25 Ekim 2018 Perşembe

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal


Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i 1914'te kurmay yarbay rütbesiyle askeri ateşe olarak görevli bulunduğu Sofya'da kaleme aldı. Kitabın adının kaynağı ve büyük ölçüde de yazılış nedeni, çocukluğundan beri yakın dostu ve sonradan meslektaşı da olan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan adlı kitabıydı. Kurmay Binbaşı Nuri Conker, kitabında Osmanlı ordusunun uzun süredir ve neredeyse art arda yaşadığı başarısızlıkların sebeplerini tartışıyor; subayların sorumluluk ve görevleri üzerinden bu duruma çözüm önerileri getiriyordu. Kurmay Yarbay Mustafa Kemâl ise kitabında, yer yer onun kitabına doğrudan göndermelerle, aynı konuda kendi düşüncelerini, önerilerini dile getiriyordu.
Kitabın yazıldığı Nisan 1914'te, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının acıları henüz çok tazeydi; Birinci Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarını ise henüz kimse ufukta bile göremiyordu. Ne var ki, Hasbihal'deki endişeler haklı çıkmakta gecikmedi, savaş yıl bitmeden patlak verdi; büyük olasılıkla savaşla ilgili nedenlerden dolayı, kitabın basılması 1919'a kadar gecikti. Anafartalar muharebelerinde Mustafa Kemâl ile Nuri Conker, kitaplarında gündeme getirdikleri sorunlara yönelik çözümleri, başarıyla hayata geçirdiler.
Aralık 1918'de Mütareke İstanbul'unda Mustafa Kemâl, Fethi Okyar'la birlikte Minber gazetesini yayımlarken, beş yıldır bekleyen Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bastırdı. Hasbihal'in bu ilk baskısı 1000 adetti. Mustafa Kemâl bunlardan bir kısmını dostlarına dağıtmak üzere alıkoydu, kalanlar piyasaya verildi. Ancak Mustafa Kemâl'in Mayıs 1919'da, kitabın basımından altı ay kadar sonra Anadolu'ya geçerek İstanbul Hükümeti'yle ilişiğini kesmesinin ardından; Mütareke ve İtilâf Devletleri'nin İstanbul'u işgaliyle birlikte anılan Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin emriyle, piyasadaki bu kitaplar toplanıp imha edildi. Bu yüzden Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in bu ilk baskısından çok az nüsha günümüze erişebilmiştir.
Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün sağlığında, Hasbihal yeniden basılmadı. Ta ki 1956'da, Hasan Âli Yücel yeni kurulan İş Bankası Kültür Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayımlayana dek. Bu kitabı Ruşen Eşref Ünaydın sadeleştirerek yayına hazırlamıştı. İş Bankası Kültür Yayınları Hasbihal'in özgün metnini de, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi'nin eski yazıdan çevirisiyle, Atatürk'ün Askerliğe Dair Eserleri içinde 1959'da yayımladı. Ünaydın'ın edisyonu 1973'te, Cumhuriyet'in 50. yılında bir kez daha basıldı.
Yayınevimiz Atatürk'ün 125. doğum yıldönümü vesilesiyle, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'i bu kez hem özgün metni, hem de günümüz Türkçesine göre sadeleştirilmiş haliyle bir arada sunuyor. Hasbihal'in yazılmasına yol açan Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan'ı da yine aynı biçimde, aslı ve sadeleştirilmişi paralel olarak ve de ilk kez Atatürk'ün eseriyle bir arada, bu edisyonda yer alıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın'ın 1956, Prof. Dr. Afet İnan'ın 1959 edisyonu için kaleme aldığı ve aşağıda derlenmiş bulunan sunuş yazıları da, hâlâ tazeliklerini koruyor..
Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal 1914 Mayısında Sofya'da yazılmıştır. Fakat ilk yaprakta da işaret edildiği üzere Birinci Cihan Savaşı boyunca şu bu kayıtlar yüzünden 1918'e kadar yayınlanamamıştır. Nihayet, Mustafa Kemâl'in öteden beri yakın arkadaşı ve Sofya'da iken elçisi Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918 mütarekesi başlarında İstanbul'da bir müddet çıkardıkları Minber gazetesinin matbaasında, her ikisinin de dostu ve gazete idaresi işlerinde vekili sayılan Doktor Rasim Ferit Talay'dan öğrendiğime göre, Mustafa Kemâl Paşa'nın arzusu ve emri üzerine bin nüsha olarak basılmıştır. Ve her nüshası yedi buçuk kuruş fiyatla satışa çıkarılmıştır. Bunlardan bir miktarını dostlarına hediye etmek üzere Paşa almıştır. Geriye kalanı da, Paşa Anadolu'ya geçip Babıâlice askerlikle münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit Hükümeti tarafından toplattırılarak yok edilmiştir..
Bendeki nüsha Büyük Adam'ın o zaman İstanbul'da iken el yazısı ve imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek bana vermek lûtfunda bulunmuş olduğu nüshadır. Bu nüshanın şimdiye kadar elimde kalmasını, eşim Saliha'nın -Mütareke'de gaalip bir İtilâf Devleti subayına verilmek üzere bir gün içinde eşyamızla birlikte apartmanımızdan kapı dışarı edilmek; İnebolu'ya geçerken, Ümit vapuru Anadolu'ya subay ve silâh kaçırmaktadır diye haber verilmesi üzerine Kızkulesi açıklarında İtilâf kontrolünce dört gün dört gece alıkonarak köşesi bucağı bavul, çuval aranıp taranmak; Buhârâ'ya sefâret memurluğu ile giderken Batum'dan öte bırakılmamak gibi sergüzeştlerde yabancı ele geçirtmeden; Anadolu içindeki taşınmalarımızda ve yurt dışındaki seyahatlerimizde ziyana uğratmadan sağlamış bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı kendisine burada bir daha teşekkür ederim.
Mütareke şartları içinde elde kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto ile basılmış pembe kaplı küçücük bir risâle kılığındaki Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal, yıllar yılı kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam, ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen sene Ulus'ta yayınladığım hatıralarda onun önemini belirttikten sonra gerekli ve yetkili kaynakların onu yeni harflerle bastırarak okurların gözü önüne bir an önce koymasını dilemiştim. Daha sonra da, ya doğrudan doğruya, ya dostlar yoluyla ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecek- kaynaklar iyi niyetler belirttiler. Hattâ tehâlük (büyük istek ve heves) gösterdiler. Bununla beraber, şimdiye kadar gerçekleştirici bir yürürlükte henüz bulunulmadı. Başvurduklarım arasında yalnız Hasan Âli Yücel bununla çok alâkalandı. Bendeki nüshadan bir kopya çıkarılarak eserin İş Bankası Yayınları arasında yeni harflerle basılması için teşebbüsünü esirgemedi. Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak Banka'ca bir hayır işine bağlanmasına çalışmayı o, üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla Büyük Adam'ın hatırasına gösterdiği bağlılıktan ve kültürümüzün zenginleşmesine ettiği hizmetten dolayı İş Bankası'na çok teşekkür ederim.
*
Ruşen Eşref Ünaydın
(Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in sadeleştirilmiş ilk baskısı için yazdığı önsözden.) (
Sayfa: VII-IX)
*****
Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s: XVII

