#GalinaSerebryakova etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#GalinaSerebryakova etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Galina Serebryakova, Fransız Devriminde Kadınlar (Rusça Aslından Çeviren: Ahmet Açan)

Arka Kapak:
*
Galina Serebryakova Fransız Devriminde Kadınlar kitabıyla, bugüne kadar tarihçilerin, filozofların, sosyologların, sanatçıların söz ve fırçalarının kesintisiz ilgi odağı olan tarihi bir dönemi konu alırken öylesine titiz çalışmıştır ki okuyucu, uzman tarihçi olmadığı halde, yazarın, neredeyse iki yüzyıl boyunca bizden uzak kalmış geçmişin resimlerini görselleştirdiğini, büyük bir kısmı silinmiş olaylara ve yüzlere hayat verdiğini, dönemin rengi ve kokusunun yansıdığını, sadece yazarın yeteneği sayesinde değil, edebi çalışmaya girişilmeden önce büyük, özenli bir çalışma yapıldığını sezmiştir.
Galina Serebryakova'nın Marat'nın ölümüne neden olan Charlotte Corday'ın bıçağını 40 sou'ya satın aldığını, bunun kâğıttan kılıfı olan siyah saplı bir mutfak bıçağı olduğunu neredeyse tutulmuş bir tutanak kesinliğiyle tasvir etmesini yalnızca sanatsal hayal gücüyle açıklayamayız; yazar burada bir sanatçı olmaktan ziyade bir restoratör-tarihçi gibi çalışmıştır.
Fransız Devriminde kadın hareketi henüz çok zayıftı ve hiçbir şeyi mükemmel değildi. Halkın mücadelesini yükselten ana güçler, karşı devrimcilere, kudretli Avrupa devletlerinin koalisyonunun müdahalesine karşı çıktılar ve kadınlar bu adil kurtuluş savaşında, devrimin gelişimini hızlandıran bu kudretli halk hareketinde erkeklerle birlikte omuz omuza yürüdüler.
Ustalıkla yazılmış bu kitapta Galina Serebryakova'nın kadın kahramanları, tamamen başka bir ölçeğin tarihi karakterleridir. Fransız devriminin kadın portreleri, sadece betimlenen özelliklerin gerçekliği, tarihi resmin doğruluğu ile değil, aynı zamanda yazarın yeteneğinin ete kemiğe bürünmesiyle de dikkat çekiyor.
*****

ÖNSÖZ, Manfred Albert Zaharoviç (1906-1976):

*
''Önsözünü yazdığım bu kitabın, doğrusunu söylemek gerekirse herhangi bir reklama ihtiyacı yok. Kendi döneminde, ki 30'lu yıllarda çok kısa bir süre içinde 4 baskı yapmış ve 8 dile çevrilmişti. Tek başına bu gerçek bile romanın okuyucularda nasıl bir iz bıraktığını gösteriyor.'' (Sayfa: 5)
*
''Galina Serebryakova'nın kitabı, ilk satırlarından itibaren yazarın hikâyeyi anlattığı şehirleri, sokakları, olayları, insanları, şeyleri okuyucunun önüne görsel olarak koymasından çok önce biyografi türüne aittir. Genelde yazarın tasvir ettiği resim tam olarak çizilmez; okuyucu yalnızca özenle çizilmiş birkaç ayrıntı görür: ''Devrimci Cumhuriyetçi Kadınlar Kulübünün'' bulunduğu aziz Eustache kilisesinin gotik kasvetli salonundaki dar bir başkanlık masasını; tuhaf bir şekle sahip, büyük cilalı bir ayakkabıyı andıran Marat'nın öldürüldüğü banyoyu; La Force hapishanesinin tek kişilik hücresinde, sert kuru saplarıyla üzerine yatan insanı vahşice tırmalayan saman şilteyi.
Büyük bir kesinlikle aktarılan bu ayrıntılar okuyucuya güven aşılar, onları olayların doğruluğuna ikna eder; böylece yazar bu titizlikle anlatılmış ayrıntılar üzerinden henüz tamamlamadığı tarihsel resmin kalan bölümlerine geçer. (Sayfa: 6)
*
18. yüzyılın Fransız burjuva devrimi, modern zamanlar tarihindeki en büyük ve en önemli olaydı. Devrim, feodalizme karşı ezici, yıkıcı bir darbe indirdi, Fransa toparkalrını feodal çöplerden, ülkenin kalkınmasına engel olan feodal prangalardan temizledi. Burada Marx'ın şu ünlü sözünü hatırlamamak imkânsız:
*

''On sekizinci yüzyılın Fransız devriminin devasa süpürgesi, geçmiş yüzyılın bütün kalıntılarını süpürdü ve böylece modern devletin inşası için son engellerden toplumsal zemini temizledi.''

*

(Karl Marx, Fransa'da İç Savaş, K. Marx ve F. Engels, toplu yazılar, 18. yüzyıl, 2. bölüm, sf. 342) (Sayfa: 7)

*

''V.İ. Lenin şöyle yazar: ''Büyük Fransız devrimine bakınız. Ona boşuna büyük demediler.'' Ve Lenin daha sonra onu Büyük yapan şeyi anlatır: Devrim dünyaya, zaten kaçınılmaz olan burjuva demokrasisinin, burjuva özgürlüğünün temellerini attı; yenilgisine rağmen, sonraki tüm gelişmelerde öylesine derin ve güçlü bir etki yarattı ki ''19. yüzyılın tamamı, ki tüm insanlığa medeniyet ve kültür getiren yüzyıldır, Fransız Devriminin damgasını taşır.'' (V.İ. Lenin, toplu yazılar, 29.cilt, sf. 342) (Sayfa: 7)

*****
*****
İlk Fransız devrimi, esas olarak bir halkın burjuva-demokratik devrimi olduğu için, önünde duran görevleri sonuna kadar yerine getirebilir, feodalizme karşı mücadelede onu tamamıyla yenilgiye uğratıp klasik bir burjuva devrimi haline gelebilirdi. Gerçi burjuvazi, bir bütün olarak bakıldığında o dönemde genç, ilerici, devrimci bir sınıfken ve devrimin başındayken, sadece halk kitleleri devrimci olaylara olağanüstü güç ve kapsam katmışlardı. Devrimde halk kitlelerinin yaratıcı katılımı, feodal baskıyla öldürülen, işkence gören, ezilen milyonlarca insanın uyanışı, yeni dünyanın şafağını efendisinin malikânesinin cayır cayır yanan alevlerinde gören yoksulların kararlılıkları ve anavatanlarını savunma isteği, işte tüm bunlar devrimin güçlerini yenilmez kıldı. Devrimin başkahramanı halktı, harekete geçti, devrimi ilerleterek yükselen bir çizgi boyunca gelişmesini sağladı. Kitlelerin yaratıcı katılımı -toplumsal arzu ve heveslerinin tam olarak tatmin edilmesini uman köylüler, kentli plebler, devrimi bir aşamadan diğerine daha yükseğe taşıdılar: Burjuvazi Feuillantların egemenliğinde karşı devrimci bir pozisyona yuvarlanmış, daha sonra Jironden burjuvazinin egemenliğine girmiş, onlar da seleflerinin akıbetini yaşadıktan sonra Jakoben diktatörlüğünün en yüksek ve kahramanlık aşamasına geçmişlerdi. Ve halk kitleleri elbette devrimin sınıf içeriğini değiştiremedi, Jakoben safhasında bile burjuva kaldı. Her burjuva devriminin özünde var olan sınırlamalar -halk kitlelerinin devrimci yaratıcılığı, devrimin her safhasında onun yarattığı kurumlarda derin izler bıraktı. Dahası, devrimci süreçte halk kitlelerinin cumhuriyetin sayısız düşmanına -iç ve dıştaki karşı devrimci güçlere- karşı mücadelede oynadıkları belirleyici rol, Fransız Devriminin en kendine özgü özelliklerinden birinin en yüksek aşamada ortaya çıkmasına neden oldu: Burjuva devriminin sorunlarının plebist yöntemlerle çözülmesi. Toplumsal mücadeledeki bu aşırı gerginlik, devrimin büyüklüğü ve ihtişamı, onun kahramanlığı, dramatik karakteri, tüm sosyal sınıfların, partilerin ve grupların rolünü meydana çıkaran olağanüstü derecedeki zengin sosyal içeriği, tüm bunlar yazarları kışkırttı ve 18. yüzyılın devrimci fırtınalarından onlarca yıl sonra bile tekrar tekrar bu eski ama tamamen yeni bir şekilde algılanan konuya dönmelerine yol açtı.
Balzac, Viktor Hugo, Anatole France, Romain Rolland, -ben burada Fransız edebiyatının sadece en büyük ustalarının isimlerini sayıyorum- her biri kendi çağında, kendine özgü ve yeni bir şekilde bu edebi konuyu işledi. Yazarlar, özellikle biyografi türünde çalışan yazarlar, doğal olarak ilk önce Fransız Devriminin önde gelen isimleri, liderleri veya özgün temsilcileri üzerine yoğunlaştı. Georges Danton, Maximilian Robespierre ya da liberal burjuvazinin kahramanı Honore Mirabeau içim kim bilir kaç roman, drama, biyografik, tarihsel ve edebi portre yaratılmıştır.'' (Sayfa: 8-9)
*

Théroigne de Méricourt

*

''Yüz yıldan fazla bir süre önce, Salpêtrière akıl hastalarının kaldığı bir binada, devrimin ilk yıllarında Paris'te adı ağızlarda dolaşan bir kadın öldü. Yaşamının yirmi yıldan daha fazlasını ''deli'' olduğu için demir bir kafeste geçirmişti. Son yıllarında ise hastalığı çok ağırlaşmıştı; gece gündüz çılgın bir halde samandan yapılma şiltesinde oturur; geçmişin kanlı hatıralarını zihninde birbirinden bağlantısız halkalar halinde kovalardı. Pisliği ve bitap düşmüş hali acıma duygusu uyandırıyordu.

8 Haziran 1817'de kalın bir hastane defterinin içindeki adının karşısına kısaca, ''öldü'' yazıldı. Bu talihsiz kadının yıllarca içinde koşuşturduğu, parlaklığını yitirmiş düşüncelerle dolu bu taş levhalı oda tenhalaşmıştı. Elli beş yaşında aklını kaçırdığında da, psikoloğunun dikkatini hevesle çekmeye çalışırken de, kralın Versailles Sarayına korkusuz aç kalabalıklarla saldırırken de Théroigne de Méricourt 'Kızıl Amazon'du.'' (Sayfa: 17)



Birkaç ay geçtikten sonra Théroigne, elinde tabancası, üstünde erkek kıyafeti, ensesinde dalgalanan eşarbıyla, atının üzerinde Versailles'e giden ve kraldan bir cevap isteyen kadınların en önündeydi. Sağanak yağış altında bir ordu, kentin varoşlarından Versailles'a doğru hareket etmişti. Théroigne liderliğindeki kadınlar, erkekleri çağırıyordu. 6 Ekim 1789'daki bu açların isyanı 16. Louis'ye ilk tehlike mesajını gönderdi. Théroigne'ın ateşli konuşmaları, onun zafere duyduğu sarsılmaz güven, isyancıları saldırıya hazırlamıştı. Bu, onu kendi kahramanları yapan aç fakirlerin tam da ihtiyaç duyduğu şeydi.

