’a Uzanan Kökenleri:
*
Emevi katliamı:
*
Emevilere karşı kendilerini “kutsal hanedan” olarak görmekten hoşlanan, ama Emeviler tarafından din konusunda ilgisizlikle suçlanmış olan Abbasiler, Endülüs’teki halifeliklerine, yenilgiye uğrattıkları geniş hanedanı katlederek başlar. Abbasilerin de Arap olmasına, hatta Emevilerle akraba olmalarına rağmen bu olay aynı zamanda Arapların ümmet üzerindeki mutlak egemenliğinin de sonu anlamına gelir, çünkü Arap olmayan, ama İslamı kabul etmiş halklar da İslam toplumunun idaresine dahil olmaya başlar.
Yeni iktidarın iki temel dayanağının kökleri İran’a uzanır. İran’ın kuzeydoğusundaki Arap-İran şehri Horasan’dan kaynaklanan ve Horasaniye adı verilen askeri sisteminin de büyük kısmı İranlıdır, adını liderleri Bermek’ten alan Bermekiler ailesinin tartışılmaz meziyetleri sayesinde etkinliği garantilenen bürokrasi de İranlıdır. Din dahil olmak üzere kültür de Sasani dindarlığının etkisindedir; yine de Suriyeli, Yunan, Kıpti ve İsrailli âlimlerin büyük çaplı katkısını da unutmamak gerekir. İslamın II. yüzyılından itibaren (VIII. yüzyılın ikinci yarısı-IX. yüzyılın ilk yarısı) din alanında metinler yazılmaya başlar, ama bunlar aynı zamanda biyografik, coğrafi, tarihi ve hukuki yönler de sergilerler.
*
Pers temelleri
*
Buyruk altına alınmış halklarla Hint bilgi birikimi (Hint Yarımadasına ilk giriş Emevi döneminde olur, günümüzde Pakistan’da bulunan Sind 711- 712’de fethedilir), daha çok İslamı kabul eden yabancıların gerçekleştirdiği muazzam tercümeler sayesinde gelişir ve Arapların genelde şiir, destan, soy araştırmaları ve “Peygamber tıbbı” adı verilen, çok düşük düzeydeki popüler tıptan oluşan mirası giderek zenginleşmeye başlar.
Siyasi ve ekonomik merkezin Akdeniz bölgesinden Mezopotamya-İran bölgesine doğru kayması da halifeliğin İran’a uzanan temellerinin altını çizer; halife el-Mansur (y. 712-775, 754’ten itibaren halife), 762 yılında, zaman içinde hem askeri ve ekonomik hem de kültürel alanda Konstantinopolis’in en büyük rakibi haline gelecek olan Bağdat’ı kurar.'' (Sayfa: 189-190)
*
Kültürel Açıdan Gelişmiş Bir Halifelik
*
Tıp matematik ve astronomi
*
271 yılında Sasaniler tarafından kurulmuş olan ve Yunanca ile Süryaniceden Medce-Farsça çeviri merkezi, kütüphane ve hastaların tedavi edildiği bir tıp merkezi olan Gundişapur örnek alınarak Harun er Reşid’in (766809, 786’dan itibaren halife) isteğiyle oluşturulmuş ilk çekirdek temel alınır ve 832 yılında halife el-Memun (786-833) tarafından Hikmet Evi (Beytü’l Hikmet) geliştirilir. Hikmet Evi hem halife I. Velid (y. 674-715) tarafından 706 yılında Şam’da kurulmuş olan ilk İslam hastanesiyle başlayan girişimin geliştirildiği ve Yunan, İran ve Hint tıbbının öğretilip uygulandığı bir hastanedir - Avrupa’nın ilk tıp merkezi, 898’de Siena’da kurulacak olan Santa Maria della Scala Hastanesi’dir- hem de, dünyanın dört bir tarafından getirilip Arapçaya tercüme edildikten sonra genel bir kataloga dahil edilmiş olan, dini ve seküler alanda neredeyse yarım milyon metinin bulunduğu zengin bir kütüphanedir.
Hikmet Evi aynı zamanda bir rasathanedir; ünleri kısa sürede yayılacak olan çeşitli matematikçiler ve bilim adamları -“algoritma” kelimesinin kaynaklandığı Harizmi, Avrupa’nın Latin kısmında Alkindus olarak bilinen Kindi, IX. yüzyılda yaşamış olan ve Ben-i Musa olarak bilinen matematikçi kardeşler, Latincede Ioannitus olarak bilinen Huneyn bin İshak, Thebit olarak bilinen gökbilimci ve matematikçi Sabit bin Kurra ve Latincede Rhazes olarak bilinen el-Razi- çalışmalarını burada yürütür. Bu kütüphane tek değildir; Kurtuba’da yaşayan Endülüs Emevi halifesi II. Hakem (915 976, 961’den itibaren halife) 400 bin kitaplık bir kütüphaneye, tebaasından birisi de bundan daha zengin bir kütüphaneye sahiptir, Fatimi döneminde (1005-1068) Kahire’de bulunan Dar-ül Hikmet de 600 bin kitap içerir. Aynı dönemde Latin Hıristiyan dünyasında bulunan ve neredeyse tamamı dini metinlerden oluşan kütüphane koleksiyonları bu rakamların yanında son derece zayıf kalır.
Bu kütüphaneler varlıklarını, mükemmel kalitede olan kâğıdın bol miktarda bulunmasına borçludur; kâğıt yapımı, Talaş Savaşı’ndan (751) sonra, Çinli savaş esirlerinin aktardığı know-how [teknik bilgi] sayesinde öğrenilir. Bermeki zekâsı sayesinde ilk olarak Semerkant ve Bağdat’ta oluşturulan kâğıt imalat tesisleri sonradan bütün İslam dünyasına; Araplara, Perslere, Hindistan, Mısır, Suriye, Sicilya ve Endülüs’e yayılır. (Sayfa: 190)
*
Avrupa'da İslam, Claudio Lo Jacono
*
İber Yarımadası’nın Fethi


Yekpare bir kurum olmaktan uzak olan İslam dünyasının tarihi boyunca, aralarında siyasi ve dini açıdan husumet olan farklı halifelikler (veya imamlıklar) var olmuştur.
Müslümanlar ilk olarak, bir dizi saldırıdan sonra, 711 yılında Kayrevan Valisi Musa bin Nusayr’ın (640-716) azad edilmiş Berberi kölesi Tarık bin Ziyad’ın (y. 670-720) yönetiminde İber Yarımadasına girer. Bin Ziyad 7000 askeriyle birlikte, adını ondan alacak olan Cebelitarık’a geçer ve kısa süre sonra ona katılan 5000 askerin daha desteğiyle Barbate (veya Guadalete) Savaşı’nda Vizigotları yener; Roderik’in tahta çıkışıyla krallık içinde ortaya çıkan gerilim ile Vizigotlar tarafından zulme uğrayan ve ülkeden sürülen Yahudilerin desteği de bu zaferde rol oynar.
Musa bin Nusayr tarafından tamamlanan fethin sonucunda, Kayrevan valiliğine bağlı olarak, başkent Kurtuba olmak üzere Endülüs eyaleti oluşur. Yenilgiye uğrayan Hıristiyan güçleri, Duero Nehri’nin kuzeyine çekilmek zorunda kalır ve Pelayo adlı asilzade (y. 699-737) yandaşlarıyla beraber Cantabria dağlarıyla Asturya arasına yerleşerek Leon Krallığı’nın temelini atar.
*
Poitiers yenilgisi
*
O dönemin Kurtuba valisi bundan yirmi yıl sonra, Tours’daki Saint Martin Manastırı’nın zengin adaklıklarını ve civardaki toprakları yağmalamak amacıyla Pirene Dağları’nı aşar, ama sonradan Martel olarak bilinecek olan Frank kralı Şarl (684-741) tarafından Poitiers’de yenilgiye uğratılır. Her ne kadar bu saldırı girişiminin Avrupa’nın fethiyle sonuçlanma ihtimali düşükse de, İslam gururu bu olaydan ağır bir darbe alacak ve Latin dünyasında Hıristiyanlığın koruyucuları olarak kendilerine yer edinmek isteyen Karolenjler için de temel önem taşıyacaktır.
Abbasilerin Suriye’de Emevi hanedanına uyguladığı katliamdan kurtulan genç Abdürrahman bin Muaviye (731-788) 756’da Kuzey Afrika’da, anne tarafından akrabaları olan Berberilerin yanına sığınır. Onların ve diğer destekçilerinin yardımıyla Endülüs’e girer ve o çalkantılı dönemde bağımsızlığını ilan etmiş olan valiyi yenilgiye uğratır.
Hıristiyanlar Yahudiler ve Müslümanlar
*
Abdürrahman bin Muaviye’nin sadece emir unvanını almasına rağmen onun soyundan gelenler halifelik üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmezler; nitekim III. Abdürrahman (y. 889-961) bu iddiayı yineler, ama imparatorluklarını güçlendirmekle uğraşan Abbasiler sadece birkaç basit komploya karşılık vermeye çalışsa da başarısız olur.
“Ed-Dahil” [muhacir] olarak bilinen I. Abdürrahman’ın (765-788 arası emir) bir siyasetçi olarak Abbasi rakibi Mansur’dan (712-775) aşağı kalır yanı yoktur ve topraklarını genişletip güçlendirmekte oldukça başarılı olup kendisi ve hanedanının üyeleri için 756’dan 1031’e kadar 275 yıl süren bir iktidarı garantilemeyi başarır. Ancak İber Yarımadası’nda Hıristiyan, Yahudi ve İslam kültürü arasında 800 yıl boyunca gerçekleşecek olumlu kaynaşma çok daha uzun süreli olacaktır; Yunan unsurunun da ilavesiyle buna benzer bir kaynaşma Sicilya’nın 204 yıl süren (8271031) İslam yönetiminde de yaşanır.
İslam, daha önce başka kültürlerle -Güneyli Himyar Arapları, Yahudiler, Yunanlar, Suriyeliler, Mezopotamyalılar, Kiptiler, Berberiler, Afrikalılar, Persler, Hintliler, Türkler, Moğollar, hatta Çinlilerle- ve Sicilya’da olduğu üzere İber Yarımadası’nda da diğer kültürlere karşı güçlü bir simbiyotik karakter sergileyerek, karşılaştığı kültürlerin en iyi yanlarını, ahlaki açıdan tereddüt göstermeden benimser. Endülüs’te İslam yönetimi altında kalmayı tercih eden Hıristiyan İberLatin toplumuyla olumlu ilişkiler yaşanır. Mustaribler (hem gelenekler hem de kendi lehçelerinin yanı sıra benimsedikleri Arap dili açısından Mustarib, yani “Araplaşmış” olanlar) uzun yüzyıllar boyunca huzurlu ve faal bir ortamda yaşarlar; sadece IX. yüzyılda, yerel Hıristiyanlığın en aşırı kanadı kısa bir süre boyunca Müslüman yöneticilerle ihtilafa düşer.
Muladi (“evlat edinilmiş” anlamına gelen Arapça muvelledun) adı verilen ve İslamı az veya çok gönüllü bir şekilde kabul eden Hıristiyanlardan dolayı yaşanan siyasi, ekonomik ve kültürel entrikalar da büyük önem taşır. Navarra’nın Hıristiyan soyuyla akraba olan Ben-i Kasım (Cassius’un oğulları) buna ilginç bir örnek teşkil eder; Vizigotlar zamanında Marca Hispanica (İspanya Markiliği) kontu olan Cassius (VIII. yüzyıl), Hıristiyanlığı kabul etmesi sayesinde topraklarının başında kalmayı başarır, onun soyundan gelenler de ortaya çıkan bu yeni siyasi ortamdan faydalanmayı başarırlar.
Endülüs’ün mimarlığa, çeşitli bilim ve teknik alanlara, edebiyat, tasavvuf, felsefe, müzik, tarih, coğrafya, zanaatkârlık ve tercüme alanına yaptığı katkıların, Avrupa’da ileride gelişecek olan Rönesansın temellerini oluşturma açısından önemi göz ardı edilemez.
Emevi iktidarı ihtişam açısından Abbasi iktidarıyla rekabet içindedir; bu özellikle X. yüzyılda, emirliğin halifeliğe dönüştüğü dönemle 978’den ölümüne kadar, zayıf bir halife olan II. Hişam’a (965-1013) vekâleten ülkeyi büyük bir gayretle yöneten Mansur’un (938-1002) yönetimi için geçerlidir. El-Mansur, Asturya-Leonlu ve Navarralı (Pamplona) Hıristiyanlara karşı 52 sefer düzenleyecek, 985’te Barselona’yı, 988’de Leon’u yağmalayacak, bir sonraki yıl Matamoros, yani Müslüman öldüren olarak bilinen, İber Hıristiyanlığının koruyucusu Santiago’nun ıssız Compostela’daki kilise ve mezarını yağmalamak için Galiçya’ya kadar girecektir.
Ancak halifelik kısa sürede ve tamamıyla beklenmedik bir şekilde bir hanedan krizinden ve yetkililerin bencilliğinden dolayı parçalanır. Daha önceden Abbasi dünyasında da olduğu üzere, bu siyasi parçalanma sonucunda ortaya çıkan sayısız yeni oluşum, siyasi açıdan önemli olmasa da, cömertlikte birbiriyle yarışan birçok hanedanın ortaya çıkmasından dolayı kültürel açıdan verimli bir ortamın oluşmasına neden olur. (Sayfa: 195-197)
*
Asturya’daki Hıristiyan Krallıkları, Giulio Sodano:
*
Santiago de Compostela’nın Kuruluşu
*
Havari Iago’nun mezarının ve kilisenin kuruluşu 820 ile 830 yılları arasında Galiçya’da bulunan Compostela’da (Campus stellae) Havari Iago’nun (Aziz Yakup olarak da bilinir) olduğuna inanılan bir naaş bulunur. Kelt dönemine ait bir köyün veya Vizigot dönemine ait bir mezarlığın istihkâmının bulunduğu sanılan Libredon Dağında inzivaya çekilen keşiş Paius’un 813 yılında yıldız şeklinde tuhaf gördüğü rivayet edilir. Bu tuhaf olaydan etkilenen Iria piskoposu Teodomirus o bölgede içinde üç ceset olan bir mezar keşfeder; cesetlerden birinin başı kesiktir ve mezarın üzerindeki yazıtta “Zebedeus ile Salome’nin oğlu Yakup burada yatar,” diye yazar. Ceset, Havari Yakup’a atfedilir ve burası önce Asturya ve Galiçya, sonra da Avrupa’nın tamamı için bir ibadet ve hac yeri haline gelir. Iria piskoposları Santiago’ya yerleşirler ve bu bölge üzerinde egemenlik sahibi olurlar. II. Alphonsus (759-842) buraya bir kilise inşa ettirir ve Benedikten keşişler 893 yılından itibaren buraya yerleşirler. Ancak şehri Normanlardan korumak için 960’da inşa edilen surlar 997’de çok şiddetli bir Müslüman saldırısına engel olamaz.
İber Hıristiyanlarının hamisi haline gelen Aziz Yakup’un, Müslümanlara karşı yürütülen silahlı çarpışmalarda aktif olarak rol aldığına dair bir inanış vardır. Nitekim savaşlarda, üzerinde beyaz kıyafetlerle sayısız “kafiri” öldürürken görülür. İspanya Hıristiyanlığının tarihinde “Santiago Matamoros,” yani Müslüman öldüren Aziz Yakup adı buradan gelir. (Sayfa: 204)
*
Şarlman’dan Verdun Antlaşması’na Frank Krallığı, Ernst Erich Metzner
(İtalyanca tercüme: Barbara Scardigli)

*
Frank Krallığı’nın merkezi, ortaçağın başlarında, Merovenj ve Karolenj hanedanlarının yönetiminde ve Ludwig’in hukuki mirasının üç oğlu arasında bölünmesini onaylayan Verdun Antlaşması’na (834) kadar Akdeniz’deki Roma topraklarından kıtanın merkezindeki yeni topraklara doğru hareket eder. Bu yeni çekirdek, Avrupa’nın ilk büyük krallığını oluşturacaktır.
*
Avrupa’yı Birleştirme Girişimi
*
Avrupa’nın ilk çekirdeğinin oluşumu
*
''Müslümanların 711 yılında Güney Akdeniz’de İspanya’ya, 732 yılında da Güney Fransa’ya kadar yayılması sonucunda bu bölgelerdeki eski ulaşım sistemi geçerliliğini yitirirken, ticari ilişkiler de Kuzey Afrika ve İspanya’dan gelen Sarazen ve Mağribilerden dolayı kesilir. Göç döneminde Clovis’in (y. 466-511) yönetiminde olan Fransa da Galya-Roma bölgesinde kendi Latin kaynaklı izlerini taşıyan bir bölge oluşturur, ama sonuçta o da Alman bölgesiyle daha sıkı bağlar kurar. Dikkati buradan, eski başkent Roma yerine, kuzey ve doğu sınırlarında bulunan ve din açısından ortak özelliklere sahip olan halklara çevirmek daha kolay olur. Bu arada, Saksonya’nın Şarlman (742-814) tarafından fethinden sonra kuzeyde yaşayan ve yayılmakta olan halklarla ve Slav kontrolündeki Doğuyla kurulan sıkı ilişkiler krallığın miras olarak devraldığı eski ve yeni sorunlarla ve Şarlman’ın politikalarıyla bağlantılı olarak ortaya çıkan sorunlarla yüzleşmesine neden olur. Danimarka kralı Harald’ın Mainz yakınlarında 826 yılında vaftiz edilmesi ve 831 yılında Elbe’nin kuzeyinde, Aziz Anscarius’un İskandinav bölgesini de içeren Hamburg başpiskoposluğunun kurulması bu açıdan büyük önem taşır. İlk Viking istilaları ve Slav isyanlarıyla beraber imparatorluğun geçirdiği kriz döneminden dolayı yayılma hareketlerine bir süreliğine ara verilir. Frankların İskandinavya’yla bağlantı kurma girişimleri de önem taşır, çünkü runik alfabe gibi temel bilgilerin aktarımını teşvik eder ve muhtemelen İskandinavya’nın, kuzeyin ortak dili olduğu düşünülen eski Sakson dilinde yazılmış olan Heliand [Kurtarıcı] adlı muhteşem şiir gibi popüler Hıristiyan şiirlerinin etkisinde kalmasını sağlarlar.'' (Sayfa: 205-206)
*
Taht Veraseti ve Mirasın Bölünmesi: Çatışmalar ve İhtilaflar:
*
''İmparatorluğun bundan sonraki bölünmesinin bazı belirtileri Şarlman’ın saltanatının ilk yıllarından itibaren tespit edilebilir: Örneğin imparatorluğun içerisinde Germen dillerini konuşan ve halk dilindeki karşılığı deutsch [Almanca] olan theodiscos terimi bütün bir tebaa için ilk olarak 786 yılında yazılı bir belgede kullanılmıştır.
*
Alman dilinin doğuşu
*
Dindar Ludwig zamanında bu terim giderek daha sık kullanılır ve resmi metinlerdeki bazı ihtiyatlı ve dolaylı anlatımlar da bu yeni olguya atıfta bulunur. Yaşlı imparatorun 840 yılındaki ölümünden sonra alevlenen veraset tartışmalarına nihai olarak son verecek olan 843 tarihli Verdun Antlaşması’ndan önce Batı tarafının kralı Dazlak Karl ile Doğu topraklarının kralı Germen Ludwig arasında 842 yılında imzalanan ünlü Strasbourg Andı’nda iki dil kullanılır: Latince ve Almanca. Bu iki dil her ikisinin de hamisi olan üst sınıfın ortak kültürünü ifade eder; zaten iki kral ant içerlerken birbirlerinin dillerini kullanırlar (ama alt sınıfların iki dilliliği konusunda varsayımda bulunmamıza izin verecek herhangi bir yazılı belge yoktur).'' (Sayfa: 207)
*
Verdun Antlaşmasından Parçalanma Dönemine Kadar Frank Krallığı,
*
Ernst Erich Metzner (İtalyanca tercüme: Barbara Scardigli)
*
Hanedan ve Bölünme
*
Verdun Antlaşması (843)
*
843’teki Verdun Antlaşması’nı izleyen bölünmede Lothar’a (795-855) imparatorluk unvanıyla İtalya, Burgonya, Provence ve Lotharingia verilirken, Dazlak Karl’a (823-877) Batı Krallığı (ileride oluşacak Fransa Krallığı’nın çekirdeği), Germen Ludwig’e de (y. 805-876) Doğu Krallığı (ileride oluşacak Alman Krallığı’nın çekirdeği) verilir. Her ne kadar krallığın Doğu kısmının Ren Nehri’nin ötesine yayılması söz konusu olduysa da, bu antlaşma bir eşitsizliğe yol açar, çünkü Lothar ile Karl’a verilen batıdaki topraklar hem yüzölçümü ve nüfus açısından daha büyüktür hem de kültürel açıdan daha gelişmiştir. Zaten ruhani ve dini yenilenme alanındaki güçlü dürtüler de bu bölgelerde ortaya çıkacak ve buradan yayılacaktır. Ancak birkaç yıl içinde Doğu Krallığı da kademeli olarak genişler: Nitekim I. Lothar’ın ölümünden sonra krallık üçe bölünür (Lotharingia, Burgonya ve İtalya) ve üç varis arasında paylaşılır; içlerinden birisinin (II. Lothar) 870’de ölümüyle ve Meersen Antlaşması’nın imzalanmasıyla Lotharingia; Dazlak Karl ile Germen Ludwig arasında bölünür, ama 880’de imzalanan Ribemont Antlaşması’yla yeniden Doğu İmparatorluğu’nun altında birleştirilir.'' (Sayfa: 208)
*
Krallığın parçalanması
*
''Dazlak Karl 876 ile 877 arasında, 876 yılında doğrudan varisleri olmadan ölmüş olan Alman Ludwig’in krallığını askeri olarak ilhak etmeye çalışır; Ludwig’in kendi de 859’da kardeşine aynı şeyi yapmaya çalışmış, ancak kardeşi kilisenin de yardımıyla ona karşı durmayı başarmıştı. Dazlak Karl’ın 877 yılındaki ölümü bu girişimi yanda bırakır: Alman Ludwig’in oğlu olan Şişman Karl (839-888) 881’de iktidar hayalini gerçekleştirmek için somut bir fırsatla karşılaşır ve Doğu Frank Krallığı’yla Batı Frank Krallığı’nı bir kez daha birleştirmeyi başarır, ama bu birleşme sadece birkaç yıl sürer. Kısa süre sonra, 887 yılında Frankfurt’da Alman prensleri tarafından hastalığa bağlı yetersizliğinden dolayı tahttan indirilir. Batı Frank kralını istemeyen prensler Carlman’ın gayrimeşru oğlu, Bavyera’daki Doğu Frank soyundan gelen ve Belçika’da Dyle Nehri’nde Normanlarla savaşta kahramanlığıyla öne çıkan Karintiyalı Arnulf’u (y. 850-899) 896’da imparator ilan eder. Arnulf’un imparator olmasıyla Alman tarihi başlamış olur.'' (Sayfa: 209)
*
Feodalizm, Giuseppe Albertoni:
*
“Feodalizm” terimi tarihi ve hukuki açıdan, erken ortaçağda ortaya çıkmış olan bir kurumun geneli için kullanılır; Frank vasal sisteminden itibaren Roma, Germen ve Kelt hukuki ve askeri geleneklerini bir araya getiren, askeri nitelikte bir “hizmet” şekli gelişir. Vasal sistemi, geçici bir mülkün (beneficium/feudum) bahşedilmesiyle, desteklenmesiyle tamamlanır. Vasallık, Karolenj döneminde güçlüler arasında bir bağ olarak kullanılır ve duruma göre güçlerin ya birliğine ya da parçalanmasına neden olur. (Sayfa: 211)
*
Yanlış Anlamalara Açık bir Kelime olarak Feodalizm
*
Ortaçağda bilinmeyen “feodalizm” terimi XVII ve XVIII. yüzyıldan itibaren, ortaçağ kaynaklı bir kelime olan ve günümüzde, çiftçiler için genelde ağır şartlar yaratan, belli yetki alanlarına ve ekonomik gelirlere sahip mülk anlamına gelen feudumla ilgili derebeylik hakları için kullanılmaya başlanır. Fransız devrimciler 1789’da “feodal rejim”i fesheden bir kararname yayımladıklarında bu “feodal haklan” hedef alırlar ve “feodal rejim” terimi kısa sürede Anelen Regime’e (eski düzen) ait toplumsal sisteminin tamamı için kullanılır hale gelir.
Feodalizm terimi bu şekilde tarihi-hukuki sözlükten çıkarak siyasi sözlüğe ve resmi söyleme girer ve buradan da, giderek her türlü kötülük anlamına gelen jenerik bir terim halini alır. Gustave Flaubert’in (18211880) Yerleşik Düşünceler Sözlüğü’nde feodalizm, “insanın doğru dürüst fikir sahibi olmadan saldırdığı” bir kavram olarak tanımlanır.'' (Sayfa: 212)
*
Hukukta Çoğulculuk, Dario Ippolito:
*
Roma-Barbar krallıklarının hükümdarlarından Karolenj imparatorlarının varislerine ortaçağ Avrupa’sında iktidar sahibi olanlar, egemen oldukları topraklar üzerinde, tebaalarının toplumsal yaşamını düzenleyen tek bir kural bütünü oluşturmayı amaçlamazlar. Ortaçağda hukuki sürecin temel özelliği, geçerli olan sistemlerin çoğulculuğudur. Soy yasaları, yerel âdetler, feodal haklar ve yükümlülükler, kilise yasaları ve imparatorluk yasaları, birleştirici ve hiyerarşik kaynaklardan yoksun, çoğulcu bir hukuk sisteminde bir arada yer alırlar. (Sayfa: 217)
*
Örf ve Âdetlerin Önemi ve Feodal Hukuk:
*
''Ortaçağda hukuk, siyasi otoriteden çok toplum tarafından, toplumun güçleri ve tikelliklerini yansıttığı yapıları tarafından üretilir; dolayısıyla yasalarından çok örf ve âdetlerini, yani bir toplum içerisinde uzun zamandan beri tekrar edilen gelenek ve davranışları yansıtır. Bu örf ve âdetler, devamlılıkları ve yaygınlıkları temelinde toplum üyelerinin nezdinde bağlayıcı bir değer kazanır ve toplumsal açıdan uygun olanlar hukuki kural olarak geçerlilik kazanır.'' (Sayfa: 220)
*
Kilise ve Hukuk:
*
Konsil hükümleri ve Papalık hükümleri:
*
Kilisenin, “kural” anlamına gelen Yunanca kelimeden türemiş olan canonicus hukuku Hıristiyan döneminin başlarında şekillenmeye başlar ve IV ve V. yüzyıllarda, kilise farklı boyutlarıyla toplumun yaşantısını evrensel ve bölgesel düzeyde düzenlemek amacıyla Hıristiyanlığın ileri gelenlerini bir araya getiren büyük ekümenik konsillerin ve sayısız yerel sinodun dürtüsüyle daha yoğun bir şekilde gelişir. Bu toplantılarda alınan kararların yanı sıra papaların özellikle V. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğun olarak ürettiği epistolae decretales; (mektup yoluyla verdikleri dini hükümler) de dini hukukun başlıca kaynağını oluşturur.'' (Sayfa: 221)
*
IX ve X. Yüzyıllarda Saldırılar ve İstilalar, Francesco Storti:
*
Avrupa IX ila X. yüzyıl arasında çok sayıda saldırıya maruz kalır. Kuzeyden İskandinavya halkları, güneyden Akdeniz havzasının Araplaşmış halkları, doğudan da Macarlar, iç ihtilaflardan dolayı zayıf düşmüş Avrupa topraklarına girip yağmalar. Bu, Avrupa tarihinde dramatik bir sayfa açsa da kıta halkları, saldırganlara karşı çıkma ihtiyacından dolayı, feodal toplumun dayandığı yeni sosyal-kurumsal yapıları geliştirmek için gerekli olan gücü bulur.
*
Vikingler, Korsan ve tüccar


Germen dilinde “koy” anlamına gelen “vik”ten türemiş olan Viking adıyla genelde İskandinavya fiyordlarından gelen ve bazen daha genel olarak (Kuzeyli adam anlamına gelen “Nordman”dan türeyen) Norman adıyla bilinen korsanlar kastedilir. Eski zamanlardan beri ticaret ile korsanlığı bir arada yürütmeye alışkın olan Vikingler, IX. yüzyılın başlarında saldırı faaliyetlerini yoğunlaştırır. Avrupa tarihinin bu zor döneminde vuku bulan trajik olaylarda da söz konusu olduğu üzere, Karolenj devletinin bölünmesiyle ortaya çıkan krallıklar arasında yaşanan husumet, bu dönemin başlıca davasına yön verir çünkü yıllar boyu düzenli bir şekilde imparatorluğun sınırlarını savunan güçler iç ihtilaflara odaklanmak zorunda kalır. Ancak bu dönemde, Kuzey toplumlarının gelişimine yol açan başka faktörler de belirleyici bir rol oynar. Birinci sırada, bu dönemde ve o halkların arasında en üst düzeye ulaşan denizcilik tekniklerindeki gelişme vardır. Ancak Normanların denizci olarak doğmadıkları, Roma eyaletlerine yerleşen Germenlerin kıtada kurdukları krallıkların kuzeyden, karadan gelebilecek geçişleri engellenmesi nedeniyle V. yüzyıldan itibaren kendilerini buldukları tecrit durumundan çıkmak için denizciliği öğrendikleri belirtilmelidir. Sonradan edinilen bu denizcilik kabiliyeti, savaşçı elit sınıflardan oluşan ve kökenleri çok eskiye dayanan bu Germen soyunda, atalarından kalma savaşçı ruha bağlı olmaya devam eden âdetlerle birleşir. Böylece VIIL yüzyıldan itibaren, tek başlarına veya geçici ittifaklar halinde hareket eden sayısız küçük, birleşik silahlı çekirdekten oluşan, inanılmaz kapsama sahip bir hareket ortaya çıkar.
*
Farklı halklar, farklı rotalar
*
“Snekkja” adı verilen, yuvarlak hatlı ve -hem deniz ruhlarına karşı koruma amacıyla hem de saldırılan halkları korkutmak amacıyla- ejderha şeklinde bir pruvaya sahip olan hızlı teknelere binen İskandinav korsanları, her halkın kendi kaderini seçtiği karmaşık bir nehir ve deniz rotası sistemi oluşturur.
Danimarkalılar Kuzey Denizi ve Manş Denizi’nin kıyılarına saldırıp kıtanın büyük nehirlerinden içeri girerken, Norveçliler batıya doğru akın eder, Atlantik’teki adalara üs kurar ve oradan Fransa ve İspanya’ya geçip İzlanda’ya yerleşerek Grönland ile Alaska’ya ulaşır. “Vareghi” veya Slav dilinde “Rus” olarak da bilinen İsveçliler doğuyu hedef alarak, Baltık Denizi’nden Volga, Dvina, Dinyeper ırmaklarından içeri girer, Slavlarla mücadele eder ve onlarla karışırlar, Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’e ulaşarak Bizanslılarla ittifak kurar, Araplarla hem mücadele eder hem de ticaret yaparlar. (Sayfa: 126-127)
*
Normanlar, Sarazenler ve Macarlar: Saldırı Güzergâhları:
*
''Avarların Batıya doğru ilerleyişi Şarlman (742-814) tarafından durdurulup, Orta Asya kökenli bir başka savaşçı göçebe halk olan Bulgarlar, Bizanslılar tarafından yıllarca süren mücadeleler sonucunda yavaşlatılınca, kökenleri Urallar ile Volga arasındaki Fin-Ugor etnik-dilsel bölgeye kadar uzanan göçebe bir halk olup Sarmatya Vadisi’nin Türk-Moğol soylarıyla kaynaşan Macarlar, Avrupa’ya girmek için uygun alanlar bulur ve binlerce kilometre uzaklıkta oluşan göç akınlarının sonucunu bir kez daha bu bölgede hissettirir.'' (Sayfa: 229)
*
Monastisizm, Anna Benvenuti:


