#MustafaKemâlAtatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#MustafaKemâlAtatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2018 Perşembe

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal


Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i 1914'te kurmay yarbay rütbesiyle askeri ateşe olarak görevli bulunduğu Sofya'da kaleme aldı. Kitabın adının kaynağı ve büyük ölçüde de yazılış nedeni, çocukluğundan beri yakın dostu ve sonradan meslektaşı da olan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan adlı kitabıydı. Kurmay Binbaşı Nuri Conker, kitabında Osmanlı ordusunun uzun süredir ve neredeyse art arda yaşadığı başarısızlıkların sebeplerini tartışıyor; subayların sorumluluk ve görevleri üzerinden bu duruma çözüm önerileri getiriyordu. Kurmay Yarbay Mustafa Kemâl ise kitabında, yer yer onun kitabına doğrudan göndermelerle, aynı konuda kendi düşüncelerini, önerilerini dile getiriyordu.
Kitabın yazıldığı Nisan 1914'te, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının acıları henüz çok tazeydi; Birinci Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarını ise henüz kimse ufukta bile göremiyordu. Ne var ki, Hasbihal'deki endişeler haklı çıkmakta gecikmedi, savaş yıl bitmeden patlak verdi; büyük olasılıkla savaşla ilgili nedenlerden dolayı, kitabın basılması 1919'a kadar gecikti. Anafartalar muharebelerinde Mustafa Kemâl ile Nuri Conker, kitaplarında gündeme getirdikleri sorunlara yönelik çözümleri, başarıyla hayata geçirdiler.
Aralık 1918'de Mütareke İstanbul'unda Mustafa Kemâl, Fethi Okyar'la birlikte Minber gazetesini yayımlarken, beş yıldır bekleyen Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bastırdı. Hasbihal'in bu ilk baskısı 1000 adetti. Mustafa Kemâl bunlardan bir kısmını dostlarına dağıtmak üzere alıkoydu, kalanlar piyasaya verildi. Ancak Mustafa Kemâl'in Mayıs 1919'da, kitabın basımından altı ay kadar sonra Anadolu'ya geçerek İstanbul Hükümeti'yle ilişiğini kesmesinin ardından; Mütareke ve İtilâf Devletleri'nin İstanbul'u işgaliyle birlikte anılan Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin emriyle, piyasadaki bu kitaplar toplanıp imha edildi. Bu yüzden Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in bu ilk baskısından çok az nüsha günümüze erişebilmiştir.
Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün sağlığında, Hasbihal yeniden basılmadı. Ta ki 1956'da, Hasan Âli Yücel yeni kurulan İş Bankası Kültür Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayımlayana dek. Bu kitabı Ruşen Eşref Ünaydın sadeleştirerek yayına hazırlamıştı. İş Bankası Kültür Yayınları Hasbihal'in özgün metnini de, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi'nin eski yazıdan çevirisiyle, Atatürk'ün Askerliğe Dair Eserleri içinde 1959'da yayımladı. Ünaydın'ın edisyonu 1973'te, Cumhuriyet'in 50. yılında bir kez daha basıldı.
Yayınevimiz Atatürk'ün 125. doğum yıldönümü vesilesiyle, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bu kez hem özgün metni, hem de günümüz Türkçesine göre sadeleştirilmiş haliyle bir arada sunuyor. Hasbihal'in yazılmasına yol açan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan'ı da yine aynı biçimde, aslı ve sadeleştirilmişi paralel olarak ve de ilk kez Atatürk'ün eseriyle bir arada, bu edisyonda yer alıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın'ın 1956, Prof. Dr. Afet İnan'ın 1959 edisyonu için kaleme aldığı ve aşağıda derlenmiş bulunan sunuş yazıları da, hâlâ tazeliklerini koruyor..
Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal 1914 Mayısında Sofya'da yazılmıştır. Fakat ilk yaprakta da işaret edildiği üzere Birinci Cihan Savaşı boyunca şu bu kayıtlar yüzünden 1918'e kadar yayınlanamamıştır. Nihayet, Mustafa Kemâl'in öteden beri yakın arkadaşı ve Sofya'da iken elçisi Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918 mütarekesi başlarında İstanbul'da bir müddet çıkardıkları Minber gazetesinin matbaasında, her ikisinin de dostu ve gazete idaresi işlerinde vekili sayılan Doktor Rasim Ferit Talay'dan öğrendiğime göre, Mustafa Kemâl Paşa'nın arzusu ve emri üzerine bin nüsha olarak basılmıştır. Ve her nüshası yedi buçuk kuruş fiyatla satışa çıkarılmıştır. Bunlardan bir miktarını dostlarına hediye etmek üzere Paşa almıştır. Geriye kalanı da, Paşa Anadolu'ya geçip Babıâlice askerlikle münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit Hükümeti tarafından toplattırılarak yok edilmiştir..
Bendeki nüsha Büyük Adam'ın o zaman İstanbul'da iken el yazısı ve imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek bana vermek lûtfunda bulunmuş olduğu nüshadır. Bu nüshanın şimdiye kadar elimde kalmasını, eşim Saliha'nın -Mütareke'de gaalip bir İtilâf Devleti subayına verilmek üzere bir gün içinde eşyamızla birlikte apartmanımızdan kapı dışarı edilmek; İnebolu'ya geçerken, Ümit vapuru Anadolu'ya subay ve silâh kaçırmaktadır diye haber verilmesi üzerine Kızkulesi açıklarında İtilâf kontrolünce dört gün dört gece alıkonarak köşesi bucağı bavul, çuval aranıp taranmak; Buhârâ'ya sefâret memurluğu ile giderken Batum'dan öte bırakılmamak gibi sergüzeştlerde yabancı ele geçirtmeden; Anadolu içindeki taşınmalarımızda ve yurt dışındaki seyahatlerimizde ziyana uğratmadan sağlamış bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı kendisine burada bir daha teşekkür ederim.
Mütareke şartları içinde elde kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto ile basılmış pembe kaplı küçücük bir risâle kılığındaki Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal, yıllar yılı kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam, ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen sene Ulus'ta yayınladığım hatıralarda onun önemini belirttikten sonra gerekli ve yetkili kaynakların onu yeni harflerle bastırarak okurların gözü önüne bir an önce koymasını dilemiştim. Daha sonra da, ya doğrudan doğruya, ya dostlar yoluyla ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecek- kaynaklar iyi niyetler belirttiler. Hattâ tehâlük (büyük istek ve heves) gösterdiler. Bununla beraber, şimdiye kadar gerçekleştirici bir yürürlükte henüz bulunulmadı. Başvurduklarım arasında yalnız Hasan Âli Yücel bununla çok alâkalandı. Bendeki nüshadan bir kopya çıkarılarak eserin İş Bankası Yayınları arasında yeni harflerle basılması için teşebbüsünü esirgemedi. Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak Banka'ca bir hayır işine bağlanmasına çalışmayı o, üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla Büyük Adam'ın hatırasına gösterdiği bağlılıktan ve kültürümüzün zenginleşmesine ettiği hizmetten dolayı İş Bankası'na çok teşekkür ederim.
*
Ruşen Eşref Ünaydın
(Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in sadeleştirilmiş ilk baskısı için yazdığı önsözden.) (
Sayfa: VII-IX)
*****
Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s: XVII