Théroigne'ın monarşiye başkaldıran kitleler arasındaki popülaritesi, kralcılar arasında dehşet bir nefret uyandırmıştı. Aristokratların gazeteleri ve mizah dergileri onu ''Seyyar pislik'' diye nitelendiriyor, korkunç iftiralarla dolu sayısız yazı, karikatür ve makalede, Théroigne'ın şahsında devrim kötüleniyordu. Ona yönelik iftiralar kralcıları bozguna uğradığı 10 Ağustos tarihine kadar kesilmedi.'' (Sayfa: 20-21)



''Théroigne, Saint Antoine varoşlarında bir kadın kulübü kurdu. Kadınlar haftada üç kez akşamları burada toplanıyor; kitap okuyor, tartışıyor ve toplumsal işlerle meşgul oluyorlardı. Bu, çok kısa bir süre içinde erkeklerde memnuniyetsizlik yarattı; çocuklar bakımsız kalmış, yemek pişmiyor, elbiseler onarılmıyor, kadınlar evde bulunmuyordu. Erkeklerin 'toplantılarda sürten' kadınlara karşı hoşnutsuzluğu, onları büyük önlemler almaya yöneltti; öyle ki artık, Jakobenler Kulübü'nde, kadınlar kulübünün kapatılması tartışılıyordu.'' (Sayfa: 24)
*****
*****
''Jironden liderlerin Ulusal Meclis'ten kovulduğu gün olan 31 Mayıs 1793'ten hemen önce, Théroigne, Tuileries'de bulunuyordu. Öfkeli yoksullar ordusunun varoşlu kadınları, aç işsizler, sarayın önünde ''Kahrolsun Brissotçular.!' 'Brissot'ya Ölüm.!' diye haykırıyor, Jironden vekillere tehditler savurarak saldırıyorlardı. Sarsılmış Théroigne, ayaklanmayı taş sarayın eşiğinden izliyordu. Uzaktan sırtı hafifçe kamburlaşmış Brissot göründü. Öfkeli sans-culot-te'lara bakarak kararsız ve çekingen adımlarla yürüyordu. Théroigne ona doğru koşmaya başladı. Brissot'yu olası bir saldırıdan kendisinin koruyabileceğini umuyordu; ama yanıldı. Jakoben kadınlar, onun menfur 'Brissotçular'ın karargâhına geçmesine izin vermediler. Kalabalık, ihanet ve dönekliğin simgesi olarak gördüğü Brissot'nun yanında Théroigne'ı görünce çıldırdı. On kadar kadın, varoşlarda 'Liyej güzeli' diye isimlendirilen Théroigne'ı ellerinden yakaladı ve yalvarışlarına kulak asmaksızın elbiselerini parçalayarak, acımasızca kırbaçladı.'' (Sayfa: 27)
*****

Simone Evrard:

*

''Simone çok iyi bir insandı. Marat'nın özel yaşamı onun sayesinde düzene girmişti. Jakoben liderlerinden hiçbiri ondan daha güvenilir bir dost, bir yardımcı bulamazdı.
1790 yılında Simone Evrard, bir miktar servetini ''Halkın Dostu' gazetesinin basımı için Marat'ya verdi. Sıkı bir Jakoben olan Simone, 'Halkın Dostu'nun yardımıyla Marat'nın propagandasını yürütürken, hiçbir zorluğun önünde yılmıyor, tüm bu süre boyunca kocasının tüm işlerini ve çıkarlarını takip ederken, her türlü işi kolaylıkla başarıyordu. Marat'nın gazetesinin aynı zamanda hem redaktörü, hem yayıncısıydı. Jean Paul Marat, 26 yaşındaki Simone ile evlendiğinde 46'sını doldurmuştu. Özgür bir birliktelikti. Simone evlilik işlemlerini yaptırmadı. Sonraları bu yasallığın ayaklar altına alınması büyük acılara mal olacaktı, Marat'nın 'metres'i acımasızca tacize uğrayarak hakaretlere maruz kalacaktı. Marat sanki iftiraları önceden sezmiş gibi, üstlendiği yükümlülüğü şöyle yazmıştı:
*
''Güzel, nitelikli Bayan Simone Evrard benim kalbimi çaldı ve aşkımı kabul etti. Bazı ilişkiler kurmak zorunda olduğum Londra gezisinden döndüğüm zaman kendisiyle evlenmek üzere ona sadakatimi bırakıyorum. Bağlılığımın garantisi olarak sevgim ona yeterli gelmiyorsa bu söze ihanet beni utanç içinde bıraksın.''
*
Jean Paul Marat, 'Halkın Dostu'. Paris, 1 Ocak 1792
*
Fakat Simone, kendisinin ve Marat'nın duygularının sağlamlığına inanarak 'yasal evliliği' daima reddetmişti.''
Simone endişesini gizleyerek Marat'nın yanına geldi. Zayıf, kül rengi bir ışık, dar pencereden sızarak odayı aydınlatıyordu. Duvar haritası üzerindeki yeni çizilmiş zikzaklar, Fransız parlamento temsilcilerinin dağılımını gösteriyordu. Marat'nın oturduğu banyonun üzerine konmuş beyaz çarşaf, bir deri bir kemik kalmış vücudunun üzerini örtüyordu. Tuhaf bir şekle sahip, parlatılmış dev bir siyah ayakkabıyı andıran banyonun sıcak, boğucu bir havası vardı; hastayı rahatlatan kükürtlü sıcak su hızla buharlaşıyor, buhar, terlemiş vücutla kaynaşarak, lekeli, nemli duvarlara yapışıyor ve odayı dolduruyordu. Marat, salyaya bulanmış ağzıyla ağır havayı içine çekip, banyodaki tahtanın üzerine koyduğu kâğıtlara bir şeyler yazarken, yavaşça eşinin ıslak, şişmiş, hamur gibi sararmış solgun yüzüne döndü. Yeşil minesinden ayrılmış siyah gözbebekleri acıyla doluydu; hasta kafası serinlesin diye başına konulan beyaz havlunun altından siyah saçları tel tel dökülüyordu. Simone, kocasının yanındaki sandalyeye oturdu. Marat, her zaman olduğu gibi bu saatte, fiyatların artması ve cephedeki durum hakkında heyecanlı heyecanlı sorular sorarak ondan gazetenin redaksiyonunu yapmasını rica etti.
Marat, karşı devrimci güçlerin kendilerini gizlemelerinin ne kadar tehlikeli olduğunu görüyor, hem Fransa'nın içinde hem de dışında, aristokrasinin ve ona katılan Jirondenlerin cumhuriyete karşı bir ordu topladıklarını biliyordu.
Karşı devrimcilerin planlarını anlamak için duyduğu müthiş arzu ve Marat'nın her zaman bunları etkisiz hale getirme gücü, parti mücadelesinin temelini oluşturuyordu. Son günlerdeki tüm makaleleri ve kışkırtıcı bildirileri bunun üzerineydi.
Marat'nın korkunç bir öfke duyan düşmanları, onun hakkında canavarca iftiralar atıyor ve ölmesini arzuluyorlardı. (Sayfa: 30-31)
*****
*****
''7 Nisan 1793'te Jironden gönüllüler başarısız bir geçit töreni düzenlediler. Meraklı bir kalabalığın önünde resmi geçide sadece otuza yakın kişi katılmıştı. O zaman Charlotte böyle bir mücadele tarzının başarısından şüphe etmeye başladı. Hayal kırıklığıyla yüzünü buruşturmuştu: Yanında duran Petion, Charlotte'a bakıp ona şakayla karışık, bu otuz kişiden kimseye üzülüp üzülmediğini sordu. Charlotte şaşkınlıkla ona baktı: Bir türlü, kendisini küçük, zayıf kadınlar gibi büsbütün renksiz, alelade biri gibi görmelerine alışamamıştı. O an Charlotte'un, gönüllülerin acınacak derecedeki başarısız gösterisinden sonra Jirondenlerin korkaklığına kanaat getirip kendi rolünün kesin olarak belirlendiğine inandığını ve terörist bir eylemde bulunmaya karar verdiğini tahmin etmek hiç de zor değildir.'' (Sayfa: 34)
*****
*****
''Amacını herkesin gözünde yüceltmek isteyen kadın şöyle yazdı:
''Ey Fransa.! Huzurun, yasaların uygulanmasına bağlı; tüm dünyanın mahkûm ettiği Marat'ı öldürerek hiç de bu yasaları ihlal etmiş olmuyorum; yasadışı olan bizzat onun varlığıdır.'' (Sayfa: 37)


''Marat, Charlotte'la baş başa kalmıştı. Charlotte şüphe uyandırmadan banyonun yanındaki sağlam bir sandalyeye oturdu. Nefes alıp veren kurbanını dikkatle izliyordu. '' (Sayfa: 38)




''Paris'te Marat'dan daha ünlü, daha tehlikeli ve daha sevilen başka bir insan yoktu. Mart, burjuva devrimindeki sertlik ve mücadelenin timsaliydi. Üçüncü tabaka, büyük, küçük demeden dertlerini, şikâyetlerini, kuşkularını liderlerine anlatmaya gelirdi.
Paris'in yoksul Dağlılarının kolu kanadı kırılmıştı. Daha kısa bir süre önce dostlarını zafer alayıyla uğurlayıp çelenkle taçlandırdığı Marat'ya halk ağlıyordu. Marat öldürüldükten bir saat sonra evine binlerce kişi toplandı.'' (Sayfa: 39)
*****
*****
''Mahkeme başladı. İlk tanık olarak Simone Evrard geldi. Onun çıkışı, herkes tarafından sempatiyle karşılandı. Felaket, devrimci kadının metanetini bozmamıştı. Charlotte'e bakan 'Mart'nın dul eşi' gözyaşlarına hâkim olmak için büyük çaba sarfederek, olayın ayrıntılarını anlattı.
Marat'nın ölümünü ayrıntılarıyla anlatan Bayan Evrard'ın, dinleyicileri hayrete düşüren tumturaklı sözlerini Charlotte da kesmiyordu.
Simone'un sınırsız hüznü, yüksek cesareti, samimiyeti ve sadeliği, Mart'nın katili olan kadının önemsizliğini daha da vurgulamıştı.'' (Sayfa: 41)


''Hiçbir çekiciliği olmayan, ne aşk sevincini ne de anneliği tatmış, insanlığa ve hayata kızgın bu 25 yaşındaki kız, kimsede sempati uyandırmıyordu. En büyük övüncü aristokrasiye ait olmaktı ama devrimden beri gururu sürekli acı çekti. Bu fanatik monarşist, Fransa'da olup bitenler için etkili bir çıkış aradı. Hiçbir zaman dikkati kendine çekemeyeceği için, kalabalığın arasından sıyrılma arzusu onu cinayet işlemeye sürükledi.'' (Sayfa: 42)
*****
*****
''Simone Evrard ''Halkın Dostunun'' ölümünden sonra otuz yıl daha yaşadı ve 1824 yılındaki ölümüne dek, Marat'nın anısına ve Jakobenlerin düşüncelerine sadık kaldı.'' (Sayfa: 44)
*

Manon Roland:

*
*
''Onun ilkel dinsel duygularını ortaya çıkaran manastırda edindiği düşünceler, okuduğu Rousseau'nun, Voltaire'in, Raynal'ın, Mably'nin satırlarındaki fikirlerle mücadele ediyordu. Aydın bir kız, şeytanın yılana dönüşmesi ve cehennem azabı gibi hikâyelere kolay kolay inanmazdı: Metafizik ve felsefede kuşkularının yanıtını arıyordu. Ayrıca tarih ve ahlak problemleriyle de ilgilendi.'' (Sayfa: 48)
*****
*****
''Manon kendi isminin telaffuz ediliş biçimini duyduğunda tekrar geleceği düşünerek bu önemli konuda da sessiz kalamıyordu: ''Evet, Manon.! Bana böyle diyorlar, roman severler için bu konuda üzülüyorum; bu yüce, kahramanlara yaraşır parlak bir isim değil. Fakat en nihayetinde bu benim ismim ve ben kendi hikâyemi yazıyorum. Bundan başka eğer ismimi annemin telaffuz ettiği gibi duysalardı, en duygusal insanlar bile ismimle barışır, onu nasıl taşıdığımı görürlerdi.''..'' (Sayfa: 49)
*****
*****
''Manon'un bu titizliği babasını endişelendiriyordu. Bir gün kalfasını öğle yemeğine gönderip, kızını sertçe sorguladı. Manon konuşurken lafını esirgemiyor, asla 'basit, halktan biri'yle evlenmeyeceğini söylüyordu; ona, düşüncelerini, duygularını paylaşabileceği bir koca lazımdı. Tüm tüccarların kendisine saygı duyduğu Gatien, onların iyi davranışlara ve eğitime sahip olduklarını söyledi ama Manon zengin esnafları alaya alarak, ''selamlaşmayı becermek iyi davranış ve eğitim demek değildir.'' diye cevap verdi. Genç Phlipon, bu sınıftan insanların onun zevkine uymadığını kesin bir dille tekrarlıyordu: ''Onlar yalnızca nasıl para kazanacaklarını, satın aldıkları malları daha pahalı yeniden nasıl satacaklarını düşünürler.'' Tüccar bir kocayla uğraşmak için doğmamıştı. Gatien, verecek cevap bulamadı, fakat kendini kırılmış hissetti.'' (Sayfa: 50)
*****
*****
''Marguerite Phlipon, kimse farkına varmadan sessizce öldü. Gatien Phlipon, bir süre eşinin yasını tuttu. Dul kaldıktan sonra kendini özgürleşmiş ve gençleşmiş hissediyordu. Ancak dadandığı iskambil oyunları onu hızla yıkıma götürmeye başladığında, yoksulluğun yaklaşmakta olduğundan korkan Manon istemeyerek de olsa dükkânla ve babasıyla ilgilenmek zorunda kaldı. Bu zorunluluk ister istemez onu Quai de I'Horloge'da yaşayan komşularıyla yakınlaşmaya, ihtiyaçlarını gözetmeye sevketti.
Adaletsizliğin yaygınlaştığını, haksızlıkların çoğaldığını ve kendi sınıfının hakarete uğrayıp engellemelere maruz kaldığını keşfeden Manon, ilk kez Fransa için eski kitaplarda okuduğu cumhuriyeti istemeye başladı.'' (Sayfa: 51)
*****
*****
Manon:
*
''..''Ülkemi seviyorum, özgürlüğe tapıyorum. Hiçbir çıkar, hiçbir tutku, bununla karşılaştırılamaz. Benim konuşmalarım, kalbimin en derin yerinden geldiği için açık ve dokunaklıdır. Önemli bir konu beni ele geçirdiğinde öylesine büyüleniyorum ki kendimi bile unutuyorum.''..'' (Sayfa: 56)
*****
*****
''Saat beşte, cellat arabası Lamarck'la birlikte onu Devrim Meydanı'na götürdü. Bir zamanlar giyotini 16. Louis'nin ensesine indirirken gözyaşlarını tutamayan cellat, şimdi titreyerek ağlayan Lamarck'la kayıtsızca alay ediyordu. Manon teşvik edici ve cesaretlendirici sözlerle Lamarck'a gücünü toplaması için yardım etmeye çalıştı. Giyotin yolunda sözcükler faydasızdı; araba, sallanarak Seine Nehri üzerindeki köprüden geçerken uzaklardan dar pencereleri mazgala benzeyen evi ve Quai de I'Horloge görünüyordu. Anılar, pişmanlıklar, çocukluğu sadece bir anlığına gözlerinde canlandı. Devrim meydanına ve Özgürlük heykelinin gizlediği giyotine iyice yaklaşmışlardı.
Saint Honore sokağında arabanın peşine az sayıda meraklı takıldı. Artık idam gösterisi aynı ilgiyle izlenmiyor, oradan geçenler idam mahkûmlarının adlarını kayıtsızlıkla dinliyordu. Manon kalabalıkta, ıslak, büyüleyici gözleriyle Golgotha yürüyen bir aziz gibi ondan gözlerini ayıramayan Bosquet'u aradı. Bosquet, Paris yakınlarında gizlendiği ormandaki kulübesini bırakıp hayatını riske atarak kente gelmişti.
Giyotinin yanında cellat atını tutarken, mahkûmların inmesine yardım ettiler. Manon, Lamarck'ı cesaretlendirmek isteyerek şöyle dedi: ''İlk siz çıkın, ölümüme dayanamayabilirsiniz.'' Sırasını beklerken bir kalem ve kâğıt istedi; Gelecek kuşaklar için son duygularını kaydetmek istiyordu. Son ricası reddedildi. Bayan Roland tek bir kelime bile konuşmadan sehpaya çıktı. Sonradan bazıları sanki idam sehpasının yanında bulunmuşlarmış gibi onun sözlerini efsaneleştirdiler: ''Ey özgürlük, senin arkana sığınılarak daha ne kadar suç işlenecek.''..'' (Sayfa: 79)
*****

Claire Lacombe:

*


''Jacques Rous, ''Kudurmuşlar'' diye anılan, ''aşırı sol''un yetenekli lideriydi. 25 Haziran 1793 yılında Ulusal Meclis'te şöyle konuştu:
*

''Özgürlük; eğer bir sınıfın insanları diğerlerini açlığa mahkûm ettiği için ceza almıyorsa boş bir hayaldir. Eşitlik; eğer zenginler tekelleri kullanarak kendi yakınlarının ölüm ve yaşam hakkını elinde tutuyorsa boş bir hayaldir. Cumhuriyet; eğer karşıdevrimciler günden güne yiyecek fiyatlarını yurttaşların dörtte üçünün satın alamayacağı şekilde artırıyorlarsa boş bir hayaldir. Sans-Culotte'lara devrimi ve anayasayı cazip kılmak için yiyecek fiyatlarını düşürmek ve elbette dürüst tüccarları bunların arasından ayırmak şartıyla soygun ticaretini yasaklamalıyız.''

*
Roux'nun bu açıklamasından kısa bir süre sonra varoşlu kadınların arasında ''Kudurmuşlar''ın etkisi hızla büyüdü. ''Halkın kanını emen'' vurgunculara ve tekellere karşı protesto mitingleri yapılıyordu. Çamaşırcı kadınlar Ulusal Meclis'e bir heyet gönderdi. Sabun, külsuyu, kola, çivit fiyatlarındaki artış öylesine aşırıydı ki hiç para kazanamıyorlardı. Heyecandan kızararak, şevkle Ulusal Meclis'e dilekçe yazan beyaz başlıklı bir kadın, çamaşırcı kadınların yoksulluğunu ayrıntılı bir şekilde tasvir ederken vurguncuların ölüm cezasına çarptırılmasını istedi. Kadının şişmiş, damarları çıkmış esmer elleri, aristokratların işbirlikçisi tüccarların boyunlarını sıkar gibi kürsünün parmaklıklarına yapışmıştı.
''Yakında en fakir sınıf, temiz çamaşır giyemeyecek ve bu olmadan da onlardan bir şey beklemeyin'' dedi çamaşırcı kadın. ''Bunun nedeni gerekli malzemelerin olmaması değil. Onlar yeterince var ama vurguncular ve madrabazlar fiyatları artırıyor..''
1793 yılı Nisan'ında ''Amazon Taburu''nun propagandacılarından eski aktrist Claire Lacombe ve çikolatacı Pauline Leon bir kadın kulübü örgütlemeye karar vermişti. Bu çok zor değildi çünkü en yoksul kesimlerin kadınları, ''halkın dostlarına yardım etmek, düşmanları devirmek ve kendi durumlarının bilincine varmak için'' varlıklı kadınları örnek almışlar ve kendiliğinden birleşmeye çalışıyorlardı.'' (Sayfa: 83-84)


''Claire'i ilk kez, 1792 yılının sıcak Temmuzunda Yasama Meclisi kürsüsünde fark ettiler. Bu tanınmayan dilekçe yazarı, profesyonel aktris, Bakan Veaublan ona söz hakkı verir vermez özellikle titrekleştirdiği bir sesle hazırladığı konuşmayı teatral bir edayla okumaya başladı. (..)

''Kanun Yapıcılar.! Ben bir Fransız kadınıyım, bir aktirisim ve şu an bir yerim olmadığı için umutsuzluğa sürüklenmem gerekirken, ruhum saf bir sevinçle doluyor. Bu yüzden tehlikede olduğunu beyan ettiğiniz anavatanımıza para bağışında bulunamadığımdan ona kendimi vermek istiyorum. Bir Romalı cesaretiyle ve despotlara duyduğum nefretle doğan ben, onların yok edilmesinde katkıda bulunacağım için mutlu olacağım.. Tek bir despot dahi kalmayıncaya kadar hepsini yok edelim.! Kanun yapıcılar.! Siz anavatanın tehlikede olduğunu söylüyorsunuz, ama bu yeterli değil, Fransa'yı mahvetmeye yemin etmiş, bu tehlikenin ortaya çıkmasından sorumlu olanların da iktidarını ellerinden alın ve bize güven veren liderleri başa geçirin, düşmanların ortadan kalktığını söyleyin.''..'' (Sayfa: 87)

*****

Lucile Desmoulins:

*
''Paris'teki Büyük Fransız Devrim Müzesi'nin aydınlatılmış alçak tavanlı salonlarından birinde, 18. yüzyıl sonlarının modasına göre giyinmiş şık bir genç kadının portresi asılıdır. Hülyalı bebeksi yüzü yağlı boyada gözle görülür bir şekilde soluktur. Bu kişi, devrimden önce hiçbir yararlılığı olmamasına, kargaşalı ve çalkantılı dönemde hiçbir yeteneği olmaksızın ''sıradan bir eş'' gibi yaşamasına rağmen pek çok kez tarihçiler tarafından yüceltilmiş, şairler tarafından hakkında şarkılar yazılmış birinci cumhuriyetin şan şöhret düşkünü hatibinin eşi, 'müşfik Lucile, Lucile Desmoulins'di.'' (Sayfa: 111)


''6 Temmuz 1792'de Lucile, Horace adında bir oğlan çocuğu doğurdu. Camille oğlunu dini tören yaptırmadan cumhuriyet'in vaftiz ettiği dernek binasına götürdü. Cumhuriyetin ilk nüfus kütüğü onun ismiyle açıldı. Desmoulins, notlarında oğlunun doğumu konusunda şöyle yazar: ''Ben oğlumu, gelecekte belki de seçmeyeceği bir dine bağlamak istemiyorum. Dünyada insanların yaydığı 900'den fazla din var ve o daha annesini bile tanımıyor.''..'' (Sayfa: 117)
*****
*****
''Özellikle ''korkunç Kudurmuşlar'', Jirondenler gibi güzel konuşma, bilgi, zerafet gibi meziyetlere sahip olmadıklarından Lucile'i çok öfkelendiriyordu; Lucile'e göre ''Kudurmuşlar'', zaten devrim yeterince onların lehineyken, yoksullara hak ettiklerinden fazla çıkar sağlamak amacıyla varlıklı yurttaşların huzurunu bozmaya cüret ediyorlardı. Onların, özel mülkiyet hakkına ve kişisel özgürlüğe kastetmeleri Lucile'i şaşırtıyor, hatta bu ona saçma sapan ve küstahça geliyordu. Lucile genç kızlığında çeyizine konulmuş gümüş takımlarının, ona miras kalan malikânenin, ailesinin sahip olduğu büyük rantların özgürlüğe ne gibi bir zararı olabileceğini saf saf soruyordu.'' (Sayfa: 121)