Yunan felsefi geleneğinden Hint, Suriye ve geç dönem Yahudi çileci âdetlerine kadar birçok uygarlıkta monastisizmin izine rastlanır ve bunların Hıristiyanlığın gelişiminde önemli rol oynadığına şüphe yoktur. IV. yüzyıldan itibaren çileciliğin ilk kural derlemeleri ve disiplin örnekleri görülmeye başlanır ve bu süreç, zaman içinde VI. yüzyılda monastik idealin tercihine kadar götürür ve çok çeşitlilik gösteren monastik geleneklerin IX. yüzyılda Benedikten geleneğinin hukukibiçimsel kuralları çerçevesinde türdeşleşmesiyle tamamlanır.
*
Klasik Dünyada ve Paieo-Hıristiyanlık Döneminde Çileci Gelenek
*
Monastisizm ve çilecilik:
*
''Bireylerin kendilerini Tanrı’yı aramaya adayabilmek için dünyadan uzaklaşmak ve mal-mülkten aileye kadar dünyevi değerlerden tamamıyla vazgeçmek anlamına gelen monastisizm, birçok uygarlıkta bulunur. Yunan felsefi geleneğinde -örneğin Pythagorasçı akımlarda veya Stoacı ve Kinik ekollerde- basit bir yaşam ve cinsel perhiz yoluyla içsel huzur arayışı şeklinde çileciliğin izlerine rastlanır. Pers kültürü de Budizmden ilham alarak ve geç dönem Yahudilik üzerinde gösterdiği etkilerle ileride gelişecek olan Suriye monastisizmine Mezopotamya’ya özgü özellikler katmıştır: Hintli çıplak filozofların -pagan ve Hıristiyan yazarların dikkatini çekecek olan çıplak Brahma rahiplerinin- çileci âdetleri de bu kültürel eritme potasına yabancı kalmamıştır. Çölde dolanmanın Yahudi tektanrıcılığının oluşumundaki öneminde görüldüğü üzere, Eski Ahit’ten devralınan, kehanete dayalı çileci gelenek de Hıristiyan monastisizminin gelişiminde büyük rol oynamıştır. Flavius Iosephus (37/38-100’den sonra) ve Plinius’un (60/61-y. 114) anlattıkları ile Kumran cemaatinin Disiplin Elkitabı’ndan geriye kalan parçalar, Hıristiyanlık monastisizmi ile Essenlerin deneyimi arasında katı çileci yaşam tarzı, cinsel perhiz, yoksulluk çağrışımı ve İlahi Yasalar üzerinde tefekkür gibi sayısız benzerliğe işaret eder.'' (Sayfa: 234)
*
Anakorez:
*
Anakoret keşişlerinin başarısı:
*
''İmparatorluğun II ile III. yüzyıllar arasındaki durgunluk dönemi sırasında halkın genel anlamda yoksullaşması, bazı eyaletlerin milliyetçi temelli hoşnutsuzluğuyla birleşince, değerleri ruhani tercihlerin değer kazanmasıyla uyuşan bir toplumsal protestonun (anakorez) ortaya çıkması için uygun şartlar oluşmuş olur. “Monachos” teriminin IV. yüzyılın başında Yunan ve Kıpti dünyasında “yalnız” veya “bekâr” kelimeleriyle eşanlamlı hale gelmesi, çileci davranışın disiplini için kurallar içeren ilk derlemelerde de geleneğin kanunlaştırılarak yerleşik bir hale geldiğine işaret eder.'' (Sayfa: 235)
*
Ekonomi ve Toplum
*
Çevre, Ortam ve Nüfus, Gatia Di Girolamo:
*
Uzun Süreli bir Çöküş
*
Bu küçülmüş, fakirleşmiş ve kırsal yönü tartışılmaz şekilde ağır basan dünyanın nüfusu, imparatorluk dönemine göre daha azdır. Nüfus azalması Nüfustaki azalma genelde çalkantılı istila dönemiyle ilişkilendirilir, ama aslında geç antik dönemde, en azından II-III. yüzyıllarda başlar. Nüfus azalmasının etkilerinin bu dönemde görülmeye başladığı, yalnızca işgücü yokluğuna bağlı olarak çiftçileri toprağa bağlamak için alınan önlemlerden ve Germen halklarının imparatorluk sınırları içerisine kabul edilmeye başlamasından bile anlaşılmaktadır. Demografik açıdan zayıf olan bu tabloya geç antik dönemin savaşları ve IV. yüzyıldan itibaren halkların göçleri ve yeni ortaya çıkan Roma-Germen krallıklarının bölgesel olarak yeniden düzenlenmesi eklenir. İtalya’daki durum, 535-553 yılları arasındaki Yunan-Got savaşlarından ve 568 yılından itibaren gerçekleşen Longobard istilasından dolayı daha da ciddidir.
Sık sık yayılan ve VI ile VIII. yüzyıllar arasında dalgalar halinde vuran yirmiye yakın salgın, savaşların yol açtığı yıkıma eşlik eder. Savaşların ve salgınların sık sık tekrarlanması nüfus azalmasının en belirleyici unsuru sayılabilir; Avrupa nüfusunda açılan boşluklar hayatta kalan, ama zayıf düşmüş insanlar tarafından doldurulamadan nüfus bir kez daha yok edilmektedir.
Bu nüfus boşluklarının boyutlarını tespit etmek kolay değildir. Tahmini hesaplarla, İtalya’yla ilgili verilerin şöyle olduğu düşünülmektedir: I. yüzyılda nüfus 7,5 milyon civarındadır; VII. yüzyıl başlarında ise 2,5 milyon kadardır. Avrupa’yla ilgili rakamlar da bundan çok farklı değildir: III. yüzyılda 30 ila 40 milyon arası olan, sonradan dramatik şekilde azalan nüfusun VII. yüzyılda 14 ila 16 milyona indiği tahmin edilmektedir; VIII. yüzyılda yeniden artmaya başlayan nüfusun X ila XI. yüzyıl arasında III. yüzyıldaki rakamlara yaklaşmaya başladığı görülür.
Nüfustaki azalma ve kentsel gelişimdeki gerileme ile ortaçağda çevrenin ve ekonominin ayırt edici özelliği olan takas ticaretindeki azalma arasında kolaylıkla bağlantı kurulabilir. Ancak burada söz konusu olan, uzun bir süreden beri sanıldığı üzere ortadan kalkma veya ara verme değil; gerileme ve azalmadır: Şehirler hiçbir zaman (özellikle İtalya’da) kendi özelliklerini kaybetmezler ve ekonominin hiçbir zaman tamamıyla durma noktasına geldiği söylenemez. (Sayfa: 254-255)
*
Orman, Amalia Papa Sicca:
*
Bernard de Clairvaux, “Kitaplardan fazlasını ormanlarda bulacaksın. Ağaçlarla kayalar sana hiçbir öğretmenin söylemeyeceği şeyleri öğretecektir,” der. Orman antikçağlardan beri ve erken ortaçağın tamamı boyunca halkın ekonomik ve toplumsal yaşamı için gerekli olan bölgeyi sunar. Hayvanlar aleminin merkezi olup şövalyelerin ata binmesi, sürek avları ve düellolar için ayrıcalıklı bir mekân sunar. Hem inziva hem de eşkıyalık için seçilen yerdir. Zulüm veya intikamdan korkanlar için yakalanmayı imkânsız kılan ve özgür bir yaşam sunan bir sığınma yeridir. (Sayfa: 266-267)
*
Ormanlar
*
Zarar görmüş bir miras olarak orman
*
Romalıların fetihleri sırasında, her ne kadar Akdeniz ülkelerindeki geniş ormanlık alanlar yok edilmiş ve iklim yeni ormanların oluşmasını zorlaştırmışsa da, geç antik dönemde Avrupa’nın tamamı ormanlarla kaplıdır.
Ayrıca erken ortaçağda uzun ve çok soğuk kışlarla yağmurlu ve çok sıcak yazlar gibi çevre ve iklim felaketleri, Avrupa’nın orman mirasına ciddi derecede zarar verir. Doğa felaketlerinin sonucu olarak ormanların özelliklerini kaybetmesi çevreyi de etkiler; örneğin Fransa’da bulunan ve tür bakımından büyük bir zenginliğe sahip Ardenne Ormanı, çok yağmurlu ve nemli bölgelere özgü bir büyük kayın ormanına dönüşür.
Erken ortaçağda İtalya’daki ormanların dönüşümünde tarımsal kolonileşme de belirleyici rol oynar; VTI. yüzyıldan itibaren yeni tarım tesislerinin oluşturulduğu bölgelerde ormanlık alanlar küçülmeye ve seyrekleşmeye başlar.
*
Ormanların ender de olsa yeniden gelişmesi
*
Ancak İspanya’da, geniş çam ormanlarının bulunduğu Algarve veya İtalya’da, Po Vadisi’ne kadar ormanlarla kaplı olan Piemonte ve ıslah edildikten sonra civar bölgelerin ekonomisi ve ilişkileri için değer kazanacak olan bazı bataklık bölgeler dışında tamamıyla gür ormanlarla kaplı Veneto örneğinde olduğu üzere, Avrupa’nın güneyinde ormanların yeniden geliştiği görülür.
Kuzey Avrupa’da temel orman yapısı V. yüzyılla X. yüzyıl arasında kayda değer değişikliklere maruz kalmaz ve orman alanlarının çevresinde güçlü bir orman ekonomisi oluşur. Almanya’da ve İngiltere’nin Kent, Sussex, Essex ve Doğu Anglia gibi bazı bölgelerinde durum böyledir. Örneğin 1000 yılı civarında, güneyi Romalılar tarafından kolonileştirilen Warwick Eyaleti’nin kuzeyi tamamıyla ormanlarla kaplıdır ve başka yerlerde de olduğu üzere, sadece kenar bölgelerinde, civardaki köy halklarının orman kaynaklarından yararlanma çabalarından dolayı ormanlık alanlarda belirgin bir azalma görülür. (Sayfa: 267)
*
Orman Ekonomisi:
*
''Erken ortaçağda av sadece şövalye yaşamının eğlenceli ve prestijli bir boş zaman geçirme şekli değil; aynı zamanda beslenme için av eti elde etmenin tek yoludur. Geyik avı, güçlü ve hızlı bir hayvan karşısında avcılık kabiliyeti sergileme imkânı verdiği için sadece üst sınıflara özgüdür. Av geleneği ve av hayvanlarının bolluğu sayesinde o dönemde herkesin et temelli beslenme imkânına sahip olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Dolayısıyla yabani hayvanların doğal mekânı olan ormanlar, bütün bir halkın hayatta kalması için temel önem taşıyan yerlerdir.'' (Sayfa: 269)
*
Destanlar ve Efsaneler
*
“Vahşi av” adı verilen farklı bir av şekli, yani bazı geceler ölümlülerin gök kubbesinden inip gelen doğaüstü yaratıkların korteji de erken ortaçağa ait bir âdettir. Kelt kökenli olup Avrupa’nın tamamına yayılmış olan vahşi av efsanesi ile tregenda [Şeytanların toplandığı gece] kavramının ilk mekânı orman ve ağaçlardır. Gizemli orman dünyası üzerine kurulu olan İskandinavya efsaneleri sonradan Valhalla destanına ve Gespensterbuch’da anlatılan efsanelere yansıyacak (J. A. Apel - F. Laun,
Leipzig 1811-1816), Wagner’in Tetraloji veya Cari Maria von Weber’in (1786-1826) Freischutz’u gibi son derece etkileyici operaların ve tiyatro eserlerinin temelini oluşturacaktır.
*
İnziva mekânı
*
Geç antik dönemde ve ortaçağda ormanlar aynı zamanda inzivaya çekilen keşişlerin ve azizlerin mekânıdır. Ormanların ve ağaçların arasında inzivaya çekilmelerini ve buralardaki faaliyetlerini konu alan ve sonraki yüzyıllarda ibadet kaynağı haline gelecek olan birçok hikâye ve efsane ortaya çıkar VIII. yüzyılda ortaya çıkan Eustachius veya Placidus kültü, İmparator Traianus’un (53-117) ordusunda bir komutan olup efsaneye göre bir ormanda avlanırken bir geyiğe rastlar (asil bir hayvan olduğuna inanılıp avı da bazen kutsal sayılırdı) ve boynuzlarının arasında ışıltılı bir haç gördüğüne inanır Eustachius bu görüntü karşısında karısı Theopista ve çocukları Theopistus ile Agapitus’la beraber Hıristiyanlığı kabul eder ve vaftiz edilir. (Sayfa: 269)
*
Evcil, Yabani ve Hayali Hayvanlar, Amalia Papa Sicca:
*
Erken ortaçağ kültüründe gerçek hayvanlar ile hayali hayvanlar arasındaki fark, bilimsel veya zoolojik bir analiz sonucu ortaya çıkacak farktan çok daha belirsizdir, çünkü gerçek hayvan dünyası konusunda bilgi edinme imkânsızlığı sonucunda bazen hayali bir hayvan gerçek bir hayvana benzeyebiliyordu ve bu olguyu doğrudan veya dolaylı bilgilerle doğrulamak mümkün değildi. Eğitici ve alegorik özelliğe sahip kitaplar olan ve bilinen tüm hayvanların fiziksel görünümünü, davranışlarını ve ilgili sembolizmini içeren bestiariumlar, ikonografi ve metin açısından temel kaynak teşkil eder. (Sayfa: 270)
*
Evcil Hayvanlar
*
''Evcil hayvanlar, geç antik dönemde ve erken ortaçağda meskûn kırsal bölgelerde, derebeylerinin alanları içinde yaşayan, halkla temas içinde olan, güçlerinden/hizmetlerinden yararlanılan (örneğin eşek, at ve öküzler), beslenmenin temelini oluşturan (örneğin tavuk, küçükbaş hayvanlar, domuzlar ve tüm kasaplık hayvanlar) veya eğlence ve dostluk sunan (Örneğin köpek ve kediler) hayvanlardır.
Özel bir konumu olan kedi genelde yoksullukla bağdaştırılır, çünkü ne kadar fakir olursa olsun, bir kediye bakamayacak kimse yoktur. Johannes Diaconus’un (?-882), Gregorius Magnus’u (y. 540-604) konu alan Vita’da sözünü ettiği inzivaya çekilen bir keşişin bir kediden başka hiçbir şeyi yoktu.
Kedi, erken ortaçağdan beri aynı zamanda masalsı zenginliklerin kaynağıdır ve günümüze kadar ulaşmış olan Çizmeli Kedi öyküsünün kökeni erken ortaçağ dönemindeki bazı benzer öykülere dayanır. Ayrıca tek tek hayvanları tanımlayan ikili -olumlu/olumsuz- bağdaştırmalar söz konusudur: Bu örnekte kedi-yoksulluk, kedi-şans anlamlarına, kedinin vahşi bakışlı, parlayan gözleri, elektriklenen tüyleri gibi özelliklerine bağlı olarak Şeytani kedi kavramı da eklenir. Ayrıca kıtlık dönemlerinde kedi de, köpek ve fareler gibi, son çare olarak başvurulacak bir besin kaynağıdır.'' (Sayfa: 271)
*
Yabani Hayvanlar:
*
''Romalılar zamanından beri avlanan, saldırganlığından korkulan ve yok edilmeye çalışılan aslan erken ortaçağda, “hayvanlar kralı” olarak tarif edildiği ve simgesel olarak İsa’yı temsil ettiğinin belirtildiği Physiologus sayesinde tanınır. Aslanın insan tarafından yakalanmamak için kuyruğuyla sildiği izleri, insanların günahlarını silmek için yeryüzüne inen İsa’nın simgesidir. Bu alegori ona bütün diğer vahşi hayvanlar üzerinde üstünlük atfeder ve bu asalet, onu öldürülmüş bile olsa asil bir konumda gösteren ikonografiye yansır. Ortaçağ armalarına dahil edilen aslan ilk olarak XII. yüzyılda, bu hayvanın hem simgesini hem de adını alan Aslan Yürekli Richard (1157-1199) armasında kullanılır.
Panter Physiologus’ta tatlılığı ve baştan çıkarıcılığıyla tasvir edilir. İsa’nın Yeniden Dirilişi’nden önce mezarda üç gün yatmasına benzetilen üç günlük kış uykusundan uyandığında panterin nefesinin baharat koktuğu anlatılır.'' (Sayfa: 273)
*
''Aristoteles’in (Hayvanların Tarihi, MÖ IV. yüzyıl) ve Plinius’un (Naturalis historia, I. yüzyıl) sözünü ettiği, ayıların şekilsiz doğan yavrularını şefkatle yalayarak şekil kazandırıyor olduğu görüşü erken ortaçağ alegorilerinde yeniden ele alınır ve insanın ruhani anlamda eksik doğup vaftizle tamamlandığına dair Hıristiyanlık inancını yansıtır.'' (Sayfa: 273-274)
*
Yahudiler, Giancarlo Lacerenza:


Tıp ve Tarihyazımı Alanındaki Yansımaları
*
Donnolo
*
Salerno’daki tıp okulunun kurulmasında bir Yahudinin, bir Müslümanın, bir Bizanslının ve bir Latinin rol aldığına dair inancın, erken ortaçağın bu en saygın tıp okulunun ardındaki güneyli toplumun çok-kültürlü dokusunu vurgulamayı amaçlayan etiyolojik bir paradigma olduğuna şüphe yoktur. Ancak bu efsanenin bazı somut yönleri de tespit edilmiştir, çünkü okulun ardındaki ilham kaynağı kişiler arasında Orialı Shabbetai Donnolo (y. 913- y. 942) adlı, efsane olmaktan çok uzak bir Yahudi vardır. Hekim, astronom ve dini konularda yorumcu olan Donnolo, orta çağda İbrani dilinde yazılı tıp metinlerinin ilk Batılı yazarıdır; ününü borçlu olduğu ve 970 yılına doğru yazdığı Sefer ha-yaqar [Değerli Kitap; diğer adıyla Sefer ha-mirqachot veya Karışımlar Kitabı] adlı kısa metininde verilen farmakolojik bileşimlerin tarifleri Yunanca, Latince ve erken ortaçağa ait İbranice-İtalyanca dillerinin en eskilerinden biri olan yerel dilde çok sayıda açıklayıcı not içerir. Donnolo’nun en önemli eseri, 946 ile 982 yılları arasında yazılmış olan, mikro-makrokozmik ilişkilerle burç sağlık teorisini işleyen ve yazarın kısa bir otobiyografisini de içeren Sefer chakmoni {Bilgi Kitabi] eseridir; astronomi konusunda yazılmış olan Sefer ha-mazzalot [Takımyıldızlar Kitabi] adlı kitabının ise sadece bazı kısımları günümüze ulaşmıştır. Donnolo’nun bilim alanındaki üstünlüğü, geç ortaçağın tipik bir figürü olan ve herkes tarafından bilinmeyen dillerdeki kaynaklara erişimi sayesinde edindiği sıradışı yetenekleri ve bilgileri sayesinde genelde prenslerin, bazen de ruhban sınıfının hizmetinde çalışan Yahudi archiater’e [krallara hizmet eden hekimler] öncülük etmiş olmasına dayanır. Donnolo, zamanında erken ortaçağ Avrupa’sının tamamına yayılan -İspanya ile Sicilya’nın bazı bölgeleri dışında- bilgi paradigması, büyük ölçüde klasik kültüre, yani Yunan ve Latin kültürüne ve bir dereceye kadar da Yahudi kültürüne erişimle özdeşleştirilir; değeri henüz anlaşılmamış olan Arap kültürünü Donnolo da hor görür ve hakkında bilgi sahibi olmadığını ilan eder. Yahudi dünyasının devraldığı bu mirasın önemi ve devamlılığı 953 yılı civarında yazılmış olan Sefer Yosefon (Yusuf’un Kitabı, diğer adıyla Yosippon) kitabında çok belirgindir; baştan sonra İbranice olarak ve yine Güney İtalya’da yazılmış olan ve Flavius Iosephus’un Yahudi Antik Dönemi kitabını temel alan bu kitapta Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes sonrası ve klasik geleneğin cüretkâr bir sentezine tanık oluruz. (Sayfa: 299-300)
*
Bayramlar, Oyunlar, Törenler, Alessandra Rizzi:
*
“Eğlence” ve ortaçağ


Homo ludens
*
“Eğlence” terimi, insanoğlunun tarihi ve kültürüyle yakından bağlantılı, yaşamın vazgeçilmez bir boyutu ve işlevi anlamına gelir. Nitekim çağdaş düşünürler, homo sapiensle birlikte homo ludens’in [eğlenen insan] var olduğunu kabul ederler ve sporun günümüz gerçekliğinde veya eğlence-eğitim etkinliklerinin Eski Yunan kültüründe ne kadar büyük bir alan kapsadığı düşünüldüğünde, bu normaldir. Ancak ortaçağda eğlence etkinlikleri veya daha karmaşık eğlence veya anma ritüelleri hakkında fazla bilgi yoktur. Bu bağlamda, egemen olan kültürde bu alana dair ilgi ve bilinç ile o dönem toplumunda eğlencenin yaygınlığı arasında bir fark olduğu göz önüne alınmalıdır. Bu “dikkatsizlik” yakın geçmişte bile araştırma dünyasını etkilemiştir.
*
Eğlence “skandalı”
*
Ortaçağın başlangıcı, imparatorluk otoritesi ve ekonomik sistemindeki krizle, yabancı halkların Roma Zimesı’nın [sınırının] içine yerleşmesiyle ve Hıristiyanlığın devlet dini haline gelerek çağdaş kültürü, düşünme ve gerçeği algılama şekillerini derinden etkilemesiyle aynı döneme denk gelir. Antik dönemlerde, eğlence etkinliklerinin yer aldığı otium [boş zaman] kavramının anlamındaki büyük değişim, yeni kültürel kavramların ludus [eğlence] üzerindeki etkisinin başlıca göstergelerinden birini oluşturur. Nitekim Ovidius, Cicero ve Seneca gibi ileri gelen aydınlar için otium entelektüel açıdan aktif ve yararlı bir deneyim olup resmi yaşamın yorgunluğunun atılmasını sağlarken, ortaçağda giderek kötü alışkanlıkların kaynağı ve başta sefalet olmak üzere en menfur kötülüklerin nedeni olarak anlam kazanmaya başlar. Dolayısıyla antikçağdan ortaçağa geçişte “otium, negotium’a [çalışmaya], hatta labor’a [emeğe] göre ikincil bir konuma yerleşir; loisir [boş zaman] yerini ruha odaklanma ve dua zamanına bırakır” (G. Ortalli, Tempo libero e medio evo: tra pulsioni ludiche e schemi culturali [Eğlence Dürtüleriyle Kültürel Kavramlar Arasında Boş Zaman ve Ortaçağ], 1995).
Kilise Babalarıyla yayılmaya başlayan bir geleneğe göre de eğlence alanıyla ilgili her türlü etkinlik yasaklanır; örneğin Tertullianus (II-III yüzyıl) sirk ve tiyatro gösterilerinin bir tür putperestlik olduğuna ve vaftizde verilen sözü ihlal ettiğine inanırken; Johannes Chrysostomus (y. 345-407) bunların gençler için tehlike oluşturduğuna, zaman ve para harcattığına inanır ve Hıristiyanların zamanlarını Tanrı’ya adamaktansa halk eğlencelerine katılmak istemelerini bir “skandal” olarak niteler. (Sayfa: 326-327)
*
FELSEFE
*
Yaşam Talimi İçin Bir Güzergâh Olarak İtiraflar
*
Araştırmaya adanmış bir hayat:


''İtiraflar, Augustinus’un (354-430) düşüncelerinin incelenmesi açısından ayırt edici bir bakış açısı sunar, çünkü Augustinus bu eseri hayatının orta döneminde, Hippo piskoposu olarak tayin olup, düşüncelerini ve yazılarını güçlü bir şekilde etkileyecek siyasal ve kurumsal sorumluluklar üstlendiği ve varoluş güzergâhında bir dönüm noktasına geldiği zaman yazılmıştır.
Biçim ve retorik açısından bir başyapıt olan İtiraflar Augustinus’un en çok okunan eseridir, yüzyıllar boyunca tarihçilere, filozoflara ve teologlara kaynaklık etmiştir, olağanüstü bir şekilde aynı anda hem otobiyografik bir anlatımı hem kültürel ve dini talim deneyimini hem de yazarın içselliğinin ayrıntılı incelemesini sunmayı başaran bir eserdir. Augustinus 395 ile 400 yılları arasında, belki de hayatında ilk defa, ilahi inayet ile insanoğlunun kurtuluşu arasındaki ilişki konusunu ele almaya karar verir; bu durumda İtiraflar, Augustinus’un yaşam güzergâhının, onu Hıristiyanlığı kabul etmeye götüren olayların bilinçli bir şekilde ele alınması olarak da görülebilir.
Augustinus Kuzey Afrika’da, Thagaste şehrinde doğar; babası Patricius bir pagandır, annesi Monica ise Hıristiyanlığı kabul etmiştir, dolayısıyla Augustinus hayatı boyunca Hıristiyanlığa aşinadır ve onu tam olarak kabul etmeyi başaramadığı zamanlarda bile ondan hiçbir zaman tamamıyla uzaklaşmaz. İtiraflar’ın Augustinus’un talim süreciyle sıkı bir biçimde örülmüş ilk dokuz kitabında anlatılan olaylar, ona göre bilginin birbirine karşıt değil; birbirini tamamlayan yönlerini temsil eden Akıl ile İnanç arasındaki yoğun diyaloga dayalı bir arayışın hikâyesidir. Madaura ve Kartaca’da gramer ve retorik alanında eğitim gören Augustinus’un, Cicero’nun (MÖ 106-43) eserlerini okuduktan sonra içinde doğan bilgi açlığı onu Kitabı Mukaddes’i okumaya iter, ancak Eski Ahit’in içeriğinin Hıristiyanlığın öğretilerinden çok uzak olmasından ve o güne kadar incelediği klasik yazarlarla boy ölçüşemeyen biçiminden dolayı bu eserden uzaklaşır.'' (Sayfa: 341-342)
*
Yeni Platonculuk Etkisi: Dionysios Areopagites


Johannes Scotus Eriugena’nın Yunancadan tercümeleri Antikçağ felsefesinin erken ortaçağ üzerindeki etkisi çok büyük ölçüde olmasa da, dolaylı olarak gelişir. Karolenj döneminde yaşayan Johannes Scotus Eriugena’nın (810-880) deneyimi diğerlerinden apayrıdır: IX. yüzyılda pek kimsenin bilmediği bir dil olan Yunanca bilmesi sayesinde, Bizanslı teolog Maximos Confessor’un (y. 580-662) yazılarını ve Atina senatosunun üyesi olup, Elçilerin İşleri’ne (17,19-34) göre Aziz Paulus’un bir vaazını dinledikten sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Dionysios Areopagites (V. yüzyıl) adıyla yazılmış anonim eserleri tercüme eder ve inceler. Hıristiyanlığa uyarlanmış Yeni-Platonculuğun etkisinde kalmış olan Dionysios’un yazıları böylece bu felsefi akımla ilgili erken ortaçağda sahip olunan bilgilerin ana kaynağı haline gelir. Özellikle De Divinis Nominibus [İlahi İsimler Üzerine] eserinin kötülüğe ayrılan bölümü, bu akımın öncüsü olan Plotinus’un (203/204-270) felsefi mirası konusunda en güvenilir kaynaklardan biri sayılan Proklos’tan (412-485) neredeyse kelimesi kelimesine alınmıştır. Dionysios’un De mystica theologia [Mistik Teoloji Üzerine] kitabı, YeniPlatoncular için temel önem taşıyan ve Johannes Eckhart (y. 1260-1328) ile Rheinland mistiklerini etkileyecek olan, Tanrı’nın varlığın ötesinde olduğu, varlıkla özdeşleşmediği fikrini ele alır. Dolayısıyla Johannes Scotus, Dionysios okumakla dolaylı bir yolla da olsa Yeni Platonculuğun temeline ulaşır ve bu bilgileri en büyük eseri olan ve kilise tarafından şüpheyle karşılanan De divisione Naturae’da [Doğa’nın Sınıflandırılması Üzerine] işler. Nitekim Yeni Platonculuk bazı temel felsefi sorunlar için (her şeyden önce türümcü [emanationist] bir süreç yoluyla tarif edilen yaratılış sorunu) Hıristiyan inancına bir alternatif oluşturan akılcı cevaplar sunar. (Sayfa: 353)
*
Diğer Yeni-Platoncu Etkiler
*
Iamblichus
*
Yeni-Platoncu akımın başlıca temsilcilerinden biri olan Iamblichus’un (y. 250-y. 325) etkisi daha sınırlıdır: Iamblichus bir yandan Platon ile Pythagoras (MÖ VI. yüzyıl) arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışırken, diğer yandan paganizmi Hıristiyan saldırılarından koruyacak akılcı bir gerekçe sağlamak amacıyla paganizmin öğretilerini felsefi-bilimsel bir sistem içerisine yerleştirme ihtiyacı hisseder. Iamblichus yazılarında Platoncu felsefenin temelde teoloji anlamına geldiği fikrinin üzerinde durur; bu felsefenin yanında Aristoteles’in eserleri gerçeğe erişim sağlayan bir tür giriş işlevi görür. Böylelikle ortaçağ düşünürleri arasında Platon’un theologus [teolog], Aristoteles’in de logicus [mantıkçı] olduğu fikri yaygın olarak kabul edilir. (Sayfa: 354)
*
Afrodisiaslı Aleksandros ve Bilgi Sorunu
*
İkinci Aristoteles
*
Geç antikçağda yaşamış olup ortaçağda en çok tanınan, ama XII. yüzyıla kadar hiç tanınmamış olan Afrodisiaslı Aleksandros (MS IHIL yüzyıl) Yeni Platoncu okullara üye olmayıp, İmparator Septimius Severus (146-211) döneminde, 198 ile 209 yılları arasında Aristotelesçi bir felsefe profesörüydü. Afrodisiaslı Aleksandros, “Aristoteles’in en büyük yorumcusuydu” (G. Reale, Storia Della Filosofia Antica, Vol.4: Le Scuole dell’eta Imperiale, 1978) ve tarihte “İkinci Aristoteles” olarak bilinir. Ortaçağda özellikle İskender’in hem Aristoteles’in Ruh Üzerine eserine getirdiği yoruma hem de kendi yazdığı De anima [Ruh Üzerine] ve De intellectu [Zihin Üzerine] eserlerinde sunduğu, psikoloji alanındaki teorilere ilgi duyulur.
*
Bilgi sorunu
*
Temel mesele, insan zihninin doğası, dolayısıyla da bilginin nasıl mümkün olduğuyla ilgilidir; Aristoteles’in bu konudaki belirsizlikleri (örneğin Ruh Üzerine’deki ünlü ve gizemli paragraf, 430a 11) XVI. yüzyıla kadar birçok farklı yorumun ortaya çıkmasına neden olmuştur ve âlimler Aleksandros’un yorumu üzerinde uzlaşamamıştır. Aleksandros Ruh Üzerine’yi yorumlarken üç farklı akıl olduğunu öne sürer: soyutlama yoluyla nesnelerin biçiminin tespit edilme imkanı anlamına gelen fiziksel veya maddi akıl; bu imkanın gerçekleşmesini temsil eden etkin akıl; ve maddi akla biçimleri ayırt etme ve ayrı olarak düşünme imkânı veren üretici akıl. Bu son akıl Aleksandros’a göre İlk İlkeyle özdeşleşir gibidir ve ışık nasıl görülebilecek olan her şeyin görünmesini sağlarsa, o da her şeyin bilinmesini sağlar; bu akıl en üst ve mükemmel anlamda bilmeye açık olandır ve ışık olmadan nasıl hiçbir şey görülemezse, o olmadan da hiçbir şey bilinemez. İlk iki akıl ise aynı insan aklının iki farklı “anını,” belli bir bilginin edinilmesinden öncesini ve sonrasını temsil eder.
Aleksandros görüşlerine açıklık kazandırmak için üretici akim “maddi aklın bilgi açısından habitusu” olduğunu, yani maddi akla bilgi edinme imkânını vermek olduğunu, böylelikle tekrarlanan deneyimler sonucunda bilgiye “sürekli bir eğilim” (Latincedeki teknik terimin karşılığı) geliştiğini söyler. Ortaçağda yaşamış filozofların çoğunun bir tür aydınlanma olarak gördüğü üretici aklın müdahalesi sayesinde insan maddenin biçimlerini soyutlama imkânına sahiptir ve kendi maddi aklını aktif hale getirerek onu etkin akla “dönüştürür,” böylelikle gerçek bilgiye ulaşır. (Sayfa: 355)


