28 Nisan 2019 Pazar

Selahattin Demirtaş - Seher



Arka Kapak:
*
Seher'deki hikâyeler, heveskâr işi değil insana ve yaşama duyulan derin sevginin ince bir mizahla harmanlandığı has yazar işi metinler. Karşımızda, tutsaklık günlerinde vakit doldurmak için yazan biri değil, bugüne kadar ortaya çıkmamış, okura ulaşmamış bir edebiyatçı var.
Demirtaş'ın hikâyelerini okuyunca, keşke halkına, ülkesine, dünyaya karşı duyduğu sorumluluk ağır basmasaydı da yazar olsaydı diye hayıflandım. Sonra, edebiyat-sanat damarımın bencilliğinden utandım: o zaman, edebiyat bir yazar kazanacak ama Türkiye Demirtaş kalibresinde bir siyasetçiden, geleceğin önemli bir liderinden, barış ve özgürlük umudundan yoksun kalacaktı.
*
Oya Baydar
*
Siyaset ve sanat disiplinleri birbirine benzemez. Siyaset; doğru zamanda siyasi açıdan doğru olanı söylemek ve gerçek düşünceleri saklamak ilkesine sahipken, sanatçı deyim yerindeyse yüreğini kazıyarak en gizli duygularını en büyük kitleyle paylaşmaya koşullanmıştır. Bu açıdan Selahattin Demirtaş'ın değerli öykülerini özel bir yere koymamız gerekir diye düşünüyorum. Acılar karşısında duyarlı bir yüreğin çığlığını yansıtan bu öyküler, siyasetten çok daha derin bir insani damara dokunuyor.
Kitabın özenli ve akıcı bir Türkçeyle yazılmış olması, hem estetik hem de toplumsal açıdan övgüye değer. Bu ülkedeki herkesi birleştirecek olan ortak payda sanatın büyülü yaratıcılığında gizli. Çünkü sanat, vicdanın dilidir. Selahattin Demirtaş da bu dili konuşuyor.
*
Zülfü Livaneli

26 Nisan 2019 Cuma

Gabriel García Márquez - Benim Hüzünlü Orospularım (Çeviri: İnci Kut)

#GabrielGarcíaMárquez #BenimOrospularım
Arka Kapak
*
Yüzyıllık Yalnızlık'ı bin yılın en önemli kitaplarından sayılan Gabriel García Márquez, büyülü gerçekçilik akımının en önemli yazarıdır.
*
Benim Hüzünlü Orospularım'ın başkişisi, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden sevişmemiş yaşlı bir gazeteci. Yalnızlığının çaresini günlük, sıradan ilişkilerde aramış bu çirkin ve çekingen ihtiyar, 90. yaş gününde kendine hiç alışılmamış bir armağan vermeye kalkışıyor. Eskiden tanıdığı bir genelev patroniçesini arayıp el değmemiş bir genç kızla birlikte olmak istediğini söylüyor. Patroniçe, onun bu isteğini yerine getirecek, ama yaşlı adam her ziyaretinde ''uyuyan güzel'' Delgadina'yı seyretmekle yetinmek zorunda kalacak, yaşamının gözünde kendisine böylesi bir oyun oynayan yazgısına boyun eğecek; ne ki bu çok özel ilişkiden o güne değin hiç tatmadığı bir aşk doğacaktır.
Gabriel García Márquez, yaşlılığın hüznünü olağandışı bir aşkın coşkusuna dönüştürüyor. Belki de ölümü güzelleştirmek için.. Ustanın elinden yaşlılığa, cinselliğe, aşka ve ölüme bir güzelleme..

*****

Beşinci on yıla varıp da yaşlılığın ne olduğunu tahmin etmeye başladığımda belleğimdeki ilk boşlukların farkına vardım. Gözlüğümü aranarak evin içinde dört dönüyor, sonunda gözümde olduğunu keşfediyordum, ya da gözümde gözlükle duşa giriyor, bazen de uzak gözlüğümü çıkarmadan üstüne okuma gözlüğümü takıyordum. Günlerden bir gün iki kez kahvaltı ettim, çünkü birincisini unutmuştum; sonra da arkadaşlarımın bir önceki hafta anlattığım aynı öyküyü anlatırken beni uyarmaya cesaret edemediklerinde yaşadıkları telaşı fark etmeyi öğrendim. Artık o zamanlar kafamın içinde biri tanıdığım yüzlere, biri de her birinin adlarına ait olan iki ayrı liste vardı, ama sıra selam vermeye geldi mi yüzlerle adları örtüştürmeyi beceremiyordum. (Sayfa: 16)