Maximilien Robespierre

''Belediye Sarayı'nın önündeki meydan hemen hemen boştu. O sırada Barras'ın beyaz gönüllüleri saldırıya geçti. Onların devriyeleri Robespierre'i yasadışı ilan ederek, şehri kolaçan ediyorlardı. İki müfreze, Komün Konseyine doğru harekete geçtiğinde, onları beklenmedik bir başarı bekliyordu. Belediye binası korunmuyordu. Aydınlanmış salonlarda varoşların temsilcileri ve belediyenin hatipleri birbirlerini selamlarken, Robespierre bir arkadaş çevresi içinde ayaklanmayı örgütlemeye girişmiş ama geç kalmıştı. Ulusal Meclis'in askerleri ansızın belediye binasına girip, Jakoben liderlerin toplantı halinde bulunduğu salonun kapısını kırdılar; intihar eden Philippe Le Bas'nın silahının sesini, yaralı Robespierre'nin yere düşmesi, devrilmiş sandalyeler, ezilen ayaklar, Jakobenlere edilen küfürler ve muzaffer Thermidorcuların nidaları bastırdı. Robespierre'in kardeşi pencereden meydanın taş döşemelerine atlamıştı.
Robespiercilerin bozguna uğradığını bildiren trajik haber geldiğinde, Thermidor'un 9'unu, 10'una bağlayan sonsuz gecenin biteceği beklentisiyle Elisabeth tükenmişti. Haberi öğrenen Elisabeth bayıldı ve iki gün kendine gelemedi. Neyse ki, Robespierre ve fikirdaşlarını Duplay'in evinin yakınından geçerek giyotine götüren cellat arabasının tanıdık sesini duymamış, çıldırmış kalabalığın, daha dün taptıkları ''satın alınamayanı'' götüren ölüm arabasını marangozun evinin önünde durdurup, küstah bir çocuğun onun kanını evin kapısına ve kapalı pencerelerine sürdüğünü de görmemişti. Çenesi dağılmış hareketsiz yatan Robespierre, onların alaylarına karşılık veremezdi, gözleri kapanmıştı. Pencerenin aralığından her şeyi gören Maximilien'ın sadık dostu Eleonore ise bu işkenceden kendini kurtaramadı.
Elisabeth, kendini zorlukla toparladıktan sonra, Philippe'in mezarını boşuna aradı; Le Bas'yla birlikte Chillicem de ortadan kaybolmuştu. Köpek iki gün boyunca, Le Bas'nın mezarının bulunduğu berbat bir tepenin üzerinde yattı ve 12 Thermidor'da sahibinin, acı acı keskin çığlıklarla ağlayan eşinin yanına döndü.'' (Sayfa: 138-139)
*****
*****
''Pek çok kez denemelerine karşın Thermidorcular, Elisabeth Le Bas'yı satın almayı başaramadı. Elisabeth anılarında onların ısrarlı çabalarından yakasını nasıl silktiğini anlatır. Bir gün kurnazca, Philippe Le Bas'yı reddederse onu kurtaracaklarını söylerler. Elisabeth, elinin altında kalem ve mürekkep olmadığı için elini keser ve kanıyla, kocasının cellatlarından hiçbir yardım kabul etmeyeceğini yazar.
(..)
Philippe ve Elisabeth'in oğlu yetenekli bir bilim adamı oldu; tıpkı babasının devrim zamanlarında olduğu gibi tutku ve sadakatle kendini bilime verdi. Tarihin garip bir cilvesi olarak Ulusal Meclis'in üyesinin oğlu Profesör Philip Le Bas, restorasyon yıllarında bir süre genç bir adama eğitim vermesi için yurt dışına davet edildi. Dersleri görünüşe göre kendine özgüydü, çünkü bu gençten bir Jakoben çıkmamıştı.
Philip Le Bas'nın öğrencisi geleceğin 3. Napolyon'undan başkası değildi.'' (Sayfa: 140)
*****

Madam Tallien (Thérésa Cabarrus):

*

''Bordeaux'lu yurtseverler, eski aristokratlardan çekiniyordu, ama Theresa'nın büyüleyici güzelliği karşısında dayanamadılar. Bayan Cabarrus, devrim bayramları günlerinde sembolik olarak özgürlüğü tasvir eden giysiler giyiyordu. Ulusal Meclis Komiseri Tallien, beyaz tuniğinin içinde ağır ağır yürüyen, siyah, gevşek saç örgüleriyle kollarını devrimci kalabalığın önünde heyecanla kaldırmış eski Markiz'den gözlerini ayıramıyordu. Theresa Cabarrus, bu hayranlığı yakalamış ve kafasında değerlendirmişti. Tallien çok da ilgisini çekiyor değildi ama Bordeaux'da onun iktidarına ihtiyacı vardı ve bu Ulusal Meclis temsilcisinin yetkileri sınırsızdı. Herkes tarafından bilinen düşmanları ortaya çıkacak diye korku içinde ''kendi'' göçmenliğinden ve karşıdevrimciliğinden yakasını kurtarmaya çalışan Markiz Fontenay, nafile bir çabayla devrime sokulmaya ve gönlünü eğlendirmeye çalışırken şimdi bu terör çağında, tutuklanmaların olağan olduğu bir saatte, gece yarısı kapısı çalındığında, umulmadık bir şekilde ortaya çıkan bu âşığı sayesinde artık korkmayacaktı.
Bir ay bile geçmeden Bayan Cabarrus, kendine olan güvenini yeniden kazandı ve Tallien'le dostluğunu pekiştirdi. Theresa şanslıydı, Ulusal Meclis Komiseri'nin, büyük ya da küçük rezilliklerle devrime ihanet edenleri sezecek sağduyusu yoktu. Bu düşüncesiz kariyerist, haris şöhret düşkünü, başkalarının etkisiyle kolayca değişebilen, korkak, kindar, fakat ''iyi bir yaşam sürmek'' isteyen, devrimin sıradan bir memuruydu. Eyaletteki sınırsız güç onu bozmuştu. Theresa Cabarrus insanları tanıyor ve onların zayıflıklarından yararlanabiliyordu. Tallien'e istediği her şeyi yaptırdı. Öncelikle şüpheli tanıdıklarının hayatta kalmasını rica ederek, 'dostu'nun en önemli işlerine kolayca müdahale edebiliyordu.'' (Sayfa: 147)
*****
*****
''10 Thermidor günü Robespierre'in öldüğü saatte Theresa Cabarrus, La Force Hapishanesinden çıktı. 'Günün kahramanı' sevgilisi Tallien, nezik Barras ve yeraltından çıkmış ''yeni rejim'' taraftarları, hapishanenin kapısında eski Markiz Fontenay'yi selamlıyor, Theresa tarafından büyülenen Thermidorcular, birbirleriyle yarışırcasına, ona ülkelerini 'kurtardığı' için minnettarlıklarını sunuyorlardı. Tallien'e ilhamı veren Theresa'ydı. Theresa, bir tür sosyete hovardasıyken, 'Thermidorun Meryem Anası' ünvanını almıştı ve bu ünvan genç Bayan Tallien'in (Theresa Paris'te hemen Tallien'le evlenmişti) ayrılmaz bir parçası oldu.'' (Sayfa: 151)
*****
*****

''Markiz Fontenay'den, Jakoben Tallien'e; Direktuvar'ın başındaki Barras'dan, milyoner Ouvrar'a ve Ouvrar'dan Prens Chimay'ye. Bu aşamalar, büyük devrimin iniş eğrisini mükemmel bir şekilde yansıtır. Thérésa Cabarrus, yaşamını politik rüzgârın estiği yöne göre sürdürmeyi başarmıştır.'' (Sayfa: 156)

*****

Joséphine Bonaparte:

*

''Bonaparte'la Bayan Beauharnais tesadüfen tanıştılar. Rose'un oğlu Eugene Beauharnais, Ulusal Meclis'in babasının kılıcına el koyma kararının geri alınması ricasıyla Bonaparte'a başvurdu. Generalle özel bir görüşme yapmayı başardı ve Bonaparte, ricasını yerine getirdi. Böylece Bonaparte'a minnettarlığını gösterme fırsatı yakalamış olan Bayan Beauharnais bu fırsatı iyi değerlendirerek Bonaparte'la tanışmaya gitti. Rose, modanın ruhuna uygun hışırdayan bir ipekle Paris orduları komutanının odasına girdi. Kendini yetenekli bir yosma gibi gösterebilmek için, aynada dayanılmaz bakışını ve gülüşünü özenle nasıl prova ettiğini kolayca canlandırabilirsiniz.'' (..)
''Josephine ve Napoleon'un evlilik sözleşmesi bilinçli olarak yanlış bilgilerle doludur; Bonaparte'dan 6 yaş büyük Josephine için evlenme tarihleri hatalı gösterilmişti: Napolyon kendine iki yıl ekledi, Josephine dört yıl çıkardı, böylece aradaki yaş farkı ortadan kalmış oldu. Nikâh tanıkları Barras ve Tallien'di.'' (Sayfa: 162-163)
*****
*****
''1794 yılında 'Sans-Clotte Jakoben' diye çağırılan Bayan Beauharnais, General Bonaparte'ın maceraperest eşi, bencil ve açgözlü İmparatoriçe Josephine, elbette ulusal bir kahraman olmayı hiç hak etmedi.
Onun gibi kadınlar, renkli, zehirli, mantarlar gibi büyüdüler ve sadece çürümüşlüğün egemen olduğu tepki ve gerileme döneminde nüfuz sahibi oldular. Thermidor'un 'kahraman kadınları' Bayan Tallien'in öyküsü, Bayan de Custine'in yaşamı birçok açıdan Bayan Beauharnais'nin yazgısını hatırlatır.
Direktuvar tarafından beslenen ilkesiz ve inatçı Josephine, mükemmel bir şekilde tüm rejimlere adapte oldu. O, Fransa'nın eski kral ve soylularıyla, yeni burjuvazi ve plutokrasi arasındaki gerekli köprüleri nadir görülen bir hünerle kurmayı başarmıştı.'' (Sayfa: 167)

1 Nisan 2021 Perşembe

Galina Serebryakova - Ateşi Çalmak, İkinci Keman, 5. Cilt, Çeviren: Ali Rıza Dırık

 

Arka Kapak:
*
Eserin Engels'e atıfla 'İkinci Keman' alt başlığıyla yayımlanan 5. ve son cildinde, Engels'in Marx'ın ölümünden sonraki hayatı ekseninde dönemin toplumsal atmosferi canlandırılıyor ve güçlenen Alman sosyal demokratlarına kadar belli başlı olaylara yer veriliyor. Ve bu olaylarda devrimci hareketin önde gelen isimleri: Lafargue, Liebknecht, Kautsky, Calara Zetkin, Vera Zasuliç, Plehanov ve ötekiler.. Bu son ciltle, büyük buluşların, köklü dönüşümlerin, ateşi geleceğe taşıyan parlak beyinlerin çağı olan XIX. yüzyılın canlı tablosu tamamlanmış oluyor.
''Goethe'nin dediği gibi, çoğu durumda, insan ilişkilerinde ideal olan, mesafeli davranmaktır. Böylesi bir mesafe, düşlerimizi canlı tutmamıza yardım eder.'' (Sayfa: 5)
*****
*****
''Sıradanlık da bir poz olabilir.'' (Sayfa: 6)
*****
*****
''Festina lente (latince): Yavaş yavaş acele et.'' (Sayfa: 11)


''Babasının 'Kapital'ini çok iyi bilen başarılı öğrencisi Tussy, küçük sanayi işletmelerinin neden bir bir çökerek yok olduklarını; onları yutup teslim alan endüstri devlerinin nasıl gümbür gümbür gelmekte olduğunu anlıyordu. İflas etmiş küçük burjuvalar, topraksız köylüler, zanaatkârlar, kentin ayaktakımı dalga dalga fabrikalara akın ediyordu. Güçlü tröstler doğmuştu. Bir kesim inanılmaz ölçüde zenginleşirken, bir diğeri yoksullaşmıştı. Marx'ın kızı, varoşlardaki mevcut yoksulluğu daha önce hiç görmemiş, canlı iskeleti andıran kadın ve çocuk görüntülerine tanık olmamıştı. Eleanor'un yüreği, Whitechapel'daki, East-End'deki barakalarda, Thames Limanı çevresindeki evlerde gözler önüne serilen, uysalca katlanılan acı ve körü körüne mutsuzluk manzaralarına dayanamıyordu. Yoksulluk altında ezilmiş insanlara beslediği, içini sızlatan annelik duygusu onu kuşatmıştı.
''Onları eyleme, mücadeleye sevk etmeli.!'' diye düşünüyordu Eleanor. ''O denli mutsuzlar ki konuyu sorgulama olanağından bile yoksun kalmışlar. Hayat iradeleri, toplumsal rollerine güvenleri ve adalet anlayışları öldürülmüş. Onlardaki iradeyi açığa çıkartmak, lüks semtlerdeki örümceklere yöneltmek gerek.''..'' (Sayfa: 16)
*****
*****
''Friedrich, çocukluğundan beri düzenli bir insandı. Kullandığı defterler, kitaplar ve kalemler; tıpkı kurutma gereci, makaslar ve çakılar gibi hep aynı yerde dururdu. Engels kendisine gerekli olan her şeyi karanlıkta veya gözü kapalı olarak el yordamıyla bulabilirdi. Tertip ve düzen için harcanan zamanın sonradan kat kat telafi edildiğini; bir şeyleri aramak için harcanan sinirsel enerjiden tasarruf sağlandığını düşünüyordu. Alışılmış çalışma ritminin bozulması, doğası gereği ölçülü ve sakin olan Friedrich'in hoşnutsuzlukla parlamasına, öfkeyle kendinden geçmesine yol açabilirdi.'' (Sayfa: 18)