Boethius: Bir Uygarlığın Geleceğe Aktarım Aracı Olarak Bilgi, Renato De Filippis:
*
Lorenzo Valla’nın meşhur tanımına göre “Romalıların sonuncusu ve skolastiklerin ilki” olan Boethius, antikçağın Yunan düşüncesi ile ortaçağın Batı düşüncesi arasındaki başlıca aracılardan biridir. Yüzyıllar boyunca okullarda incelenecek mantık ve bilim eserlerinin yazan, teolog ve antikçağ eserlerinin yorumcusu Boethius, ölümünden kısa bir süre önce Avrupa edebiyatının ölümsüz klasik eserlerinden biri olan Felsefenin Tesellisi’ni yazar. (Sayfa: 363)
*
Yaşamı
*
Anicius Manlius Torquatus Severinus Boethius (y. 480-525?) Avrupa tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birinde, yani Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden hemen sonra ve Aryan Barbarlar ile Katolik Romalıların barış içinde bir arada yaşama projesinin her iki tarafın direnişiyle karşılaştığı Got kralı Theodoric’in (y. 451-526) zorlu döneminde yaşamıştır. Bu siyasal krizin doğrudan etkisi, erken ortaçağın başlangıç döneminin tamamına yansıyacak olan genel kültürel çöküşte görülür. Şan ve şeref ile saray entrikaları Senato aristokrasisinin son güçlü ailelerinden biri olan Symmachusların yanında eğitim alan Boethius hemen siyasal kariyere adım atar, eğitim ve bilgi alanında mükemmel fırsatlar yakalar, ama dönemin başlıca felsefe okullarının bulunduğu Atina veya İskenderiye’ye seyahat etmediği sanılır. En büyük şan ve şerefe layık görülen Boethius, yaşlı Theodoric’in saray entrikalarına kurban gider ve büyük olasılıkla haksız yere, monarşinin devrilmesi için Doğulu ileri gelenlerle beraber komplo kurmakla suçlanır. 524’te savunma hakkı tanınmadan yargılanır, çıkarlarını daima korumuş olduğu Roma senatosu bile ona sırtını döner ve Boethius 525 yılının ilk aylarında Pavia’da infaz edilir. Her ne kadar mahkûmiyeti dini nedenler içerse de -Batı imparatoru Justinus (450-527) 523 yılında Aryanlara karşı bir emirname yayınlamıştı- günümüzde, ortaçağda olduğu üzere Boethıus’un Katolik Kilise’nin şehidi olduğuna artık inanılmamaktadır; Dante Alighieri (12651321) ise onu şehit sayar ve onu Thomas Aquinas (1221-1274) ve diğer bilge ruhlarla beraber İlahi Komedya’nın “Güneş Küresi”ne yerleştirir (Cennet, X, 121-129). (Sayfa: 363-364)
*
Hıristiyan Kültürü, Artes Liberales ve Pagan Dönemi Bilgileri, Armando Bisogno:
*
Pagan Bilgileri ve Hıristiyan İlmi
*
''Kilise dünyası için ilham kaynağı olan aydınlar, en başından itibaren Hıristiyanların eğitiminde pagan bilgilerine atfedilen saygınlığı, olası tehlikeleri ve Hıristiyanlığın mesajının daha net ve daha geniş bir şekilde yayılması amacına ne derecede fayda sağlayabileceğini sorgular. Kilise Babaları, dilinin ve içeriğinin temel özelliği olan fantastik ve haram unsurlarından arındırılınca pagan kültürünün hem inananların kişisel bilgi birikimlerini zenginleştiren hem de Kilise Babalarına kiliseyi sapkınların saldırılarından, onların yöntemlerine başvurarak korumak için değerli bir araç haline gelebileceğini göstermeye çalışmışlardır. Örneğin Kitabı Mukaddes’te, savaşta tutsak alınan kadınlarla evlenmek isteyenlere, kadınların saçlarını ve tırnaklarını kestirmeleri ve elbiselerini çıkarttırmaları emredilir. Benzer şekilde, Kilise Babalarına ve özellikle Hieronymus’a (y. 347- y. 420) göre hem bir çekiciliği olan hem de inancın değerlerinden uzak olan pagan bilgileri, onları iştah açıcı kılan bütün süslerden arındırılmalıdır; sadece bu şekilde Hıristiyan ilmiyle kaynaştırılmaya layık olacaklardır.'' (Sayfa: 369-370)
*
Martianus Capella
*
Beşeri bilimler geleneği
*
Institutiones’ın ikinci yarısında yedi beşeri bilimin (trivium’u oluşturann gramer, diyalektik ve retorik ile quadrivium’u oluşturan aritmetik, geometri, müzik ve astronomi) ayrıntılı bir incelemesinin yer alması, pagan kültüründen Hıristiyan ilmine ağır geçiş sürecinde bu disiplinlere atfedilen rolün bir göstergesidir, çünkü bu disiplinlerde Hıristiyan eğitiminin yeni ihtiyaçları ile klasik bilgilerin normatifliğinin arasındaki kaynaşmanın izine rastlanabilir. Nitekim artes [sanatlar, zanaatlar] geleneği MÖ IV. yüzyıla kadar uzanır; bu disiplinler ilk defa bu dönemde, benimsedikleri farklı metodolojiler temelinde sınıflandırılırlar. Gramer (örneğin Dionysios Thraks tarafından yazılan eser), aritmetik (Gerasalı Nicomachus’un İntroductio arithmetica eseri) ve geometri (Eukleides’in Elementa eseri) alanlarında gerçek anlamda rehberlerin yayımlanmış olması, bu geleneğin MÖ III ila II. yüzyıl arasında giderek kurumsallaşmış olduğuna işaret eder. Ancak beşeri bilimlerle ilgili külliyatın tamamının Latin dünyasındaki ilk analizi, Cicero’nun (MÖ 106-43) bir çağdaşı olan Marcus Terentius Varro’ya (MÖ 116- 27) aittir; Varro, Disciplinarum libri IX [Kitap Disiplini Üzerine IX], adlı eserde, tıp ve mimarlığı ekleyerek sayısını dokuza çıkardığı bu sanatların tasvirini yapar; Cicero da aynı pratik işlevsellik açısıyla beşeri bilimlere hukukun da eklenmesini önerir. Bu disiplinlerin sayısı ve ayrımı ancak MÖ I. yüzyılda sabitleşecektir. Artes liberales, Augustinus’un (354430) eserlerinde de etkisine rastlanabilecek ilk ihtiyat tavrından sonra, rehber türünden çeşitli yaygın eserlerin de aracılığıyla gerçek anlamda kabul edilirler.
*
De nuptiis: Beşeri bilimlere pagancı yaklaşım
*
Bu eserler arasında Institutiones’ten bir yüzyıl önce yazılmış olan De nuptiis philologiae et mercurii [Filoloji ile Merkür’ün Evliliği Üzerine] dikkat çeker: Cassiodorus’un da tanıdığı (ve Vivarium’un kütüphanesinde olmamasından şikâyetçi olduğu) De nuptiis, V. yüzyılda Kartaca’da yaşamış pagan bir yazar olan Martianus Capella tarafından yazılmıştır. Erken ortaçağda Hıristiyan olmayan ansiklopedi yazarlığına bir örnek teşkil eden bu eser, düz yazı olup sık sık vezin kısımlarla bölünen dokuz kitaptan oluşur ve MÖ I. yüzyılda Varro tarafından düzenlenmiş ancak sonradan kaybolmuş artes liberales mirasını Latin ortaçağ dünyasına sunar. Tıp ve mimarlık eğitimini de öngören Varro’nun sınıflandırmasına kıyasla, De nuptiis, Cassiodorus’un bir yüzyıl sonra Institutiones’ın ikinci kitabında sunacağı yedi sanatı tasvir eder. Martianus’un metini Cassiodorus’un metininden çok farklıdır; sanatların incelenmesiyle sınırlı olmakla kalmaz, yazarın pagan kişiliğinden dolayı dindışı bir edebi anlatıma sahiptir. Nitekim eserin ilk iki kitabında kendine bir eş arayan Mercurius’un Apollo’nun tavsiyesi üzerine Bilgelik’in kızı Filoloji’yle evlenmeye karar verdiği anlatılır. Tanrıların meclisine gelen Filoloji, yanına Herakleitos’tan Aristoteles’e, Platon’dan Orpheus’a ünlü kişilerden oluşan bir maiyet alan Mercurius’la karşılaşır ve müstakbel kocası ona yedi cariye, yani yedi sanatı hediye eder. De nuptiis’in geri kalan yedi kitabında da Martianus bu yedi disiplini tasvir eder, her birinin sembolik yapısına titizlikle yer verir: Her birinin görünümü, giysileri, yürüyüşü, sözleri ve davranışları bu sanatların mitolojik tasvirlerdeki karakteristik özelliklerine işaret eder. Örneğin Gramer yazı levhalarında kullanılan balmumunu yanında getirirken, Diyalektik kendini tanıttığında kendi kelime dağarcığına özgü olan ve çoğunluk tarafından anlaşılmayan ifadeler kullanır. Dolayısıyla Denuptiis hem edebi biçim hem de amaç yönünden Cassiodorus’un Institutiones’inden çok farklıdır.
*
Eserin başarısı
*
Bu eserin elde ettiği başarı hem pagan kökenli olmasına rağmen eğitim programına dahil edildiği için temel bir rehbere duyulan ihtiyaca işaret eder, hem de en bilgili aydınların karmaşık metinlerin içinden çıkmasına izin veren özel becerilerini gözler önüne serer, çünkü Martianus’un metini, yedi beşeri bilimle ilgili sorunları az ve öz bir derleme içinde sunar ve özelliklerini genelde zor olan, kolaylıkla anlaşılmayan bir dille sıralar. Augustinus’un başlattığı, Cassiodorus’un devamını getirdiği ve Martianus Capella’nınki gibi pagan modellerine dayalı sanatların incelenmesi geleneği, erken ortaçağın tamamı boyunca olağanüstü bir başarı elde eder. Karolenj döneminde, Şarlman’ın (742-814) ve saray teologlarının teşvik ettiği yeni Hıristiyan eğitiminin temelini oluşturur ve Johannes Scotus’la (810-880) en iyi tefsir yazarlarının aydın eserleri yoluyla Gerbert d’Aurillac (y. 950 - 1003, > 999), Abbon de Fleury ve özellikle bu geleneği tüm teoloji konulu eserlerinde yücelten Aostalı Anselmus (10331109) gibi X ve XI. yüzyılların kültürünün en üstün temsilcilerine ulaşır. (Sayfa: 373-374)


Sevilla Piskoposu İsidorus
*
Etymologiae: anlamın kökeni üzerine bir araştırma:
*
Cassiodorus’un modelinin bir benzeri, 600’den itibaren Sevilla piskoposu olan İsidorus’un (y. 560-636) Etymologiae [Kelimelerin Kökenleri] adlı eserinde görülür. Institutiones’le karşılaştırınca, İsidorus’un hayatının son yirmi yılında neredeyse aralıksız olarak üzerinde çalıştığı Etymologiae, kutsal metin ilmi ile liberal bilgiler arasındaki ayrımla sınırlı değildir, bilginin farklı alanlarını kapsar; İsidorus, bir kelimenin ardındaki neden (origo) ve onu oluşturan fikir (etymologia) bilindiği zaman anlamının en doğru şekilde kavranacağına inanır ve tek sınıflandırma kriteri olarak, incelenen terimlerin etimolojik kökeninden yararlanır. İsidorus bu amaçla, eğitimi sırasında başvurduğu bütün metinlerden aklında kalanları (recordatio) eskilerin tarzına göre derleyip yazdığını belirtir. Dolayısıyla bu eser, pagan kaynakların (Plinius, Varro, Martianus Capella, Lucretius, Gellius) ve Hıristiyan kaynakların (Lactantius, Ambrosius, Augustinus, Hieronymus, Cassiodorus) karmaşık bir şekilde birleştirilmesinden oluşur, ama Institutiones’ta o kadar belirgin olan pedagojik amaçtan yoksundur; nitekim Etymologiae’da, Hıristiyanların eğitimine katkıda bulunacak rehberlere özgü özellikler görülmez, aktarılan bilgilerin miktarından dolayı eser bir tür bilgi dağarcığı gibidir, hatta bazen yazarın belli bir konuda toplamış olduğu tüm kaynakların ve bölük pörçük bilgilerin basit bir listesi gibidir. Dolayısıyla İsidorus tarafından derlenip sınıflandırılmış atıf ve alıntılardan oluşan bu eser, genel becerilere sahip insanların belli bilgileri araştırmasını kolaylaştırır.
*
Yapısal açıdan karmaşık bir eser
*
Eser yapısal açıdan oldukça karmaşık görünür. İlk dört kitap beşeri bilimler ve tıbba, beşinci kitap yasalara, altıncı, yedinci ve sekizinci kitap ise kutsal metinler, Tanrı ve melekler ve kilise dahil olmak üzere dini konulara ayrılmıştır, sekizinci ve dokuzuncu kitap ise dil bilim sorunlarını (genelde diller ve terimlerin etimolojisi) ele alır. Eserin ikinci yarısı temelde insanlar, dünya ve yapılardan savaşla ve oyunlarla ilgili her şeyin tanımlanmasına kadar duyusal dünyaya ayrılmıştır. Etymologiae’daki bu sınıflandırma İsidorus’un gerçeğin tam ve kapsamlı bir resmini sunmak amacıyla sadece bilginin değil, gündelik yaşamın da tüm alanlarını analiz etme isteğini açık bir şekilde gözler önüne serer. Hem bir ilim eseri olan hem de dönemin kültürüne ve eğitimine tanıklık eden Etymologiae, erken ortaçağın ansiklopedi yazarlığının temel yönlerinden birine işaret eder: Cassiodorus bu türün pedagojik yönünü, Martianus da edebi yönünü vurgularken, İsidorus eğitime destek amacıyla hazırlanan eserlerin ilk örneklerinden birini sunar ve Batı kültürünün uzun dönemleri boyunca en yararlı ve en çok kullanılan bilgi kaynakları olan tanım ve bilgi dağarcıklarının öncülüğünü yapar. (Sayfa: 374-375)


Felsefe ve Monastisizm, Glauco Maria Cantarella:
*
Monastisizmin Kökeni
*
Çileci yaşam ve hakikat arayışı
*
Epikouros (MÖ 341-270) lathe biosas, yani “gizli yaşam” der; otantik ve derin benlikle birleşmek ve gnothi seauton veya hakikate ulaşmak amacıyla tutkuların bastırılması ve aşılması. İnsanın kendini ve nesnelerin özünü arayışı, dış görünüşün ötesinde insan ve dünyanın anlamını kavrama arayışı. Monastisizm, insanın kendini arayışının ve dünyanın anlamını sorgulamasının Hıristiyan versiyonu ve bu bilgelik arayışının yeni Helenistik-İbrani dini kültürel terimlerine tercümesi olarak adlandırılabilir. Bilgi sevgisi, bilgi arayışı, bilgi konusunda derin bir gereksinim (gerçek bilgi, yani Tanrı’yı tanıma) insanları, yalnızlığı (monos) ve tecrit olmayı (eremos) seçmeye iter ve tabii ki en büyük yalnızlık çölde (desertum) bulunur. Tebes çölünde ilk tefekkür ve çileci yaşam (anakorez) biçimleri konusunda denemeler yapılır; bunlar belli nedenlerden dolayı bilgisi bize kadar ulaşanlardır (İskenderiyeli Athanasius, 295-y. 373) çünkü örneğin Aziz Hieronymus’un (y. 347)-y. 420) Halkidiki’de eğitim aldığını ve sınandığını biliyoruz. Ne olursa olsun, Anadolu her şeyin kaynağı, kaynaşıp melezlendiği, hatta ilk Hıristiyanlığın ortaya çıktığı yerdir. Tecrit olmanın farklı şekilleri söz konusudur: En çok göze çarpanlar, dünyayla aralarına ağaç gövdelerinin veya sütunların yüksekliğini koyan Dendritler ile Stilitler ve bedenlerini demirden zırhların içine sokarak acı çeken ve kendilerini toplumdan yalıtan sideroforlardır: Kutsal insanların bedeni daima kutsal bir alan olmuştur ve öyle olacaktır. (Sayfa: 381)
*
Bilim ve Teknik, Pietro Corsi
*
Avrupa’nın Geri Kalan Kısmında Bilimsel İlerlemeler
*
İskenderiye geleneği
*
İtalya yarımadası V ila X. yüzyıllar arasında teknik ve tarım alanındaki bazı önemli yenilikler dışında bilim ve teknik alanında böyle bir genel çöküş döneminden geçerken, son 20 yılda yürütülen araştırmaların katkısıyla, Avrupa’nın geri kalan kısmında, Akdeniz’de ve Doğuda son derece ilginç gelişmelerin yaşandığı görülmektedir. İrlanda’dan İspanya’ya, eskiden Batı Roma İmparatorluğu’na ait olan topraklarda başarılı bir şekilde yayılan manastır ağı sayesinde felsefe, doğa bilimleri ve teknik alandaki Yunan-Roma gelenekleri öğretim uygulamaları ve ansiklopedik derlemeler yoluyla ayakta kalır. Akdeniz havzasında İskenderiye’nin 641’de Arapların eline geçmesi Bizanslıların hem bu kent hem de bölge üzerindeki 300 yıllık egemenliğine son verir, ama kenti antik dünyanın bilgi başkentlerinden biri haline getirmiş olan teknik ve bilimsel geleneğin çöküşüne yol açmaz. Müslüman istilacılar hem İskenderiye’ye hem de VII ila VIII. yüzyıl arasında hızla ele geçirdikleri bölgelere din ve kamu alanında geniş özgürlük tanırlar ve Helenistik ve Yunan kültürlerinden devralınan bilimsel ve teknik bilgilere yoğun ilgi gösterirler. Arap biliminin ve tıbbının zirveye ulaştığı dönem antikçağın keşiflerinin hem devamını getirir, hem de o keşiflere göre yeniliklerle doludur. Felsefe, matematik, tıp ve doğa bilimleri alanında Yunanca ve Latince yazılmış klasik eserlerin Arapçaya tercümesi konusunda haklı olarak çok şey yazılmıştır. Müslümanların Hint yarımadasında gerçekleştirdiği fetihlerin eseri, yani Mısır’dan Suriye’ye, İran’dan İspanya’ya kadar Akdeniz havzasında var olan bilimsel bilgilere astronomi, matematik ve tıp alanında keşiflerin de katılmış olması konusunda ise daha çok araştırma yürütülmesi gerekir.
*
Arap bilimi
*
VIII ila X. yüzyıllar arasında gelişmiş olan Arap bilimi, birçok açıdan geçmişin sentezini temsil eder ve Çin’in de etkisi altında Hindistan’da gelişmiş bilgi türleriyle sıra dışı bir diyalog kapasitesi sergiler. Her ne kadar Arap bilimleri konusunda çalışan araştırmacıların son yıllarda ileri sürdüğü aşırı milliyetçi tezler -XIV ve XVII. yüzyıllardaki Batı biliminin tamamının büyük ölçüde Arap bilim adamları tarafından önceden geliştirilmiş olması- haklı olarak şaşkınlığa yol açıyorsa da, Afganistan gibi, günümüzde önemli bilimsel araştırma merkezleri olarak tarif edilmesi zor olan bazı bölgelerin IX ila X. yüzyıllar arasında astronomi ve matematik alanında büyük yeniliklere sahne olduğu inkâr edilemez. Ayrıca o dönemde hem Batıda hem de Doğuda yürütülen bilimsel çalışmaları günümüzdeki bilim kavramıyla karşılaştırmanın zor olduğunu da vurgulamak gerekir. İslam dünyasında olduğu gibi Akdeniz bölgesinde de astronomi ve astroloji genelde birbirinden ayırt edilmez, farmakoloji, tıp ve kimya uygulamaları arasında veya büyüyle ahlaki görüşler arasında bir sınır hattı çizmek zordur. Doğu Roma İmparatorluğu ve başkenti Byzantium da erken ortaçağda özellikle teknoloji ve tıp alanında büyük gelişmelere sahne olur. Güçlü Arap komşularıyla arasındaki rekabet bilgi, elyazmaları ve imalat alanında verimli bir alışverişin gerçekleşmesine engel olmaz. Byzantium ile Bağdat bazı açılardan Hindistan ve Çin’e kadar uzanan bir bilimsel ve teknik alışveriş üçgeninin iki zirvesini oluşturur. Her ne kadar Avrasya kıtasının farklı bölgeleri arasındaki kültürel ilişkiler antikçağdan beri devam etmekteyse de, IX ila X. yüzyıl arasında Hint, Pers ve Yunan dillerinde yazılmış çok sayıda metinin tercüme edildiğine ve benimsendiğine; farklı kültürler ile bilimsel bilgiler arasında kısmi de olsa bir sentez eğiliminin sergilendiğine şüphe yoktur. (Sayfa: 407-408)

Matematik Bilimler: Geç Antikçağın Mirası
*
Yunan Mirasının Geri Kazanılmaya Başlanması, Giorgio Strano:



Ahlaki Haritalar ile Sembolik Haritalar:
*
''Cosmas’ın (VI. yüzyıl) Topographia christiana [Hıristiyan Topografisi] eserinde sergilediği evren algısı, dinin Hıristiyan ortaçağ dünyasında oynadığı merkezi role örnek teşkil eder. Bu görüşe göre tüm duyusal unsurların ahlaki bir anlamı olmalıdır ve bu görüşün bir örneği de kartografik temsillerde belirgin bir şekilde görülür. II. yüzyılın ortalarında Ptolemaios astronomiyle ilgilenmenin yanı sıra en önemli eserlerinden biri olan Geographia’yı [Coğrafya] dünyanın meskûn bölgelerinin tarifine ve tasvirine ayırmıştı. Bu amaçla, deniz yüzeyinin üzerinde kalan bütün toprakları ve denizleri meridyen ve paralellerden oluşan bir ağ içerisinde, hatta uygun enlem ve boylamlarda göstermek için iki harita temsiliyle hazırlamıştı. Yunan biliminin ürünü olan bu iki temsil türüyle hazırlanan haritalar kısa süre içinde unutulmuş, yerlerini dünyanın kutsal metinlerin öğretilerine dayalı ve Kurtuluş’a götüren yolu gösteren, sentezvari tasvirlerine bırakmıştı.'' (Sayfa: 410)
*
O-T haritalar
*
Ahlaki amaçlı kartografik temsiller Avrupa’nın büyük kısmına yayılır ve giderek daha temel bilgiler içerir hale gelir. IX. yüzyıldan itibaren kullanılan O-T haritalar üç kıtayı son derece sadeleştirilmiş ve alışılagelmiş şekilde temsil eder. Kıtaları tamamıyla çeviren okyanus büyük bir “O” gibi tasvir edilir. Akdeniz’in, Tanais (Don Nehri) ve Nil Nehri’nin suları kıtaların arasından geçerek onları birbirinden ayırır ve büyük bir “T”yi andıran bir şekil oluşturur. “T”nin dikey çubuğunu oluşturan Akdeniz’in birbirinden ayırdığı Avrupa ile Afrika sırasıyla haritanın sol alttaki ve sağ alttaki çeyreklerinde yer alır. Asya ise haritanın üst yarısını olduğu gibi kaplar ve sırasıyla Tanais ve Nil nehirleri yoluyla Avrupa ve Afrika’dan ayrılır.
Haritanın tam merkezinde yine Hıristiyanlığın merkezi olan Kudüs şehri bulunur. Bu haritalarda meridyen, paralel veya yeryüzündeki belli bir noktanın tam yerini tespit etmeye yarayacak başka referanslardan iz yoktur; bu durum, o dönemde uzak ülkelere araştırma veya ticaret amaçlı seyahatlere fazla ilgi duyulmadığının göstergesidir.
*
Litürjik takvim
*
Ancak Yunan ve İskenderiye kaynaklı bilimsel mirasın başta zor ve ihtilaflı olan geri kazanımına götüren asıl unsur, dine yaşama verilen önemdir. İşin ilginç tarafı, bu geri kazanımın kilisenin en önemli yönlerinden biri olan İsa’nın yaşamının farklı safhalarının ritüeller yoluyla yüceltilmesini temel almasıdır. Nitekim litürjik takvimin ve başlıca Hıristiyan bayramlarının tanımlanması, Yunan bilimsel bilgilerinin henüz tamamıyla muhalif sayılmadığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Bir yanda, tek bir hareketle hem kutsal yönünü devralmak hem de anısını yok etmek amacıyla pagan bayramlar ilham alınarak oluşturulmuş bazı Hıristiyan bayramları vardır. Örneğin Noel 25 Aralık’ta (kabaca pagan kış gündönümü bayramına tekabül eder), Aziz Yuhanna günü de 24 Haziran’a (kabaca pagan yaz dönümü bayramına tekabül eder) denk getirilmiştir.
*
Paskalya planı
*
Öte yanda, Paskalya gibi son derece önemli ve tarihi değişken olan bir bayram, 325 yılında İznik Konsili’nde daha da ileri bir astronomi bilgisi sayesinde tespit edilmiştir. Konsil üyeleri, İsa’nın çarmıh üzerindeki ölüm anında gerçekleşen Güneş tutulmasının mucizevi yönünü vurgulamak için, Paskalya’yı, Güneş tutulmasının kesinlikle gerçekleşemeyeceği bir ilkbahar gününe denk getirmeye karar verir. Bu gün, bahar ekinoksu olan 21 Mart’tan sonraki ilk dolunaydan sonraki ilk pazar günüdür. Her ne kadar Kilise Babaları Yunan kozmolojilerini yok etmeye çalışsa da, belli astronomik kavramların dahil edilmesi, o kozmolojilerin ardındaki temelleri veya onlardan türeyen sonuçları -örneğin bahar ekinoksunun ve ilk dolunayının tam tespitini- inkâr etmelerini imkânsız kılar. (Sayfa: 410-411)
*

Yunan Mirası ve İslam Dünyası, Giorgio Strano


İslamın VII. yüzyılda Doğu Akdeniz’de hızla yayılması bu yeni egemen halka Yunan kültürünün asıl kaynaklarına rahatça erişme imkânı sağlar; bu kaynaklar kısa sürede hem Latin hâkimiyetindeki Batı topraklarında hem de Hindistan’ın güney bölgelerinde bir iktidar ve itibar aracına dönüşecektir.
*
Tercümeler ve Yeni Araştırmalar:
*
Bağdat’taki Hikmet Evi
*
Siyasal iktidar aracı olarak kültür VII. yüzyılın ilk yarısı İslam dininin Akdeniz bölgesinin doğu bölgelerinde hızla yayılmasına tanık olur. Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir kısmının bu yeni inancın müritleri tarafından fethedilmiş olması Latin hâkimiyetindeki Batı Roma bölgelerinin, Yunan kültürünün ana kaynağını oluşturmaya devam eden mekânlara erişmesinin engellenmesine yol açar. Öte yandan yayılma hareketi 750 yılına doğru hız kaybetmeye ve halifeler, kültürü ve bilimi itibar elde etmenin ve fethedilen topraklar üzerindeki siyasal iktidarı sağlamlaştırmanın bir yolu olarak görmeye başlayınca, Müslüman âlimler iki yoldan Yunan bilimin kaynaklarına erişme ayrıcalığını elde eder. Bu yollardan biri Bizans İmparatorluğu’nun merkezinde muhafaza edilen Yunan dilinde özgün belgelerden, diğeri de Nasturi Hıristiyanlar tarafından Süryaniceye çevrilmiş ikinci elden belgelerden oluşur. Nasturilerin VI ila VII. yüzyılın arasında Doğu İran’ın Cundişapur şehrinde oluşturdukları kültür merkezlerinde yaşayan Müslüman âlimler kendilerini efendileri adına Yunan bilimsel metinlerini Süryaniceden Arapçaya çevirmeye adarlar.
*
Yıldız bilimi
*
Müslümanların yönetimindeki toprakların coğrafi konumu, Hindistan’ın güney bölgeleriyle entelektüel alanda alışverişi kolaylaştırır. Bu bölgelerin özellikle matematik bilimler alanında son derece olumlu bir etkisi olur. Halife Mansur (y. 712-775) tarafından Doğu İslam bölgelerinin yeni başkenti olarak kurulmuş olan Bağdat’a 750 yılı civarında astronomi konusunda bir Hint eseri ulaşır ve 775 yılı civarında Arapçaya tercüme edilerek Sindhind adıyla tanınmaya başlar. Bu eser, İslam dünyasının yıldız bilimiyle ilk teması sağlar; zamanın ölçümü, coğrafya ve astrolojiyle sıkı bağlantıları olan bu bilim dalı birkaç yüzyıl içinde halifeler, âlimler, dini liderler, hatta inananların ilgisini çeken bir alan haline gelir. Sindhind’in tercümesinden sonra 780 yılına doğru Ptolemaios’un yıldızların dünyanın çeşitli bölgeleri ve yıldız fallarının hazırlanışı üzerindeki etkilerini konu alan Tetrabiblos [Dört Kitap] eseri Yunancadan Arapçaya tercüme edilir. Halife Harun er-Reşid (766-809) zamanında Eukleides’in Stoicheia [Elementler] eserinin bazı kısımları tercüme edilir, IX. yüzyılın başında da halife el-Memun (786-833) Bağdat’ta Hikmet Evi’ni kurar. İskenderiye’deki ünlü kütüphaneden ilham alınarak yaratılan bu yerde âlimler harıl harıl çalışıp özel anlaşmalarla Bizans İmparatorluğu’ndan elde edilen Yunan elyazmalarının tercümelerini gerçekleştirirler; bu metinlerin arasında Platon’un (MÖ 428/427-348/347), Aristoteles’in (MÖ 384-322) ve başlıca yorumcularının eserleri vardır.
*
Hikmet Evi’nde ağırlanan âlimler hem Müslümanların yönetimindeki Doğuda hem de birkaç yüzyıl sonra Latinlerin yönetimindeki Batıda bilim alanında büyük etki sahibi olacaktır.
*
Cebirin babası
*
Muhammed bin Musa el-Harizmi’nin (y. 780-y. 850) astronomi ile matematik ve özellikle aritmetik ile cebir alanında yazdığı eserler ve yazılar Batı dünyasının tamamında kullanılan hesaplama yöntemlerinin tanımlanmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Bu yazıların arasında bulunan ve Hint sayısal hesaplamasını konu alan bir eserin anlatım mükemmelliği, bu sistemin çok yaygın bir şekilde kullanılmasının ve bu sistemin temelinde yatan on “Arap” rakamının (modern simgelerle 1, 2, 3, 4...) Harizmi’nin kendisi tarafından geliştirilmiş olduğu inancının ardında yatan nedendir. Yüzyıllar geçtikçe, birimler (α,β,γ,δ...), onluklar (ι,κ,λ,μ...), yüzlükler (ρ, σ, τ, υ...) vs için belli sayılar öngören Yunan sisteminin yerini yavaş yavaş “Arap” basamaklı sayı sistemi alır. Sayısal hesaplama için kullanılan “algoritma” terimi de el-Harizmi’nin adından türemiştir. “Cebir” terimi de benzer şekilde, bu matematikçinin en ünlü eseri olan Hesab-ül Cebir vel Mukabele’nin (Düşünce ve Denge Hesapları) adından türetilmiştir. Son derece doğrusal bir dille yazılmış olan bu eser, birinci ve ikinci dereceden ilk altı denklemin çözümünü ve pozitif kökünün yanı sıra bu denklemlere karşılık gelen geometrik unsurların (karelerin, dikdörtgenlerin, vs kenarları, çevre uzunlukları ve yüzeylerin) açıklamasını konu alır. Her ne kadar bu eser Yunan ve Hint unsurlarının bileşimine dayalıysa da, anlatımının sadeliğinden dolayı okuması ve kavranması kolaydır ve el Harizmi’ye “cebirin babası” unvanını kazandırmıştır. (Sayfa: 415-416)

Aziz Antoinus mağarasının girişi, IV. yüzyıl, Mısır, Aziz Antonius Manastırı (Sayfa: 441)
*
Görsel ''Saint Antonius Cave'' şekilinde arandığında bulunabiliyor.