*****

"Seks, insanın aşkı bulamadığında, elinde kalan bir tesellidir." (Sayfa: 60)

*****
"Yavrucuğum, bu dünyada yalnızız. (Sayfa: 62)

#GabrielGarcíaMárquez #BenimOrospularım

25 Nisan 2019 Perşembe

Suat Derviş - Fosforlu Cevriye


Suat Derviş'in adı birçoğumuz için bir tür söylence, hatta efsane gibi söylenen, eserlerine kolay erişilemese de çeşitli açılardan hep anılan bir nitelik taşır. Modern edebiyatımızın ilk ve öncü kadın yazarlarından, çok iyi bir eğitim alıp Avrupa'da okuduğu halde kimi romanlarında toplumun en alt katmanlarından kadınları tasvir etmede usta, hepsi toplumca tanınmış birer aydın olan dört eşinin yanı sıra, örneğin Nâzım Hikmet'i de kendisine âşık etmeyi başarmış bir gönül avcısı, sosyetik sayılabilecek bir çevreye karşın komünizme sempati duyan ve kimi örgütlere katılan biri. Müthiş bir değişim ve/veya dönüşüm çağında, yaşamında olmadık çelişkileri bir arada bulunduran, kendince bir macera yaşayan kişilikli bir kadın. Yani aslında, insana bahşedilmiş tüm fırsat ve olanakları kendi hikâyesinde toplamış biri. Hem sıradan hem de olağanüstü bir hikâye.
Bu sunuşu hazırlamak için Fosforlu Cevriye'yi okurken, tüm bunları duyumsadım. 1940'ların Türkiye'sinde popüler bir gazetede tefrika edilerek geniş bir kesime sunulan bu romanın anlattığı, hayatı Beyoğlu ve Galata'nın en izbe sokaklarında geçen, erkeklerle yaşadığı gece maceraları için kentin Tekfur Sarayı'ndan Tarlabaşı'na, İnönü Gezisi'nden Dolmabahçe sırtlarına kadar çeşitli açık mekânlarını seçen, anne babasını hiç tanımamış, erkek sarrafı ve yaşam işçisi küçük fahişe Cevriye'yi nasıl, nereden tanımış olabilirdi Suat Derviş.? Gazetelerin üçüncü sayfalarından mı, yoksa keskin bir gözlem ve araştırma gücünden mi beslenmişti.?
Ne olursa olsun, Fosforlu Cevriye; kadın-erkek ilişkilerinin henüz (ve hâlâ) evrensel ölçülere göre çok geri olduğu ve özel bakanlığı kurulsa bile, çözümün ufukta gözükmediği ataerkil toplum yapımız içinde hep önemsenen bir figürün, fahişe figürünün edebiyatımıza ve oradan da sinemaya atlayan en ilginç örneklerinden biri olup çıkmış ve sinemada karşılığını bulmuştu. O yılların Yeşilçam'ında bir yandan ''altın yürekli fahişe'' tiplemesi yan rollerde, hatta başkarakterlerde boy gösteriyor, öte yandan yazar-senaryocu Attilâ İlhan'ın gözdesi ''erkek-kadın'' figürü Yalnızlar Rıhtımı, Zümrüt gibi sofistike veya Şoför Nebahat gibi popüler film kahramanlarıyla sinemaya geçiyordu.