Hermann Lopatin
Lopatin:
*
''..''Öyle insanlar vardır ki, çoğumuz hiç düşünmeden yaşamımızı onlar uğruna feda edebiliriz. Onlar insanlara güneş ışığı kadar gerekli. Ama ölüm onları da bağışlamıyor.''..'' (Sayfa: 28)
*****
*****

Engels, Marx'ın mezarı başında:

*
''Bedenin toprak altında yavaş yavaş yok oluşu düşüncesi, tıpkı hakarete uğramış gibi, onu dehşete düşürdü. Kendi duygularını başkalarına dikte etmeme, en önemlisi de, onları düş kırıklığına uğratmama kuralına bağlı birisi olarak uzun süre susmuş, Fakat artık kesinlikle naaşının yakılması gerektiğine karar vermişti.
''Ölene, parçalanan maddeye tapılmamalıdır, fetiş haline getirilmemelidir bu,'' diye düşünüyordu.'' (Sayfa: 38)

Georgiy Valentinoviç Plehanov
Plehanov:
*
''Genç devrim önderi, yaptığı ateşli konuşmalarla mutlakiyetin maskesini düşürüyor ve sürgündeki Çernişevski'nin düşüncelerini dile getiriyordu. Bu olaydan sonra polisin takibe aldığı Plehanov, illegaliteye geçmek zorunda kaldı. Böylece o da devrimin ateş çemberine girmiş oldu. Kovuşturmalardan gizlenerek, sahte kimlik kartlarıyla illegal yaşamasına rağmen, Georgi Valentinoviç başkent halk kütüphanesini gayretle ziyaret ediyor, kitapları yutarcasına okuyordu.'' (Sayfa: 42)


''Mücadele her zaman erken bir zafer vaat etmez, ancak savaşçı, uğruna baş koyduğu mutluluk ülkesine kavuşacağından emin olmadığında bile yeniden ve yeniden atağa geçer.'' (Sayfa: 46)
*****
*****
Friedrich Lessner:
*
''Yeryüzündeki esas güç, makinelerde, taş kütlelerinde değil, insanlardadır.'' (Sayfa: 50)
*****
*****
''Martin şişkin dudaklarını açıp Friedrich'e, çiviye benzeyen iki azı dişinden başka diş bulunmayan, ıslak ve karanlık ağzını gösterdi.
''Benim fabrikatör patronum ağzını altınla doldurdu. Bir gülmeyedursun ağzı elektrik lambası gibi parlıyor. Hayır, sen işlerin nereye vardığını kendin düşün.! Otuz iki altın diş ne de olsa bir mülkiyettir. Bu dişlerle neler yiyorlar ki.? Galiba, kanatları Purusya Kraliçesinin şapkasını süsleyen denizaşırı kuşları yiyorlar yalnızca.! İşte emekçinin akıttığı terin bedeli saf sarı madendir. Ama yine de ben sana bir sır olarak söyleyebilirim ki, Marx'tan bir şeyler okuduktan sonra, anladım ki, biz dişsizler bu altın dişlileri yutabiliriz. Öyle değil mi.? Hah-hah-hah.!''..'' (Sayfa: 51)
*****
*****
''1882 yılına kadar Motteler'in yardımcılığını oldukça genç bir kız olan Clara yürüttü.'' (Sayfa: 54)


''..''Clara'nın bu konuda kendi şiarı var; Schiller'in dizeleri: Bu kavga oyununda kumar masasına koy yaşamını, / hem yaşamını kurtar hem de kazanan sen ol.!''
''Yaşa kız.!'' diyerek hayranlığını dile getirdi terzi. ''Demek bizim de bir Louise Michel'imiz var. Yazık ki ben onu göremeyeceğim.''
''Görürsün, onun gibiler kaybolmaz.''
(..)
''Mağripliler Kulübü mü.?'' diye sordu Lessner tatlı bir şaşkınlıkla 'kızıl posta müdürü'ne. ''Bugüne dek böylesini duymamıştım. Marx sizin bu hevesinizi duysa gülerdi işte.''..'' (Sayfa: 55)
*****
*****
''..''Biz, Karl Marx'ın neşeli bir insan olduğunu ve şakayı sevdiğini duyduk,'' dedi ona Motteler'in yardımcısı.
''O da söz mü.?'' dedi Lessner. ''Mağripli sık sık, 'eğer iş, eğlenceyle dönüşümlü olarak yapılmazsa beyni köreltir' derdi.''..'' (Sayfa: 56)
*****
*****
Lessner:
''..Anayurdu bize bağlayan, ana dilimizde söylediğimiz ilk söz, ilk düşünce mi.? Annen gibi olmasa da, kayıtsız bir üvey anneyi sever gibi seviyorsun onu.. Bir de o vatanda Bebel, Liebknecht, Clara Zetkin ve onlar gibi pek çok insan yaşayınca, Almanyam benim için daha da değerli oluyor.''..'' (Sayfa: 58)

Vera Zasuliç

''1878 yılında Vera Zasuliç, Petersbug Valisi Trepov'u kurşunladı.'' (Sayfa: 59)


''Engels ne ile ilgilenirse ilgilensin, bilimin tüm yönleri sürekli ilgisini çekrdi; fizik, doğa bilimleri, tıp, matematik, ekonomi alanında ve özellikle de askerî alandaki yeni buluşları incelerdi. Dünya edebiyatında ve müzikte hiçbir önemli yapıtı kaçırmayan Engels, eskiden olduğu gibi, dilbilimle de ilgileniyordu. Dillerini mükemmel bildiği İspanyollar, Portekizliler ve İtalyanlar'da hayranlık uyandırıyordu. Rusça, Lehçe, Romence ve Felemenkçe yazdığı mektuplar, dilbilgisi kurallarına uygunluğu ve sözcük zenginliğiyle dikkat çekiyordu. Yirmiden fazla dili bilmekle de yetinmeyip lehçeleri de inceliyordu; Milanolu'yu Romalı'dan, Kastilyalı'yı Madrid'liden, Provence bölgesinden bir Fransız'ı, Lyonlu'dan yanılmadan ayırt edebiliyordu. Şaka yaparken Paris argosunu ya da cockney* aksanını rahtaça taklit edebiliyor; Galli ile onun şivesinde konuşuyor; bir İskoçyalı'ya Mary Stuart'ın sarayındaki telaffuzu öğretebiliyordu. Tüm yerel lehçeleri bilen Engels, bir keresinde İrlanda dilinde konuşarak kendisini ziyarete gelen gazeteci Bernard Shaw'u çok sevindirmişti.'' (Sayfa: 72-73)
*
*Cockney: Londra'ya has şive ile konuşan kimse.
*****
*****
Engels ve Bernard Shaw:
*
''..''Sizin 'Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişmesi' yapıtınızın İngilizceye çevrilmesine izin vermenizi rica ediyorum.
''Almancayı gerçekten iyi biliyor musunuz.?''
''Ben Almancayı hiç bilmiyorum. Ne yazık ki bu nedenle Marx'ın eşsiz 'Kapital'ini bugüne kadar okuyamadım.''
(..)
''..Almanca bilmeden özellikle o dilden çeviri yapmayı mı düşünüyorsunuz.? Bu komik,'' dedi Engels gülerek.
''Ben bu çeviriyi Fransızcadan yapmaya çalışıyorum.''
''Fransızcayı mükemmel derecede biliyorsunuz o halde.?''
''Yoo, hayır. Fransızcada zayıfım. Fakat dil biliminde sizin gibi emsalsizim yani. Yalnızca müzelerde bulunan bir tarihi kalıntı gibiyim. Günümüzde çevirmenler, kural olarak, çeviri yaptıkları dili bilmiyorlar. Düşünün ki bu, davanın yararına oluyor.''
''Demek öyle.? Siz yeni bir keşif yapmışsınız. Ama ben böyle bir yönteme şarlatanlık derim.''..'' (Sayfa: 73-74)
*****
*****
Engels:
*
''Olması gerektiği haliyle eleştiri, edebiyatın önde gelen gücüdür.''..'' (Sayfa: 75)
*****
*****
Engels:
*
''Yazar, düşünen insandır ve bu da demektir ki pek çok şey gerçeğin aranması sürecinde kaçınılmaz olarak kuşku uyandırır.'' (Sayfa: 76)
*****
*****
''..''Halkın İradesi'', düzenlenen kongrede terör kararı almıştı. Plehanov, boşu boşuna, bireysel kurbanlar vererek yapılacak terör eylemlerinin, partinin en cesur militanlarının kaybına neden olacağı ve onlara hiç de zafer getirmeyeceği yolunda uyarılarda bulunuyordu.'' (Sayfa: 78)
*****
*****
''Marx'ın küçük kızını endişelendiren, seçtiği insanın, erkeklerin bir kadına değil de doğalarının gerektirdiği başka bir yaşama ait oldukları yönündeki görüşleriydi. Tussy bunun burjuva ve varlıklı entelektüel çevrede kabul gören düşünceler olduğunu biliyordu. Ama o, emekçilerin yaşadığı varoşlarda, Whitechapel'ın ışıksız sokaklarında barınan yoksullar arasında bu türden görüşleri neden duymamıştı.? Ne babası, ne Engels ne de Liebknecht bu türden bir şeyi hiçbir zaman söylemezlerdi.'' (Sayfa: 84)
*****
*****
''Genç kadının hızla harekete geçen belleğinde başka isimler boy gösteriyordu. Daimon ve Finti.! İşte eşitlerin dostluğuna benzersiz bir örnek. Zorbalığa katlanamayan, gururlu, soylu iki Pifagor'lu.. Onun yaşamına kastedeceğinden korkan despot Dionysios Finti'yi yakalamış ve ölüm cezasına çarptırmıştı. Dostu Finti'nin ailesiyle vedalaşıp işlerini yoluna koyma arzusuyla yanıp tutuştuğunu bilen Daimon, onun yerine kendisi tutsak olmaya karar verdi. Finti'yi belirli bir süre için evine gönderdiler. Ama süre geçer ve o, belirtilen zamanda dönmez. Daimon'u meydana götürürler, cellat artık baltasını kaldırır, bu arada koşmaktan nefes nefese kalan gerçek mahkûm boynunu kütüğe uzatır. Meydana toplanmış olan ve karşılıklı bu büyük özveriden dolayı şaşkına dönen halk, idam mahkûmunun affını ister ve II. Dionysios yalnızca onu bağışlamakla kalmaz, birbirlerine bu denli bağlı iki insanın kendi dostu da olmalarını rica eder. Ancak Finti ve Daimon bu teklifi reddederler. ''Dostluk, Tanrı'nın armağanıdır,'' der eskiler.
''Ve aşk da hayatta ender rastlanır bir armağandır,'' diye ekledi Tussy.'' (Sayfa: 85-86)
*****
*****
''Eleanor aynı zamanda işçi sendikalarından birini yönetiyordu. Varoşlarda ünü artmıştı. Güneşin ve mutluluğun uğramadığı kirli, sisli Whitechapel'da yaşayan çok sayıda Yahudi emekçi ve zanaatçıya seminerler verebilmek ve bu mahallede çalışabilmek için Marx'ın kızı İbranice de öğrendi. Tıpkı Engels ve tüm Marx ailesi gibi, Eleanor da çok dil bilen biriydi. Paylaştığı sevginin verdiği mutluluktan güzelleşmiş; genç, neşeli, iyilik saçan Eleanor, tüm yaşamı boyunca biriktirdiği her şeyi vermeye hazır, bilgisini bir hazine gibi saklayıp yorulmak bilmeden çalışarak fabrikaları, atölyeleri, barakaları ve evleri ziyaret ediyordu.
Çocuklar onu seviyordu. O da, tıpkı bir zamanlar Marx'ın yaptığı gibi, çocuklara akide şekeri dağıtıyor, eğlenceli masallar anlatıyordu. Kadınlar kendi kaygılarını, acılarını, gizlerini onunla paylaşırlar; erkekler onda çok deneyimli, savaşmaya hazır savaşçı bir yoldaşlarını bulurlardı. Fakat o kürsüde daha bir iyiydi. Onun büyük bir aktrisi dahi kıskandırabilecek nitelikteki derinden gelen ince sesi, düzgün diksiyonu, ruhsal cömertliği, sağduyusu, dinleyenleri kendisine sonuna kadar inanmaya, onun ardından gitmeye ikna ediyordu.
Tıpkı kırk yıl önce genç Marx'ı emekçilerin 'baba Marx' diye adlandırmaları gibi, daha otuz yaşına basmamış bir kadını varoşlardaki insanların 'annemiz' diye adlandırmaları oldukça doğal görünüyordu.'' (Sayfa: 87)
*****
*****
''1884 kışında, Marx'a ait kâğıtları karıştırırken kendisini heyecanlandıran defterlere rastladı. Asurlular ve Finikeliler'in taş yazıtlarını anımsatan gizemli ve dekoratif el yazısıyla Marx, ilerici bir bilim adamı olan Amerikalı Morgan'ın 'Eski Toplum' adlı kitabından alıntılar yaparak onlara kendi notları ve düşüncelerini eklemişti. Engels, arkadaşının defterlerinde bu konuya ilişkin pek çok düşünceyle karşılaştı.'' (Sayfa: 88)