Cuma Camii'nin sarmal minaresi, 830-852 Samarra (Irak) (Sayfa: 447)

Tıp: Beden, Sağlık ve Tedaviyle İlgili Bilgiler
*
Hıristiyanlıkta Beden, Sağlık ve Hastalıklar, Maria Conforti:
*
Galenos:



''Roma İmparatorluğu döneminde (I-II. yüzyıl) tıp araştırmaları yürüten, ama Yunan asıllı olup Yunan eğitimi almış olan Galenos, dört sıvı teorisinin tam olarak açıklayamadığı, çoğalma, duyusallık ve düşünce gibi bazı işlevleri açıklamak için pneuma veya eter adı altında görünmeyen varlıklar ortaya atar. Ruh tarafından özümsenebilen eterin varlığı ve Galenos’un felsefe ve biyoloji sistemlerinin teleolojik ve belli bir amaca yönelik karakterinde belirgin olarak sergilenen Aristotelesçilik, bu tıp teorilerinin Hıristiyan olsun, Arap olsun, dini yönleri güçlü olan sonraki kültürler tarafından benimsenmesini kolaylaştırır. Ama antik kültürün varlığının hissedildiği tek alan teori değildir; tıbbi uygulamalar da yüzyıllar boyunca antik geleneklere dayanmaya devam eder. Terapi geleneklerinin sürekliliğinden veya antikçağdan ortaçağa geçiş döneminde iyileşme amaçlı ibadethanelerde süreksizliğe veya terk edilmiş olduklarına dair herhangi bir işaret olmamasından anlaşıldığı üzere, antikçağdan kalma tedavi yerleri ve yöntemleri yaygın olarak kullanılmaya devam eder: Roma’daki Tiberina Adası bunun en ünlü örneklerinden biridir.'' (Sayfa: 484)
*
Tıp ve ahlak:
*
Çilecilik ayrıca antik antropolojinin temel taşlarından birini, yani erkek bedeniyle kadın bedeni arasındaki temel farkı görmezden gelme, hatta tersyüz etme eğilimini içerir. Vücut sıvılarına dayanan tıp, ısı ve ateşin hâkim olduğu erkeğin üstünlüğüne, soğuk ve nemin baskın olduğu kadının da erkeğe göre ikincil durumda olmasına dayalıdır. Bu değişim, antikçağ modelinin inkâr edildiğini veya en azından cinsiyetler arasındaki ilişkinin Bakire Meryem Ana’nın ve İsa’nın annesinin eriştiği üstünlük ışığında yeniden yorumlandığı anlamına gelir. Doğuda erkeklere ait manastırlarda öne sürülen ve dini statünün işareti olan bekârlığın genel anlamda benimsenmesiyle kök salan ve yayılan model, erkeklerin “iktidarsızlaştırılmasını” ortaya atar, dolayısıyla kendini yemekten ve cinsel ilişkiden mahrum bırakmaya alıştıran erkekler, antik tıbba göre kendi ısılarının kaynağı olan şeylerden gönüllü olarak yoksun kalmış olur. Öte yandan “yapım aşamasında” olan Hıristiyan ahlakı, yok edilemeyen cinsel arzuya “çözüm” olarak evliliği tavsiye ederek, oruç ile irade uygulamalarını kontrol altına alarak veya geliştirerek ve vaizliğin sınırlarını ile kontrol mekanizmalarını tanımlayarak tıbbi etkenlerden geniş ölçüde yararlanır.'' (Sayfa: 485)

Tedavi Alanı ve Hayır İşleri: Geç Antikçağdan
*
Ortaçağa Hastalara Yardım Geleneği, Maria Conforti:


Erken ortaçağ, antik şehirlerin ideal dünyasında var olmayan “yoksul” figürünün ve ona bağlı olarak, gelişmekte olan Hıristiyan doktrinine zamanla nüfuz eden, en zayıf olanlara sunulması gereken yardım olan caritas kavramının ortaya çıkışına tanık olur. Bu olguya örnek olarak, VI. yüzyıla doğru Doğu Roma İmparatorluğunda hastane kurumu ortaya çıkar; hastaneler, Batıda olduğu üzere, sadece yoksullar ve gezginler için bir bakımevi değil, teşhis ve terapi alanında yardım sunabilen, kısmen uzmanlaşmış yapılardı.
*
Bizans hastaneleri:
*
Toplumun en zayıf üyelerine, dolayısıyla da hastalara sunulan yardım anlamına gelen caritas doktrininin ele alınıp uygulanması, Hıristiyanlığın yayılmasına güçlü bir katkıda bulunan yeni bir doktrindir. Antik şehirlerin ideal dünyasında var olmayan “yoksul” figürünün ortaya çıkışı ve ayrıntılı bir şekilde tanımlanması, geç antikçağın siyasi, sivil ve ekonomik kargaşasının da bir sonucu olarak, imparatorluk topraklarında yeni bir duyarlılığın hızla yayıldığını gösterir. Bu yeni doktrinlerin somutlaşması sonucu antikçağa göre bambaşka ve son derece yeni özellikler taşıyan bir kurum ortaya çıkar: Hastaneler. Batı Roma İmparatorluğuna göre daha zengin ve daha barışçıl olan Doğu Roma İmparatorluğumda VI. yüzyıldan itibaren, çeşitli din adamlarının girişimi ve imparator Justinianus’un (481?-565) resmi desteğiyle hastaneler geliştirilmeye başlar. Batıda olduğu gibi sadece yoksullar ve gezginler için basit bakımevleri olmayan Bizans hastaneleri ortaya çıkmadan önce de şehirlerde çeşitli yardım kuruluşları vardır, ama hastanelerin en azından VII. yüzyıldan itibaren var olduğuna dair kesin kanıtlar söz konusudur; aynı dönemde sinagoglara bağlı olarak ve Yahudi cemaatlerinde de benzer kurumlar olduğuna dair kanıtlar, bu modelin gördüğü rağbete işaret eder.
En azından bazı alanlarda -örneğin oftalmolojide ve kadınlar gibi bazı hasta kategorilerinde- uzmanlaşmış bölümlere ve uzman personele (hekimler, hastabakıcılar, yardımcılar ve idareciler) sahip olan hastaneler, farklı sosyal sınıflardan olan hastalarına -hatta uzun süreli yatalak hastalara- teşhis ve tedavi alanında yardım sunar. Birçok kentsel merkezde hypourgoi veya hastabakıcı sendikalarının var olması, hastanelerin, tıp alanının farklı düzeylerinde çalışanlarının profesyonelleşmesine katkıda bulunduğunu gösterir. Antikçağda hekim veya şifacılar hastayı evinde tedavi ederdi veya ofisleri olurdu. Ama bir arada bulunan hastaların tedavisi ve yoksul veya en azından devlet yardımına ihtiyacı olan hasta sınıfının tespit edilmiş olması çok önemli bir yeniliktir ve hastanelerde uzun süreli iş ve toplum içinde yükselme fırsatı bulan hekimlerin de profesyonelleşmesi açısından önemli yansımaları olur.'' (Sayfa: 487)
*
''Batıda ise hastaneler çok kısa bir ömre sahip olup daha çok kentsel hayattaki genel çöküşün etkisinde kalan yoksullara ve gezginlere yardım işlevini sürdürecektir. Ancak doğrusal olmasa da ve kronolojik açıdan ciddi süreksizlikler olsa da, Yakındoğu kültürlerinde ve özellikle İran’la Müslüman yönetimindeki bölgelerde hastaneler daha yaygın hale gelir.'' (Sayfa: 488)

Galenosçu Tıbbın Düzenlenmesi ve Bizans Dönemi Hekimleri
*
Yorum eserleri:


''Bizans İmparatorluğu kültürünün tamamı genelde Yunan kültürünün yorgun bir yankısına indirgenir ve sıradan “Doğulu” karakteri değil de, Yunan ve Roma kültürünün kaynaşmasını yansıtan karakteri hafife alınır. Bizans kültürünün çok uzun süreli olduğu ve XV. yüzyıla kadar tıp-bilim alanlarında da önemli sonuçlar üretmiş olduğu genelde göz ardı edilir. Tıp literatürü alanındaki metin türleri, dilbilimsel düzeyler ve içerik farkları, tıp uygulamalarının çeşitliliğine ve Konstantinopolis hastanelerinin saygın hekimlerinden geç antikçağdan miras kalan gezgin hekimlerine ve basit şifacı ve şarlatanlara kadar hekimlerin profesyonellik düzeyleri arasındaki farklılıklara işaret eder. Bizans tıp kültürünün en önemli yönlerinden biri İskenderiye Okulu’nda yürütülen tıp-bilim eğitiminin sağladığı süreklilik sayesinde antikçağdan devralman metinlerin düzenlenmesi ve tıp alanındaki bilgilerin konulara göre sınıflandırılmasıdır; ancak bu süreç basit bir kopyalama ve aktarım faaliyeti olmayıp, farklı alanlara ait bilgilerin zorlu bir ayıklama ve yeniden yazma sürecinden geçmesini gerektirmiştir. Ortaçağ tıbbının en uzun süreli türlerinden biri olan yorum eserleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. Basit bir açıklama değil de eleştirel ve karşılaştırmalı bir okuma sunan yorum eserleri, aksi takdirde kaybolup gidecek metinlerin sonraki nesillere aktarılmasını sağlamıştır. Galenos’un eserlerinde ve antikçağ tıbbında var olmayan, tıp teorisi ile uygulamaları arasındaki ayrım da ilk defa IV. yüzyıl civarında İskenderiye’de ortaya çıkmıştır.
*
Oribasius
*
IV ila VII. yüzyıllar arası yaşamış bazı hekimlerin eserleri Batı geleneğinde etkili olmuştur; bunlar dönemin sözü geçen zenginliğinin tamamına olmasa da, geç antikçağdan erken ortaçağa geçişin en temel özelliklerine ve Bizans dönemindeki tıp bilgilerinin içeriğine örnek teşkil eder. Galenos gibi Bergamalı olan ve Galenos’un tıp alanındaki bilgilerini yeniden ele alan Oribasius (y. 325-396’dan sonra) son büyük pagan aydınlarından biridir; Oribasius, Hıristiyanlık öncesi dönemde dindarlığı canlandırmaya çalışan ve Perslere karşı yürüttüğü talihsiz bir seferde ölecek olan İmparator Dönme Julianus’un (331-363) dostu ve özel hekimidir. Oribasius’un başlıca eseri, Galenos’un eserleriyle antikçağın diğer hekimlerinin eserlerini bir araya getiren Collectiones Medicae [Tıp Derlemeleri] adlı 70 ciltlik devasa bir derlemedir. Oribasius’un bu alandaki çalışmaları, Justinianus’un pagan ve Helenistik kültürünü canlandırma planıyla doğrudan bağlantılıdır; bu açıdan bakınca, tıp kritik önem taşıyan bir kesişme noktası ve tanrıların ve onların yeryüzündeki yansıması olan imparatorun hayırseverliğinin dışavurumudur. Dolayısıyla Oribasius antikçağ tıbbini ideolojik ve suni bir özet şeklinde yorumlar; ortaya çıkan sonuç, dönem dönem yaşanan sert ihtilaflardan da, tıp faaliyetlerinin temel özelliği olan deneysel ve gözleme dayalı çabalardan da yoksundur. Ama Collectiones’da mükemmel şekilde cevap verdiği bir başka ihtiyaç daha vardır, o da hekimlere uygulama açısından kolaylıkla başvurabilecekleri bir metin bütünü sağlamaktır ve eserin gördüğü rağbeti de muhtemelen bu özelliğine borçluyuz.'' (Sayfa: 489-490)

Süryani Geleneğinde ve Arap Dilinde Antik Kültür ve Galenos, Maria Conforti:
*
Arap Tıbbının Kaynakları ve Kuralları
*
Arap tıbbının özgünlüğü
*
Arap (veya İslam) tıbbının ardında belli etnik kaynakları veya dini inançları kesin olarak tespit etmek mümkün değildir; bu alan İslamın etki alanına girmiş olan topraklara, halklara ve kültürlere özgüdür. Arap tıbbini tek bir modele indirgemek mümkün değildir, farklı bölgelerden ve kronolojilerden kaynaklanan farklılıklar da göz önüne alınmalıdır. VII ila XVI. yüzyıllar arasında Hindistan’dan Güney İspanya’ya kadar uzanan bölgede üretilmiş metin ve belge zenginliğinden ne yazık ki gereğince faydalanılmamıştır ve özellikle geç dönemin (XI-XII. yüzyıl sonrası) en temel metinlerinin bile eleştirel yayınları gerçekleştirilmemiştir. Arap tıbbının değerlendirilmesi için, hümanizmden itibaren yüzyıllar boyunca yaygın olan ve antikçağdan miras alınmış metinlerin tercümesinde “yeniden doğuşu”nun ve tıp uygulamalarına yenilik getirme kapasitesinin hafife alınmasına neden olan önyargıları aşmak gereklidir. Oysa Müslümanların yönetimindeki bölgenin tıbbı, antikçağa ait metinlerin ortaçağ ve Rönesans devrinde Batı ülkelerine aktarılmasında -ve genelde yenilenmesinde, yorumlanmasında ve yeniden yazılmasında- çok önemli bir rol oynamıştır. Arap tıbbı sadece kitaplara dayalı değildir, metinlerin ve uygulamaların karmaşık ve özgün bir şekilde birbirine örülmesinden oluşur; bu bileşime Pers veya Hint gibi, klasik antikçağda pek tanınmayan kültürlerden de elde edilen katkılar ve birbirlerinden çok farklı olup bir arada yaşayan toplulukların ve etnik grupların -Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştçüler ve diğerleri- yaşam biçimlerini tıp alanında standart hale getirme ve kontrol altına alma gereksinimi de dahildir.
Arap yarımadasında sıtma ve glokom gibi bazı hastalıklar tarih boyunca tekrar tekrar görülür, İslam öncesi kültür bazı temel tıbbi ve cerrahi bilgileri içerir ve İslam’ın ortaya çıkışı tedavilerle ilgili inanışlarda ve uygulamalarda büyük bir değişime yol açmaz. Peygamber Hz. Muhammed’in tıp ve temizlik konusundaki doktrini, ona atfedilen, ama aslında VIII. yüzyıl sonu ile IX. yüzyıl arasında derlenmiş gelenek veya öğretiler olan hadislerde yer alır; hadisler daha sonraları “Peygamber tıbbı” ile “Helenistik,” yani pagan olup şüpheyle bakılan tıp arasındaki kıyaslamada önemli rol oynayacaktır.
Bilimsel tıptan edinilmiş bazı kavramlarla kaynaşmış olan dini tıp XIV ila XV. yüzyıllarda kayda değer bir gelişim dönemi geçirir. Hadislerin yorum zorluğunun en ünlü ve ses getiren örneklerinden biri, hastalıkların bulaşıcılığının kabulüyle ilgilidir; bazılarının bu kavramı kabul edip bazılarının reddetmesi, XIV. yüzyılda Akdeniz bölgesinde yayılan karantina ve tecrit uygulamalarının yetkililer tarafından benimsenmesini zorlaştırmıştır. (Sayfa: 492-493)

Metinden Uygulamaya: İslam Dünyasında Farmakoloji, Klinik Tıp ve Cerrahi, Maria Conforti
*
İslam Tıp Metinleri
*
Teori ve uygulama
*
Arap tıbbının en önemli başarılarından biri Galenosçu tıbbın “esnek, ”dolayısıyla da uygulamaya daha uygun bir şeklinin Batıya aktarılmasını sağlayacak “rehberler” veya derlemelerdir. Farklı metin türlerinin, hatta sinoptik tabloların geliştirilmesi ve kullanımı tıp uygulamalarının yaygın, gelişmiş ve belli ihtiyaçları olduğuna işaret eder. Dolayısıyla tedavi uygulamalarının, Arap tıbbının “tekrar”dan ibaret olduğunu ve kitaplara dayandığını öne süren XVI. yüzyıla ait önyargı temelinde bugüne kadar kendilerine gösterilenden daha fazla ilgiyi hak ettiği muhtemeldir. Aslında uzun bir tarihi geçmişe sahip olup karmaşık bir coğrafyada gelişmiş olan İslam tıbbı böyle bir bakış açısına indirgenemez.
*
İlaçlar ve tedaviler
*
Arap tıbbının en gelişmiş alanlarından biri Dioskourides’in (I. yüzyıl) De materia medica eserinin tercümesi sayesinde canlanan ilaç ve farmakoloji alanıdır. Antikçağdan devralman ilaç bilgileri, Pers geleneğinden ve Hint tıbbından kaynaklanan katkılarla zenginleşir; Hint tıbbından alınan hem klasik dünya tarafından bilinmeyen bazı ilaçların tarifi hem de hazırlanmaları için başvurulan tekniklerle ilgili bilgiler, botanikle ilgili metinin doğrudan deneyim konusunda hâkim olmasından dolayı, ilaçlarla ilgili bilgi yoksunluğu sorununun çözümüne katkıda bulunur. Ancak Arap dünyasının, aktarlık ve botanik konusunda doğrudan yapılan gözlemler sayesinde sahip olduğu bazı ünlü örnekler, aralarında el-Suri’nin (?-1241) eserlerinin de olduğu harika resimli metinlere de yansır. Önce Mısır’a, sonra da Şam’a taşınan Malagalı büyük botanikçi Bin el-Baytar (y. 1197-1248) el-Suri’nin öğrencisidir ve ilaçlar konusunda çeşitli eserler yazacaktır. Arap dünyasında en çok kullanılan basit ilaçlar arasında, şeker kamışının rafine edilmesiyle elde edilen ve İran’ın fethiyle Araplara ulaşan “devrimci” bir ürün olan şeker vardır. Şeker belli preparatlar yoluyla (şuruplar, elektuarlar, vs) basit tedavilerin ömrünün uzatılmasına olanak sağlar. Şarap, tıbbi kullanımını bile yasaklayan dini kurallara rağmen çok kullanılan diğer bir ilaçtır.
Profesyonel açıdan eczacılar, esans, şurup ve içecek hazırlayanlardan çok farklıdır; ilaçların hazırlanmasından ve hastalara verilmesinden doğrudan veya dolaylı olarak sorumlu olanlar hekimler, eczacılar, botanikçiler ve aktarlardır. Eczacıların ortaya çıkışıyla ilgili kesin bilgilere sahip değiliz, ancak XIII ila XIV. yüzyıldan itibaren kentsel bölgelerde şifacıların, dolayısıyla da bu alanda faal olan dükkânların faaliyetlerini denetleyen muhtesib adlı kişilerin olduğu bilinir.
*
Arap farmakolojisinin en şaşırtıcı yönlerinden biri hastalar üzerinde “denenmiş ilaçlar”la ilgili derlemelerin varlığıdır (bunlardan biri el Razi (864-925/930) tarafından yazılmıştır). Genelde farmakolojik tedavi cerrahi tedaviye tercih edilir -bu âdet Rönesans cerrahları tarafından çok eleştirilmiştir- ve daha çok basit ilaçlara güvenilir. Hatta ünlü bir farmakolog olan El-Biruni (973-1048’den sonra), en iyi ilaçların besinler olduğunu öne sürer.
*
Etkilerin analizi
*
Ama farmakoloji büyük ölçüde metinlere ve özellikle Galenos’un De compositione medicamentorum (secundum locos e per genera) [İlaçların Bileşimi Üzerine (Yerleri ve Türleri Temelinde)] eserine dayalı olmaya devam eder. IX. yüzyılda, matematikçi el-Kindi (?-873) ilaçları ve özelliklerini ilk defa geometrik açıdan ele alınca, ilaç alanındaki teoriler ilginç bir gelişim döneminden geçer. Her ne kadar bu alandaki düşünceler henüz klinik deneyime dayalı değilse de, ilaç konusunun kendi başına araştırılabilmesi ve etkilerinin geometri yoluyla incelenebilmesi fikri antikçağa göre mutlak ve kesin bir yenilik teşkil eder; ilaç teorisi ve buna bağlı tartışmalar Batıda Villanovalı Arnau (y. 1240-y. 1311) tarafından ele alınacaktır. İbn Rüşd de (1126-1198), bir ilacın etki göstermesi için gerekli olan “asgari miktar” teorisi temelinde ilaçların beden üzerindeki etkisini inceler. Bu tartışmalar basit ilaçların etkisiyle sınırlı kalmayıp basit unsurlardan oluşan ilaçların da etkisini belirleme çabalarına kadar uzanır; miktarların belirlenmesiyle ilgili bu süreç ilaçların hazırlanmasındaki pratiğe de yansır. Arap farmakolojisinin tedavi süreçlerinin tarihi gelişiminde oynadığı rol ve kimya ile damıtma süreciyle olan bağlantılarıyla zenginleşen etkinliği, gerçekten var olmuş olan, ama kendisine ait olmayan eserlerin atfedildiği bir kişinin metinleri ve hayatıyla ilgili olağanüstü hikâyeye yansır. Arap kaynaklarında adı geçmeyen Genç Mesue veya Masawaih al Mardini (776-857) Batıda basit ilaçlarla ilaç bileşimlerinin hazırlanması konusunda tartışmasız bir otorite haline gelir.


Hekimlerin Eğitimi ve Tedavi Mekânları
*
Hekimlerin toplumsal itibarı
*
Kültür seviyelerinin yüksek olmasına rağmen, mesleki açıdan bakıldığında hekimler de tıbbın bilim ansiklopedisi içindeki belirsiz konumundan olumsuz olarak etkilenir. Hekimlerden ahlaki doğruluk ve deontolojik bilinç beklenir; yukarıda sözü geçen muhtesib adlı müfettişlerin hekimlere Hipokrat (MÖ 460/459-375/351) Yemini ettirmesi bunun bir göstergesidir. Klasik dönemde yazılmış olan ve şaşırtıcı derecede yaygınlaşıp tamamıyla farklı uygarlık ve kültürler tarafından benimsenmiş ve günümüze kadar ulaşmış olan bu metinin kullanımı, farklı düzeylerde gelişmiş, kendi kendini onaylama ve düzenleme gücüne sahip bir tıp toplumuna dair ipucu sunar. Tıp kültürünün geniş bir takipçi kitlesi vardı; contra medicos [hekimlere karşı] metinler ve onlara ücret ödeyip ödememe gerekliliğini konu alan metinlerin çokluğu paradoksal olarak da olsa hekimliği meslek olarak yürütenlerin toplumsal itibarına ve faaliyetlerine bağlı gerilime tanıklık eder. Buna rağmen Arap hekimlerinin eğitimi hakkında, hem metinleri incelemeleri hem de hastaların başucunda staj yapmaları gerektiğinin tavsiye ediliyor olması dışında fazla bilgiye sahip değiliz. Sonuçta resmi okullardan değil de, hocalar ile öğrencileri arasındaki kişisel ve “özel” ilişkilerden söz edilebilir; bu ilişkiler genelde, Bizans örneklerine kıyasla Müslüman bölgelerde daha fazla gelişmiş olan hastanelerde gerçekleşir.
*
Kurumlar, akademiler ve okullar
*
İslam dünyasında hastaneler için kullanılan bimaristan (Bimarhane veya hastaların “evi”) terimi Pers kaynaklıdır. Kısmen gerçeğe dayalı olan bir efsaneye göre Abbasi döneminde, ünlü bir Sasani tıp akademisine de ev sahipliği yapmış olan Cundişapur şehrindeki hastane örnek alınmıştır; burada çalışan Hıristiyan hekimler Arap, Pers, Hint ve Yunan dahil olmak üzere farklı kültürel geleneklerden besleniyordu. IX. yüzyılda Bağdat’ta bir hastane kurulur ve bunu hem başkentte hem de başka yerlerde, ama özellikle Asya’da başka hastaneler izler (bu eğilim daha az düzeyde de olsa Afrika ve İspanya’da da görülür. El-Razi’nin bu hastanenin kuruluşunda rol oynamış olması bir efsaneyse de, Bizans ve Doğu dünyasında var olan benzer kurumlar örnek alınarak oluşturulmuş bu kurumların İslam tıp dünyasının getirdiği en önemli yeniliklerden biri olduğu doğrudur. XII. yüzyıl ortalarında Şam’da kurulan Nuri Bimarhanesi (1154) hem bir hastane hem de dini bir merkezdi; burada bulunan ve uzmanlaşmış bir kütüphanesi olan tıp okulu sayesinde tıp kurumsallaşır. Öğretim örneklere dayalı olarak yürütülür ve metinlere başvuru ile klinik uygulamalar bütünleştirilir. Bu durum hem eğitim hem de kurumun kendisi açısından son derece önemli bir yeniliktir. Şam’daki hastane örnek alınarak Kahire’de kurulan el Mensuri Hastanesi hem erkek hem de kadın hasta kabul eder. Ancak tıp eğitimi, Bağdat’taki Mustansıriye Medresesi’nin hizmetindeki bimarhanede olduğu üzere başka kurumlarda da verilir; kendi eczanesine sahip bu medrese hükümet bürokrasisinin eğitimini ve divan adı verilen kültürlü üst düzey devlet görevlisi sınıfını yaratmayı amaçladığından tıp eğitimi açısından işlevi öncelikli değildir, ama tıbbın sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynar.
*
Zihinsel hastalıklar
*
Arap hastanelerinde çalışan personel dört alanda mesleki uzmanlığa sahiptir: fizyoloji, oftalmoloji, cerrahi ile ortopedi ve yardım (idari çalışanlar ve hastabakıcılar). Hastanelerde genelde hem ayakta tedavi gören hastalar için bir poliklinik hem de hasta koğuşları bulunmaktadır. Hastanelerin giderek yayılması, bu yapılar için, bazıları günümüzde hâlâ ziyaret edilebilen belli işlevsel mimari modellerin geliştirilmesini sağlar. Eğitim işlevi, Arap hastanelerinin sunduğu tek yenilik değildir. Hastaneler aynı zamanda zihinsel hastaları -genelde özel koğuşlarda ve diğer hastalardan tecrit edilmiş şekilde- kabul eden ilk yerlerdir. “Deliler” müzikle ve ilaçla tedavi edilir. Deliliği ve melankoliyi (yani kara safra fazlalığı: Arap nozolojisi bu klasik geleneğe dayalıdır) konu alan çeşitli Arap metinleri arasında X. yüzyılda Tunus’un Kayravan şehrinde yaşamış olan ve Efesli Rufus (I. yüzyıl) ve Areteus (II/III. yüzyıl) başta olmak üzere çeşitli Yunan yazarlardan yararlanmış olmasına rağmen zihinsel hastalıkların psikosomatik yönleri açısından farklı bir bilince sahip İshak bin İmran adlı bir hekim tarafından yazılmış olan bir eser yer alır. (Sayfa: 497-500)

Mappae Clavicula ve Tarif Kitapları Geleneği, Andrea Bernardoni:


Tarif kitapları geleneği, geç antikçağla ortaçağın deneysel kimyası hakkında bilgi sahibi elimizdeki başlıca kaynağı oluşturur. Ortaçağın ilk yüzyıllarının en önemli tarif kitabı, Mappae Clavicula’dır ve mozaiklerin yapımında kullanılan renkli taşların veya kumaş için mordan boyası, deri boyası, altın harflerle yazı ve metalürji gibi kimyasal süreçlerde kullanılan maddelerin suni yapımı için tarifler içerir. (Sayfa: 514)

Cabir bin Hayyan, Andrea Bernardoni:
*
Efsane ile Gerçek Arasında Corpus jabirianum
*
2000’den fazla kitap


Cabir (Geber) bin Hayyan’ın (y. 721-y. 815) Arap simya geleneğini en iyi temsil eden bilimadamı olduğuna şüphe yoktur. Günümüzde İran’ın Horasan eyaletinde bulunan Tus şehrinde doğan Hayyan, yaşamının büyük kısmını Fırat’ın aşağı kısmında yer alan bir şehir olan Kûfe’da geçirir. Corpus jabirianum [Cabir’in Külliyatı] geçen yüzyılın 40’lı yıllarına kadar 2000’den fazla kitap içeriyordu, ama Alman tarihçi Paul Kraus’un çalışmaları sayesinde bu önemli Arap bilimadamının ürettiği eserler konusunu açıklığa kavuşturmak mümkün oldu ve külliyatındaki yazıların neredeyse tamamının müritlerine ve özellikle Hayyan’ın öğretilerini ele alıp X. yüzyılda geliştirmeye devam etmiş olan İsmailliye ve Haşhaşiler tarikatına ait olduğu anlaşıldı. Hayyan’ın namı o kadar yayılmıştı ki Batıda da, Liber de investigatione perfectionis [Mükemmellik Arayışı Hakkında Kitap], Liber de inventione veritatis [Hakikatin İcadının Kitabi], Liber fornacum [Fırın Kitabı] ve Testamentum Geberi [Cabir’in Vasiyetnamesi] gibi simyanın evrimi ve Avrupa’da yayılması açısından çok önem taşıyan metinler ona atfedilecekti. Latin simya geleneğinin en ünlü ve etkili eserlerinden biri olan Summa perfectionis [Mükemmelliğin Zirvesi] de William Newman’ın araştırmaları sayesinde XIII. yüzyılda faal olan Fransisken keşiş Paolo di Taranto’ya atfedilmiştir.
Corpus jabirianum’un ne kadarının VIII. yüzyılda ve ne kadarının X. yüzyılda yazıldığını belirleyecek durumda değiliz. Bu külliyattaki eserlerin en önemlileri şunlardır: Tabula smaragdina’yı temel alan ve Barmak adlı İran asıllı güçlü bir aileye adanmış olan Yüz On İki Kitap; birçok kısmı Latinceye çevrilmiş olan Yetmiş Kitap; Hayyan’ın simyasının kaynaklarının tarif edildiği On Kitap ve simya doktrininin bir bütün olarak sunulduğu Terazi Kitapları. Hayyan’ın kullandığı dil bazen zor ve imalar içeriyorsa da, yazar hiçbir zaman şifreli veya alegorik kodlara başvurmaz. Simyanın sırlarını bu alanla ilgisi olmayan okurlardan gizlemek için kullanılan sistem, konuların farklı yazılar arasında bölünmesinden veya duraksama, tekrar ve erteleme gibi kompozisyon hilelerinin kullanımından oluşur. (Sayfa: 522)

EBU BEKIR EL-RAZI, Andrea Bemardoni:
*
Maddelerin Dönüşümü ve Yapısı:


''Ebubekir Muhammed bin Zekeriya el Razi (865-925/935), el-Razi olarak veya Latincede Rhazes (yani Tehran yakınlarında bulunan ve günümüzde adı Rey olan doğum yerinden dolayı, Rhagaeli) olarak bilinir. Çok yönlü bir hekim ve bilimadamı olan el-Razi eserlerinde dindışı bir bilgi kavramını savunur ve esrarengiz boyuttan vazgeçilip sınıflandırma ve deneysel yönlerine daha çok önem verilen bir simya anlayışı sunar. El-Razi’nin tıp alanındaki eserleri Batıda da, İbn Sina’nın (980-1037) Kanun eseriyle birlikte ortaçağın tamamı boyunca tıp eğitiminde sürekli bir başvuru kaynağı olmaya devam eder. Latin dünyasının en ünlü simya metinlerinden biri olan Liber de aluminibus et salibus’un [Alumlar ve Tuzlar Üzerine] da atfedildiği el-Razi’nin simya alanındaki başlıca eseri, Kitab el Esrar’dır (Libro secretorum de voce Bubacaris veya Sırlar Kitabı). Metallerin üçlü temeli Hayyan’ın terazi teorisini kabul etmeyen el Razi, maddenin Aristotelesçi kavranışını yeniden sunar; buna göre her tür maddenin temel bileşenlerini oluşturan dört element (toprak, su, hava ve ateş), türlerin dönüşümünün gerçekleştirilmesi için elzem bir önkoşuldur. El-Razi’ye göre simyanın alanı metallerin dönüşümüyle sınırlı olmayıp adi taşlardan ve camdan değerli taş elde edilmesini de kapsar. El-Razi, bütün bu dönüşüm işlemlerini gerçekleştirmek için kullanılan iksiri felsefe taşıyla özdeşleştirmez. Hayyan’ın (y. 721-y. 815) kükürt-cıva teorisini kabul eden el-Razi, buna tuz kökenli başka bir ilke ekler ve böylece ilk defa metallerin üçlü temelini geliştirir. Bu kavram Rönesans döneminde Paracelsus (1493-1541) tarafından yeniden ele alınıp geliştirilecektir.'' (Sayfa: 526)

Teknoloji: Yenilikler, Yeniden Keşifler, İcatlar
*
Mekanik Sanatlar Üzerine Görüşler, Giovanni Di Pasquale:


''Klasik antikçağda kayda değer derecede itibarını kaybeden mekanik, sanatların yeniden ele alınması, aristokratik ve felsefi ortamlara hâkim olan Aristotelesçi gelenek ile hakim durum arasında ortak bir nokta tesis etmeyi gerektirir. Antikçağda resmi kültür, bilim ile teknik arasındaki ayrımı kesinle muhtemel olan, teoriyle pratik, dine adanan hayatla aktif hayat arasındaki fark şeklinde kabul ederdi. Artes [sanat, zanaat] terimi bir şeylerin üretimini amaçlayan bütün çalışma eylemleri için kullanılıyordu ve Helenistik dönemde ayrıca onurlu sanatlar ile onursuz sanatlar şeklinde de bir ayrıma gidilmişti. Cicero (MÖ 106-43) MÖ I. yüzyılda, De officiis [Görevler Üzerine] eserinin ünlü bir bölümünde (1,150 151) şöyle demişti: “... bütün işçiler alçaltıcı bir meslek icra eder; el emeğinin hiçbir asil yönü olamaz. Maddi zevkleri tatmin etme amaçlı meslekler de kabul görmek zorundadır...” Cicero, beşeri bilimlerin yanı sıra hukuk, tarım ve mimari bilgilerin de imdadına yetişiyordu. Öte yandan antikçağda çok yüksek bir ilim düzeyine sahip bir yazar olarak saygı gören Varro (MÖ 116-27) tarafından MÖ I. yüzyıl sonlarında yazılmış olan Disciplinarum libri IX [Disiplinler Üzerine Kitaplar] eseri yedi beşeri bilimin yanı sıra tıp ve mimarlığı da içerir.'' (Sayfa: 532)
*
İslam Teknoloji Kültürü: Yeni Teknikler, Tercümeler ve Üretim Harikaları, Giovanni Di Pasguale
*
Batıdaki Müslümanlar ve Doğudaki Batılılar
*
Arap kültürü, yüzyıllar boyunca temas ettiği halkların bilgilerinin yoğun benimsenme süreci yoluyla, büyük kısmı Yunan ve Helenistik döneme ait metinlere dayanan Bizans, Süryani ve Yahudi kaynaklı bilgilerden oluşan değerli bir koleksiyon gibidir. Dolayısıyla Arap kültürünün tarih içindeki rolü, Helenistik döneme uzanan bilgi birikimini daha ayrıntılı hale getirmek ve özellikle simya, matematik ve astroloji alanlarında özgün bilgilerle katkıda bulunmak olmuştur. Böylece Doğudan Avrupa’ya doğru, özellikle tıp ve farmakoloji alanlarında, boyama zanaatında ve hassas ölçüm ve gözlem aletlerinin imalatında yeni uygulamalar ve ürünler yayılmaya başlar: Farklı türdeki usturlabların, küresel usturlabın, gökyüzü küresinin ve simya cihazlarının Avrupa’da ne kadar yaygın olarak kullanıldığını düşünmek yeterli olacaktır.
*
İmalat süreçleri ve ustalar
*
Arap metinlerinde muhafaza edilen bilgiler Toledo ve Kurtuba başta olmak üzere İslam kültür merkezleri yoluyla Batıya ulaşır ve Latince tercümelerin de yardımıyla giderek yayılırlar. Teknik alanda çalışanlar ve zanaatkârlar özellikle İspanya ve Sicilya’da olmak üzere şehirden şehre yolculuk eder ve yenilikçi tekniklerle üretilmiş yeni ürün ve malzemeleri yanlarında getirirler. Bezeme sanatları, metal ve camın işlenmesi ile seramik ve dokuma sanatlarında o ana kadar Batıda tanınmayan üretim yöntemleri benimsenir. Parlak ve renkli minelerle kaplanan çanak çömlekler çok rağbet görür. Ateşe dayanıklı olan bu kaplar deneylerde de çok işe yarar. Çanak çömleklerin ve imbiklerin konduğu ocakların kalitesindeki düzelme Arap simyacıların yürüttüğü araştırmaların başarısına katkıda bulunur.
Duvar ve zeminler için yünden halıların imalatı da İslam uygarlığına özgü bir sanattır, birçok kumaş adı da Arapçadan kaynaklanır: “damasko” kumaşı adını Şam’ın eski adı Damascus’tan alır, “tafta” Pers dilinde taftah’tan, pazen anlamına gelen fustain de Kahire’nin Fustat mahallesinden gelir. Mısır keten yapımında sivrilirken Mezopotamya yünüyle, İran da pamuğuyla ün salar.
*
Kültür ve malzeme alışverişi
*
Batılı halkların Doğudaki kutsal şehirlere yaptığı hac yolculukları kültürel alışverişi kolaylaştırır: Avrupa’ya dönen hacılar yanlarında kutsal emanetler, hatıra eşyaları, zarif bir şekilde resimlendirilmiş metinler ve değerli kumaşlar getirir. VI ila VII. yüzyıl arasında Konstantinopolis dokuma tezgâhları Çin’den gelen çok miktarda değerli ipeği işlerken, daha sonraları Müslüman kontrolü altındaki Mısır ve Suriye tezgâhlarında üretilen brokar kumaşlar da Bizans’la rekabet içinde ihraç edilmeye başlanır.
Bu değerli kumaşlar sadece Batının ileri gelenlerinin giysilerinde değil, azizlerin kutsal emanetlerini sarmak için de kullanılır; ortaçağ Avrupa’sının heykeltıraşlığında çok önemli yer kaplayan süs unsurlarından kartal, kanatlı ejderha ve grifon da Doğudan gelen kumaşların süslemelerinden alınmıştır. (Sayfa: 540-541)