Aslında 1944-45 yıllarında gazetede yayımlanan Fosforlu Cevriye'nin sinema macerası gecikmiş sayılabilir. Bunun için Yeşilçam'ın gerçek anlamda şaha kalktığı ve birden çoğalan film sayısıyla farklı ve özgün karakterler aramaya çıktığı 60'lı yılları beklemek gerekti. İlk Fosforlu Cevriye filmi, romanı uyarlayıp yöneten eski kuşaktan Aydın Arakon'un çabasıyla 1959 yılında çekildi. Başrollerde dönemin çok cazibeli, ama karakter olarak da ''erkek gibi kadın'' dedirten ünlü oyuncusu Neriman Köksal vardı. Yanı başındaysa, Cevriye'nin roman boyunca Necatibey Caddesi üzerindeki bir han odasında asla eyleme dönüşmeyen, adı konmamış bir aşk yaşadığı, adını bile öğrenemeden sevdiği erkek olarak da Orhan Günşiray vardı. Üç yıl sonra 1962'de Fosforlu Oyuna Gelmez adıyla ve tıpatıp aynı kadroyla filmin devamı çekilecekti.
Ama bu kadarla kalmadı. Bir kuşak sonrasında, 1969'da bu kez Fosforlu Cevriyem geldi. Bülent Oran senaryoyu yazmış, Nejat Saydam çekmiş ve başrolleriyse Türkan Şoray ile Tanju Gürsu yüklenmişti. Yine bir kuşak sonra, 1978'de Memduh Ün hikâyeyi yeniden ele aldı. Ancak bu kez ciddi anlamda telif sorunlarıyla karşılaştı ve filmin adını Cevriyem yaptı. Her şeyi bir ölçüde yenileştirmek, bu kez emektar Safa Önal'a nasip olmuştu ve Türkan'a bu kez Kadir İnanır eşlik ediyordu. Ayrıca 1966-67'de bu kez Halit Refiğ üst üste Karakolda Ayna Var ve Kız Kolunda Damga Var ikilemesini çekti. Kahramanlar da, oyuncular da farklıydı (Fatma Girik ve Sadri Alışık). Ancak bu filmler adları ve atmosferleriyle Suat Derviş'in romanını akla getirirler. Çünkü bu iki deyiş de romanda sık sık karşımıza gelmektedir. 1989 yılında İbrahim Tatlıses'in yönettiği ve karşısında Sevtap Parman'ın oynadığı Fosforlu'da Suat Derviş'ten ne kalmıştır, kendi adıma hiç bilmiyorum.
Bugünlerden bakıldığında Fosforlu Cevriye, yalnızca edebiyatımız için o dönemde hayli özgün bir kadını (ve çevresindeki bir avuç yan kişiliği) ustaca çizen bir toplumsal-gerçekçi çaba değil, aynı zamanda İstanbul'a adanmış bir kitap da.. O dar çevre içinde dönenip duran küçük insanların arasında önemli bir ölçüde azınlıktan kişilerin bulunması bu dönem duygusunu pekiştiriyor. Çatlak Marika'dan meyhaneci Barba ve Kosti'ye, vaktiyle Ernani (Victor Hugo) oyununu oynayıp kanto söylemiş Ermeni Dikranui, yani Sümbül Dudu'dan kahveci Mavro'ya, Şimamn Hayganos'tan Tatavla Gülü Elonikos'a, yaşlı Mayrık'tan suflör Haçik Efendi'ye tüm bu kişilikler, azınlıkların henüz kovulmadığı bir İstanbul mozaiğini bize yaşatıyorlar. Bu da bu ilginç ve ayrıksı romanın temel özelliklerinden biri olup çıkıyor.
*
SUAT DERVİŞİN KÜÇÜK İNSANLARI
Atilla Dorsay, Eylül 2013 (Sayfa: 7-9)