*****

Meşrutiyet döneminde, Osmanlı ordusunun ilk göz önüne çıktığı Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım:
Senin ve benim; ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda birer beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmişti.?
Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım.
Sözgelimi, Mavi Kolordu'nun sağ kanadında hareket eden bir tümen komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun bildirilmesi -sorma yetkisine sahip birisi tarafından- rica edildi.
Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok.! Sebep.?!
Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep.? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu.
Sebep, edemezdi..
Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları.? 
Evet, bu merakı gidermek için tümen komutanın yanından ayrılarak, ''Karıştıran'' yönünde yürüyen alaylara katıldım.
Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim. ''Şimdi'' dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt çıkardı. ''İşte, iki yazılı emir,'' dedi, ''birini gece aldım; birini sabahleyin. Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık..''
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, ''Önce birinciyi ve sonra ikinciyi'' diyordu.
Niçin.?
Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini anlamıştı. Oysa alayı gidiyordu. Ama nereye ve niçin.?! Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını izleyen hiç kimse de bilmiyordu.
O halde nereye gidiliyordu.?
Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti..
Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek istemiyorum. 
Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü olmak gerekmezdi.
Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, ''Bazı noktalara dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi sayarız'' demiştik.
Ve demiştik ki, ''Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilir..''
''İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden -maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun gereklerindendir.''
Ve demiştik ki, ''Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh hallerini bilmemektir.
Ve rica etmiştik ki, ''Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.''
Ve açıklamıştık ki, ''Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları barınamayacakları gibi.. Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz..''
Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sakıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra;
''Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna izin vermez'' dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, ''Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları üzerlerine çekmekten çok, bu tür eyleri önleyecek biçimde konuşurlar.''
Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir..
Yok.. Yok.. O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve..
Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına koşarken..
Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken..
Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve hısımlarım, -içyüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler tarafından- düşmana bağışlanmışlar.
Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok, kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum.. (Sayfa: 6-8)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal
Mustafa Kemâl Atatürk - Zabit ve Kumandan ile Hasbihal,