Byzantium’da Teknik İlerlemeler, Giovanni Di Pasquale:
*
Helenizm ve Doğu ruhu:
*
''Constantinus’un Hıristiyan İmparatorluğu’nun yeni bir başkente ihtiyacı vardır ve bunun için Avrupa ile Asya arasındaki geçiş noktasında stratejik bir konuma sahip olan Byzantium seçilir. Böylece, eski şehrin etrafında, böylece 330 yılında, imparatorun planlarına göre ikinci bir Roma haline gelmesi gereken Konstantinopolis şehri gelişmeye başlar. Batıda Latin döneminden kalma metinler ve gelenekler Hıristiyanlık yoluyla yayılırken, Doğuda Roma imparatorlarının ihtişamının devamını getiren Byzantium, Barbarlar ve Katolik Kilisesi karşısında Roma İmparatorluğu’nun halefi olarak ortaya çıkar. Siyasal, askeri ve ekonomik açıdan çok önemli bir merkez olan Byzantium, Helenistik gelenek ile Doğu ruhunu kaynaştırır. Kütüphanelerinde İskenderiye’nin teknik alandaki muhteşem eserlerinden alınan bilgiler muhafaza edilip sonraki nesillere aktarılırken, başkent özgün sanat ve mimarlık eserleriyle donatılmaya başlar.
*
Mimarlığın tasviri


Justinianus döneminde (481?-565), mimarlık-sanat alanında özel bir edebiyat türü olan ekphrasis gelişir; “binaların tarifi” anlamına gelen bu tür, yeni başkentin iddialı mimari projelerini anlatma amacı güder. VI. yüzyıl sırasında faal olan Caesarealı Prokopius, Justinianus’un saltanatının sonuna doğru imparatorun iddialı projelerini konu alan ve Justinianus’a sonsuz şöhret kazandırmayı amaçlayan De aedificibus [Binalar Üzerine] eserini yazar. Prokopius, Hagia Sophia Kilisesi’ni tasvir ederken sadece projenin ardındaki biçimleri ve geometriyi değil, geniş vitraylardan geçerek dönemin mimarlığı açısından yepyeni bir etki yaratan ışığın oynadığı temel rolü de vurgular. Bu ışık, 563’te, kilisenin kutsanma töreninden birkaç gün sonra halka okunacak olan, Hagia Sophia Kilisesi’nin Tasviri olarak bilinen eserin yazarı olan Paulus Silentiarios’u da büyüleyecektir. Bu tasvirler antikçağdan kalma teknik-mimari edebiyat geleneğinin devamı gibi görünüyorsa da, biçimler, yapılar ve süsleme konusunda ortaçağ mimarlığının başlangıcına işaret eden yeni bir duyarlılık da içerirler.'' (Sayfa: 545-546)

Yeryüzünün Tasviri, Giovanni Di Pasquale:
*
Kuzeyli Halkların İlk Coğrafi Keşifleri ve Bu Keşiflerin Yayılması
*
Roma İmparatorluğu’nun siyasal ve kültürel birliğinin erken ortaçağda bölünmesinin neden olduğu sonuçlar arasında, coğrafi keşiflerde iletişim ve bilgi alışverişi açısından yaşanan zorluklar yer alır. Ortaçağda, bazı gezgin gruplarının cesur girişimleri sayesinde (örneğin Asya’yı dolaşan Bizanslı kâşifler ve Atlantik Okyanusu’nu keşfe çıkan atılgan İrlandalı ve Viking denizciler) deniz yüzeyinin üzerinde kalan, keşfedilmemiş topraklarla ilgili bilgilerde çoğalma olur, ama bu bilgiler genelde sadece ilgililerin erişimine açıktır ve genel bilgi artışına somut bir katkıda bulunmaz.
*
Amerika’nın “ilk keşfi”
*
Kuzey halklarının İzlanda’yı, Grönland’ı ve Amerika’yı 1000 yılından önce keşfiyle sonuçlanan deniz seferlerinin ancak ölümünden sonra, edebiyat yoluyla kayda geçip sonraki nesillere aktarılmış olması bilgi aktarımındaki yetersizliğe iyi bir örnektir, Kuzey halkları, usturlab, kadrant ve pusuladan yararlanmadan açık denizlerde çok büyük mesafeler kat ederek, bilinen dünyanın batı sınırı olan Atlantik Okyanusu’na meydan okurlar; nitekim o dönemde hiç kimse, sonsuz gibi görünen o devasa denizlerin ötesinde nelerin olduğunu bilmez. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ilk keşif seferleri İrlanda’dan başlar ve insanoğlunun inşa ettiği en hafif ve pratik teknelerden olan, neredeyse batmasına imkân olmayan, deri kaplı, üç veya dört kürekli küçük bir tekne olan curach’la yapılır.
*
Curach


500 yılına doğru Latin şair Rufius Festus Avienus tarafından ilk defa tasvir edildiği zaman, curach birkaç yüzyıldır denizlerde yol almakta ve Kuzey bölgelerinin toplumsal ve ekonomik gelişiminde çok önemli bir rol oynamaktadır. Kelt halklarının tarihiyle yakın ilişkisi olan curach, Aziz Patricius’un V. yüzyılda Britanya’nın batı kıyılarından İrlanda’ya dönerken bindiği, Sidonius Apollinaris’in de (y. 430-y. 479) Kuzeyli korsanların denizi geçmek için genelde kullandıklarını söylediği tekne türüdür.
Bu teknenin, merkezi bir direğe bağlı kare yelkenli, demirden dümenli ve çapalı daha büyük bir versiyonu da tarihi olarak belgelenmiştir.
Kendilerini tefekküre adamak için ıssız yerler keşfetme arzusuyla yola çıkan İrlandalı keşişler bu araçlarla Hebrides, Orkney, Shetland ve Far Ö-er Adalarına ulaşır. Şarlman’ın (742-814) sarayında bir kültür adamı olan Keşiş Dicuil, 825 yılında keşişler tarafından Faroe Adalarına gerçekleştirilmiş olan bir keşif seferi hakkında bilgi verir. VI. yüzyılın ilk yarısında Hebrides adalarına ulaşan ve birçok deniz yolculuğu gerçekleştirdiği sanılan Aziz Brendan bu Hıristiyan denizciler arasında önemli bir rol oynar. Bu denizci azizin adı aynı zamanda dönemin İngiliz deniz haritalarında sık sık bulunan ve sadece XIX. yüzyıldan itibaren haritalardan çıkarılan gizemli Aziz Brendan Adası’yla ilgili olarak da geçer.
*
Curach dönemi VIII. yüzyılın sonlarına doğru Vikinglerin İrlanda’yı istilasıyla sona erer, çünkü İrlandalı keşişlerin deniz yolculuklarına çıkmasına ve -Dicuil’in tarih kayıtlarına göre- 795’te ulaştıkları İzlanda’ya kadar uzanmalarına izin veren barışçıl ortam sona ermiştir. İrlandalı keşişlerin İzlanda’dan yola çıkarak Grönland’a ulaşıp ulaşmadıkları bilinmez, ama Norveçlilerin Grönland’a ulaştığı kesindir. Norveçlilerin çıktığı seferlerle ilgili olarak en eski ve en güvenilir kaynak olan Groenlandinga saga’ya göre, Grönland Vikingler tarafından muhtemelen Amerika kıyılarına kadar ulaşmalarını sağlayan daha uzun seferler için bir yola çıkış noktası olarak kullanılmıştır. Bu metinin XII. yüzyılda yazıldığı sanılır, ama içerdiği hikâyeler daha geçmiş tarihlere aittir. Eserin başkahramanı olan Bjarni Herjolfsson, İzlanda’da yaşayan Norveçli bir çiftçinin oğludur. Güneşe bakarak denizdeki konumunu tespit etmesini ve uygun rüzgârları izleyerek rotayı tutturmasını bilen bu çok yetenekli denizcinin Grönland’a geçip oradan denizlere açıldığı ve Amerika’nın kuzey kıyılarına ulaştığı anlatılır. (Sayfa: 562-563)

VI. Yüzyılda Zaman, Yaratılış, Boşluk ve Hareket: Simplicius ve Philoponus, Antonio Clericuzio:
*
Tanrı, Zaman, Evren
*
Yoktan var edilmek
*
İmparator Justinianus’un (481?-565) Simplicius’un da ders verdiği Atina’daki Yeni-Platoncu felsefe eğitimine son verilmesini emrettiği yıl olan 529’da, Philoponus, Proklos’a (412-485) karşı, dünyanın ebediyetini konu alan bir eleştiri yazısı yazar. Philoponus yoktan var edilmeyi (creatio ex nihilo) savunur ve doğanın başka herhangi bir gücünden daha üstün kudrete sahip ilahi bir yaratıcının eseri olduğunu söyler. Bu anlayış hem Platon’un hem de Aristoteles’in felsefesine yabancıdır. Platon’a göre Yaratıcı-Tanrı amorf olan bir maddeye şekil verir, ama onu yaratmaz; Stagiralı filozofa göre ise hiçbir şey yoktan var edilmez, gök ilahi bir varlıktır, dolayısıyla da ebedi olmalıdır. Philoponus’a göre ise bir tek Tanrı her şeye kadirdir ve kudretinin sınırı yoktur, evrenin bütün diğer varlıkları ise sınırlı bir güce ve ömre sahiptir. Philoponus’un yoktan var edilmeye dayalı yaratılışçı anlayışı, Simplicius tarafından eleştirilir, çünkü önce hiçbir şey yapmayan, sonra belli bir anda unsurları yaratan, sonra -evren Tanrı’nın müdahalesi olmadan var olabildiği için- yine başka bir şey yapmayan Tanrı düşüncesi felsefi açıdan dayanaktan yoksun bir anlayıştır. Simplicius gibi pagan bir filozofun itirazlarının Hıristiyan filozoflar arasında bile saygı gördüğünü belirtmek gerekir, ilk yüzyıllardaki Hıristiyanların hepsi evrenin bir başlangıcının olduğu düşüncesini desteklemezler. Örneğin hem piskopos hem de Hıristiyan bir filozof olan Cyreneli Synesius (y. 370-413), Platoncu felsefenin etkisi altında kaldığından evrenin bir başlangıcının olduğunu ve bir sonunun olacağını reddeder. Philoponus, evrenin yaratılışına dair kendi anlayışını, Platon’un zamanla ilgili olarak Timaios’ta öne sürdüğü teoriyle tamamıyla uyumlu görür: Zaman evrenle beraber başlar ve ondan önce hiçbir şey yoktur.
*
Zaman ve dünyanın ebediyeti
*
Philoponus daha sonra Aristoteles’in dünyanın ebediyetine dair doktrinini reddeder. Dünyanın ebediyetinin Aristoteles’in sonsuzluk anlayışıyla uyumlu olmadığını kanıtlamak için başvurduğu savların büyük kısmı Stagiralı filozofun düşüncesine dayanır. Philoponus’a göre, evrenin ebedi olduğu kabul edilirse, fiili bir sonsuzluğun varlığını, ona bağlı olarak da sonsuz sayıda yılın ve zaman içinde yaratılmış sonsuz sayıda bireyin de varlığını kabul etmek gerekir. Ancak Aristoteles’in kendisi fiili sonsuzluğun varlığını reddeder. Dolayısıyla Philoponus’a göre, evrenin bir başlangıcı olmuş olmalıdır ve bir sonu da olacaktır. Philoponus, kişisel bir Tanrı’nın varlığını öne sürer ve yaratılışın dünyadan bağımsız olarak, Tanrı’nın özgür kararının sonucu olduğunu düşünür. Hiçbir hareket ve hiçbir varlık sonsuz olamaz. Evren sonu olan bir varlık olduğuna göre, sonsuza kadar yaşama kudretine sahip değildir. Dolayısıyla Philoponus, Aristoteles’e göre beşinci ve yok edilemez element olan ve ilahi varlıkları oluşturan eterin varlığını reddeder. Philoponus’a göre yıldızların farklı büyüklüklere ve parlaklığa sahip olması onları oluşturan maddeye bağlıdır. Aristoteles’in öne sürdüklerinin tersine gök cisimleri daha çok ateşten oluşan bileşik cisimlerdir; bu ateş, yeryüzündeki ateşlerde olduğu gibi, yakıtlarla beslenir. Bileşik cisimler oldukları için, yıldızlar da yok olmaya tabidir. Dünyanın ebediyetini, gök cisimlerinin yaratıldığını ve bozulmaya tabî olmadığını reddeden Philoponus, Aristoteles’in Meteora eserini konu alan yorumunda gökyüzü olgularıyla yeryüzü olgularının nedenlerini bir görür. Gök cisimlerinin özellikleri yeryüzü cisimlerinde de mevcuttur. Philoponus’un bu anlayışına karşılık Simplicius göklerin bozulmaya tabî olmadığını yeniden öne sürer; en eski astronomi gözlemleri bile gökyüzü hareketlerini ve yıldızlarla gezegenlerin değişmezliğini teyit eder. Simplicius’un Philoponus’a getirdiği bir başka itiraza göre, gök cisimlerinin maddesi yeryüzü cisimleriyle aynı olsaydı birbirlerinin üzerinde etkili olup kargaşa ve felakete neden olurlardı, oysa gökyüzünde değişmez bir düzen söz konusudur. Philoponus’un Simplicius’un itirazlarına cevabı ise, gök cisimlerindeki değişimlerin çok uzun zaman sürelerinde gerçekleştiği, dolayısıyla bunlardan haberdar olmadığımız ve onlara tanık olamadığımız şeklindedir. (Sayfa: 567-568)
*
Felsefe, Teoloji ve Philoponus’un Düşüncesinin Etkisi:
*
''Kilisenin 681 yılında mahkûm ettiği Philoponus’un eserleri Hıristiyan Batıda daha geç dönemde etkili olur. Müslüman filozof ve bilimadamı el-Kindi (?-y. 873) dünyanın ebediyetini konu alan eleştirilerinde Philoponus’un düşüncelerinden ilham alır. Philoponus’un şiddet hareketine getirdiği açıklama ise impetus teorisini ele alan Giovanni Buridano (y. 1290-y. 1358) ve Nicola Oresme (1323-1382) tarafından örnek alınır. Philoponus’un madde anlayışı ise Rönesansta Francesco Patrizi (1529-1597) tarafından ele alınır ve XVII. yüzyılda Galilei, Philoponus’un Aristoteles’in hareket doktrinine getirdiği eleştirileri geliştirir.'' (Sayfa: 571)

Edebiyat ve Tiyatro

Görsellerin Kaynağı: sacmaninbagladiklari.com/2022/03/31/infe...


Giriş, Ezio Raimondi ve Giuseppe Ledda:
*
20. yüzyılın en büyük edebiyat eleştirmenlerinden biri olan Ernst Robert Curtius’a (1886-1956) göre, Dante (1265-1321) ile antik bella scola şairleri arasında Limboda gerçekleşen ve Cehennemin 4. kantosunda tasvir edilen karşılaşma olağanüstü açıklayıcıdır. Yeni Hıristiyan kültürü ile klasik edebiyattan devralınan miras arasındaki o uzun ve zorlu karşılaştırma süreci, yani Hıristiyan ruhaniliğinin antikçağdan kalma edebiyat mirasıyla kaynaşması yoluyla Avrupa geleneğinin temelini atacak olan süreç burada sonuca bağlanır. (Sayfa: 574)

Antikçağın Mirası ve Yeni Hıristiyan Kültürü Klasik Miras ve Hıristiyan Kültürü: Boethius ve Cassiodorus, Patrizia Stoppacci
*
Antikçağın Bilgi Dağarcığı
*
Latin eğitim sistemi MÖ I. yüzyılda, geç Helenistik dönemin etkisi altında yedi disiplinden oluşan artes liberales (özgür bir insana yakışacak şekilde “liberal”) programını benimser; felsefe başta olmak üzere tüm üst düzey disiplinlerin kültürel temelini oluşturacak olan beşeri bilimlerin ilk teorik özeti Terentius Varro’nun (MÖ 116-27) günümüze ulaşmamış Disciplinarum libri [Disiplinler Üzerine Kitaplar] adlı eserinde sunulmuştur.
*
Augustinus ve beşeri bilimler


Hıristiyanlar sonraki yüzyıllarda genelde antikçağın eğitim sistemine ve özellikle beşeri bilimler kavramına karşı giderek daha eleştirel bir tavır takınır, ancak Augustinus’un (354-430) De doctrina christiana’da (Hıristiyan Doktrini Üzerine) ifade ettiği düşünce eski bilgilerin aktarım sürecinde bir dönüm noktası oluşturur. Augustinus, beşeri bilimlerin Hıristiyan ilmine erişmeyi arzulayanlara sağlayacağı eğitici katkının farkındadır; eğitim bu bakış açısıyla bir Hıristiyanlaştırma sürecine tabî tutulur ve artes liberales yeni bir anlam kazanıp, pagan yazarların incelenmesinde yararlanılan yöntemlerin kutsal metinlere de (Vetus et Novum Testamentum (Eski ve Yeni Ahit)) uygulanmasına izin verir.
Martianus Capella’nın (V. yüzyılda yaşamış pagan bir yazar) De nuptiis Philologiae et Mercurii (Filoloji ile Mercurius’un Evlenmesi) adlı didaktik eserinde alegorik olarak sunulmuş olan bu yedi disiplin, VI ve VII. yüzyıllarda tek bir eğitim müfredatı altında bir araya getirilir; bu müfredat, Beothius’un ve Cassiodorus’un düşünceleri ve sarf ettikleri gayret sayesinde geleneksel trivium (gramer, retorik ve diyalektik) ve quadrivium (aritmetik, müzik, geometri ve astronomi) sınıflandırılmasına tabî tutulur. Bu yeni kültürel ortamda Hıristiyan yazarlar antikçağdan erken ortaçağa aktarılmış olan bilgi dağarcığıyla yüzleşmek zorunda kalır. (Sayfa: 578)
*
Manastır Kültürü ve Monastik Edebiyat, Pierluigi Licciardello:
*
''Ortaçağ monastisizmi, birbirine karşıt gibi görünen iki eğilim arasında bölünmüş gibidir. Bunlar “gramer” ve “eskatoloji” veya edebiyat sevgisi ile Tanrı arayışıdır (Jean Leclercq). Keşişlerin hedefi Tanrı arayışıdır ve bunun için kültüre ihtiyaç yoktur; tam tersine İsa, müritlerini cahil balıkçılar arasından seçmiştir. Keşişlerin örnek aldığı tavır olan docta ignorantia [bilge cehaleti] dünyevi kültür konusunda cehalet içinde, ama Tanrı’yla ilgili konularda bilgili olmak anlamına gelir. Bilim ile ilim bu şekilde tam bir zıtlık oluşturmuştur. Ancak pratikte ortaçağ keşişleri edebi kültürü tanır ve ondan yararlanırlar. Manastır okulunda keşiş adayıyken edebiyat okur, edebi eserler yazdıkları olur, öğretmen olarak veya elyazmalarının kopyalamasında görev alırlar.'' (Sayfa: 584)
*
Monastik Teoloji:
*
Tefekkür, sevgi ve bilgi
*
Monastik teoloji Kitabı Mukaddes’i konu alan lectio [okuyup yorumlama] ve meditatio [düşünce] süreçlerine dayanır. Düşünce süreci aynı zamanda oratio [ibadet] anlamına gelir ve Tanrı’nın contemplatio [tefekkür] sürecine götürür. Contemplatio, keşiş ruhaniliğinde kilit bir kavramdır; uğruna her şeyden uzaklaşılan Tanrı, görkemli uzaklığı içinde de olsa «görülmeye» çalışılır. Tanrı sevilir ve arzu edilir. Ruhani ve duygusal bir bilgi şekli olan Tanrı sevgisi Ona ulaşmanın tek yoludur.
XI ile XII. yüzyıl arasında durum değişir ve teoloji yapmanın yeni bir yolu olan skolastisizm ortaya çıkar. Tanrı’yı duygusal olarak tecrübe etmenin yerini entelektüel arayış alır. Başlangıç noktası yine Kitabı Mukaddes’tir, ama bu kez Tanrı konusunda bir mantık sorunu için temel oluşturur; bu mesele (quaestio) zihinsel ve diyalektik terimler yoluyla çözülecektir ve bu çözüm (solutio) Tanrı’nın akılcılık yoluyla bilinmesi açısından bir adım daha atıldığı anlamına gelecektir.'' (Sayfa: 584)
*
Ortaçağda Bir Monastik Edebiyatı Var mıdır?
*
''Monastik dilin başlıca konuları, vazgeçiş -Tanrı’yı arzulama- Tanrı’ya yükseliş şeklindeki çileci seyri merkez alır. İlahi Ruh, tövbekârlığın yarattığı içsel ıssızlığa inerek insanı güçlendirir ve yeniler. Mistik ağıt, içi Tanrı’yla dolan insanı altüst eden o anlatılamaz mutluluğu sıcak ve somut bir şekilde ifade eder. Mistik birlik, ışık, ısı, tarif edilemez bir mutluluk, tutku ateşi ve gelinle damat arasında cinsel birleşme olarak tarif edilir. Tanrı’ya yükseliş, Mezmurlar Kitabı 54,7’ye göre inanç kanatlarıyla uçmak gibidir: “Uçup huzur bulmam için kim bana güvercin kanatları verecek? 0 zaman geze geze uzaklara gider, çöllerde yaşardım.” Seçilen yaşamın fedakârlıklardan ibaret olmasına rağmen, keşişlik cennet bahçesi gibi, Tanrı’ya ulaşmak için altından bir yol (via aurea) veya göklerdeki Kudüs azizlerin ebedi şehrinin yeryüzündeki beklentisi- gibi tasvir edilir. Bu gibi imgeler, en temel metin olup ezbere bilinen Kitabı Mukaddes’ten kaynağını alır. Yazarların kendiliğinden hatırladığı bu imgeler, anılar yoluyla muhteşem bir çağrışım oyununun bir parçası haline gelir.'' (Sayfa: 585-586)

Alegori ve Doğa, Irene Zavattero:
*
Ortaçağın başlıca özelliklerinden biri evrene yönelik simgesel-alegorik bakış açısında yatar. Doğa, üstün bir boyuta atıfta bulunan bir simge bütünü olarak görülür ve onu oluşturan unsurlar (hayvanlar, bitkiler, taşlar) kendilerine özgü özellikleriyle bu dünya ötesi atıfları şekillendirme işlerine sahiptir. Kitabı Mukaddes’te bulunan simgeleri yorumlayan “kutsal metin alegorileri”ne, bestiarium, lapidarium ve herbarium örneklerinde görülen, doğayla ilgili gerçeklerin ahlaki veya ruhani anlamının sunulduğu “ansiklopedik alegoriler” eşlik eder.
*
Alegorinin Tanımı
*
“Alegori”nin Yunancası allos (başka) ile agoreuein (pazar meydanı olan agorada halka açık konuşma) kelimelerinden oluşur ve “başka şey söylemek” anlamına gelir. Bu, retorik metaforla, ilk anda hemen anlaşılmayan ve kelime anlamından farklı olan soyut bir kavram, somut bir imge yoluyla ifade edilir. Bu imge genelde doğadan alınır ve bir insan, canlı veya cansız bir varlık veya bir eylem başka bir şeyin simgesi olarak kullanılır. Dolayısıyla alegori; figüratif veya mecazi veya gayri mecazi bir imge yoluyla “başka bir şey söylemek” anlamına gelir.

Alegoriler ve Simgeler


Modern Batı geleneğinin tersine ortaçağ insanları için alegori ve simge aynı anlama gelir (U. Eco, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, 1987). Ortaçağın, Yeni-Platoncu metafiziğinin yoğun etkisi altındaki patristik gelenekten miras aldığı evren kavramı, bir simge sistemi ve Tanrı’nın, insanlara ahlaki ve dini hakikatleri açıklayan mecazi dili olarak algılanır. Doğal dünyanın gerçeklerinde Tanrı’nın izleri aranır. Hayvanlar, bitkiler ve mineraller tasvir edilip incelendiği zaman amaç sadece özelliklerini tanımak değil, aynı zamanda onların ilahi anlamlarını keşfetmektir. Johannes Scotus Eriugena’nın (810-880) De divisione naturae’da kullandığı ünlü bir cümle, bu “metafizik pan-semiyotiği” çok güzel ifade eder: “Görünür ve somut olup da soyut ve kavranabilir bir anlamı olmayan hiçbir şey yoktur.” (Sayfa: 627)
*
Olağanüstü Kavramının Çekim Gücü
*
Elyazmalarında ve sanat tarihinde kayda değer izleri kalan bu örnekler, ortaçağda hem egzotik ve “farklı” olana doğru kaçış açısından en erişilebilir aracı oluşturduğundan, hem de tutarlı ve türdeş olması gereken bir kültürel sistemde şekil bozukluklarının nasıl yorumlanması gerektiği sorununu entelektüel düzlemde konumlandırdığı için aydınların ve sanat hamilerinin ilgisini çekmiştir. Bu bileşim, bu türün günlük yaşam ve inançlar üzerinde o kadar etkili olmasını sağlar ki, doğuya yapılan yolculuklarla ilgili hayal ürünü anlatımlar, Kristof Kolomb’un (1451-1506) Amerika’ya doğru yola çıkmasına neden olur. Amerika’da da Eldorado’dan Amazon Nehri’ne kadar bazı coğrafi isimler ortaçağ hayal gücünün izlerini taşır. Hem XIX. yüzyılın sanatsal ve edebi eserlerinde, hem de Grimm Kardeşler’den İtalo Calvino’ya (1923-1985) kadar birçok yazarın çocuk edebiyatı yazarken yararlandığı engin masal dünyasında ifadesini bulan romantik hayal gücünün büyük kısmının kökeni de ortaçağ metinlerine kadar uzanır. (Sayfa: 633)
*
Olağanüstü Kavramının Kategorileri
*
Olağanüstü kavramının ortaçağdaki örneklerini bize aktaran belgeler, son zamanlarda Jacques Le Goff (1924-) gibi, antropolojik unsurlara duyarlı ortaçağ araştırmacıları arasında rağbet gören inceleme konuları haline gelmiştir. Bu araştırmacılar, bu olguları hayal ürünü kategorisi altında toplayarak, mekânlarını (şatolar, manastırlar, saraylar, ormanlar, deniz, şehirler, öteki dünya), kültürel türlerini (Kitabı Mukaddes kaynaklı, klasik, Kelt, Germen) ve ifade şekillerini (rüyalar, düşler, ilmi yazılar, coğrafi tasvirler, siyasal simgeler) incelemişlerdir. Bu araştırmalar sayesinde, özellikle ortaçağın ve geç ortaçağın kaynakları temel alınarak, günümüzde çok yaygın olarak kullanılan bir sınıflandırmaya ulaşılmıştır: Antikçağın yazarları ve Avrupa halk bilimi yoluyla aktarılmış, Hıristiyanlık öncesi olağanüstü kavramı olan mirabilis; Şeytani özellikli doğaüstü olgulardan oluşan magicus ve genelde azizler aracılığıyla gerçekleştirilip Tanrı’nın tarihe müdahalesini içeren, mucizevi değil de doğal, dolayısıyla öngörülebilir bağlama konumlandırılan Hıristiyan olağanüstü kavramı miraculosus. Bu kategoriler sonradan, Baltrusaitis’in (1873-1944) tarihi sanatsal incelemelerini ve Hugo (1802-1885), Lewis Carroll (1832-1898) ile Tolkien’in (1892-1973) edebi icatlarını da göz önüne almış olan Tzvetan Todorov (1939-) tarafından derinlemesine incelenen hayal ürünü kategorisiyle de kaynaşmıştır: Narnia’d a n Yüzüklerin Efendisi’ne, vampirlerden perilere kadar uzanan bu para-mitoloji bütünü, ortaçağdan ilham alır ve günümüzde bile büyük başarı kazanmaya devam ederek yeni efsanelerle son derece gelişmiş bir edebiyat alanını ve sinema endüstrisini besler. (Sayfa: 633-634)
*

Avrupa Dillerine Doğru: İlk Örnekler, Giuseppina Brunetti
*
Avrupa’nın günümüzdeki dilbilimsel tablosu erken ortaçağın sonu ile geç ortaçağın başları arasında şekillenmiştir ve büyük kısmı Hint Avrupa kökenlidir. Avrupa’da sekiz dil grubu vardır. En önemli üç grup Latin, Germen ve Slav kökenli olanlardır. Bunların yanı sıra Kelt ve Baltık kökenli dillerle münferit diller (Yunanca ve Arnavutça) ve Indo-Aryan dili yer alır. Hint-Avrupa kökenli olmayan dil grupları arasında Fin-Ugor dilleri, Bask dili, Türkçe, Moğol ve Sami (Malta dili) dilleri sayılabilir. Modern dillerin (ve İtalyanca dahil olmak üzere Latin kökenli dillerin) uzun tanımlanma süreci yenilik ile kalıcılık, muhafaza etme ile farklılaşma arasındaki diyalektikle işler. (Sayfa: 649)

Gregorius Magnus ve Azizlerin Yaşam Öyküleri, Pierluigi Licciardello:
*
Edebi Eserleri
*
Son derece zengin olan mektup derlemeleri, kilise yaşamıyla ilgili çok çeşitli konulara değinir ve ortaçağ Avrupa’sında dine adanan hayatın maddi ve ruhani koşullarının incelenmesi için olağanüstü önem taşıyan tarihi bir kaynak oluşturur. Canterbury’nin misyoner piskoposu Augustinus’a (?-604) yazdığı ve pagan tapınakların yok edilmeyip Hıristiyan kiliselerine dönüştürülmesi gerektiği, bu şekilde eski ibadeti yok etmeden, insanlara onun yerini alan yeni bir dinin verilebileceğini anlattığı ünlü mektubu göz önüne almak yeterli olacaktır.
*
Tefsir yazarı Gregorius
*
Moralia in lob, Eyüb’ün Kitabı’nı konu alan uzun bir tefsir eseridir. Gregorius Magnus, peşini felaketlerin bırakmadığı, devamlı olarak sınanan, acılarla ve fakirlikle aşağılanan, ama yine de Tanrı’ya sadık kalan haklının hikâyesini kendi dönemindeki kilisenin ve insanların paradigması olarak görür. Eski Ahit’in Yahudi halkının Mezopotamya’ya sürgün edildiği trajik dönemde yazılmış olan kehanet kitabını konu alan Homiliae in Hiezechihelem [Hezekiyel’in Yirmi İki Öğüdü] adlı diğer tefsir eseri de benzer bir durum sergiler. Yazarın son tefsir eseri olan Homiliae XL in Evangelia [İncil Üzerine Kırk Öğüt], yazılışı açısından da farklı bir üsluba sahiptir. Bu eser, papanın çeşitli ayinler sırasında Roma halkına verdiği ve sekreterleri tarafından küçük levhalara yazılıp sonradan elyazması eser şeklinde yayımlanan vaazlarından oluşur. Gregorius Magnus’un kutsal metinin tefsir yazarı olarak sunduğu çoklu ve hayal gücü açısından zengin yorumlar genelde ahlaki, yani ruhani niteliktedir. Aziz Augustinus’u (354-430) örnek alan yazar, Kitabı Mukaddes’te insanları İyiliğe doğru yönlendirebilecek, onları felaket anlarında teselli edip göklerdeki anavatanlarına, yani Kutsal Topraklar’a götürebilecek bir Tanrı’nın sesini arar. Gregorius Magnus aynı zamanda mistik yaşamın, eylem ve tefekkürün bilge bir şekilde dengelenmesiyle gerçekleştirilecek Tanrı arayışının hocasıdır; bu anlamda monastik ruhaniliğin de babası sayılacaktır.
*
Regula pastoralis
*
Nitelikli papazlar için bir tür rehber olan Regula pastoralis [Papazlığa İlişkin Kurallar], kapsam açısından daha dar olmasına karşın önemi büyüktür. Bu eser didaktik türe ait kabul edilse de Gregorius Magnus’un ruhaniliğini ve mistisizm doktrinini sergiler. Nitekim yazara göre papazlar Tanrı arayışı ile topluma sundukları kamu hizmeti, yani tefekkür yaşamı ile faal yaşam arasında tam bir denge sağlamalıdır. Gregorius Magnus’un muhtemelen en önemli eseri olan Dialogi (593) erken ortaçağdaki azizlerin yaşam öyküleri türüne dahildir. (Sayfa: 669-670)