''Engels yeryüzünde hemen hemen hiçbir iz bırakmadan yitip giden bir örümcek ağını parçalamıştı adeta. Ve onun kalemiyle ölü canlanmıştı.
Bu yapıt, devletin ortaya çıkışının, gelişmesinin ve gelecekte yok olacağının öyküsüydü. İnsanın kendisini ve dünyayı kavrama girişimini adım adım izleyen Engels, toplumların nasıl sınıflara bölündüğüne, devletin farklı zamanlarda aşama aşama nasıl değişip güçlendiğine açıklık kazandırır. O, ezenler ve ezilenlerden oluşan bir dünyada, iktidarın daima zenginlerin ve güçlülerin elinde bulunduğunu tarihsel gerçeklerle kanıtlayarak, burjuva bilim adamlarının devletin sınıflar üstü özelliklerine ilişkin teorisini çürütür.
Antik devlette iktidar köle sahiplerinin elindeydi, ortaçağda ise feodallerin. Ayrıcalıklı zümrelerin çıkarlarını savunan devlet, 14. yüzyılda, emekçilere karşı kullanılan bir baskı aracı olma görevini üstlenmişti. Ve demokratik burjuva cumhuriyeti de bir istisna değildi.
Ancak tarih, devletin olmadığı zamanlara da sahne olduğundan, kanatlar takıp gözün görmediği yüksekliklere ulaşacak insanlığın bu devlete daha fazla gereksinim duymayacak olması kaçınılmazdı.
Engels yapıtında şunları öngörüyordu: ''Sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte devletin de ortadan kalkması kaçınılmazdır. Özgür ve eşit üreticiler birliği temelinde üretimi yeniden örgütleyecek olan toplum, tüm devlet aygıtını gerçek yerine, yani çıkrık ve bronz balta ile birlikte antik çağ müzesine gönderecektir.''..'' (Sayfa: 89)

#OssipZetkin #ClaraZetkin

''Osip çeviriden iyi para aldığında Clara dostlarına ziyafet veriyordu. Bir keresinde, konukları doyurmak için yüz civarında biftek kızartmak zorunda kalmıştı. Ancak böyle bir ücreti çok ender olarak elde ediyorlardı; eski komşularına içtenlikle bağlanmış olan Clothilda, kirayı ödeyemeyen Zetkinler'in dramatik bir sahnesine tanık oldu. Akşamın geç saatleriydi. Clara polislere ısrarla tahliye için zaman tanımalarını rica ediyor, Clothilda da borç yerine kendi eşyalarından bir şeyleri rehin olarak öneriyordu. Polis daireye, iki çocuk banyodayken ve anneleri gecelikle onları yıkarken girmişti. Zetkin'ler yarı çıplak haldeki çocuklarıyla birlikte sokakta kalmışlardı. Uzun süren ağız dalaşından sonra nihayet Clara'ya bir pelerin verdiler; çocuklarınkiler dahil, diğer tüm giysilere dairenin kirasına karşılık el konuldu. Gece gelip çatmıştı, Zetkin'ler en yakın parktaki banklara oturmuşlardı. Böyle geç bir saatte hiç kimse bir aileyi evine almak istemezdi.'' (Sayfa: 103)
*****
*****
''Alnı sagu ağacının berrak çekirdeklerine benzeyen ter damlacıklarıyla kaplı Zetkin bitkinliğiyle güçlükle boğuşarak:
''Marx, mücadele uğruna yaşamaya değer,'' diyordu.''
''Bu, olağanüstü bir düşünce,'' dedi İvuşkin coşkuyla. ''Mücadele biçimleri farklı farklıdır; önemli olan insanın kusursuz, öğrenme arzusuyla dolu ve çok yönlü olabilmesidir. Yüreğimiz ve beynimiz ne kadar geniş olursa, yaşamak, düşünmek, eyleme geçmek, hissetmek o denli ilginç olacaktır. Tıpkı hayvanlar gibi, yemek, yatmak ve kendi içgüdülerimizi tatmin etmek uğruna doğmanın anlamı yoktur.''
''Ruh nedir.?'' diye sordu Clothilda.
''Aklın ve yüreğin birliği, bütünlüğüdür,'' diye hiç duraksamadan yanıt verdi İvuşkin.
Osip gözlerini kaldırıp, başını yastığa yorgunca gömerek dinliyordu arkadaşını. Korkunç derecede sararmış teni beyaz yastıkta daha bir göze çarpıyordu.
''Yaşamak mutluluğuna eriştiğimiz için borçluyuz ve bunu bize sağlayan doğaya karşılığını fazlasıyla vermeliyiz. Biz, verirken alıyoruz,'' diye fısıldadı Zetkin güçlükle duyulur bir sesle. ''Çok yakında ne düşüncemde gezegeni dolaşabileceğim, ne de evrenin ateşböcekleri olan yıldızları görebileceğim. Ben uykuya dalıyorum.''..'' (Sayfa: 117)
*****
*****
''Engels geçmişteki pek çok mücadelede kendisine ve Marx'a dava yoldaşı olan ve Cenevre'de yaşayan fırça yapım ustası Becker'e şunları yazıyordu:
Bende lokal -doğrusu zaman zaman can sıkıcı- bir hastalık var, ancak bu hastalık genel sağlık durumumu etkilemiyor; hatta onu, kuşkusuz, tedavisi imkânsız olarak kabul edemeyiz; en kötü olasılıkla bu hastalık beni askerlik için çürüğe çıkarır, ama olasıdır, birkaç yıl sonra yeniden ata binebilirim. Dört aydır yazı yazamıyorum, ama dikte ediyorum ve 'Kapital'in ikinci cildini neredeyse bitirdim, ayrıca ilk kitabın İngilizce çevirisini redakte ettim.. Kötü olan şu ki, yitirdiğimizden bu yana ben Marx'ın yerini doldurmak zorundayım.. Teori konusunda Marx'ın yerni doldurmak ve baş kemancıyı oynamak zorunda olduğum şu anda, işler hatasız yürümeyecek ve kimse bunu benden daha fazla hissetmeyecektir. Ama, daha da fırtınalı dönemlere girdiğimizde biz Marx'ın şahsında gerçekte neyi yitirdiğimizi anlayacağız. İçimizden hiçbiri, hızla eyleme geçmemiz gerektiği anda, onun kadar doğru karar alma ve gerekirse anında darbeyi indirme yeteneğini içeren geniş dünya görüşüne sahip değil. Doğrusu, rahat dönemlerde olaylar onun değil, benim haklılığımı kanıtladı; oysa devrim dönemlerinde onun düşünceleri hemen hemen hatasız olmuştur.
*
1885 yılında 'Kapital'in ikinci cildi üzerindeki yoğun çalışma son buldu. Engels, Marx'ın en eski yayıncısı Otto Meissner ile kitabın yayımlanması konusunda anlaştı ve birkaç ay sonra Marx yanlılarının sabırsızlıkla beklediği kitap yayımlandı.'' (Sayfa: 119-120)

Minna Kautsky

'' #Minna'nın doğal bir özelliği, işçi sınıfının yaşamına nüfuz ederek sosyal ilişkilerdeki hastalıklı sorunları cesaretle çözmeye çalışmasıydı. Bu ender özellik, Marx ve Engels'in dikkatini bu Alman sosyalistinin yapıtlarına çekmiş ve bu yeteneği onlarda saygı uyandırmıştı. Onlar, #Kautsky'nin kitaplarını birer yetenek ürünü olarak görmekle kalmamış, gelişmekte olan sosyal demokrat hareket için son derece yararlı bulmuşlardı.'' (Sayfa: 121)

*****
*****
''Kautsky, dantelalı şemsiyesinin ucuyla kumları karıştırarak mesleğindeki zorlukları kaygıyla anlatıyordu Engels'e.
''Bir kadının edebiyattaki yolu her zaman engebelidir. Bin yıllarca süren eşitsizliğin doğurduğu önyargıyı kırması gerekiyor, erkekte ise acımasız, güçlü bir rakibi görüyor. Daha 18. yüzyılın sonunda, Büyük Fransız Devrimi sırasında, bir bakan karısı olan anı yazarı Madame Roland meslek seçimi üzerinde düşünürken şu acı sonuca varmıştı: ''Eğer bir kadının yapıtları kötüyse onu acımasızca alaya alıyorlar, eğer iyiyse, başkalarına mâl ediyorlar.''..'' (Sayfa: 122-123)
*****
*****
''Mahkemeyi beklediği günlerde Anna, 'Halkın İradesi'nden arkadaşı olan #İppolitMışkin'in idam edildiğini öğrendi. Mışkin, yaşamın içinden gelmiş, halkını, kendisini unuturcasına sevmiş, adaletsizliğe tahammülü olmadığından öldürülmüş olanlardan biriydi. Asker bir babanın oğlu olarak, çocukluğundan beri bilgi hırsıyla yüklü ve bu bilgileri parça parça biriktiren, askerî topograf, öğretmen, stenograf ve nihayet Moskova'da bir matbaanın sahibi Mışkin, bir hayalci, gerçeğin iz sürücüsü ve devrim şövalyesiydi. Fazla dikkat çeken bir yönü yoktu; bununla birlikte fiziksel açıdan oldukça dayanıklı olan Mışkin zorbalık ve haksızlıkla karşı karşıya kaldığında hep ateşli ve güç zaptedilir biri olurdu. Çernişevski'nin öğretisine bağlanınca, onu mahkûmiyetten kurtarmaya karar verdi ve Rusya'nın ücra köşesi Viluyusk'a gitti. Çernişvski'yi zindandan götürürlerken Kazak muhafızlara ateş açtı fakat tutsağı kurtaramadı, kendisi de yakalanıp kürek cezasına çarptırıldı. İşte onun cehennemi, köşe bucak gezişi o anda başladı. Zorba bir gardiyanın mahkûmlarla alay etmesine katlanamayarak onu yaka paça indirdi. Bunun karşılığında İrkutsk zindanına sürüldü. Ama korkusuz yüreği orada da pes etmedi. Hapishane kalesinde, yoldaşının mezarı başında tüm Rusya'da yankılanan bir konuşma yaptı. Mışkin çarlığa meydan okuyordu. Mahkûmun cezasına on beş yıl daha eklediler.
İki yıl sonra Mışkin'i Kara'ya getirdiler. Kürek mahkûmiyetinden firar etti fakat Vladisvostok'ta teşhis edildi ve yakalandı. Mışkin artık efsane olmuştu. Onu Şlisselburg'a sürerek diri diri gömmeye karar verdiler; ancak, yirmi yıla mahkûm edilmiş biri olarak zindanda bile kötülükle tek başına savaşmaktan vazgeçmeyen bu kural tanımazı kimse zapt edemiyordu.
Tutukluların hücrelerde uğradıkları keyfi muamelelere ve işkencelere katlanamayarak ayaklandı Mışkin ve bazı tutukluları akıllarını yitirecek ya da intihar edecek duruma getiren yerel jandarma komutanıyla hesaplaşmaya kalkıştı. Askerî mahkeme İppolit Mışkin'i kurşuna dizilmek yoluyla idam cezasına çarptırdı. İdam cezası Şlisselburg Kalesi'nin meydanında uygulandı. Naaşı da orada toprağa verildi.'' (Sayfa: 128-129)
*****
*****