Subay ve Komutan'ın ikinci bölümü çok önemlidir. Subay, kalp, güven kazanacak ve arkasına alacağı insanlara moral desteği verecek..
Bu bölümün başından sonuna kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra:
''Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi sanatıdır'' tanımına geri dönüyorum ve ''İnsanlar nasıl yönlendirilir.?'' diye bir daha kendi kendime soruyorum....
Bu soruya senin açıkladığın cevapları hatırlarken, sanki bir filozofun şu sözlerini de işitir gibi oluyorum:
İnsanlar ancak, emelleriyle düşüncelerinin ne olduğunun onlara anlatılmasıyla yönlendirilebilir ve yönetilebilir.
Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan başka bir şey olmayan eğilimlerinin ortaya çıkmasına aracı oldu.
İsa, zamanının sonu gelmez sefaletlerini anlayarak ve genel ıstıraplar devrinde dünyada yerleşmeye başlamış olan şefkat gösterme gereğini, din halinde yorumlayıp anlatmak yolunu bildi.
Napoleon, Avrupa içinde dolaştırdığı milletin, özelliklerinden olan askerliğin şanı ülküsünü somutlaştırdı ve kişiliğe büründürdü.
Kısacası, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; düşünceler ve bu düşünceleri onlara anlatıp tanıtan ve toplumun geneline yayan kimselerdir. Düşüncenin özelliği de hiçbir karşı çıkışın bozamayacağı mutlak bir biçimde kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, düşüncenin yavaş yavaş duygularla bütünleşerek inanca dönüşmesiyle mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün diğer mantık ve akla vurma yöntemlerinin hükmü olamaz.
Şimdi, bizim yönlendireceğimiz ve yöneteceğimiz insanların emelleri, düşünceleri, ruhlarında saklı özellikleri nelerdir.? Biz komuta edeceğimiz insanların hangi emellerini kendimizde ortaya çıkarıp somutlaştırarak onların kalplerini, onların güvenini kazanacağız.? Ve onlara moral güç kazandırmak için esin kaynağı olacak (hangi) araçları belirleyeceğiz.?
Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya geldiği gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz.?
Herhalde askerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev olduğu gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da Allah'tan ve Medine-i Münevvere'de yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize düşüyor.
Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi olmak koşuluyla.!
Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişilerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bilinen ve belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz.! (Sayfa: 13-14)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal

18 Ekim 2018 Perşembe

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk


Efendiler, tarih itiraz edilmez bir şekilde kanıtlanmıştır ki, büyük davalarda başarı için sarsılmaz bir yetenek ve güce sahip bir önderin varlığı gereklidir. Bütün devlet adamlarının ümitsizlik ve beceriksizlik içinde.. bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada, her yurtseverim diyen bin bir çeşit adamın, bin bir hareket şekli ve görüş gösterdiği kargaşalı bir dönemde, danışmalar yaparak birçok hatırlı ve etkili kişilere bel bağlama gereğine inanmakla, güvenli ve kararlı bir şekilde ve özellikle süratle yol almak ve en sonunda çok zorlu olan hedefe ulaşmak mümkün müdür.? Tarihte, bu yolla başarıya ulaşmış bir toplum gösterilebilir mi.? (Sayfa: 46)