Düşsel Edebiyat ve Öteki Dünyanın Tasviri, Giuseppe Ledda:
*
Kitabı Mukaddes’teki İlk Örnekler ve Apokrif Vahiyler
*
Cehennem ve Cennet
*
Kitabı Mukaddes’te ruhların ölümden sonraki durumuna yapılan imalar oldukça geneldir, ama Yeni Ahit, ötedünya edebiyatının temelini oluşturacak iki mekân sunar. Vahiy, Kıyamet Günü’nün ve insanları ebediyette bekleyen kaderin tasviriyle sona erer: Günahkârlar “ateş ve kükürt gölü”ne atılırlar, iyiler de Tanrı’nın şanıyla ışıldayan, ama yeşim taşından bir surla çevrili, değerli taşlarla süslü altın binalardan oluşan göklerdeki Kudüs’e çıkarılırlar. Kitabı Mukaddes’in bir diğer metininde de insanların canlıyken öteki dünyayla ilgili deneyim yaşama olasılığı gözler önüne serilir: Aziz Paulus (I.yüzyıl), Korinthoslulara İkinci Mektup’ta
Cennet’e çıkarıldığını ve “insanın söylemesi yasak olan sözler” duyduğunu söyler.
Dolayısıyla Kitabı Mukaddes, öteki dünya hakkında bazı imalar sunar, ama konuyu tam ve ayrıntılı bir şekilde işlemez; bu türden bilgiler ise II ila IV. yüzyıl arasında kısmen Hıristiyanlaştırılmış metinler olan, ama daha eski bölümleri daha önceki yüzyıllara ait apokrif vahiylerde bulunur: Dördüncü Ezra Kitabı, Petrus Vahyi ve Hanok Kitabı.
*
Paulus’un düşü
*
Havari Paulus’un bizzat söz etmediği düşünün önce Yunanca (Paulus Vahyi, III. yüzyıl), daha sonra çeşitli dillerde olmak üzere farklı apokrif versiyonları ortaya çıkar. Latincede var olan farklı uzunluklardaki versiyonları Paulus’un Düşü olarak bilinir. Yunanca aslına en yakın olan en uzun versiyon, bu metinin, Paulus’un Tarsus’taki evinin altında gömülü bir sandığın içinde bulunduğunu anlatan bir önsöz içerir. Metin ayrıca, Korinthoslulara İkinci Mektup’un ilahi sırları açıklama konusunda dayattığı yasağı aşmak için, bu yasağı birkaç gizemli açıklamayla sınırlandırır ve onlar hakkında bir şey içermez, ama Başmelek Mikail’in, Paulus’un bu düşünün geri kalan kısmının açıklanması gerektiğine dair emrini içerir. Böylece Havari Paulus’un çeşitli peygamberlerle karşılaştığı, gökleri, melekleri ve göklerdeki Kudüs’ü gördüğü cennetin ayrıntılı bir tasviri sunulur. Ama Paulus yeni ölmüş birisinin ruhunun yargılanmasına tanık olur ve günahkârların işledikleri suçlara göre cezalandırıldıkları -ve Dante’nin cezalandırma sisteminin ilk versiyonlarından birini oluşturacak olan- cehennemi görmeye de götürülür. Cezalar daha çok vücudun farklı yerlerinin ateşten bir nehre batırılmasına dayalıdır, ama günahkârları yiyip yutan korkunç bir ejderha, onları rahatsız edip duran yılanlar ve solucanlar ve ruhların bazılarının içine atıldığı, berbat kokan bir kuyu söz konusudur. Bu metinin daha yaygın olan daha kısa versiyonları cennet kısmını atlar ve sadece cehennem kısmını içerir. (Sayfa: 674-675)
*
Düşler ve Azizlerin Yaşam Öyküleri
*
''Hıristiyan edebiyatının ilk yüzyıllarında, genelde cennetle sınırlı olan ötedünya düşü, azizlerin yaşam öyküleri türüyle iç içe geçer. Özellikle infaz edilmeyi beklerken onları bekleyen cennetin teselli edici düşünü gören şehitler konu edilir; Passio Perpetuae et Felicitatis [Perpetua ile Felicitas’ın Çilesi] (III. yüzyıl) ve Passio Mariani et Iacobi [Marianus ile Yakub’un Çilesi] (IV. yüzyıl) bunlara örnek teşkil eder.
Hieronymus (y. 347 420) bir mektubunda (Epistula 22, Eustochius), onu ölüm döşeğine düşüren yüksek ateşli bir hastalık sırasında gördüğü bir düşü anlatır: İlahi bir mahkeme karşısında, işlediği günahlardan dolayı yargılanır, ama bir daha günah işlemeyeceğine söz vererek, suçunun kefaretini ödemek için hayata dönme izni almayı başarır. Sulpicius Severus’un (y. 360-y. 420) Vita Martini [Martinus’un Hayati] eserinde de azizlerin yaşam öyküleri açısından yeniden ele alınan bu konu, düşlerde de sık sık kullanılacaktır.
*
Sabit bir anlatım planı: Gregorius Magnus’un Dialogi eseri
*
Bu türe hâkim olan anlatım planına göre ölüm döşeğinde yatan hikâyenin kahramanı birkaç saat sonra hayata döner ve çevresindekilere ötedünyayı görmeye götürüldüğünü anlatır. Gregorius Magnus’un (y. 540- 604, > 590) Dialogi eseri hem bu planın sabit hale gelmesini hem de tasvir açısından bazı ayrıntıların yaygınlaşmasını sağlar: İyiler yemyeşil, çiçekli ve güzel kokulu bir bahçede yaşar ve altından yapılmış, muhteşem binaların tadını çıkarırken, günahkârlar çok kötü kokan bir nehrin aktığı Cehennem’de ateşe sokulurlar. Ruhun yargılanması için ayrıca çok ince bir köprüden geçmek gerekir: Günahkârlar ateşin içine düşerken iyiler köprüyü geçip Cennet’e ulaşır. Bu köprü aynı zamanda ruhlar için mücadele eden meleklerle Şeytanlar arasındaki savaşa da sahne olur.'' (Sayfa: 675-676)


Muhterem Bede, Patrizia Stoppacci:
*
VII ve VIII. yüzyıllarda Britanya’nın kültürel ve edebi ortamının en önemli kişiliği, Muhterem Bede’dir; çeşitli ilim dallarında (azizlerin yaşam öyküleri, tefsir, gramer ve şiir) eserler yazmış olan Bede, erken ortaçağın en önemli etnik tarihyazımı eserlerinden biri olan Historia ecclesiastica gentis Anglorum’la ün kazanmıştır. (Sayfa: 678)
*
''Yaşamının tamamını Jarrow’un duvarları arasında geçiren ve hiç dışarı çıkmayan Bede zamanını öğrenim, eğitim ve yazarlık faaliyetleri arasında böler (kendi deyimiyle ana ilgi alanı semper aut discere aut docere aut scribere, yani sürekli öğrenmek, öğretmek veya yazmaktır). Bu katı öğrenim programı sayesinde çok geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilgi dağarcığına sahip olur ve nesirden şiire, tefsirden tarihyazımına, imladan vaaz sanatına, doğa bilimlerinden kronolojiye, pedagojiden azizlerin yaşam öykülerine uzanan birçok alanda sayısız eser yazar (Historia ecclesiastica’nın ekinde verdiği eser listesi, eksik olmasına ve kronolojik olarak sıralanmamış olmasına rağmen değerli bir belgedir).'' (Sayfa: 679)
*
Azizlerin Yaşam Öyküleri:
*
Martyrologium
*
''Bede’nin azizlerin yaşam öyküleri alanındaki en önemli eseri, ilk “tarihi şehit listesi” sayılan ve bu alanda daha sonra yazacak olanları (Florus, 7-y. 860 ve Usuardus, 7-869/877) derin bir şekilde etkileyecek olan Martyrologium’dur [Şehit Listesi]; eser, Katolik Kilisesi’nin andığı bütün azizler ve şehitler hakkında birer özet sunup (eski vitae sanctorum [azizlerin hayatları] ve passiones’ten [çileler] ilham alınan 114 paragraf), onların hayatlarını ve nasıl şehit edildiklerini anlatır.'' (Sayfa: 679-680)


Latin İlahi Sanatı, Giacomo Baroffio:
*
IV. yüzyıldan itibaren şarkıyla ifade edilen manzum dua örnekleri ortaya çıkar; bu türün en gelişmiş biçimi, litürjik ilahiler olacaktır. Roma Kilisesi tarafından kabul edilmesi XII. yüzyılı bulacak olan ilahiler bu arada geçit törenleri gibi başka kutlamalarda yaygın olarak kullanılırlar. Erken ortaçağda bu ifade türünün yanı sıra tek sesli şiirler ile Karolenj döneminde Frank litürjisinde Roma ayinlerinin kullanımından doğan gereksinimlere cevaben seguentia da ortaya çıkar. (Sayfa: 683)
*
GÖRSELİN ALTYAZISI: Aziz Ambrosius'un ilahisinin Garbagnati baskısındaki (1897,4 ve 7) iki melodik versiyonu (kışlık ve
yazlık). Milano litürji kitaplarına özgü Got-Lombard notasyonu burada da kullanılmıştır. (Sayfa: 684)

Bizans Dini Şiirleri, Gianfranco Agosti:
*
Geleneksel Şiir Türleri
*
Klasik vezinli dini şiirler
*
''Bizans dini şiirinin estetik ve ideolojik temelleri geç antikçağa (III. yüzyıl sonu-VI. yüzyıl) veya -Sergej Sergeevic Averincev’in (1937-2004) deyimiyle- Hıristiyan kültürünün, paganizmle aşırı derecede haşır neşir olduğuna inanılan şiire karşı çıkarılmasından vazgeçilen ve yazıt, ilim ve kehanet şiirleriyle başlamış gelenek sürdürülerek (kısmen Yahudi, kısmen Hıristiyan kökenli on dört kitaptan oluşan Sibylla Kehanetleri) klasik vezinlerle şiirlerin yazılmaya başladığı Antik-Bizans dönemine uzanır. Hem heksametron vezinlerden ve beyitlerden oluşan teolojik şiirler, hem de trimetron vezin şeklindeki zarif otobiyografik şiirler, ağıtlar ve hicivsel şiirler yazan Gregorius Nazianzenus’un (325/330-389) çok zengin ve son derece çeşitli şiir üretiminin dışında, geç antikçağın Hıristiyan şiiri neredeyse tamamıyla Kitabı Mukaddes temellidir, yani kutsal metinlerin heksametron vezinler şeklinde tefsirinden oluşur (Latin egemenliğindeki Batıda daha çok kullanılan bir tür).'' (Sayfa: 690)
*
Homeros’un Hıristiyanlaştırılması:
*
''Mısır’da IV. yüzyılda gerçekleştirilmiş ve yakın zamanda yayımlanmış bir papirüs sayesinde (düşsel metinler, ilahiler ve Kitabı Mukaddes metinlerinin yeniden yazılmış versiyonlarını içeren P. Bodmer 29-36) haberdar olduğumuz bazı girişimlerden sonra, V. yüzyılda Kitabı Mukaddes’i temel alan şairler kendilerini Eski ve Yeni Ahit’i Homeros tarzında yeniden yazmaya adarlar; Apollinarius adından birisine hatalı olarak atfedilen Mezmurların Açıklaması’nın yazarı ve Octateuchos’un [İncil’in Sekiz Kitabı], Zekeriya ve Danyal’ın tercümanı, İmparator II. Theodosius’un (401- 450, 408’den sonra imparator) kültürlü karısı Eudoxia (393-455) bu şairlere örnek teşkil eder. Burada söz konusu olan ideolojik varsayım, kültürlü paganlarla da diyalog kurma amacıyla Homeros’un Hıristiyanlaştırılmasıdır. Nitekim Eudoxia da, diğer şairler de, İsa’nın yaşamının Ilyada ve Odysseia’dan alınma yarım mısra veya tam mısralarla tasvir edildiği cento’lar yazarlar. Bu deneyler daha sonra tarihi ve yazarı belirsiz olan (IV ila XI veya XII. yüzyıllar arası yazıldığı sanılır) ve Euripides’i örnek alan, İsa’nın çilesini ve onun için duyulan üzüntüyü işleyen bir cento olan Christus Patiens [Acı Çeken İsa] adlı kısa bir şiirde tekrarlanacaktır.'' (Sayfa: 690-691)


Tiyatro
*
Muhalefet ile Direnme Arasında Kalan Gösteri Dünyası, Pandomim Oyuncularının Hıristiyanlığı Kabul Etmesi, Luciano Bottoni:
*
Kilise Babalarının kınamalarına ve aforozlarına meydan okuyan temsil ve tiyatro geleneği, Batı Roma İmparatorluğu’nun çökmekte olduğu yüzyıllarda bile var olmaya devam eder. Aktörlerin ve pandomim oyuncularının fiziksel cazibesi emirnamelere ve kınamalara ve hayatla tiyatro arasındaki ilişki gibi, Hıristiyanlığı kabul etmeye karşı direnir. Roma-Barbar krallıklarının Hıristiyanlığı kabul etmesi, aktörlerin ve her tür tiyatro gösterisinin toplumsal ve dini açıdan dışlanmasını beraberinde getirir.
*
Pagan Gösterilerin Çöküşü ve Unutulması
*
Kilisenin aforozu
*
Batı Roma İmparatorluğu’nun sona ermesiyle beraber antikçağın toplumsal ve kültürel dünyasında görülen çöküş, imparatorluk döneminde zirveye çıkan tiyatro ve gösteri şekillerinin ağır, ama önlenemez bir şekilde ortadan kalkmasına neden olur. Gladyatör karşılaşmalarından araba yarışlarına, naumachia’dan (deniz savaşlarının canlandırılması) vahşi hayvanlarla mücadele edilen venationes’e kadar tüm sirk eğlenceleri, önce Hıristiyan toplumlarının, sonra da kilisenin ahlaki kınamaları karşısında ortadan kalkar. Toga giymiş aktörlerin komedilerini ve aristokratik trajedileri süsleyen müzikler ve şarkılar (melos) yok olur; orkestralar (synphonia) giderek dansçılara (saltatores) ve pandomimcilere eşlik aracı olmaya indirgenir. Roma gösteri sisteminin çöküşü ve yavaş yavaş ortadan kalkması, temsil geleneğinin tamamını ve pagan bayram-gösteri ayinlerini birkaç yüzyıl boyunca sessizliğe ve unutulmaya mahkûm eder; bu dünyadan geriye kalan unsurlar -özellikle aktörlerle pandomim oyuncularının uygulamaları- Kilise Babalarının karşı çıkmasına, tartışmalara ve kınamalara rağmen aradan sızmayı başaran bilgiler sayesinde yeniden canlandırılabilir.
*
Tarihi belirleyecek olayların gerçekleştiği 476 yılından 20-30 yıl kadar sonra Arles piskoposu Caesarius (y. 470-542) öfkeli bir vaazında “pagan” gösterilerine değinerek (Sermones, 12, 4) onları ahlaksızlıkla suçlar; başka birçok rezil ve sahtekâr batıl inancın yanı sıra bu türden gösteriler de pompae diaboli [Şeytani geçit alayı], gösteriş, Şeytani icat ve faaliyet olarak tanımlanır. Ancak imparatorluk döneminin gösterilerinin ve tiyatro türlerinin aforoz edilmesi, Romulus Augustulus’un (459-476, >475) tahttan indirilmesinden çok önce başlar. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne paralel olarak gerçekleşen gösterilerin yok olma sürecine asıl katkıda bulunan unsur, Barbar istilalarından veya yeni krallıkların kısa ömründen çok, Hıristiyan Kilisesi’nin bu gösterilere beslediği şiddetli nefretti. Hıristiyanların görevi, hakaret niteliğinde kılık değiştirmeler, yüz ve ses değişiklikleri, duyguların simülasyonu yoluyla Tanrı’nın yaratıcı yönünü rezil bir şekilde taklit ettiği için Tanrı tarafından yasaklanan tiyatroyu tamamıyla reddederek paganlardan uzak durmaktır. Ancak bu pandomim şekilleri, kılık değiştirmeler, masklar, imalı hareketler ve fizikselliğin yarattığı cazibe tüm ahlaki kınamalara ve, teolojik temelli olanlar dahil, ihraç girişimlerine güçlü bir şekilde karşı koyar.
*
Her ne kadar 380 tarihli Thessaloniki Fermanı’yla Hıristiyanlık Devlet Dini olarak ilan edilirse ve Theodosius (401-450) bundan on yıl sonra Hıristiyanlığın izin verilen tek din olduğunu ilan ederse de, Kostantinopolis patriği Johannes Chrysostomus (y. 354-407) litürjiye pandomimlerin ifade ve hareket biçimlerini, fiziksel coşkusunu ve abartılı duygularını dahil ettikleri için Arius’un müritlerini kınar: “Kendilerini deli gibi gösteriyorlar, sallanıp galeyana geliyorlar, tuhaf sesler çıkarıyorlar, Ruhaniliğe aykırı şekillerde kendilerini ifade ediyorlar. Kutsal yerlere pandomimlerin ve dansçıların âdetlerini getiriyorlar.” (Sayfa: 696-697)
*
Dört Bir Tarafa Dağılan, Göçebe bir Tiyatro Geleneği
*
IV ila VII. yüzyıllar arası Avrupa’daki çeşitli halklar ve Roma-Barbar krallıkları Hıristiyanlığı kabul ederler. Kilise, Roma geleneğinin yeni krallıklara sunduğu örgütsel yapıyı ve merkezi yöntemleri devralır; buna bağlı olarak, tüm kültürel ve sanatsal faaliyetler, tüm piskoposluk merkezlerinde faal olan okullardan farklı monastik tarikatların büyük manastırlarına kadar dini kurumların mirası haline gelir.
*
Dört bir tarafa dağılan oyuncu aileleri
*
Görüldüğü üzere, dini ve toplumsal olarak dışlanmak, aktörlere ve günahkâr dönüşüm yeteneklerine bir darbe indirir. Parmaklarıyla konuşan ve müstehcen hareketler yapan, ama her türlü öyküyü canlandırmasını bilen pandomim oyuncuları, şehvet ve cinsel cazibe sergilemeye uygun pandomimleriyle, dansçılarıyla, hokkabazlarıyla ve ozan-müzisyenleriyle birlikte şehirlerin kapalı sahnelerini terk etmek zorunda kalırlar. Onlar önceden belirlenmiş, yazılı bir metine bağlı kalmaktansa doğaçlamaya dayanan, artık dağılmış olan bir tiyatro geleneğinden geriye kalanlardır. Dramatik yönleri litürjik ayinlerin arasına ve dindışı törenlerin sembolizmine sızmayı başarır. Daha sonra kelimelerle ve saray soytarılarının sesleriyle karşılaşacağı zaman, halkın beklentilerine uyarlanabilen, doğaçlama, sözlü bir geleneğe bağlı yaratıcı ön metinlerle faaliyet gösterecektir.
Bu gelenekten geriye kalanların göçebe olması, resmi bir bayramdan bir pazar yerine, resmi veya özel bir yıldönümünden bir düğün şölenine veya saray şölenlerine gezmeleri halk tiyatrosunun başkahramanlarının zorlukla da olsa hayatta kalmasına izin verir. Dört bir tarafa dağılan ve yerleşmek için bir yer veya kendilerini gösterecekleri fırsatlar aramaya devam eden oyuncu aileleri, aforoz, sınırlama ve resmi kınamalar açısından muğlak muafiyetler sağlayan uygulamalardan yararlanarak manastırlara veya piskoposluk merkezlerine sızmaktan geri kalmazlar. (Sayfa: 698-699)


Piskoposluk Okulları ve Mevsimsel Bayramlar Geleneği:
*
Bayramlar ve şehvet ruhu
*
Huzur bozucu yanları güçlü olan ve ahlaksızlığa açık olan pagan ayinleri, ilkbahara özgü olup Paskalya’dan sonraki cumartesi günü kutlanan Cornomannia gibi, yıl boyu katı bir disiplin altında tutulan alt ruhban sınıfından gençlerin parodi alanındaki bastırılmış enerjilerini Roma’da, Laterano’nun önündeki çayırlarda serbest bırakmalarına izin veren bazı mevsimsel bayramlar tarafından da özümsenir; din adamları ile dindışı kişiler, cemaat üyeleri ve kostümlü figüranlardan oluşan karışık bir topluluk hicivsel doğaçlama temsiller canlandırır. Geleneğe uygun şekilde/ müzik okulundan sorumlu olan başrahip öğrencilerin alaycı hareketleri arasında bir eşeğe biner, sonra şükran şarkılarıyla, komik skeçlerle, eşeklere ters bindirilip eşeklerin başlarına asılı para dolu tabaklara ulaşmaya çalışan başrahiplerin görüntüsüyle ortam giderek neşelenir. Bayramın sonunda rahipler ve -başları çavdar mahmuzuyla süslü olan- zangoçlar, tatlı ve börek dağıtımından sonra geçit alayı halinde on sekiz cemaat bölgesine dönerler. Onlar bütün evleri teker teker takdis ederken, papa da (coşkulu kalabalığın arasında kaçmaya çalışan geleneksel tilki dahil olmak üzere) armağan değiş tokuşunda bulunur.
Aslında parodi geleneğinin kutsallığa bulaşması, genelde pagan tapınaklarının uyarlanmasından oluşan ve inananlara daima açık kamusal alanlar olan kiliseler yoluyla da olur. Özellikle pagan kültürünü ve geleneklerini asimile etmeyi amaçlayan papaz, diyakoz ve rahiplerin yarı litürjik bayramları (sırasıyla 28 Aralık’ta kutlanan Masumlar Bayramı, 26 Aralık’taki Aziz Stephanos Günü ve 27 Aralık’taki Aziz Johannes Günü) bu şekilde kutsal binaları korkunç geçit alaylarına, maskeli şenliklere ve alt ruhban sınıflarının kaba hareketlerine açmıştı.'' (Sayfa: 700)
*
*
Karolenj Döneminde Tiyatro Türleri: Diyalog Şeklindeki “Çekişme” ve Şenliklere Özgü Pandomim Oyunları:
*
''Komik pandomim oyuncusu Crescentius’un canlandırdığı şarkılı ve danslı tablolar seyircilere eğlence sağlar. Crescentius, sunduğu olayların saygısız, komik ve gülünç niteliğini kekeleme yoluyla vurgular. Olay, Kral Yoel’in Ürdün Nehri’nin kıyısındaki Kana’da verdiği düğün ziyafetine dayanır: Bu ziyafete katılanlar, Eski ve Yeni Ahit’ten azami derecede kronolojik serbestlikle seçilmiş çeşitli kişilerdir. Kitabı Mukaddes’teki öykülerine bağlı ironik veya alaycı ayrıntılar bu kişilerin teşhis edilmesini sağlar. Âdem’in yanında yer alan Havva bir incir yaprağının, çoban Habil bir süt kovasının, Nuh bir geminin, Petrus da bir kürsünün üzerinde oturur, Şimşon’un yanında sütunları vardır, zavallı Eyüp de dışkıyla yetinmek zorundadır. Mezelerle birlikte parodi de giderek gelişir ve Davud arp çalarken Herod da dans etmeye başlar; Havva bir incir çalar, derken eğlence düşkünü topluluk akşam yemeği için giyinmek üzere soyunur. Yemeğin hazırlanmasına katkıda bulunmak gerekince İshak’a odun getirmek düşer, İbrahim kurban edilecek buzağıyı getirir, Kabil hayvanı öldürürken de Herodias kanını sağa sola saçar. Ziyafet sırasında ise bir gümbürtü kopar, çünkü İshak’ın oğlaktan, Tobit’in da balıktan yediği anlaşılır; Herodias’ın getirdiği tabakta Yuhanna için bir kafa, Petrus için bir kulak, Havva için bir kaburga ve Elizabet için vulva çıkar.
İçilen şarabın bir kısmının tanrılar onuruna yere dökülmesiyle, Kitabı Mukaddes konusunda uzman olan rahip ve papazlardan oluşan seyirciler karşısındaki bu karnaval benzeri, kutsallığa hakaret ortamı iyice bozulur. Nuh sarhoş olup sızar, Yakub diğerlerinin bardaklarını kafasına diker ve Yunus’un şarabı sulandırmış olmasından dolayı kavga çıkar.'' (Sayfa: 702-703)


Görsel Sanatlar, Giriş, Valentino Pace
*
Kamusal boyut
*
Constantinus (y. 285-337) ile Licinius’un (y. 250-y. 324) 313 yılında Milano’da yayımladığı ve Hıristiyanların inançlarını serbestçe yaşamasına izin veren emirname hem tarihin seyrinde hem de dini kamusal yapılar ve figüratif anlatım dili alanında önemli bir dönüm noktasıdır. Hıristiyanlar tarihte ilk defa, kendi dini gereksinimlerine uygun mekânlardan oluşan bir sistem yaratacak, bu mekânlara işlevsel nitelikler kazandıracak ve onları gerektiği şekilde donatacak duruma gelirler. O döneme kadar herkesin ancak kendi evinde veya sınırlı bir Şekilde, örneğin mezarlıkların dapdaracık boşluklarında ibadet ettiği din artık pagan mekânlarla ve tasvirlerle rekabet eden kamusal bir boyut kazanmıştır. XXI. yüzyılda yaşayan bizlerin IV. yüzyılda olanlar konusunda kesin bilgi sahibi olması çok zor, hatta imkânsıza yakındır; bu yüzyılın başlarında, 313 yılında Milano Emirnamesi yayımlanırken, sonlarında, Büyük Theodosius (y. 347 395) zamanında paganizm ve ona bağlı ibadet şekilleri yasaklanır. Dini inançları ne olursa olsun hiç kimse Hıristiyanlığın önü alınamaz ilerleyişini ve imparatorluğun merkezi Roma’da anıtsal binalar yoluyla kendini kanıtlayışını fark etmemiş olamaz; bu bağlamda yeni cemaat kısa süre sonra, resmi meşruiyet kazanımından kaynaklanması muhtemel bir coşkuyla, pagan geçmişlerinin izlerini ortadan kaldırma amacını edinir. Roma’da, Milano’da ve imparatorluğun kendi kentsel düzenlerini yaratıp pagan tanrılara olan inancının göstergelerini sergilediği diğer her yerde Hıristiyanların -Hıristiyanlığı kabul eden büyük kitlelerden aldıkları güçle ve aristokrat sınıfların artan desteğiyle- o tanrıların mekânlarına ve tapınaklarına kötü gözle baktığına şüphe yoktur. V. yüzyılda birçok binanın işlevselliği sona erecek ve büyük kısmı tamamıyla yok edilecekse de, sonraki yüzyıllarda hem resmi hem de özel kullanımda yeniden yararlanılmak üzere bu binaların pratik amaçlarla geri kazanılması için çaba sarf edilecektir. Hıristiyan sanatının temellerinin kaçınılmaz olarak dayandığı sosyo-kültürel bağlam dini ve seküler işleve sahip kamusal yapılardan oluşan bir sistem öngörür; sanat hamileri ile inananlar arasındaki temel iletişim ihtiyacı bu bağlamın kendini ifade şekli ve ritüel yöntemlerine dayanır. (Sayfa: 708)


Parçalanmanın Gücü ile Devamlılığın Gücü
*
Parçalanma ve klasik olanın yeniden doğuşu
*
Konstantinopolis’te ve imparatorluk sınırları içerisinde, ifade akımlarının en güçlü olduğu bölgelerde bile (örneğin Suriye-Filistin civarı) neredeyse hiç bilinmeyen, imgenin “klasisizm”inin parçalanması, Batı Avrupa’ya farklı düzeylerde ve farklı şekillerde nüfuz eder: Campania, Friuli veya Vizigot dönemi İspanya’sında olduğu üzere, Britanya Adaları’nın minyatürlerinde veya Akdeniz heykellerinde de benzer imgelere rastlanması son derece anlamlıdır. Tarihyazımında -hem kültürel anlamda hem de konumuz olan figüratif alanda- ilk büyük “Klasik Rönesans’ın temsilcisi olarak bilinen Karolenj döneminin olağanüstü önemi de bu bağlamda daha iyi anlaşılır. Karolenj döneminin, en çok siyasal açıdan karşıt olduğu ve galip geldiği yönden, yani Longobard dünyasından kaynaklanan deneyimlerden beslendiği de hatırlanmalıdır. Nitekim bize imkânsız gibi görünse de, Longobard döneminde biçimsel açıdan birbirinden çok farklı eserler üretilir, ancak bu eserlerin hepsi, piskoposlar olsun, krallar olsun, onlara değer veren “yüksek” sanat hamilerine yönelik üretilir: Bir yanda Ratchis Sunağı ve üzerinde Sigualdus’un adı olan levha, diğer yanda Callixtus Vaftizhanesi ve özellikle Tempietto başta olmak üzere birçok eser VIII. yüzyılın ortalarında, Cividale del Friuli’de üretilmiştir. Castelseprio’daki Santa Maria Foris Portas Kilisesi de, Cividale’deki Tempietto da, Karolenj dönemine ait olup günümüzde Viyana’da bulunan Taç Giyme Töreni İncilleri de, Klasisizmin ve simgesel düşselliğin -Bizans İmparatorluğunda normatif düzeyde kalan- kanonlarından ilham alan resim sanatının ne derecede itibar gördüğüne tanıklık ederler. Estetik prestij II. Otto (955-983) ile Bizans imparatoru I. Johannes Tzimiskes’in (y. 925-976) yeğeni Teophano (y. 958- 991) arasında 972 yılında gerçekleşen imparatorluk düğünü gibi, tamamıyla siyasal olan faktörler sayesinde de giderek daha da güçlenir.
*
Ortaçağ Avrupa’sında “Otto dönemi sanatı” adı verilen ve X. yüzyılın son yılları ile XI. yüzyılın ilk yıllarını kapsayan olağanüstü sanatsal dönem, sanat eserlerinin ve özellikle minyatürlü elyazması eserlerin ihtişamını Bizans İmparatorluğu’nun öğretilerine borçludur. Ancak bu dönemde yaşanan dorukların ve haklı ünlerinin ardında başka nedenler de yatar. Başyapıtları konu alan ideal bir tarihte, doğalcı gücü ve ifade sadeliği açısından Giotto’nunkilerle eşit yer verilmesi gereken Gero’nun Çarmıha Gerili İsa’sından yukarıda da söz edildi; buna Oberzell’de, Reichenau’da yer alan ve çok tahrip olmuş olmasına rağmen görüntü açısından olağanüstü bir etkiye sahip Sankt Georg resim dizisi de eklenebilir. Bu eserin merkezi nefin duvarlarında yer alan ve birbirini izleyen dört sahnesi ancak yüzyıllar sonra Assisi’de, San Francesco Kilisesi’nin nefinde resmedilmiş olan Aziz Francesco’nun öykülerinde benzeri bulunacak olan bir netlik, açıklayıcılık ve didaktiklikle sergilenir; ayrıca litürjik giysi ve donatımların da olağanüstü zenginliğine sadece birkaç örnek vermek gerekirse, bunların arasında Essen Altın Meryem Ana kutsal emanet mahfaza heykeli (973-y. 982) ile III. Otto zamanında yapıldığından haksız şekilde Lothar’ın Haçı olarak bilinen ve merkezinde şaşırtıcı bir şekilde Augustus’un büstünü içeren bir kameonun göze çarptığı eser yer alır. Bu son eser bir istisna teşkil etmez, çünkü birkaç nesil sonra (1056’dan önce) yapılmış olan ve Herimannkreuz [Herman’ın Haçı] olarak bilinen başka bir haçta İsa’nın başı yerine, Roma kaynaklı akik taşı üzerine Livia’nın başı işlenmiştir.
*
Konunun bu şekilde incelenmesi hiç şüphesiz şaşırtıcı olmanın yanı sıra eğiticidir de, çünkü bize XXI. yüzyılda yaşayan bizler ile o dönemde sanat hamisi veya sanatçı veya sadece kullanıcı olanlar, daha doğrusu inananlar arasında simgesel metin konusundaki temel zihniyet farkını gösterir.
*
Hıristiyanlık yönü güçlü olan bir sanat
*
IV. yüzyıldaki “resmi” başlangıcından X. yüzyıl sonu ile XI. yüzyıl başındaki büyük girişim ve eserlere kadar Avrupa’da ve Bizans İmparatorluğu’nda sanat temelde “Hıristiyan sanatı”dır. Her ne kadar bu denklem dönemin sanatsal ifadelerinin tamamını kapsamazsa da -çünkü bir yandan azınlık düzeyinde de olsa, İspanya ve Sicilya’da sanat “İslam sanatı”dır, diğer yandan da dindışı amaçlara sahiptir- bu dönemin sanatsal gelişiminin ardında yatan zihinsel yapıların bu inancın etkisi altında kaldığı doğrudur. Bu açıdan, Constantinus Porphyrogennetos’un (905-959) Byzantium’da Tanrı tarafından taçlandırılırken, Batı İmparatorluğu’nda da II. Otto’nun taç töreninde kullanılan ve son derece değerli fildişinden yapılmış, olağanüstü saltanat imgeleri büyük önem taşır. Keşiş Liuthard tarafından çok genç yaştaki İmparator III. Otto’ya sunulan İncillerin bir sayfasında (Aquisgrana, Kilise Hazinesi) imparator dünyayı simgeleyen figürün üzerinde, tahtta otururken tasvir edilmiştir: Tanrı’nın eli onu taçlandırırken, çevresinde simgeleriyle beraber yer alan dört İncil yazarı, imparatorun bedeninin ve kalbinin üzerine yazılarını serer, bu arada iki yanında iki dük imparatorun önünde eğilir ve daha aşağıda sıra sıra askerlerle din adamları yer alır.
*
Antikçağla devamlılık
*
İlk 1000 yılın yüzyılları boyunca gerçekleşenler bir parabol değildir (çünkü bu terim hatalı olarak bir doruk olduğu fikrini uyandırır ve temelde kalite konusunda öznel ve dolayısıyla tarih dışı olan yargılar öngörür); ifade yolu bütüncül ve “taklitçi” veya kopuk ve parçalı figürsellik olsun, iletişimin temel gereksinimlerini daima göz önünde bulunduran bir güzergâhtır. Antikçağın öğretilerinden, mirasından ve “Yunan-Roma” taşıyıcı ekseninden biçimsel olarak ayrılabilir ve şekiller açısından ayrılması kısmen gereklidir de, ama kullanım esası açısından ayrılması mümkün değildir. Baskın referans noktası paganizmden Hıristiyanlığa değişse de, ortaçağ antikçağın devamıdır. (Sayfa: 712-714)