*****

Meşrutiyet döneminde, Osmanlı ordusunun ilk göz önüne çıktığı Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım:
Senin ve benim; ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda birer beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmişti.?
Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım.
Sözgelimi, Mavi Kolordu'nun sağ kanadında hareket eden bir tümen komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun bildirilmesi -sorma yetkisine sahip birisi tarafından- rica edildi.
Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok.! Sebep.?!
Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep.? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu.
Sebep, edemezdi..
Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları.? 
Evet, bu merakı gidermek için tümen komutanın yanından ayrılarak, ''Karıştıran'' yönünde yürüyen alaylara katıldım.
Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim. ''Şimdi'' dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt çıkardı. ''İşte, iki yazılı emir,'' dedi, ''birini gece aldım; birini sabahleyin. Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık..''
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, ''Önce birinciyi ve sonra ikinciyi'' diyordu.
Niçin.?
Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini anlamıştı. Oysa alayı gidiyordu. Ama nereye ve niçin.?! Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını izleyen hiç kimse de bilmiyordu.
O halde nereye gidiliyordu.?
Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti..
Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek istemiyorum. 
Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü olmak gerekmezdi.
Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, ''Bazı noktalara dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi sayarız'' demiştik.
Ve demiştik ki, ''Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilir..''
''İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden -maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun gereklerindendir.''
Ve demiştik ki, ''Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh hallerini bilmemektir.
Ve rica etmiştik ki, ''Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.''
Ve açıklamıştık ki, ''Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları barınamayacakları gibi.. Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz..''
Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sakıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra;
''Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna izin vermez'' dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, ''Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları üzerlerine çekmekten çok, bu tür eyleri önleyecek biçimde konuşurlar.''
Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir..
Yok.. Yok.. O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve..
Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına koşarken..
Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken..
Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve hısımlarım, -içyüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler tarafından- düşmana bağışlanmışlar.
Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok, kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum.. (Sayfa: 6-8)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal
Mustafa Kemâl Atatürk - Zabit ve Kumandan ile Hasbihal,

Subay ve Komutan'ın ikinci bölümü çok önemlidir. Subay, kalp, güven kazanacak ve arkasına alacağı insanlara moral desteği verecek..
Bu bölümün başından sonuna kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra:
''Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi sanatıdır'' tanımına geri dönüyorum ve ''İnsanlar nasıl yönlendirilir.?'' diye bir daha kendi kendime soruyorum....
Bu soruya senin açıkladığın cevapları hatırlarken, sanki bir filozofun şu sözlerini de işitir gibi oluyorum:
İnsanlar ancak, emelleriyle düşüncelerinin ne olduğunun onlara anlatılmasıyla yönlendirilebilir ve yönetilebilir.
Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan başka bir şey olmayan eğilimlerinin ortaya çıkmasına aracı oldu.
İsa, zamanının sonu gelmez sefaletlerini anlayarak ve genel ıstıraplar devrinde dünyada yerleşmeye başlamış olan şefkat gösterme gereğini, din halinde yorumlayıp anlatmak yolunu bildi.
Napoleon, Avrupa içinde dolaştırdığı milletin, özelliklerinden olan askerliğin şanı ülküsünü somutlaştırdı ve kişiliğe büründürdü.
Kısacası, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; düşünceler ve bu düşünceleri onlara anlatıp tanıtan ve toplumun geneline yayan kimselerdir. Düşüncenin özelliği de hiçbir karşı çıkışın bozamayacağı mutlak bir biçimde kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, düşüncenin yavaş yavaş duygularla bütünleşerek inanca dönüşmesiyle mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün diğer mantık ve akla vurma yöntemlerinin hükmü olamaz.
Şimdi, bizim yönlendireceğimiz ve yöneteceğimiz insanların emelleri, düşünceleri, ruhlarında saklı özellikleri nelerdir.? Biz komuta edeceğimiz insanların hangi emellerini kendimizde ortaya çıkarıp somutlaştırarak onların kalplerini, onların güvenini kazanacağız.? Ve onlara moral güç kazandırmak için esin kaynağı olacak (hangi) araçları belirleyeceğiz.?
Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya geldiği gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz.?
Herhalde askerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev olduğu gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da Allah'tan ve Medine-i Münevvere'de yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize düşüyor.
Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi olmak koşuluyla.!
Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişilerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bilinen ve belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz.! (Sayfa: 13-14)

Mustafa Kemâl Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...