******

Efendiler, hatırlıyorsunuzdur ki, ülkemizde ve Kafkasya'da incelemeler yapmak üzere Amerika hükümeti, General Harbord'un başkanlığında bir heyet göndermişti. Bu heyet Sivas'a geldi. 22 Eylül 1919 günü General Harbord'la uzun uzadıya konuştuk. Generale, ulusal savaşın amacı ve hedefi, ulusal örgüt ve birliğin ortaya çıkış sebebi, Hıristiyan unsurlara olan yaklaşımı ve yabancıların ülkemizdeki olumsuz propagandası ve eylemleri hakkında ayrıntılı ve kanıtlı olarak açıklamalar yaptım. Generalin bazı garip sorularıyla da karşılaştım. Örneğin, ulus, akla gelebilecek her türlü eylem ve fedakârlıkta bulunduktan sonra da başarılı olunamazsa ne yapacaksın.? Verdiğim yanıtta hafızam beni yanıltmıyorsa, demiştim ki:
''Bir ulus varlığı ve bağımsızlığı için düşünülebilen girişimleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarılı olur. Ya başarılı olamazsa demek, o ulusun ölmüş olduğuna karar vermek demektir. Dolayısıyla, ulus yaşadıkça ve özveriyle girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz.'' (Sayfa: 116)

*****

Tarihte bütün bir vatanı, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında, son bir avuç toprağına kadar karış karış kahramanca ve namusuyla savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu, o cevherde bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenler, komuta edebilme niteliklerine sahip bulunsun. 
Efendiler, komutanlar askerlik görev ve gereklerini düşünürken ve uygularken, kafalarını siyasi düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasi yönün gereklerini düşünen başka görevliler olduğunu unutmamalıdırlar.
Komutanların, emri altına verilen ulus evladını, ülke araçlarını, düşmana, ölüme yöneltirken, düşünecekleri tek nokta, ulusun kendisinden beklediği vatan görevini ateşle, süngüyle ve ölümle yerine getirmek ve sonuç almaktır. Askeri görev, ancak bu anlayış ve inançla yerine getirilebilir. Lâfla, politikayla, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz. Komutanlık görev ve sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle kafalarında güç olmayanların, kötü sonlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır.
Efendiler, bir komutanın tutsak düşmesi de bağışlanabilir. O zaman ki, askerliğin görev ve gereklerini yerine getirmekte ve uygulamakta elindeki gücü sonuna kadar, son süngü ve son nefese kadar kullandıktan sonra kanını akıtmak fırsatını bulamadan düşman eline düşerse..
Efendiler, bütün ordusu üstün düşman karşısında yenilip, kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını, düşman başkomutanının çadırına saldırarak ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür.
Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi kötü bir rastlantı ve kötü kader sonucu da olsa, düşmana tutsak düşmesini biz bağışlasak da, tarih bunu asla bağışlamaz ve bağışlamamalıdır. Türk inkılap tarihinin gelecek kuşaklara söyleyeceği söz ve uyarısı işte budur. (Sayfa: 336)

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

Ey Türk Gençliği!
*
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
*
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kasdedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
*
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! (1927) 