Schiller:

*
''Rahmetli, mezarında rahat uyu,
Sağ olan da değerini bilsin yaşamın.'' (Sayfa: 137)
*****
*****

Aveling:

*
''..Eğer doğa bana beste yeteneğinden çok müzik kulağı vermiş olsaydı 'Kapital'i müziğe uyarlardım. Benim İrlandam melodiler ülkesiyken bu eksikliğin doldurulmamış olmasına hayıflanıyorum.'' (Sayfa: 140)
*****
*****
''Doğrusu Karl,'' dedi Engels sevdiği kimyacıya Ren şarabı dolu kadehi uzatırken, ''biz ancak akıllı ve inatçı direnişimiz sonucu bir güç olduk ve burjuvaları bize saygı duymaya zorladık. Burjuvalar, ödün verenleri her zaman aşağılar. Kaçınılmaz zaferimize içelim.'' (Sayfa: 142)
*****
*****
''Yalnızca çok sakin, mutlu, sağlıklı insanlar uykularında çekicidir. Uyuyan çocukların güzelliği bambaşkadır. Geçen yıllar, hastalıklar, acılar insanların yüzünde silinmez izler bırakır. Ve uyku, onlara canlılık vermek için gelen bir ilkbahar değildir.'' (Sayfa: 160)
*****

Bernard Shaw:

*
''Genelde diğer mesleki başarısızlıklara sakin, alaycı yaklaşan Shaw'a tiyatrodaki başarısızlık yıkıcı geliyordu.
Yergi ve güldürünün koruyucu maskesi altında onun çok duygulu ve yufka yüreği gizliydi. Mezbahayı gördüğü 25 yaşından sonra vejetaryen olmuştu. Kadınların gözyaşlarına ve çocukların ağlamalarına kesinlikle dayanamazdı. İşçi sınıfına duyduğu acıma hissi, onu sosyal başkaldırıya sürüklemişti ama özgürlük ve adalet adına da olsa, her türlü güç kullanımından korkuyordu.
Aynı görüşte olduğu insanların kurnaz ağırkanlılığına sık sık öfkelense de bir Fabiancı olarak kaldı. O yıllarda Britanya Müzesi'nin okuma salonunda 'Kapital'i okudu ve Karl Marx'ın dehasına hayran kaldı. Bu konuda bir makale yazdı ve bu denli sağlam görüşler sistemini oluşturan dev akıl karşısında duyduğu hayranlığı hep korudu. Ama bunu kavrayıp ekonomi üzerine teorik açıdan tek doğru bilim olarak kabul etmesine karşın, korkusu yüzünden Marksizmin felsefesi ve taktiğinden uzak durdu. Kendi tahminlerine göre, yıkımı da beraberinde getirebilecek bir fırtınadan korkuyordu.'' (Sayfa: 168)


Robert Browning'in adı, 1846 yılında evlendiği Elizabeth Barett'in adıyla iç içeydi hep. Güzel geçen on beş yılın sonunda karısını Venedik'te toprağa vermişti.
Onların aşkı birçok öyküye ve piyese konu olmuştu.
Elizabeth uzun yıllar tedavisi olanaksız bir hastalık yüzünden yatağa mahkûmdu. Zengin, sofu ve despot tüccar Barett, kızını acımasız bir şekilde itaate zorlamıştı. Browning'le tanıştığında Elizabeth kırk yaşındaydı. Günlerini okuyarak geçiriyor ve şiir yazıyordu. Yaşamı yalnızca yüreğinin ve düşüncelerinin keskin sezgileri sayesinde tanıyarak fabrikalara satılan küçük köleler, ağır işler ve açlık yüzünden ölen çocuklar üzerine şiir yazan ilk insandı. Onun yapıtı 'Çocukların Ağlayışı' yine aynı yıllarda yazılan Beecher-Stowe'un 'Tom Amcanın Kulübesi' gibi tüm dünyayı sarsmıştı. Ve Uzak Rusya'da, büyük Rus, demokrat şair N. A. Nekrassov 'Çağdaş' dergisinin sayfalarında bu şiirin çevirisini yayımladı.
*
Yaşamla mücadele ölen insanların
Beddualarını dinlerken kayıtsızca
Duyuyor musunuz kardeşler,
Onlar için sessizce ağlayışını
Ve şikayetlerini çocukların
'Çocukluğun altın çağında
tüm canlılar mutlu yaşar
Coşkulu geçen çocukluktan
Eğlenceyle, mutlulukla payını alır
Çalışmadan.'
Bir tek onlara nasip olmuyordu
Doyasıya gezmek altın sarısı tarlalarda;
Bütün gün fabrikalarda tekerlekleri
Döndürüyor, döndürüyor, döndürüyorlar.!
*
Yararı yok ağlamanın, yakarmanın;
Tekerlekler duymuyor, acımıyor;
Öl istersen, lanet olası dönüyor,
Öl istersen, gıcırdıyor, gıcırdıyor, gıcırdıyor.!
Nerede biz yorgunluk tutsaklarına
Eğlenmek, hoplayıp zıplamak,
Şimdi salsalardı bizi tarlalara
Yığılır uyurduk otların üzerinde.
*
Robert Browning ve Elizabeth Barett birbirlerini bulunca daha ilk buluşmalarında, ortak mutluluklarının nerede olduğunu anladılar. Ama yarı sakat kızın babasının, onun yoksul bir şairle evlenmesine razı olması söz konusu bile edilemezdi.
Kendisinden epeyce genç olan sevgilisine yük olacağını anlayan Elizabeth baba evinden kaçma kararını hemen verememişti. Ama aşkın mucizesi burada da gerçekleşti.
''Ruhen ve fiziken sağlıklı Browning, beslediği yüce duygunun gücüyle kendisine inanmış olan Elizabeth'e sağlıklı olduğu inancını açılamayı başardı. Önceden hiç ayak üstü duramamış olan kadın hiç beklenmeksizin yürümeye başladı. Babasının iç karartıcı, boğucu evini gizlice terk etti ve güneşe çıktı, insanların arasına karıştı, sanata kavuştu.'' (Sayfa: 172-173)


''Tussy mezardan ayrılırken insanları zenginleştirme cömertliğini gösteren bu insan önünde saygıyla eğildi.
''Sen kim olursan ol, Coriolanus'ı, Windsor'un Şen Kadınları'nı, Hamlet'i yaratan bir dahisin.! Biz seni Shakespeare olarak biliyoruz. Bu isme saygı duyuyoruz,'' dedi Tussy.
Tussy, insanı yücelten, onu bilgi ve mutlulukla ödüllendiren büyük yapıtların içerdiği ölümsüzlük üzerine düşüncelere dalmıştı. Uygarlıklar kentler yok oluyor, toplumsal düzenler değişiyor, oysa gözleri görmeyen Homeros, epik şiirlerin isimsiz yaratıcıları, düşünür ve şair Shakespeare, bir Phoenix gibi, o küller arasından daha da gençleşmiş olarak ayağa kalkıyorlar. Büyük iktidar düşkünlerinin, yıkıcıların, bencillerin ve fatihlerin ölümünden geriye ise yalnızca yıkıntılar, kaos ve yüzyıllarca süren acılar kalıyor. Bu kişilerin adları dahi despotizmi temsil ediyor. İnsanlar kötülüğün sıkıntısını çekiyor, iyiliği ise sonsuzlaştırıyor.'' (Sayfa: 176)
*****
*****
''Uzun yıllar süren sürekli bastırılmışlık, tutsakların sinirlerini yıpratmıştı. Çoğu ateşlenmeye hazır bir dinamiti andırıyordu. Cesaretten daha güçlü olan mutsuzluğun her şeyi altüst edecek infilakını sağlamak için onu ateşlemek yeterli olacaktı.'' (Sayfa: 191)
*****
*****
''Her şeyini yitirmiş olanlar hiçbir şeyden korkmaz. Mutlu olanlar ise, kendilerinin ya da başkalarının başına gelebilecek tatsızlıklardan köşe bucak kaçar.'' (Sayfa: 196)
*****
*****
''Yaşamın kendisinden daha da önemli olan ve insanı insan yapan bir olgu vardır; bu da kendi onurunun farkında olmaktır.'' (Sayfa: 201)
*****
*****
Yaşamda, varolma kaosunun ağırlığı altında ezilen insanın düşüncenin dev ışığıyla birden aydınlanıp kendine gelmesi ve kendisi için gerekli yegâne yola yönelmesinden daha önemli bir an var mıdır.?!'' (Sayfa: 211)


''Sorge, trajedinin kahramanlarını tanıyordu ve onlardan acıyla söz ediyordu.
''Sen de mahkemede bulundun mu.?'' diye sordu Engels.
''Evet.! Yargılayıcılar adeta yasalarla dalga geçtiler. Mahkeme baştan sona sınıfsal içgüdüler ve cezalar uğruna gerçeğe bir çağrıya dönüştü,'' diye anlatıyordu Sorge büyük bir öfkeyle. ''Tüm dünya, zafer kazanan burjuvazinin, kendi mülkiyetini ve iktidarını tehdit edenlere karşı acımasız, yırtıcı bir hayvan olduğunu bir kez daha gördü. Birleşik Devletler Cumhuriyeti'nden  daha korkunç bir yer yoktur. Mahkeme başkanı, suçsuzları yargılamaktan, her ne pahasına olursa olsun onları öldürmekten çıkarı olduğunu yadsımaya dahi kalkışmadı. Chicago'lu dört emekçi önderi asıldı.'' (Sayfa: 214-215)
*****
*****
''Sorge, dosyasından matbu yazılı incecik bir kâğıt çıkarıp Tussy'e uzattı. Tussy metni sesli okudu. Bu belge yazarının yaşamına malolmuştu.
*

Spies:

*
''İntikam.! İntikam.! Emekçiler, silaha sarılın.! Emekçiler, bugün öğleden sonra sizi sömürenlerin zincirli köpekleri, Mc Cormick'in işyerinde sizin altı kardeşinizi öldürdü. Onları niçin öldürdüler.? Sömürücülerin kendilerine layık gördüğü yazgıdan hoşnut olmama cesaretini gösterdikleri için. Ekmek istediler, kurşun yediler; çünkü ölülerin susması garantidir.''..'' (Sayfa: 217)
*****
***** 
''Engels  yumruğuyla masaya vurdu ve öfkeden kekelemeye başladı:
''Politikada saflık cinayetle eşdeğerdir. Monarşistler ve burjuvazinin lastik bir top gibi şişirdiği maceracılarla sol partilerin yapacağı mücadelede, düşüncesizliğin ve ağırdan almanın nasıl sonlanacağı, Louis Bonaparte düzenbazının kanlı eylemlerinin tanığı olan bizler için açıktır.''..'' (Sayfa: 218)
*****
*****
''Tussy konuşmasına başlar başlamaz herkes sustu.
''Arkadaşlar, kardeşler.! Siz günde 14 saat çalışıyor ve ayda topu topu iki gün dinleniyorsunuz. Bunun karşılığında aldığınız ücretlerle ailenizi ne doyurabiliyor ne de giydirebiliyorsunuz. Oysa tüm başkentin lambalarını yakan sizin elleriniz, sizin ellerinizle evler ısınıyor, binlerce araç sizin ürettiğiniz gazla hareket ediyor. Bu makinelerin başındakiler, insanlık için gerekli olan her şeyi üretiyor. Yüzlerce kan emici, burjuvazi, fabrika sahipleri, gaz şirketi ve diğer şirketlerin ortakları zenginleşiyor. Bir yığın sömürücünün el koyduğu zenginliklerin gerçek sahipleri sizlersiniz. Fakat, henüz birlik olmadınız. En önemli güç birliktir.'' Eleanor ellerini havaya kaldırdı: ''Her birimiz tek başımızayken bir örümcek kadar güçsüzüz, fakat binlerce proleter bir araya geldiğinde, karşımızda hiçbir güç duramaz. Rüzgâra ve kasırgaya direnen yelkenlilerin kanatları bile ipten yapılır.''..'' (Sayfa: 235-236)


''Yüreğinde ateş taşımıyorsa eğer, en güzel yüz bile itici olur.'' (Sayfa: 241)


''Clara gitgide daha da coşarak ve bu coşkuyu salondakilere de aktararak, proleter bir kadının yaşamda, çalışma alanında ve aile içinde karşı karşıya kaldığı ikili baskıyı anlatıyordu. Kadının kurtuluşunu sosyalizm mücadelesinden ayrı tutmanın mümkün olmadığını, örneklerle gözler önüne seriyordu.
''Kendimizi feda etmede ve sorumluluk almada olduğu gibi, devrimci mücadelenin saflarına erkek yoldaşlarla eşit koşullarda katılarak silah arkadaşı olmaktan öte bir şey istemiyoruz. İnsanlığın kurtuluşu için mücadele eden proleterler, kadının ekonomik bağımlılığına göz yummamalı, insan soyunun yarısını körlüğe mahkûm etmemelidir.''..'' (Sayfa: 262-263)
*****
*****
''Engels yıllarca önce yazdıklarını yüksek sesle tekrar etmeye başladı: ''Bir düşüncenin sonsuzluğuna, ebedi gerçeğin zaferine olan inanç, bu düşüncenin hiçbir zaman ikileme düşmeyeceğinden, yolunu hiçbir zaman şaşırmayacağından emin olmaktır; tüm dünya ona karşı çıkıyor olsa da. İşte her gerçek filozofun gerçek dini budur.. Varsın bizim için, düşüncelerimiz uğruna kolaylıkla feda edebileceğimiz sevgi, çıkar, zenginlik olmasın; bu düşünce bize her şeyin kat kat fazlasını verecektir.! Savaşacak ve kanımızı dökeceğiz, düşmanın acımasız gözlerine korkusuzca bakacağız ve son nefesimize kadar savaşacağız.! Bayrağımızın, dağların doruklarında nasıl dalgalandığını görmüyor musunuz.? Yoldaşlarımızın kılıçlarının nasıl parıldadığını, miğferlerin uçlarının nasıl ışıldadığını görmüyor musunuz.? Onların orduları dört bir yandan harekete geçmiş, vadilerden bize doğru koşuyor, şarkılar söyleyerek dağlardan iniyor. Büyük karar günü, halkların kavga günü yaklaşıyor ve zafer halkların olacaktır.!'' (Sayfa: 269)
*****
*****
''..''Komün'ün ses getirdiği günleri görmek için de olsa dünyaya gelmeye değer. Sonucu ne denli dramatik olursa olsun, Komün günleri yaşamımı anlamlı kılmıştır. Ne denir ki, her insanın bir Cayenne'si vardır. Fakat en önemlisi, unutulmaz, yüce dava gerçekleşti. Beni bunların dışında tutamazsın. Korkunç olan, insanın doğumla ölüm arasında geçen sürede yitip gitmesidir. Ben ise insanlardaki ateşi gördüm.''
Gün ağarmıştı. Anna, Yelizaveta ile vedalaştı.'' (Sayfa: 283)
*****
*****
''..''Anetta rica ederim, kızların için üzülme. Bak benim oğlum da uzakta. O, ne annesini ne de babasını biliyor. Bu hiç önemli değil. Kendimi hiç sıkmıyorum. Zamanı gelince çocuklarımız bizi anlayacak ve böyle aileleri olduğu için gurur duyacak. Ne de olsa biz ensesi kalın zenginleri reddederek bu cehennemi seçtik; acı çekelim diye değil elbette, herkesin iyiliği için seçtik. Ben burjuvalara imrenmiyorum artık, onların defteri yakında dürülecek. Onların tıka basa dolu bağırsaklarının ve kocaman göbeklerinin, dostlarımızın kocaman yürekleri ve akıllarının yanında ne hükmü olur ki.!''..'' (Sayfa: 286-287)
*****
*****
''Eleanor çocukluğundan beri Engels'e olan, bir kızın babasına duyacağı içtenlikteki sevgisini dışa vurmaktan utanıyordu. Ama, bazen içinden gelen coşkusuna engel olamıyor; ikinci babası ve öğretmeninin ağarmış sakallarına, yorgun göz kapaklarına bakarken, onun kocaman ve henüz gücünü yitirmemiş elini derin bir minnettarlıkla sıkıyordu.
Engels, bu jesti anlıyordu.
''Sen Mısırlı bir köle gibi kendini Mağripli'ye ve bize adadın; şimdi de insanlar ve Mağripli'nin mirası için çalışıyorsun. Bir ansiklopedi maddesine sığdırdığın kısa özyaşam öykün, sadece seni çok kaba hatlarıyla anlatabilir; ama bu sen değilsin sevgili Engels amca.''..'' (Sayfa: 298)
*****
*****

''..''Dünya, kaynayan ve eninde sonunda patlayacak kapalı bir kazan gibi,'' dedi Engels.'' (Sayfa: 300)

*****
*****
''O günlerde büyük bilim adamı, devrimci demokrat yazar Çernişevski'nin ölüm haberini aldı. Danilson'a yazdığı mektubunda başsağlığı diliyor, bu kayıptan duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu. Ölüm, Engels'in de ait olduğu kuşağa iyice yaklaşmıştı.
''Çernişevski benden sekiz yaş gençti ve yok oldu,'' dedi Lenchen'e, ''acele etmem gerek.!''
''Sen de bunu yapıyorsun.''
''Yetmez.! Marx'ın bana bıraktıklarının tümünü insanlara vermeden ölmeye hakkım yok.''
''Sen kendinden de yeterince vermedin ki insanlara, General. Marx ve sen eşitsiniz. Siz eşit iki dağ doruğu gibisiniz.''
''Hayır, ben Marx'ın epeyce gerisindeyim.''
Lenchen yorgunca elini salladı. Engels'le tartışmak kolay değildi.'' (Sayfa: 311)
*****
*****
''Engels, Sorge'ye yazacağı mektubu erteledi ve acı içinde düşüncelere daldı. Geçmiş uzun süre kuşattı onu. Yaklaşık kırk yıl önce, Brüksel'de kendisine kaşlarını çatarak kuşkuyla bakan al yanaklı, genç köylü kızını ilk kez görüşünü anımsadı.
''Onun bu denli doğuştan yetenekli, sağduyulu, uzak görüşlü bir kadın olacağını kim düşünebilirdi ki o zamanlar.! Gerçekten de altın gibi bir kalp durdu. Hepimiz için hem arkadaş hem de kız kardeş, bazen de anneydi. Parti çalışmalarında Mağripli ve ben, ondan ne çok yararlı öğütler aldık,'' diyordu Engels odasında volta atarak.
Acıdan uyku tutmuyordu Engels'i. Lenchen'le dostluğun ona ne çok şey verdiğini anımsıyordu. Uzun yıllar boyunca Marx, onun ölümünden sonra da kendisi, onun sayesinde günlük telaşlardan, insanı öfkelendiren yaşamsal engellerden uzak rahatça çalışabilmişlerdi. Helene Demuth, kimseyle kıyaslanamayacak kadar iyi yürekli ve güçlüydü.
4 Kasım'ı 5 Kasım'a bağlayan gece, Engels ve Tussy gözlerini hiç yummadılar. Kendileri kadar Lenchen'in de çok sevdiği, hepsi için çok değerli insanları yeniden canlandırdılar düşlerinde; onlar için ağladılar büyük bir saygıyla.'' (Sayfa: 321)
*****
*****

"Düşler, herkes için gerçeğe dönüşmez. Çoğu, yaşamı boyunca kılını kıpırdatmadan düş kurar. (..) 

En iyiler ise, mücadelede çelikleşerek hiçbir şeyden korkmamayı öğrenenler, cehennemde melek olabilenlerdir."

*

''Kentler de insanlar gibidir; ya kuşku duyarsınız onlardan ya da sempati uyandırırlar, coştururlar ya da sıkarlar sizi.'' (Sayfa: 332)

*****
*****
''Bay John Kotsberry, geçmişini anımsamayı sevmezdi.

''Dönüp geriye bakanlar, ileride hiçbir şeyi olmayanlardır yalnızca,'' diye yinelerdi sık sık.'' (Sayfa: 334)

*****
*****
''Sadece akıllı, yüce ruhlu, temiz yürekli insanlar, kendilerini esirgemeden bir şeyleri üstlenir ve daha önemli kişiliklerin kendileriyle cömertçe paylaştıklarının değerini bilebilir. Bu minnettarlık duygusu, az sayıda insana özgüdür.'' (Sayfa: 338-339)
*****
*****
Plehanov:
*

''Marx'ın teorisi, Ariadne'nin iplik yumağı gibi, düşüncelerimizi Bakunin'in etkisiyle çırpınıp duran çelişkiler labirentinden çıkardı..'' (Sayfa: 351)

*****
*****

''..''Ben isterim ki,'' diyordu Engels hararetli bir tonla, ''Ruslar, hatta Rusların dışındakiler de Marx'ın ve benim yapıtlarımdan alıntılar yapmayıp, bağımsız düşünsünler. Ancak o zaman 'Marksizm' gerçekten yaşayacaktır.''..'' (Sayfa: 362)

*****
*****

''Temsilciler Meclisi'nin kürsüsünde konuşma yapan Clara Zetkin'i; kadın emekçilerin hakkını savunurken ilk alkışlayan Engels oldu. Zetkin, Louise Kautsky ile birlikte kadın proleterlerin sınıf savaşına, sendikalara ve sosyalist partilere dahil edilmesinde diretiyordu. Engels, bu kadar seçkin ve ruhsal açıdan bu kadar mükemmel kadınların ve erkeklerin ordusunda bulunmaktan dolayı mutluydu.'' (Sayfa: 370)

*****
*****
''.. Engels yarı uyur halde bile düşünmeyi sürdürüyordu. Goethe'nin sözlerini hatırlıyordu:
*

Zenginliğinizi yitirmekle fazla bir şey yitirmezsiniz,

Şerefinizi yitirmekle çok şeyi yitirirsiniz,

Cesaretinizi yitirmekle ise her şeyi yitirirsiniz,

*
Engels tüm yaşamı boyunca cesur olmuştu ve ölümü de öyle karşıladı.
5 Ağustos 1895'te akşam 11:30'da başucunda parıldayan mumun ışığını son kez gördü. Geçen saatler, onun yaşamının son anlarına da tanıklık ediyordu, sessizce ve kayıtsızca. Engels'in gözlerinde bir ateş parıldadı ve bu gözler sonsuza dek kapandı.
Alacakaranlık içindeki kısa gece sona ermişti. Koyu kızıl parıltısyla her tarafı aydınlatan güneş, yükseliyordu doğudan. (Sayfa: 283)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...