Yahudiliğin Kutsal Mekânı, Luigi Carlo Schiavi
*
Yahudilikte Domus Ecclesiae’ın Kökeni
*
Toplantı mekânı olarak sinagog
*
“Toplantı mekânı” anlamına gelen sinagog terimi, İbranice Beit Kenesset’ın Yunanca karşılığıdır. Yahudiliğin kutsal mekânının ortaçağdaki tarihi için her şeyden önce Suriye-Filistin bölgesine bakmak gereklidir. Constantinus dönemi öncesinde Hıristiyan ibadet mekânlarında söz konusu olduğu üzere, V. yüzyıldan önce Yahudilikte de dini törenlere ayrılan mekânlar konutlar içerisinde sade odalardan ibaret olup biçimleriyle işlevleri arasında özel bir bağlantı yoktu. Günümüzde Suriye’de bulunan DuraEuropus, bildiğimiz en eski domus ecclesiae’yla sıkı mekânsal bağları taşıdığı için çok önemli bir örnek teşkil eder; buradaki ibadet mekânı küçük bir avluyu çevreleyen mütevazı odalardan oluşur. 245 yılı civarında sinagog büyütülmüş, önüne bir avlu eklenmiş ve günümüzde bilinen en eski Eski Ahit temelli resim dizileriyle süslenmiştir. Hahamların talimatlarının ışığında (özellikle İkinci Kudüs Tapınağı’nın yıkıldığı 70 yılından sonra) sinagogların Kudüs’e dönük olması, girişin tam tersi yönde olması ve Tevrat’tan mısraların elle yazılı olduğu bir parşömenin saklandığı, ahşaptan veya metalden küçük bir sandık olan mezuza’nın girişte yer alması gereklidir.
*
Bazilika planı
*
Sinagog aynı zamanda toplantı, eğitim ve iktidar mekânı olarak işlev görür. Sinagoglar V ila VIII. yüzyıllar arasında özellikle Filistin ve Gelile’de, Paleo-Hıristiyan bazilikalarının yapısıyla güçlü benzerlikler gösteren bir tipoloji sunmaya başlar. Gerçi II. yüzyılda bile Gelile’de (örneğin Capernaum) belgelenmiş olan bazı sinagogların benimsediği bazilika yapısı, bazı araştırmacıların bu sinagogların bölgede kurulan ilk Hıristiyan kiliselerinin inşa yöntemleri üzerinde doğrudan etkili olduğu yönünde varsayımda bulunmasına neden olmuştur. Dolayısıyla sinagoglar genelde uzun bir salondan oluşur ve bu salonun doğu kenarında Tevrat rulolarını içeren dolabın (Aron ha Kodeş) bulunduğu geniş bir apsis yer alır. Metinler, salonun ortasında veya dolabın karşısında bulunan bir platform veya kürsüde (bima veya teva) duran okur tarafından okunur. Dolap, Kudüs Tapınağı’ndaki yedi kollu şamdan olan Menorah’ı çağrıştıran bir lambayla (ner tamid) sürekli olarak aydınlatılır. Yer müsait olduğu takdirde kutsal mekân, giriş holü şeklinde bir avluyla kentsel dokudan ayrılır. Erkekler ile kadınların mekânları özellikle ortaçağ ortalarında kesin bir şekilde ayrı tutulur ve kadınlar törenleri kendilerine ayrılan ek bir odadan izlerler. Talmud’a göre sinagogun şehrin en yüksek binası olması gerekir. Arkeolojik kazılar sayesinde, III ile VIII. yüzyıllar arasına tarihlenebilen çeşitli sinagoglar hakkında bilgi sahibiyiz. Bilinen en eski sinagoglar Galile’de bulunan bir grup yapıdır, bunların arasında mutlak anlamda en eskisinin Eriha’daki olduğu sanılmaktadır. Beit Alfa Sinagogu (517-528) Örneğinde olduğu üzere, mimari açıdan ağırbaşlı bir tarza genelde şatafatlı mozaik süslemeler eşlik eder.
*
Batıda Sonra Gelişen Modeller
*
Biçimsel gelişmeler
*
Batıda ve özellikle Orta Avrupa’da Yahudilerin kutsal mekânları, bir veya iki neften oluşur ve çatıları farklı türden olabilir. 1000 yılından öncesine ait olup günümüze kadar ulaşmış sinagoglar hangi yerel mimari biçimlerin ve inşaat yöntemlerinin benimsendiğini saptamamıza izin verir. Worms Sinagogu bu açıdan önem taşır. 1034 yılında tek nefli olarak yapı inşaa edilen sinagog, 1175’te romanesk dönemin sonuna özgü ve yerel katedralinkiyle kıyaslanabilecek unsurlarla yenilenir ve 1213’te binaya, kadınlara ayrılan eski salona dikey olarak ikinci bir nef eklenir. En önemli çift nefli sinagoglar arasında Prag (1280), Regensburg (1227’den önce) ve ortaçağ sonlarına ait olan Krakov (XV. yüzyıl) sinagogları sayılabilir. Ancak tek salonlu uygulamalara da rastlanır (Speyer, 1096; Bamberg; Leipnick; Miltenberg). İspanya’da, özel litürjik ihtiyaçlar ile Mağribi etkiler arasındaki birleşimi gösteren ilginç örnekler vardır. Tam 23 sinagogun bulunduğu Sevilla bu durumun en önemli örneklerinden biridir, ama Toledo sinagogları da abartılı bir anıtsallığa sahiptir. Toledo’daki en eski sinagogun (XII. yüzyıl sonu) at nalı şeklinde kemerler taşıyan sekizgen sütunlarla bölünmüş beş nefi vardır ve örgülü bir motife sahip alçılarla ve sütun başlıklarıyla süslenmiştir. İkinci en eski sinagog olan El Transito’nun başlıca özelliği, yüksek düzeydeki süslemelerdir; 1357’de inşa edilmiş olan sinagog ahşap bir çatıyla kaplı olup zengin mozaik süslemelerine sahiptir ve pencerelerinde su mermerinden korkuluklar vardır. (Sayfa: 728-730)
*
Konstantinopolis, Andrea Paribeni:
*
II. Theodosius Dönemi: Şehrin Son Kentsel Gelişimi:
*
Stratejik kentsel gelişim
*
II. Theodosius döneminde başlayan şehri büyütme sürecinin stratejik öneminin anlaşılması gereklidir: Bu süreç belli bir demografik dürtü sonucu değil de aristokrat sınıfa ait bazı konutlarla manastırların yanı sıra uzun kuşatmalar durumunda surların dışındaki suyollarına ve tarım arazilerine bağımlılığı azaltacak devasa açık hava sarnıçlarının (Mocio, Aetios, Aspar) ve tarıma açık geniş alanların bulunduğu geniş ve prestijli bir bölgeye el koyma fırsatından kaynaklanır. Justinianus dönemine ait iki yeraltı sarnıcından anlaşıldığı üzere, su sağlama amacıyla eski şehrin merkezinde de olağanüstü yapılar inşa edilir; bazilikanın yeniden inşasından yararlanılarak ve yanı başındaki avlu kazılarak elde edilen 140x70 metre boyundaki ilk sarnıcın Türkçe adı olan Yerebatan Sarayı, küçük yelken tonozlara destek sağlayan ve yoğun bir şekilde yerleştirilmiş 336 sütunun oluşturduğu asalet yüklü, sihirli atmosferi mükemmel bir şekilde yansıtır. Başka yapılardan alınma, işlenmiş mermer, sütun kaideleri, sütunlar ve sütun başlıkları gibi devşirme malzemeler bu sarnıcın büyüsüne katkıda bulunur. Bunların arasında sonradan Mese’ye katılacak olan Severianus’un revağından alındığı sanılan ve sütun kaidesi olarak kullanılmış iki muhteşem Gorgon başı vardır (bir başka Gorgon başı da Forum Constantini’de bulunmuş olup günümüzde Arkeoloji Müzelerindedir). Bin Bir Direk gibi yine büyülü bir ada sahip diğer sarnıç kullanılan malzeme açısından çok farklıdır, ama mimari cesareti açısından bir o kadar çarpıcıdır; bu yapı bazı kaynaklarda adı Philoksenos olarak geçen sarnıçtır. Burada yer alan proconnesus mermerinden çerçeveler tamamıyla süsten yoksun olup bu sarnıç için üretilmiştir (üzerlerinde sayısız mermer ustasının akronimleri görülebilir); hünerli bir sistem sayesinde üst üste eklenmiş mermer parçalar yoluyla oluşan gövdelerden 448 sütun sayesinde bu sarnıç bir öncekinden daha küçük bir alan kaplar, ama yüksekliği neredeyse 15 metreye ulaşır. (Sayfa: 751)
*
Kudüs, Luigi Carlo Schiavi
*
Hıristiyan kültürü için çok önem taşıyan bir yer olan Kudüs, Roma idaresi altındaki dönemlerden itibaren hac yolculuklarının hedefi haline gelir. İznik Konsili’nden sonra İsa’nın bu dünyadaki yaşamı açısından simgesel önem taşıyan yerlerde kiliseler ve bazilikalar inşa edilmeye başlar: Kristolojik kutsal emanetlerin kültü yüzyıllar boyunca giderek yoğunlaşır ve Kudüs’ün karmaşık “durak” litürjisi ekümenin tamamı için bir model haline gelir.
*
Romalı Valilerin İdaresindeki Kudüs ve Golgota
*
İsa’nın ölümünden sonra şehirde gerçekleşen büyük değişimler
*
Kudüs’ün Hıristiyan kültürü açısından önemi her şeyden önce İsa’nın çilesinin, ölümünün ve dirilişinin mekânı olmuş olmasına dayanır. İsa, 30 yılı civarında, şehrin batı yönündeki surların hemen dışında, Şam yolu üzerinde Golgota veya Kalvari adlarıyla bilinen yüksekçe bir yerde çarmıha gerilir sonra da gömülür. Üç sinoptik İncil ile Yuhanna İncili, idam alan şehir dışındaki belli bir alanın olduğu ve mezarın kayalara oyulmuş, mütevazı boyutta bir oda olduğu, naaşın konduğu, duvardaki girinti şeklinde platformun bu odanın sağ duvarı kazılarak elde edildiği ve yamaçtan yuvarlanmış bir kayanın odanın dar girişini kapamaya yaradığı konularında hemfikirdir. Bunlar II. Tapınak döneminde Kudüs’te Yahudiler için kanonik gömülme şeklini oluşturuyordu. Büyük Herod’un (MÖ 73-4) torunu Herod Agrippa’nın (MÖ 10-MS 44) yaptırdığı surlar 44 yılında Kalvari bölgesini de içine alır, ama arkeolojik analizlerden de anlaşıldığı üzere, bu bölgede pek konut bulunmaz. Bundan 22 yıl sonra Romalı valilere karşı baş gösteren bir halk isyanını bastıran Titus’un (39-81) birlikleri 70 yılında şehri yakıp yıkarak Tapınak’ı yok ederler ve Tapınak bir daha inşa edilmez. Kudüs 130 yılı civarında Hadrianus (76-138) tarafından Aelia Capitolina adı altında yeniden inşa edilir; uygulanan geleneksel dik açılı planda iki ana eksen olan cardus maximus [kuzey-güney yolu] ile decumanus maximus [doğu-batı yolu] forum yakınlarındaki kesişme noktası bir tetrapilon’la [dört kapılı anıt] işaretlenir. Golgota’nın toprakla örtülüp üzerine paganlara ait kutsal bir bölgenin oluşturulmasının bu dönemde gerçekleşmiş olması muhtemeldir. Yahudilerle Yahudi Hıristiyanların Aelia’da oturması yasaktır, ancak II. yüzyılın ikinci yansında bile her iki topluluktan insanlar Hadrianus’un pagan inşa faaliyetleri tarafından yok edilmiş olan dinlerinin izlerini burada aramaya başlayacaklardır.
*
Silinmesi zor bellek
*
Ancak İsa’nın çarmıha gerildiği ve gömüldüğü yer Hıristiyan cemaatinin belleğinden silinmez. Golgota kısa süre içinde yerel hac yolculuklarının yapıldığı bir yer haline gelir ve 135 yılında toprakla örtülmüş olması bile bellekten silinmesine yetmez. Roma’da, Vatikan’ın nekropolünde Havari Petrus’un gömüldüğü yeri belirleyen küçük yapıda olduğu üzere, Kudüs’te de, Constantinus döneminde “yeniden keşfedilene” ve üzerlerine anıtsal ibadet yapıları inşa edilene kadar kutsal yerlerle ilgili bellek, sözlü gelenekler yoluyla muhafaza edilir. 160 yılı civarında -yani bu mekânın Hadrianus tarafından toprakla örtülmesinden 20-30 yıl kadar sonra- Sardis piskoposu Melito (?-190), Peri Pascha [Paskalya Üzerine] adlı yazısında Kalvari’nin yerinden kısaca söz eder. Bir sonraki yüzyılda Kapadokya’daki Caesarea’nın piskoposu I. Alexander (?-251) kutsal mekânları görüp ibadet etmek için Kudüs’e gider, Caesarea piskoposu Eusebius (y. 265-399) ise Onomastikon [İsim Listesi] adlı eserinde Kalvari’nin yeriyle ilgili olarak yerel halkın belleğini taze tutmak konusunda direnç gösterdiğini teyit eder. (Sayfa: 756-757)
*
Yeni İbadet Şekillerinin Doğuşu ve Gelişimi, Giorgia Pollio:
*
Hıristiyanlıkta kullanılan ibadete özgü resimlerin ortaya çıkışı, mezar portrelerinden paganizm dönemindeki ikonalara kadar uzanan geniş ve çok çeşitlilik gösteren bir repertuara dayanır. Resimler, kişisel inanç ortamından resmi ibadete geçişte, dramatik ritüelleri temel alan resmi kelime dağarcığında ve litürjide giderek imparatorluğu çağrıştırır hale gelirler.
*
Hıristiyanlıkta İbadete Özgü Resimlerin Başlangıcı; Tanrılar, Ölüler ve Kutsal Emanetler
*
İbadette kullanılan resimler
*
Hıristiyanlığın giderek Roma toplumuna nüfuz etmesiyle yeni din antikçağın pagan ritüel biçimlerini yok etmeye çalışır, başarısız olduğu zaman da onları kendi doktrinine uyarlayarak özümser. Takvimler bu olguya bir örnektir: 354 tarihli Philocalus Takviminin Depositio martyrum [Şehitler Listesi] bölümünde 25 Aralık’taki Sol Invictus [Yenilmez Güneş] Bayramı’nın yerini Noel alır. V. yüzyılın sonunda bile paganizm döneminden kalma gelenekler Hıristiyanlar arasında var olmaya devam eder ve Papa Gelasius (?- 496, > 492) cemaatin Lupercalia Bayramı’na [Sevgililer Günü] katılmasını engellemek için mücadele eder. Bu direnç ve asimilasyon tabii ki resimlerle olan ilişkileri de kapsar. Önce Yahudilerin sonra da Hıristiyanların her tür putperestliği engellemek amacıyla Tanrı’yı resmetme konusundaki kesin yasağı, her düzeyiyle ve katmanıyla resimlerde güçlü bir kimlik unsuru gören Roma toplumunun âdetleriyle hesaplaşmak zorunda kalır. Hıristiyan Kilisesi’nin başlangıçtaki hiyerarşileri kutsal tarihin ilmihal türünden resimlerine hoşgörülü yaklaşırken putperestlik formları olarak algıladıklarını da eleştirmekten geri kalmaz. 367 yılından itibaren Salamis piskoposu olan Epiphanius (y. 315-403), Filistin’in bir köyünde, bir kilisede, İsa’nın veya bir azizin tasvir edildiği bir parşömen görünce öfkelenir ve derhal kaldırılmasını emreder. Caesarea piskoposu Eusebius (y. 265-339, 313’ten itibaren piskopos) aynı yıllarda, İmparator Constantinus’un (y. 285-337) kız kardeşi Constantia’nın (293’ten sonra-y. 330) İsa’nın resmini kutsal sayma isteğine karşı çıkmak zorunda kalır. Din adamlarının bütün çabalarına rağmen kutsal resimlere duyulan ve zorlama olmayan bu inanç, Filistin’deki bir köyün cemaati ile imparatorun kız kardeşi arasında ortak bir nokta oluşturur.
*
Azizlerin tasviri ve kültü:
*
Bu kült resimlerinin ardında yatan ön belirtiler ve ilham kaynakları günümüzde de hararetli bir tartışma konusu olmaya devam eder. Tartışılan konular arasında imparatorluğun figüratif ve törensel anlatım birikiminin, daha doğrusu pagan ikonalarının varlığının ve mezar portreleri geleneğinin ne derece etkili olduğu, bu farklı âdetlerin ne derece birbirine karışıp beraberce etki sahibi olduğu ve yeni kült şekilleri oluşturduğu bulunur. Mısır’da, El Fayyum’da bulunmuş olan ve günümüzde Berlin’deki Mısır Müzesi’nde sergilenen, geç antikçağa ait pagan ilahlarını resmeden bir grup ikona söz konusudur. Bulundukları yerin özellikleri belirlenince, bu buluntuların kayda değer kısmının kişisel bağlamlardan kaynaklandığı anlaşılmıştır. Buna paralel olarak, kaynaklarda sözü edilen ilk Hıristiyan kutsal resim örneklerinin, resmi Kilise’nin dışında olan müminlerin veya hizipçi cemaatlerin kişisel girişimlerinden kaynaklandığı görülür. Dolayısıyla Hıristiyan lahitlerinin pagan lahit geleneğini sürdürmesine benzer şekilde, Hıristiyan azizlerle ilahların ikonaları da pagan ibadetindeki benzeri tasvirlerle devamlılık oluşturur. (Sayfa: 772-773)


Batı Hıristiyanlığının Figüratif Temaları, Alessandra Acconci:
*
III. Leo tarafından yürütülen restorasyon süreci:
*
''Longobardların 774’te yenilgiye uğratılmasından sonra Şarlman (742 814) Batının büyük kısmının gözünde Hıristiyan halkının tek lideri ve savunucusu olarak görülmeye başlar ve krallığının genişlemesi, Hıristiyan Roma İmparatorluğu’nun genişlemesi anlamına gelir. III. Leo, Roma şehri ve dini kurumları açısından bir hayırsever olarak rolünü büyük bir cömertlikle ve hem papanın Roma üzerindeki yetkisini hem de Papalık kurumunun imparatorlukvari yönünü yeniden ortaya koyma isteğiyle bağlantılı olarak yürütür. Roma’nın en önemli kamusal mekânlarının süslemelerinde güncel olayları veya yakın bir gelecekte meydana gelecek olanları -örneğin 800 yılının Noel döneminde Şarlman’ın San Pietro’da taç giyme törenini- ilan eden veya teorik açıdan meşru kılan siyasi temalar görülmeye başlar. Laterano yakınlarında bulunup günümüze ulaşmamış yemek salonunun apsisindeki süslemeler de (800’den hemen önce) bu duruma işaret eder; burada havarilerin misyonu, tarihin ilahi takdir şeklindeki görüşünün ve kralın Saksonlarla Avarlar karşısındaki zaferinin
ve pagan halkların Hıristiyanlığı kabul edişinin- simgesi olarak görülür. Zafer kemerinin üzerinde ise aralarında III. Leo ve Şarlman olmak üzere üçer kişi içeren iki paralel sıra figür yoluyla gerçek anlamda siyasi bir tema işlenir.'' (Sayfa: 802)


Kitaplar
*
Minyatürler ve değerli ciltler, ortaçağ elyazmalarında metinlerle resimler arasındaki ilişkinin ne kadar karmaşık olduğunu açık bir şekilde sergiler.
Resimlendirme alanındaki ilk girişimler özellikle Kitabı Mukaddes ve Eski Ahit’in en önemli kitabı sayılan Yaratılış’ta gerçekleştirilir; bu alandaki en eski minyatürlü örnek olan Cotton Yaratılışı (Londra, British Library, ms. Cotton Otho B. VI), Yunan dünyasından kaynaklanır ve V. yüzyılda veya VI. yüzyıl başlarında İskenderiyeli bir ressam tarafından yapıldığı sanılır, ancak günümüze sadece birkaç yanık sayfası ulaşmıştır. En görkemli kitap ise Suriye’den kaynaklandığına inanılan Viyana Yaratılışı’dır (Österreichische Nationalbibliothek, Vind. theol. gr. 31) ve Yunan dilindeki Septuaginta Kitabı Mukaddesinin kısa bir versiyonunu içerir; bütün sayfaların alt kısmı anlatımsal niteliğe sahip sayısız minyatürle süslenmiştir. (Sayfa: 808-809)
*
Kitabı Mukaddesler ve İnciller:
*
''Calabria’da, Squillace yakınlarındaki Vivarium’da, ölümünden sonra ortadan kalkan büyük bir kütüphaneden sorumlu olan Cassiodorus’un (y. 490-y. 583) isteği üzerine dokuz ciltten oluşan bir Kitabı Mukaddes yazılır. Bu kütüphaneden geriye kalan Codex Grandior [Daha Büyük Codex], Kitabı Mukaddes’in tamamını içerir. Northumbria’da başkeşiş olarak görev alacak olan keşiş Cheolfrid’in, 678 yılında Roma’ya yaptığı bir yolculuktan geriye getirdiği bu elyazması kitap, üç Kitabı Mukaddes için örnek teşkil eder. Bunların arasında tam olarak muhafaza edilmiş tek kitap olan Codex Amiatinus (Floransa, Biblioteca Medicea Laurenziana, ms. Amiat. I), Papa II. Gregorius’a (715-731 arası papa) armağan edilmek üzere üretilmiştir ve tam sayfa iki minyatüründen biri geç antikçağdan kalma bir örnekten kopya edilmiş bir Maiestas Domini’dir [Tanrı’nın Hâkimiyeti], İspanya (ama belki de Kuzey Afrika) kaynaklı olabilecek tek minyatürlü elyazması VII. yüzyıla aittir: Ashbumham Pentateuch’u (Paris, Bibliotheque Nationale, Nouv. Acq. Lat. 2334) Musa’nın Yunancada “pentateuch” olarak bilinen beş kitabının metinini içerir ve yüzden fazla sayfası muhafaza edilebilmiştir. 596 yılında Canterbury başpiskoposu Augustinus (?-y. 604) tarafından İngiltere’ye götürülmüş olan Evangeliarium (Cambridge, Corpus Christi College, cod. 286) günümüzde sadece iki resim içerir; bunların en önemli olanında Aziz Luka apsit benzeri bir mimari yapı içerisinde bir tahtta otururken resmedilmiştir, apsitin dayandığı dikmeler de Luka’nın metinini resmeden altı sahneyle süslenmiştir. Bu resim İtalya’da üretilen son resimlerden biri olup, aşağı yukarı bir yüzyıl boyunca kitap süslemelerinde insan figürleri ortadan kaybolur. VII. yüzyıl civarında Roma’da üretilmiş olan Aziz Augustinus’un Evangeliariumu, Britanya Adalar’ına özgü yazı tarzıyla alınmış notlardan da anlaşılacağı üzere, VII. yüzyılın sonunda İngiltere’ye ulaşır. Nitekim ortaçağda kitap süslemeleri alanındaki ilk adımlar, Romalılar tarafından fethedilmemiş olup kısa süre önce Hıristiyanlığı kabul etmiş olan İrlanda’da atılır; kutsal metinlerin Latincesi İrlandalılara tamamıyla yabancıdır, dolayısıyla bu eserin kazanılması için gerekli olan ilk şey, güzel resimler yoluyla işlemi kolaylaştırmaktı. Kuyumcuların metal süsleme işinde başvurdukları süs unsurlarından yararlanan ressam, geometrik ve hayvan biçimli motifleri düzenli bir şekilde geliştirir, onları bir araya toplar, karşı karşıya getirir ve kusursuz bir zevkle farklı renkleri bir arada kullanır. 650 ile 800 arasına tarihlenen dört İncil kitabı bu resim sanatının zirvesini temsil eder. Bu kitapların her biri içinde adı geçen manastırın adıyla bilinir: Durrow (Dublin, Trinity College Library, ms. A.5 [57]), Echternach (Paris, Bibliotheque Nationale, ms. lat. 9389), Lindisfarne (Londra, British Museum, ms. Neron D IV) ve dizinin sonuncusu Kells (Dublin, Trinity College Library, ms. 58). Bu eserler ada minyatür sanatının zirvesini konu alan bir tür ansiklopedi gibidir; ilk sayfada geliştirilen, soyut kavramlardan ilham alan sayısız anikonik motif, carpet style [halı tarzı] arka planı tamamıyla kaplar ve İncil yazarlarının son derece stilize edilmiş figürlerini içerir.'' (Sayfa: 809-810)


Doğu Hıristiyanlığının Figüratif Temaları, Francesca Zago:
*
İkonoklazm Öncesi Resim:
*
Anikonik süslemelerden antropomorfik süslemelere
*
Konstantinopolis’te ikonoklazm öncesi resim sanatının ne kadar çeşitli ve geniş kapsamlı konular işlediğini kaynaklardan öğreniyoruz. Justinianus’un yaptırdığı ve Bizans başkentinin en önemli kutsal yapılarından biri olan Hagia Sophia Kilisesi’nde başlangıçta tamamıyla anikonik olan süslemeler kısa süre içinde başlayacak olan ikonoklast süsleme temalarının habercisi gibiydi: Duvar ve tonoz yüzeyleri baştan sona çiçek, sarmal, yıldız motifleri, geometrik motifler ve haçlarla kaplıydı. Bu süsleme repertuarının mermer kullanımını tamamlayarak, kurtuluş mekânı olan paradeisos [Cennet] düşünü ilan etme amacı taşıdığı sanılır. II. Justinus (520-578) döneminde ise antropomorfik figürler kilise süslemelerine dahil edilmeye başlar. Hıristiyanlıkla ilgili konular işleyen ve figürler içeren duvar mozaikleri başkentte, sonradan Kalenderhane Camii’ne dönüştürülecek olan Bizans Kilisesi’nde keşfedilmiş önemli bir mozaik eserle belgelenmiştir. VI. yüzyıl sonları ile VII. yüzyıl başları arasına tarihlenen bu mozaik, Helenistik dönemi örnek alan figüratif eğilimlerin canlılığını gözler önüne serer.
*
Konsil resim dizileri
*
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarından itibaren imparatorluğun dört bir tarafında ve özellikle gerçek anlamda sapkınlıkların ortaya çıktığı Doğuda süregelen sayısız Kristolojik tartışma temelinde, Oğul’un Baba ile aynı doğaya sahip olduğunu ilan eden İznik Konsili’nden (325), İsa’yı ilahi ve insani olmak üzere “iki doğaya sahip, ama tek” olarak tanımlayan Kalkedon Konsili’ne (451) kadar, dini doktrini tanımlama sürecinde yer alan ekümenik konsil dizileri de ibadet yapılarında resmedilir. Nitekim Beytüllahim’deki Nativita di Cristo [İsa’nın Doğuşu] Kilisesi’nin (680-724) güney duvarında altı konsil tasvir edilmiştir. İsa’nın doğası konusundaki temel dogmayı çağrıştıran bu tercih, İsa’nın doğduğu yerde inşa edilen bir kilisede bu tercihe yönelik bir açıklama gerektirmez. Kilise modellerini örnek alan boyalı mimari unsurlar, Müslüman mekânlarda ve özellikle Kudüs’teki Kubbet-üs Sahra (691) ile Şam’daki Ulu Cami’de (705-711) yaygın olarak kullanılan, stilize edilmiş çiçek ve yapraklarla bezenmiş, üst üste dizilmiş vazolardan muhteşem bitki süslemeleriyle bir arada yer alır. VII. yüzyılda imparatorluk sarayında, VIII. yüzyılda da Kutsal Saray’a bağlı küçük Milion binasında görüldüğü üzere, konsil resim dizilerinde genelde imparatorun başkanlık ettiği piskopos toplantıları tasvir edilir. (Sayfa: 819-820)
*
Figüratif Sanatla Mücadele:
*
İmparatorluk sanatı ile dini sanat: İki ayrı güzergâh
*
İkonoklazm krizi (726-843) sırasında bir yandan tamamıyla yüceltme ve anma amaçlı figüratif imparatorluk sanatının devamlılığı sağlanırken, diğer yandan dini sanat kısmen Paleo-Hıristiyan kökenli simge ve süsleme repertuarlarına, geometrik, bitki ve hayvan biçimli motiflere ve Constantinus’un ve imparatorluğun paganizm üzerindeki zaferinin simgesi olarak çok sevilen haça döner. İmparatorluk sanatının anıtsal örneklerinden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır, bunlarla ilgili az da olsa sahip olduğumuz bilgiyi, sadece tasvirler ve Ptolemaios’un (y. 100-y. 175) Geographia’sındaki güneş arabası ve burçlar kuşağının resmi gibi antik görünümlü minyatürlerdeki yankılar yoluyla haklarında az da olsa bilgi edinebiliyoruz (Biblioteca Apostolica Vaticana, ms. Vat. Gr. 1291). Dini sanata gelince, Konstantinopolis’teki Hagia Eirene Kilisesi’nde bulunan mozaik haç bu alandaki en önemli sanatsal belgeyi oluşturur. Haç, Kapadokya’da ikonoklazm dönemine ait resimlerde görülür ve bazen ideolojik türden yazılarla bir arada yer alır. Kaynaklarda sözü edilen ağaç, kuş, stilize edilmiş çiçekler gibi diğer motiflere gelince, Kapadokya’da yaygın olarak kullanıldıklarına dair örnekler arasında Mustafapaşa yakınlarındaki Hagios Basilios ve Ürgüp yakınlarında, Karacaören’de yer alan ve Kapılı Vadisi Kilisesi olarak bilinen mezar kilisesi sayılabilir. Bu tür motifler Girit’te Hagios Nikolaos’ta, Naksos Adas’ında, Stavros’taki Hagios Artemios, Adisarou’daki Hagios Ioannis Theologos ve Hagia Kyriaki gibi küçük kiliselerde de bulunur. Son örneğin apsitinde bulunan, renkli şeritlerle birbirlerinden ayrılan iki freskli panoda beyaz fon üzerine kuş ve balıklar, küçük güller ve dallar resmedilmiştir. Saint Petersburg’taki iki Evangelarium (835 tarihli Gr. 53 ve Gr. 219,835) veya Sahte-Dionysios Areopagites’in (V veya VI. yüzyıl) resimlerden tamamıyla yoksun olan ünlü elyazması kitabı gibi ikonoklast minyatürlü elyazmaları da bunlara benzer repertuarlardan ilham almıştır.
*
Resim kültünün itibarının iade edilmesi
*
Paskalya öncesi Büyük Perhiz’in ilk pazar günü olan 11 Mart 843 tarihinde imparatoriçe Theodora, Patrik Methodios (843-847) eşliğinde, kutsal resimlerin yeniden takdis edilmesi için Bizans başkentinde, yer alan bir zafer törenine katılır. Hagia Sophia’da düzenlenen bir litürjik ayinle ikona kültünün itibarının iade edildiği resmi olarak ilan edilir. Bu olay IX. yüzyılın ortalarından itibaren Bizans başkentinin ve imparatorluk eyaletlerinin dini sanatı üzerinde hem var olan yapıların süslemelerinin yenilenmesi hem de yeni inşa edilen dini yapıların süslemeleri açısından kayda değer bir itici güç yaratır. Süsleme içeriklerine standart getirilmesi ve bir sisteme bağlanmaları X. yüzyıl sonu ile XI. yüzyıl başı arasında giderek ortaya çıkar ve imparatorluğun siyasal açıdan güçlenmesiyle beraber, “Orta Bizans” olarak bilinen süsleme üslubu, imparatorluğun hemen her yerinde ve sınır bölgelerinde kendini kabul ettirir. (Sayfa: 825)
*