*****

Hilâfet konusunda halkın şüphe ve endişesini gidermek için, her yerde gerektiği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak belirttim ki, «milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına, işlerine, bağımsızlığına, ünvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştıramayız! Milletin kendisi, kurduğudevleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuz olarak da koruyacaktır!»Millete anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türk halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu bu kadar mantıksız bir görevi üzerine alamaz.Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi, Irak’ı elden çıkarmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz? dedim.
Halife’ye dünyaya meydan okutmak ve onu bütün İslâm dünyasının işlerinde söz ve yetki sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerinden beklemelidirler! Yeni Türkiye’nin ve Yeni Türkiye halkının, artık, kendi varlık ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur… Başkalarına verilecek bir zerresi kalmamıştır! dedim. Bir başka noktayı da halka iyice açıklayabilmek için şunları söyledim: Bir an için farz edelim ki, dedim; Türkiye söz konusu görevi kabul etsin… Bütün İslâm dünyasını bir noktada birleştirerek yönetmek gayesinde yürüsün ve başarmış da olsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki «bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat, biz bağımsız kalmak istiyoruz. İstiklâl ve hâkimiyetimize kimsenin karışmasını uygun bulmayız! Biz kendi kendimizi yönetmeye muktediriz. O zaman Türk halkının bütün bu gayret ve fedakârlığı yalnızca bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır? Görülüyordu ki, boş bir istek ve heves için, bir vehim ve hayal için, Türk halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin temelinde yatan esas bundan ibaretti.
Efendiler, halka sordum: Bir İslâm devleti olan İran ve Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı? tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü, böyle bir yetki devletinin istiklâlini milletinin hâkimiyetini ortadan kaldırır. Millete şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti, artık devam etmemelidir. Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimizi tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz. Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki yıl önce yayınlanan bir tarih yazdı. Eserinin son sayfaları «Dünya tarihinin gelecekteki safhası» başlığı altında bazı düşünce ve görüşleri içine almaktadır. Bu görüşlerin yönelmiş olduğu hedef «Un gouvernement fédéral mondial» yani «birleşik bir dünya devleti» dir.Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceğini ve böyle bir devletin önemli ayırıcı özellikleri ile ilgili tasavvurlarını belirtiyor; adaletin ve tek bir kanunun hâkimiyeti altında dünyamızın ne durumda bulunacağını tahayyül ediyor. Wells, «bütün hâkimiyetler tek bir hâkimiyet içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır» diyor ve «gerçek devlet, çağdaş hayat şartlarının bir zaruret haline getirdiği birleşik dünya devletinden başka birşey olamaz»; «hiç şüphe yoktur ki, insanlar kendi icatları altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmeye mecbur olacaklardır» görüşünü ileri sürüyor.
«İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük hayallerin sonunda gerçekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediği» ve «saldırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin, birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği» de bildiriliyor. Wells’in «Avrupa ve Asya’nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki parçasındaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir», «olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir» şeklindeki düşüncelerini de kaydedeyim. Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, Hristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren «birleşik bir dünya devleti» kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz. Türkiye’ye musallat olmamak şartıyla, hilâfetçileri ve Panislâmizm taraftarlarını memnun etmek için, bu tasavvur ve tahayyül bir dereceye kadar bizde de tasvir edilmişti. Ortaya atılan görüş şuydu: Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve diğer kıt’alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görürlerse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her toplumun biribirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır.
Tasarlanan bu bağımsız İslâm devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve «falan ve filân İslâm devletleri arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur.Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslâm devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır. Birleşmiş olan İslâm devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir» derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o «birleşik İslâm devletine hilâfet ve ortak meclisin başkanlığına seçilecek zata da halife ünvanını verirler. Yoksa, herhangi bir İslâm devletinin, bir kişiye bütün İslâm dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkisini vermesi akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir durumdur. (Sayfa: 
478-479)