12 Nisan 2019 Cuma

Ölümsüz - Vassilis Vassilikos

Arka Kapak
*
Vassilis Vassilikos, 1934 yılında Yunanistan'ın Kavala kentinde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği Selanik'te geçti. İlk Kitabı ''Jason'un Öyküsü'' 1953 yılında yayımlandı. Bunu, 1956'da çıkan ''Barışın Kurbanları'' ile üç ayrı öykünün anlatıldığı ''Üçlü'' (1961) izledi. Üçlü ile Vassilikos, Yunanistan'ın en büyük roman ödülü olan ''12'er Ödülü''nü kazanan en genç yazar oldu. 1964'te ''Amerika Mitolojisi'', 1966'da röportajlarından oluşan ''Duvarların Dışında'', 1967'de de ''Ölümsüz'' (Z) adlı ünlü romanını yayımladı. Yunanistan'da Albaylar Cuntasından önce Karamanlis'in başbakanlığı döneminde ılımlı bir solcu olan milletvekili Lambrakis'in öldürülmesi olayını ve genç bir sorgu yargıcının dirençli sorgulaması sonucu bu öldürülme olayının devlet güçlerinin kesin bir komplosu olduğu gerçeğini ustaca romanlaştıran Vassilikos, bu romanıyla dünya çapında ün kazandı. Bilindiği gibi, bugün Yunanistan'ın yeni seçilen Cumhurbaşkanı, bu cinayet olayının sorgulamasını yapan o zamanların genç sorgu yargıcıdır. Bu roman, ünlü Yunanlı yönetmen Kosta Gavras tarafından sinemaya da uyarlandı ve filmin başrollerini Yves Montand, Jean-Louis Trintignant ve İrene Papas paylaştılar. 1967 yılında, yurt dışındayken Albaylar Cuntası'nın yönetime el koyduğunu öğrenen Vassilikos, Fransa'ya yerleşti ve Cunta devrilip ülkesine demokrasi yerleşene kadar da Paris'te yaşadı. Daha sonra ''Fotoğraflar'' ve ''Zıpkın'' adlı öykülerini biraraya getiren ''Lunik II'' ve ''Hikğmdarlar'' adlı kitapları yayımlanan Vassilis Vassilikos'un ünlü ve yeniden güncellik kazanan romanı ''Ölümsüz''ü Aydın Emeç'in Türkçesiyle sunuyoruz.



''..Ölüler konuşmaz. Sırtlarında ölümün güzelliği, hiçbir ilkbahar ve tomurcuklarının bize açıklayamayacağı sırları birlikte götürürler. Soğuyan kemiklerin çevresinde oluşan tuz gibi, yapılamayan açıklamalar, boğulup giden savunmalar, muhtıralar, yetki itirazları, yargılama yöntemleri, olayların yorumuyla kabardıkça kabaran toprak..'' (Sayfa: 43)
*
''..İnsanoğlunun acılarının, bireyin çabasıyla geçmeyeceğine sonunda inanmıştı.Salı ve cuma günü öğleden sonraları, muayenehanesine dolan yoksul yığınlarına parasız bakması da bir işe yaramıyordu. Dehşete düşmek için, hastalarıyla en basit ilacın parasını veremeyen halk yığınlarının sayısını karşılaştırması yetiyordu. Yardımseverlikte de durum aynıydı: Bir yoksula para vermek neye yarardı.? Nasılsa, yeryüzündeki yoksulların yüzdesinde hiçbir değişiklik olmuyordu. Dünyanın değişebilmesi için düzenin değişmesi gerekliydi. (Sayfa: 44-45)
*
Yalnızca sağduyunun, en basit sağduyunun her şeye yeniden egemen olacağına inanıyordu. Bazı sözcükler gerçek anlamına kavuşacak, bazı davranışlar başlangıçtaki ağırlığını kazanacaktı.
(..) Kimsenin yararlanmadığı kaynak bir türlü kurumaz. Oysa kaynaktan yararlanmak, yerinde bir davranıştır. Büyük bir soğuğun egemen olduğu toprağın derinliklerinde, demir, çelik, bakır, altın gibi madenler yatar. Günün birinde, bu madenlere ihtiyaç duyan insanlar, gelir ve onları karanlıktan kurtarırlar. (Sayfa: 45)
*Hangi yöntem - parti dememek için yöntem sözcüğünü kullanıyoruz- kişilerin değil de, toplumun gelişimine inanır, bizleri açlık, yoksulluk ve felaketten kurtarmaya çalışır, yüzyıllardan beri içimizi buran, zavallı balıkların sırtındaki sülükleri andıran alışkanlıklara saplanıp kalmak yerine ileri bir hayvan katına yükselmemizi ister.? (Sayfa: 46)
*
Düşünce paslanmadıkça aşk hep aşk kalacaktır. Aşkın değişkenleri gövdeleridir. Neyse ki gövdeler değişebilir, ama aşk, her yüzün, her çift saydam gözün ardında hep aynıdır. Özlem, bizi aşan, çevremizdeki duvarları, engelleri istemeyen, öteleri arzulayan bir şeyin özlemidir bu. Sesime karışan senin sesin, çift ses, hiçbir ses, çağların ötesinden gelen bir uyumla güneş kadar değişmez bir şeyi tekrarlayan, gerçekte sen ve ben olmasak da yine biziz aşk.
(..)
''Seni seviyorum'' diyordu ona, bu beceriksizce sözle yeryüzü, yürek boyutlarına ulaşan bir güzellik kazanıyordu. Ve yeniden, gençliğinin derinliklerine gömülü, solukluğu içinde esmer, yanında hissedeceği an'a kardar hep aynı, dinmek bilmeyen ''gelecek mi, gelmeyecek mi.?'' kuşkusu. Ve de ellerinin topraksı tadı. (Sayfa: 47)
*
..insanın söyleyecek şeyi olursa, konuşmak hiç güç değildi. Güç olan, söyleyecek şeyi olmayanların konuşmasıydı. (Sayfa: 49)