Avrupa’da İslamın İhtişamı: İslam ve Mustarib Döneminde İspanya, Simona Artusi:
*
Endülüs: Emevi Hâkimiyetindeki İspanya’da Mimarlık ve Uygulamalı Sanatlar
*
Bazı kaynaklarda bu konuda farklı bilgiler bulunuyorsa da, 711 yılı çoğu kişi tarafından İber Yarımadası’nda İslam hâkimiyetinin başlangıcı sayılır. Yarımadayı fetih süreci, Vizigot Krallığı’nın iç mücadeleler, dini sorunlar ve Bizanslılarla ihtilaflardan dolayı zayıf düşmüş olmasından dolayı Müslümanların genişleme dönemlerinin en hızlı ve etkin askeri girişimlerinden biridir.
Kuzey Afrika’dan yola çıkan birkaç keşif seferinden sonra Müslümanlar, Arap ve Berberi kökenli bir orduyla Wadi Lakka’da Roderik’in (VII-VIII. yüzyıllar) ordusunu yenmeyi başarır ve Vizigotların başkenti Toledo’nun hâkimiyetini ele geçirirler.
Bu tarihten itibaren İspanya’nın orta-güney bölgesinde (Endülüs) Şam Emevi Halifeliği’ne (661-750) bağlı bir vilayet (711-756) oluşturulur. Bu ilk dönemde hem Arap-İslam (Suriye-Filistin, Mezopotamya) hem de Berberi unsurlarla yerel unsurlar (İberler, Bizans ve Geç Roma dönemi halkı) arasında gerçekleşen olağanüstü kültürel kaynaşmadan geriye sanat alanında fazla örnek kalmamıştır. Ancak Endülüs’te yeni bir darphanenin var olduğu bilinir: 711 yılında bile Kuzey Afrika modellerine dayalı paralar basılır ve 716 yılından itibaren Latince ve Arapça olmak üzere iki dilde yazılara yer verilir. (Sayfa: 834)
*
Kurtuba’daki Ulu Cami:
*
''Abbasi hanedanının (750-1258) gerçekleştirdiği katliamdan kaçmayı başaran, Emevi hanedanının hayatta kalan son üyesi Abdürrahman (731- 788) 755 yılında Endülüs’e ulaşır, Suriyeli ve Berberi göçmenlerin desteğiyle Kurtuba’da özerk Endülüs Emirliği’ni kurar (759-929). Bu dönem, İslam sanatının İspanya’daki en verimli dönemlerinden birinin başlangıcını oluşturur. I. Abdürrahman’ın isteğiyle Kurtuba’ya inşa edilen Ulu Cami, Emevi Hanedanının hâkimiyetinin simgesidir. Emirliğin İspanya Emevi Halifeliği’ne dönüşümü 929’da, III. Abdürrahman (y. 899-961) döneminde, Abbasilerin siyasal durumu ilk kriz belirtilerini göstermeye başladığı zaman gerçekleşir. İspanya Emevi Halifeliği, döneminde (929 1031) ve özellikle ilk iki halifenin zamanında sanat alanında çok yüksek düzeylere ulaşılır.'' (Sayfa: 835)


Tavaifi Mülûk Emirleri ve Murabıt ile Muvahhid Hanedanları:
*
''Murabıtları yine Kuzey Afrika kökenli bir Berberi kolu olan Muvahhidler (1147-1269) izler ve İber toprakları üzerindeki hâkimiyetlerini genişletir. Endülüs’te Hıristiyan tehdidiyle başa çıkmak zorunda kalır ve 1195’te Alarcos Savaşı’nı kazanmış olmalarına rağmen 1212’de Las Navas de Tolosa’da nihai bir yenilgiye uğrarlar. İşbiliye (Sevilla) idari merkez haline getirilir (ama Kurtuba kültürel başkent konumunu sürdürür) ve muhteşem binalarla süslenir. Ebu Yakup Yusuf (1163-1184) tarafından 1172 yılında yaptırılan ve kaynaklarda sıkça sözü edilen Ulu Cami’yi hatırlamak yeterli olacaktır. Dikdörtgen planlı, hipostil dua salonlu ve revaklı avlulu binadan geriye sadece Giralda adı verilen minare kalmıştır (bu döneme ait ve bu esere en benzer örnekler, Marakeş’te Kutubiye Camii’nin ve Rabat’ta Hasan Camii’nin minareleridir). İslam kökenli diğer yapılar arasında, I. Pedro’nun XIV. yüzyılda yaptırdığı tadilatla bir miktar değişime uğramış olan Alkazar ve surların Alkazar’dan Guadalquivir’e kadar uzanan kısmında yer alan Torre del Oro [Altın Kule] vardır.
Muvahhid döneminde tekstil alanında Murabıt gelenekleri sürdürülse de süslemelerde geometrik motifler ve yazıtlar ağırlık kazanır. Kitap yapma sanatının da en güzel örnekleri, geleneksel Endülüs yazı karakterinin kullanıldığı Kuranlarda görülür.
Bayad ve Riyad adlı roman (Biblioteca Apostolica Vaticana, ms. Ar.
368) İspanya’nın bu dönemine tarihlendirilen tek resimli elyazmasıdır.'' (Sayfa: 838)


Müzik
*
Giriş, Luca Marconi ve Cecilia Panti
*
Ortaçağda müzik algısı günümüzdekinden çok farklıdır. Günümüzde, Batıda müzik bir sanat (ses sanatı) ve/ya -Hans Heinrich Eggebrecht’in (1919-1999) ünlü Was ist Musik? [Müzik Nedir?] eserinde belirttiği üzere- “hem başlangıç hem de bitiş noktası duygu” olan bir ifade biçimi olarak görülür; oysa ortaçağ teorilerinde müzik her şeyden önce bir bilim dalıdır, scientia de numero relato ad aliud, yani sayının “diğer”le bağlantısıyla ilgilenen bir matematik disiplinidir (burada “diğer” hem fiziksel ses hem de düzen, oran ve ahenk bulunabilecek tüm diğer dünyevi ve ilahi gerçeklerdir). Antikçağın müzik algısını devralan ortaçağ insanları müzikle ilgili bilgileri mathesis [matematik başta olmak üzere ilim] alanına ait görürdü. Yani yine Eggebrecht’e göre “ars musica [müzik sanatı] matematiksel sanatlardan oluşan quadrivium’un bir parçası” olarak görülürdü. Nitekim müziğin bilim dalından modern anlamda sanata dönüşüm yolculuğu tam da ortaçağda başlar. Bu evrimi mümkün kılan birçok faktör söz konusudur, ama bunlardan biri bu süreci başlatmak açısından daha belirleyici olmuştur: Antikçağın müzik matematiğinin temel içeriğini Karolenj döneminde Katolik Kilisesi’nin resmi müzik dili olarak ortaya çıkan Gregoryen ilahi repertuarına uyarlama konusundaki nesnel gereksinim, Ars cantus [şarkı söyleme sanatı], o dönemin ibadetinden ilham alan somut müziğin teorik boyutudur.
*
Kuramsal düşünce ile uygulamalar arasında:
*
Müzik konusunda kuramsal düşünce ile müzik uygulamaları arasındaki sınır hattını izleyecek olursak, ortaçağın müzik dünyasındaki yolculuğumuz, antikçağ ile ortaçağ arasında bir tür köprü işlevi gören Kilise Babalarının yazılarındaki müzik algısıyla başlayacaktır. Nitekim Kilise Babaları, Platoncu-Pythagorasçı felsefi gelenekten dolayı matematiksel bir bilim olarak algıladıkları müziğe özel bir ilgi duyarlar, ama dini şarkıların dini törenlerdeki rolünden de söz ederek, Tanrı’ya yöneltilen müziksel bir şükür duası gibi erdemli uygulamalar ile dünyanın tamamının Yaratıcı’ya yönlendirdiği “müzik” arasında bağlantılar kurmaya çalışırlar. Dolayısıyla antikçağdan ve Platon (MÖ 428/427-348/347) başta olmak üzere geçmişin büyük filozof ve yazarlarından devralman, gökyüzü kürelerinin ahengi teması, Kitabı Mukaddes ışığında güncellenmiş ve yeni dini duyarlılığa uyarlanmış olur. (Sayfa: 868)
*
Dindışı müzik ve dans
*
Seküler müziğin evrimi ise çok daha çetrefillidir ve karanlık bir seyir izler. Notasyondan tamamıyla yoksun olan seküler müzik, ortaçağ aydınlarının, yani din adamlarının, ilgi alanlarının en uç noktasındadır, çünkü ancak kesinkes kınamalara konu olur. Dans da aynı kadere sahiptir; doğrudan tarihi yansıttığı şüpheli olan formlar yoluyla da olsa belgesel kaynaklarda geçer, ama her koşulda ortaçağ tiyatrosunun -hem dini hem seküler tiyatronun- bir o kadar karanlık olan gelişimine bağlıdır. Meydanlarda ve kiliselerde, kırsal kesimlerde açık havada veya kudret sahiplerinin evlerinde icra edilen dans, ortaçağda bedenle ilgili çelişkinin kendini en belirgin şekilde gösterdiği alanlardan biridir: Bir yandan kendini teşhir etme yolu, diğer yandan insanın içsel deneyimlerinin kaynağıdır; bir yandan günah mekânı, diğer yandan günahlardan arınma ve kurtuluş aracıdır. (Sayfa: 870)


Müzik Teorisi, Hıristiyan Kültüründe Müzik, Cecilia Panti:
*
Geç antikçağın Hıristiyan yazarları Yunan bilgi sistemine göre yetişmiş ve genelde Hıristiyanlığı daha olgun yaşlarında kabul etmişlerdi. Dolayısıyla onlara göre felsefe, pagan bilgi dağarcığından oluşur ve zorlukla da olsa Tanrı’nın yarattıklarının arasına dahil edilmesi, kutsal metinlerde açıklanan en üstün bilime, yani ilme açılan aşamalar olarak görülmesi gereklidir. İmparatorluk döneminde hazırlanmış ansiklopedilerde bilgi “beşeri bilimler” adı verilen yedi ayrı disiplin altında toplanır; bunlar dille ilgili sanatlar (gramer, retorik ve diyalektik) olan trivium ve matematikle ilgili sanatlar (matematik, aritmetik, müzik, geometri ve astronomi) olan quadrivium olmak üzere iki gruba bölünür. Trivium sanatları söylemin düzenlenmesine ve hakikatin ifade edilmesine temel oluştururken, matematik sanatları fiziksel dünyanın akılcı olarak kavranmasını sağlar. Birçok Hıristiyan yazar, yedi sanat ile Kitabı Mukaddes’e göre Süleyman’ın Tapınağı’nda bulunan yedi sütun, yani insanoğlunun sahip olduğu tüm bilgiyi elde ettiği ilmin yedi temeli arasında bir benzerlik kurar. Bu bağlamda müzik Platoncu- Pythagorasçı geleneğe göre, evrendeki ahengin kavranmasını sağlayan matematiksel bir bilim olarak algılanır. Nitekim Platon’un Timaios eserinde dünyanın ruhu matematik-müzik parametrelerine göre oluşmuştur ve yeryüzündeki tüm gerçekler bu ruhu az ya da çok yansıtır. (Sayfa: 871-872)
*
Ahenk bilimi ve litürjik şarkı teorisi:
*
''Kilise Babaları, ruhun yoldan çıkmasına yol açtıkları için dindışı şarkıları, enstrümantal müziği ve dansı kınar, dini şarkılara ve özellikle mezmurlarla ilahilere ise sıcak bakarken, onları hem teolojik açıdan, Kitabı Mukaddes’te Tanrı’ya şükür ilahileri hakkındaki sayısız alıntı yoluyla hem de felsefi açıdan, daha önce dendiği gibi, kozmik ahenge dair Yeni Platoncu kavramdan yararlanarak savunurlar. Bu alandaki en önemli belgelerden biri İskenderiye piskoposu Athanasius’un (295-y. 373) bir keşiş olduğu sanılan Marcellinus’a yazdığı mektuptur; bu mektupta mezmurların icrasında, ruh ve beden ahengini simgeleyen Kitabı Mukaddes kaynaklı kutsal kelimelerin ve sesin uygun şekilde modüle edilmesinin zihni sakinleştirdiği ve tefekküre hazırladığı öne sürülür. Mezmurların icrasının yanı sıra ilahiler de Kilise Babaları arasında çok rağbet gören bir konudur, hatta Poitiers piskoposu Hilarius (y. 315-y. 367) ve Ambrosius (y. 339-397) gibi bazdan ilahiler bile yazmışlardır ve ilahilerin, Ortodoksluğu savunma açısından da olmak üzere, inananlar üzerinde ne kadar etkili olduklarını kabul ederler. Milano piskoposu hem “şarkı” hem de “büyü” anlamına gelen carmen kelimesinin bu iki anlamından yararlanarak inancın hakikatini öne sürmek için müziğin büyüleyici gücünden de yararlanılması gerektiğini söyler.'' (Sayfa: 872-873)
*
Augustinus’un De musica Eseri: Ritmik ve Vezinli Müzik, Müzik Estetiği:
*
Duyu doktrini:
*
Augustinus, De musica’nın ilk beş kitabında izlediği bu akılcılık arayışını tamamlamak için, diğer kitaplardan daha sonra yazılmış olan altıncı kitabında ritmik sayının birleştirici ilkesine dayalı karmaşık bir duyu doktrini sunar. Duyusal ritim ruh tarafından algılanabilir, çünkü ruh da ritmiktir, yani maddi olmayan özü sayısal bir yapıya sahiptir. Ruh sayılar yoluyla, yani bedenin algılayıp hafızada sakladıklarına benzer ritimlerle işler. Dolayısıyla eğer dinlenen mısralar ruhun “sayısı”yla uyumluysa, dinlenmesi zevk verir, uyumlu değilse tatsız gelir. Zihinsel yargının sayıları, hafızada ve duyularda bulunan tüm diğer sayıların “komutanları”dır; insanın kaşınması gibi içgüdüsel hareketlerde bile uyumsuz hareketler yapmamıza engel olanlar bu sayılardır. Güzellik, tüm sayısal oranların en mükemmel oranı, yani eşitlik oranının (1:1) temel aldığını algılamakta yatar. Tanrı’nın insan ruhuna yerleştirdiği ebedi model budur ve yarattığı her şeydeki tüm oranları bu modele uyarlamıştır. Hem dünyanın ve insanın hem de güzellik kavramının temelinde yatan ritim ve ahenge saygı duyulması, bu evrensel yasanın ardında tek bir yaratıcının olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla Augustinus’a göre, “Tanrı’nın tüm canlıları yarattığı ve elverişli ve ahenkli olan her şeyi de yarattığına kesin olarak inanılması gerektiği” açıktır (De musica.Vl, 8,20). Augustinus bu söyledikleriyle Platoncu düşüncenin temel bir düşüncesini, yani sayı ile ahengin hakikate veya bir Hıristiyan için Tanrı’ya götüren yollar olduğunu Hıristiyan kültürüne tanıtmış olur. (Sayfa: 875)
*
İubilum
*
Anlatılması çok zor olan, ama Augustinus tarafından çok canlı bir şekilde tarif edilmiş bu şarkı türü, ruhun Tanrı’nın varlığını “duyma” mutluluğunu ifade ettiği eşsiz bir deneyimdir. Tanrı, ona şükretmek isteyen insanların yüreğine ses saliminin “doğru ölçüsü”nü önerir ve ses neşeli haykırışlarla kendini ifade eder. Kelimeler işe yaramaz: Nitekim iubilum, yani coşkulu şarkı söyleme şekli, hecelere, dolayısıyla da önceden kararlaştırılmış ritim ve vezin yapılarına uyarlanamayan Tanrı’nın aydınlatıcı kelimesini algılamaktır. Augustinus iubilum kelimesini kullanırken, çiftçilerin tarlada çalışmaktan yoruldukları zaman şarkı söylemeye başladıklarını ve bundan aldıkları zevkten dolayı şarkılarının bir çeşit ulumaya dönüştüğünü belirtir. Augustinus’tan önceki Latin Kilise Babalarının arasında iubilum, mezmurların tefsirinde İsrail halkının Tanrı’ya yönelttiği neşeli haykırış için kullanılır. Poitiers piskoposu Hilarius, köylülerin haykırışı olan iubilum’u, Kitabı Mukaddes’te sözü geçen bir tezahürat şekli olan ordunun muzaffer haykırışlarından ayırt eder. Aziz Ambrosius da iubilum kelimesini, mezmurların Davud’un geleneğine uygun ağırbaşlı şekilde değil de halk tarafından koro halinde söylenişi için kullanır. Ancak diğer Babalar’ın tersine, Augustinus iubilum’dan bireysel şükür şarkıları şeklinde söz eder. Günümüzde ise bu şarkı türünün, responsorium mezmurlarıyla bağlantılı uzun bir melisma* türü olduğu düşünülür, ama sadece Augustinus’un söylediklerine dayanarak gerçekten standart bir şarkı türü olduğunu düşünmek zordur.
*
Melisma: Şarkı sözlerinde yer alan bir kelimenin herhangi bir hecesinde birden fazla nota kullanabilme durumu. (Sayfa: 876)
*
Kürelerin Müziği:
*
Mondana, humana ve instrumentalis müzik
*
''Platoncu felsefeye dayanan Boethius’a göre sesin ve müziğin fiziksel olgusu, müziğin aslında ne olduğunun sadece bir yönünü oluşturur. Nitekim müzik, düzen ve ahengin var olduğu doğal olguların bütünüdür ve bu düzenin en yüksek ifadesi göklerin düzenli hareketidir. Bu düşüncenin biçim kazandırıldığı De institutione musica’da müzik üç türe ayrılır: kozmik müzik, insan müziği ve enstrümantal müzik; bu üç farklı gerçeklik “ahengin gücü” sayesinde birbirine bağlıdır. Mondana, humana ve instrumentalis şeklindeki bu ünlü ayrım, ortaçağdan itibaren Boethius’un müzik algısının en ünlü kavramlarıdır.'' (Sayfa: 880)
*
Kozmosun müziği:
*
''Nicomachus’la (y. 60-y. 120) aynı düşünceleri paylaşan Boethius’a göre gök cisimlerinin müziği seslidir, gezegenlerin hareketini belirleyen akılcı düzene tekabül eden “düzenli bir ton değişimi ilişkisi” sunar. Ancak gök cisimlerinin baş döndürücü dönüşünden kaynaklanan fiili müzik ahenginden kısaca söz eden Boethius, biri Nicomachus’un, diğeri Cicero’nun (MÖ 106-43) olmak üzere iki karşıt çözüme atıfta bulunur. Nicomachus’un yaptığı gibi gezegenlerin dönüşlerinde kat ettikleri ve müzik tellerine benzetilebilecek seyir göz önüne alındığında Satürn’ün, yörüngesi en uzun olan gezegen olduğu, dolayısıyla da sesinin kalın olduğu anlaşılır. Öte yandan Cicero’ya göre sesin yüksekliğiyle bağdaştırılması gereken seyrin uzunluğu değil, gezegenin dönüş hızıdır; dolayısıyla en ünlü gezegen olan Satürn, aynı zamanda en ince sesi üreten gezegendir. Boethius, bu iki farklı tezin yanı sıra ortaçağda kürelerin müziği konusunda başka çözümlere de sık sık atıfta bulunur. Bunlardan biri Yaşlı Plinius’un (y. 23/24-79) Naturalis historia’da [Doğa Tarihi] (II, 20) öne sürdüğü düşünce, diğeri de liberal disiplinler konusunda hem vezin hem de manzum bir eser olan De nuptiis philologiae et mercurii’nin. [Filoloji ile Mercurius’un Evlenmesi] yazarı pagan filozof Martianus Capella’nın (aktif olduğu yıllar 410-439) savunduğu düşüncedir.'' (Sayfa: 880)
*
İnsan müziği
*
Boethius’un müziğin tamamını altında topladığı insan müziği, bu kozmik ahengin yansımasıdır. İşitilmeyen bu müzik sadece içsel bir analiz sonucu algılanır ve bu şekilde ruhun ve bedenin insanın içinde oluşturdukları bileşimin harika bir orantıya sahip olduğu anlaşılır. Boethius burada Platon’un Timaios’ta sunduğu makro ve mikro-kozmik ahenk düşüncesine inandığını gösterir, ancak ruhsal açıdan doğru ahengin sağlanması için ruhun akılcı ve mantık dışı unsurlarının mükemmel bir denge halinde olması gerektiğini vurguladığı zaman Aristoteles’in (MÖ 384- 322) Ruh Üzerine (III, 9) eserinden açıkça alıntı yapar; Boethius’a göre ahenk daima karşıt şeylerin bir araya gelmesinden, karşıt unsurların bir arada var olmasından oluşur. (Sayfa: 881)
*
Müzik Uygulamaları:
*
Teksesli ve Çoksesli Kutsal Müziğin Başlangıcı, Ernesto Mainoldi:
*
''Constantinus’tan sonra Hıristiyanlar İncil’i duyurma görevlerini dindışı kurumlarla bağlantılı olarak yeniden ele alıp pagan kültürüyle de karşılaştırmaların yapılmasına neden olurlar; hem kitleler halinde imparatorluk vatandaşlarının hem de toplumun varlıklı ve kültürlü sınıflarından daha fazla kişinin kişilerin Hıristiyanlığı kabul etmesiyle apolojist amacın yanında pagan zihniyeti ve dini inancıyla da bir senteze varılır.
*
Pagan bayramları ile Hıristiyan bayramları:
*
Bu sentezin en belirgin göstergeleri, Hıristiyan bayramların pagan bayramlarına denk getirilmesinde görülebilir; örneğin Noel bayramı, kış gündönümünde yeniden doğan Güneş’in kültü şeklindeki pagan kozmik inancını, İsa’nın doğuşunu “adalet güneşi” olarak gören (Yunan-Bizans Noel troparion ilahilerinde böyle yazar) Hıristiyan inancına dönüştürmek amacıyla 6 Ocak’tan 25 Aralık’a alınır. Hem ilk yüzyıllarda yaşamış olan şehitlerin ve Hıristiyanlığı yayanların kültlerinin litürjik olarak düzenlenmesi hem de pagan ibadeti içinde, hem tanrıların hem de insanların dünyasına yakın olan, antikçağın kahramanları gibi ara figürlere Hıristiyan yorumu getirme ihtiyacı sonucu bayramların sayısı giderek artar. Litürji açısından bir başka büyük yenilik, ayinlerin Yunan-Roma resmi yaşamı bağlamında sivil veya dini amaçlarla kullanılan ve yeni dinin gereksinimlerine uyarlanmış yapılarda gerçekleşmesidir; bazilikalar ve tapınaklar böylece Hıristiyanlığın resmi ibadet mekânları haline gelirler.'' (Sayfa: 889)
*
Ortaçağ Enstrümanlarının İkonografisi, Donatella Metini: * Psalterium
Görsel Kaynağı: https://www.agefotostock.com/.../king-david.../DAE-96000390
Ancak ortaçağı en iyi temsil eden enstrüman hiç şüphesiz, Eski Ahit geleneğine Kral Davud’un bestelediği mezmurları seslendirirken eşlik için kullandığı psalteriumdur. (“psalterium”un aynı zamanda 150 mezmurdan oluşan corpus’un adı olması bir tesadüf değildir). Telleri parmakla çekilen, oldukça sade bir enstrüman olan psalterium, genelde trapezoit biçimli yassı bir ses tabelasından oluşur; bu tablanın üzerinde gerili duran tellerin altında bulunan uzun eğimli eşikler titreşim uzunluğunu değiştirir. Ses tablasının üzerinde üç rosetta vardır. Günümüze ulaşmış olan en eski psalterium tasviri, Santiago de Compostela’da (Galiçya) bulunur ve 1184 yılına aittir. Davud’la ilgili ikonografide bazen psalteriumun yerini alan küçük arp sonradan Davud’a eşlik eden tek enstrüman olarak görülür. Kitabı Mukaddes geleneğine göre hem mezmurların bestesini hem: de ibadetin müzikal düzenini borçlu olduğumuz Kral Davud (Cronache, 15,16-24) genelde hem Ahit Sandığı’nın taşınması hem de müzik enstrümanları çalmak ve Tanrı’ya şükür şarkıları seslendirmekle görevlendirilmiş Levililerin temsilcileri Eman, Asaf ve EtanTa dans ederken tasvir edilir. Kral Davud’un müzisyen, icracı ve besteci olarak tasviri, ortaçağda hem kutsal metinlerin hem de seküler metinlerin resmedilmesinde çok rağbet gören bir ikonografik konu haline gelir. Kastilya kralı Büğe X. Alfonso’nun (1221-1284) Cantigas de Santa Maria [Meryem Ana Şarkıları] eseri bu duruma ilginç bir örnek oluşturur. Kral, Meryem Ana’ya adanan müzikleri besteleyip metinleri yazdıktan sonra en önemli sayfalara (cantigas de loor) saray çalgıcılarının minyatürlerinin yapılması için emir verir; eserin başındaki görkemli minyatürde Kral Algonso, yeni dönemin Kral Davud’u gibi, yazman ve müzisyenlerinin arasında tahtta resmedilmiştir. (Sayfa: 902) * Düşler, Beden ve Dans Uygulamaları, Elena Cervellati: * Erken ortaçağda bedenle ilgili algılar kaçınılmaz olarak dans uygulamaları üzerinde de etkili olur. Bir yandan bedenin aşağılanıp çileye tabî tutulması, diğer yandan övülüp yüceltilmesi çok şiddetli bir gerilime neden olur; tiyatro mekânlarının harabelere dönüşmüş olmasından dolayı yetim kalan bedenler, halka açık meydanlarda veya kiliselerin içinde kendilerini sergilemeye devam ederler. Bazen düzensiz ve dehşet dolu, bazen de görkemli ve huzurlu olan bu gösteriler, döneme özgü davranış ve düşüncelere sıkı bir şekilde bağlı olan hareketin simgeleşmesini gözler önüne serer ve yayılmasına katkıda bulunur. (Sayfa: 903) * Bedenle ve Duyularla Çelişkili bir İlişki: * Genelde reddedilen bir katılık geleneği * ''Bedenle ilgili yaklaşımlar, erken ortaçağda geliştirilip Batı kültürünün en temel yönlerinden bazılarını şekillendiren düşünce ve davranış kalıplarına örnek oluşturur. Jacques Le Goff’un (1924-) une histoire du corps au Moyen Age [Ortaçağda Bedenin Tarihi] adlı kitabında belirttiği gibi, Hıristiyanlığın kolektif kimliğimize temel bir unsur olarak yerleştirdiği, bedenin aynı anda hem yüceltilip hem bastırılması, hem övülüp hem de yadsınması şeklindeki sorun bu dönemde ortaya çıkar. Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde (1976), Paul Veyne’in de La société romainé’de [Roma Toplumu] (2004) belirttiği gibi, cinselliğe yaklaşım ve içe dönük gözlem dahil olmak üzere bedenin bakımına gösterilen katılık açısından ilk Hıristiyan doktrinlerinin antikçağın stoacı inancını açık bir şekilde sürdürdüğü doğrudur. Öte yandan Ambrosius (y. 339-397) ve Augustinus (354-430) gibi Kilise Babalarının eğitiminde muhtemelen rol oynamış geç imparatorluk döneminin bilimsel kültürüne duyulan saygının, Hıristiyanlığı yeni kabul etmiş insanların bu kültürden uzaklaşmasına ve onu reddetmesine engel olmadığı görülür. Böylelikle, insanoğlunu algılamanın yeni bir şekli demek olan ve Hıristiyanlığın kurumsallaşmasıyla güçlü bir destek ideolojisi -ve uygun toplumsal yapılar ile düşünce kalıpları- edinen bir ayrılık oluşur.'' (Sayfa: 903) * Bedenin ruhun gereksinimlerine boyun eğdirilmesi * Le Goff’a göre ortaçağ gözyaşlarının armağan, kan ve spermin tabu olduğu, gülüşün yasaklandığı, rüyaların bastırıldığı, seçilmişlerin bedenlerinde İsa’nın yara izlerinin belirdiği; VI. yüzyılın ortalarından itibaren vebanın, VII. yüzyıldan itibaren de cüzzamın yayıldığı; ölülerin canlılarla bir arada olduğu, mezarlıkların kentsel mekânların merkezinde yer aldığı; canavarların, hipertrofik, deforme, kesik veya kırık çıkık vücutların, yarı hayvan, yarı bitki veya farklı cinsiyetlerde bedenlerin var olduğu dönemdir. Oysa Hıristiyanlık, seküler araçları yoluyla tam da bu yönleri ortadan kaldırmaya, bedeni pürüzsüz ve geçirimsiz, çarpıklıklardan, girinti ve çıkıntılardan yoksun kılmaya çalışır; fiziksel boyutu kutsal boyuttan ayırt etmeye çalışan bu süreç, dini litürjiye dahil olmayan yöntemlerle kutsal boyuta ulaşma imkânını ortadan kaldırmayı amaçlar gibidir. Çileci idealden doğan monastisizm o ideali kurumsal hale getirir: Zevkten feragat etme ve günahla mücadele, ruhun bedenin zindanından kurtulması için birer araç olarak görülür ve uygulanır. Oruç veya en azından bazı gıdalarla ilgili yasaklar- ve insanın kendi kendine uyguladığı ıstırap daha önceden beri söz konusu idiyse de, XI. yüzyıldaki monastik reformdan itibaren belli bir takvime göre yılın tamamına yayılır ve dindışı halkı da kapsar hale gelir. Gregoryen reformla ise beden üzerindeki kontrol cinselliği de kapsarve hem dini hem de sivil çevrelerde cinselliğin -evlilik içinde ve dışında- süreleri ve şekilleri belirlenir. (Sayfa: 903-904) * Kendini ifade etme ve sergileme aracı olarak dans: * Ortaçağda kabul edilen beden algısının dans üzerinde de etkili olması kaçınılmazdır; bir yandan seyirciler açısından kendini sergileme, diğer yandan kendini ve içsel düşünceleri ifade etme, ayin kutlama ve toplumsal ilişkileri yansıtma anlamına gelen dans, antikçağın tiyatro mekânlarının yok edilmesiyle artık kamusal meydanlarda kiliselerin içinde, kırsal bölgelerde veya nüfuz sahibi kişilerin konutlarında sergilenmeye başlar. Yine Le Goff’un dikkat çektiği üzere, ortaçağda “beden çelişkiler yumağıdır, ”çünkü günahın merkezidir, ama aynı zamanda, İsa’nın şehit edilmiş ve yüceltilmiş bedeninden anlaşıldığı üzere, günahlardan arınma ve kurtuluş aracı olabilir. Aracı ve temel maddesi beden olan dans da Kitabı Mukaddes’teki iki karşıt model -Kral Davud’un Tanrı karşısında sunduğu ağırbaşlı dans ile Salome’nin Herod’un şöleninde sergilediği zalim dansarasında gidip gelir. Beden konusundaki çelişki ve bedene atfedilen çelişkili değerler dansı da şekillendirir; bu sıra dışı özelliği sayesinde, akılcı ilmin sistemleştirici kapasitesine kıyasla sonsuz olana işaret çokluğunu temel alan dans yüksek ile alçak, maddi olmayan ile maddi olan arasındaki insana özgü bağlantıları ifade etme gücüne sahiptir. (Sayfa: 906)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...