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

‘’Beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak’’ önerisi üzerine Meclis’te yaptığım konuşmam:
*
Efendiler, konunun ne olduğunu ve Meclis’te yapılan görüşmeleri o güne ait tutanaklarda okumak mümkündür. Fakat yüce heyetinizi bu yükten kurtarmak için izin verirseniz, o oturumda yaptığım konuşmanın bir kısmını olduğu gibi sunayım:
*
‘Kanun önerisini okutmadan komisyona göndermek isteyen başkandan söz alarak şu görüşleri belirttim: ‘’Efendim! Bu Kanun önerisi özel bir amaç taşıyor. Bu özel amaç doğruca beni ilgilendirdiğinden, izin verirseniz, birkaç kelimeyle düşüncemi sunmak istiyorum. Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Salahattin ve Samsun Milletvekili Emin beyefendiler tarafından önerilen kanun tasarısı, doğrudan doğruya beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak amacına yöneliktir. 14. Maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız, orada deniliyordu ki:
*
‘Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerlerin halkından olmak şarttır veya kendi seçim bölgesi içinde yerleşmiş olması şarttır. Ondan sonra göç ederek gelenlerden Türk ve Kürtler yerleşim tarihlerinden itibaren beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.’
*
Ne yazık ki, doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. İkinci olarak, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim. Doğum yerim, bugünkü ulusal sınırımızın dışında kalmıştır. Fakat, bu böyle ise bunda benim kesinlikle bir kasıt ve suçum yoktur. Bunun sebebi, bütün ülkemizi, ulusumuzu bitirip yok etmek isteyen düşmanların, harekâtında başarılı olmalarına kısmen engel olunamamasıdır. Eğer düşmanlar tamamen amaçlarına ulaşmış olsalardı, Allah korusun, buraya imza atan efendilerin de doğdukları ve oturdukları yerler sınır dışında kalabilirdi.
*
Önerilen maddedeki koşullara neden sahip değildim?
*
Bundan başka, bu maddenin istediği şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş yıl devamlı olarak bir seçim bölgesinde oturmamışsam, o da bu vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği şartı yerine getirmeye çalışsaydım, İstanbul’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmalarımı yapmamaklığım gerekirdi.
*
Eğer ben bir yerde beş yıl oturmaya mahkûm olsaydım, Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır yönünde yayılan düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmaktan ibaret olan vatani görevimi yapmamaklığım gerekirdi.
*
Bu efendilerin istedikleri koşulları yerine getirmek isteseydim, Suriye’yi boşaltan orduların arta kalanlarından Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı savunma yapmamaklığım ve bugün ulusal sınırlar dediğimiz sınırları fiili olarak çizmemekliğim gerekirdi.
*
Sanıyorum ki, ondan sonraki çalışmalarım herkesçe bilinmektedir. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar çalışmış bulunuyorum.
Ben sanıyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı ulusumun sevgisini ve saygısını kazandım. Belki bütün İslam dünyasının sevgi ve saygısını da kazandım. Dolayısıyla, bu sevgi ve saygıya karşılık, vatandaşlık haklarından yoksun bırakılacağımı asla aklıma getirmezdim. Tahmin ediyorum ve ediyordum ki, yabancı düşmanlar, bana suikast yaparak, beni ülke hizmetinden ayırmaya çalışacaklardır. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayalime getirmezdim ki, yüce Meclis’te, iki üç kişi de olsa, aynı anlayışta kimseler bulunabilsin.
*
Dolayısıyla ben anlamak istiyorum. Bu efendiler, gerçekten kendi seçim bölgeleri halkının ciddi olarak duygu ve düşüncelerinin tercümanı mıdırlar?
*
Yine bu efendilere karşı söylüyorum; milletvekili olmaları bakımından doğal olarak kapsayıcı bir sıfatı taşıyorlar. Dolayısıyla, ulus bu efendilerle aynı düşüncede midir?
*
Efendiler, beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakma yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir?! Bu kürsüden, resmen, yüce heyetinize ve bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve yanıt istiyorum!’’
***
Ulusun hakkımda gösterdiği sevgi ve güvenin içten anlatımları
*
Bu sözlerim ajans ve basın yoluyla yayımlandı. Ulus, yaptığım konuşmayı ve yanıtını beklediğim soruyu öğrendi. Hemen, ülkenin bütün seçim bölgelerinin gerçek seçmenleri tarafından, halk tarafından Meclis Başkanlığı’na protesto telgrafları yağdı.
*
Kanun önerisine imza koyan milletvekillerinin de seçim bölgeleri halkı kendilerini ve kendileriyle aynı düşüncede olanları kınamakta gecikmediler. Ulusun, benim için gösterdiği bu sevgi ve güvenini içtenlikle belirtmesi bakımından değerli birer anı olarak saklamakta olduğum bu telgraflar, büyük bir dosya oluşturmaktadır.
*
Bu dosyadaki telgraflar, zamanında basında da yayımlanmıştı. Ben burada yalnız, bir seçim bölgesinin, Rize’nin bana çektiği bir telgrafı olduğu gibi bilginize sunmakla yetineceğim.
*
Üç milletvekili beyin, Seçim Kanunu hakkındaki bilinen önergesine Rize sancağı milletvekillerinin katılmayacağı düşüncesiyle bir şey yazmaya gerek görmemiştik. Şimdi Milletvekili Osman Efendi’den aldığımız mektupta, kendisinin o önergeyle ilgili ve muhalif gruptan olduğunu övünerek bildirmesi üzerine şu huşuların bilginize sunulması zorunluluğu doğmuştur:
*
1) (Övgü dolu ve içten sözlerden sonra) Şahsınıza ve saygıdeğer değerli çalışma arkadaşlarınıza karşı, Rize sancağı adına söz söyleyen ve size karşı aykırı düşünce besleyen ve bizce hiçbir kişilik ve mevkii olmayan milletvekilini lanetleriz. O, Rize sancağını temsil hakkında da sahip olamaz.
2) Şu zamanda, vatansızların bile katılamayacağı aykırılık ve bozgunculuk düşüncesini bize tavsiye eden milletvekili efendinin düşüncesine katılacak, Rize sancağında bir birey bile bulunmadığını, şükranlarımız ve saygılarımızla birlikte bilginize sunarız, efendim.
*
İmzalar 
(Sayfa: 485-487)

Mustafa Kemâl Atatürk - Nutuk

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...