Menelaos Lundemis - Şimşekler Çakarken

Yunan edebiyatının önde gelen yazarlarından Menelaos Lundemis 1912'de İstanbul'da doğmuş, 1977'de küçük yaşta yerleştiği Atina'da ölmüştür. Yapıtlarında, genellikle roman ve öykülerinde köylülerin, ekicilerin, göçmenlerin sorunlarına değinir; özellikle sevgi, kardeşlik, uygarlık, bağımsızlık temalarını işler. 1938'de Atina'da yayınlanan ilk öykü kitabı, Devlet Ödülünü almıştır.
Alman işgali sırasında ''Ulusal Kurtuluş Cephesi''ne katılmış, işgalden sonra yazılarıyla, yapıtlarıyla egemen sınıflara karşı çıkmış, bu yüzden çeşitli baskılara uğramış, sonuçta Vrettakos, Riços, Teodorakis gibi devrimci yazar ve bestecilerin sürgün yeri olan ''Makronisos'' adasına sürülmüştür.
Sürgünde iken Nâzım Hikmet'in sürgünlere gönderdiği mektuptan duygulanmış, birçok dile çevrilen ''Nâzım'a Mektup'' başlıklı uzun şiiri yazmıştır. 1956'da yayınlanan bir romanı nedeniyle yargılanan ve mahkum olan yazar, 1958'de yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır. 1962'de Yunan Cuntası elinden vatandaşlık hakkını almış, 1976'da uzun süre yaşadığı Romanya'dan, bu kez Karamanlis Hükümeti'nin özel izniyle Yunan vatandaşı olarak ülkesine dönmüştür.
Yapıtları Polonya, Romanya, Bulgaristan, Çin, Vietnam gibi ülkelerde yayınlanmıştır.
''Şimşekler Çakarken'' piyesi ilk olarak, seksenli yıllarda, Üsküdar'da, İstanbul Devlet Opera ve Balesi mensuplarınca kurulan İstanbul Akademik Sanat Topluluğu'nda, Yüksel Özkök'ün yönetiminde sahneye konmuştur.
''Şimşekler Çakarken'', ünlü İspanyol viyolonselisti ''Pablo Casals''ın yaşamından bir kesittir.
Casals, İspanya'nın bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşım vermiş ve sanatını bu yolda bir silah gibi kullanmıştır.
Franco Diktatoryası'nın ülkeye egemen olmasıyla birlikte yurt dışına çıkan Casals, Prades'e yerleşerek bir sanat şenliği oluşturdu.
Çalgısını sürekli, bağımsızlık, özgürlük ve barış için çalmış, İspanya iç savaşından sonra bestelediği oratoryosu ile de bir barış simgesi olmuştur.
Menelaos Lundemis'in 19 romanı, 5 öykü kitabı, 6 şiir kitabı, 5 piyesi ve 3 deneme kitabı yayınlanmıştır. (Sayfa: 5-6)

4 Nisan 2019 Perşembe

Friedrıch Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

''Aile, diyor Morgan, ''etkin unsurdur; asla durağan değildir, toplum alt bir koşuldan daha yüksek bir konuma ilerledikçe o da alt bir biçimden daha yüksek bir biçime doğru ilerler. Buna karşılık, akrabalık sistemleri edilgindir; yalnızca uzun zaman aralıklarında ailenin zamanın akışı içinde yaptığı ilerlemeyi kaydeder ve ancak aile kökten değiştikten sonra kökten değişir.''
*
''Öte yandan,'' diye ekliyor Marx, ''genel olarak siyasi, hukuki, dini, felsefi sistemlerde de durum aynıdır.'' Aile varlığını sürdürürken, akrabalık sistemi kemikleşir ve bu sistem bir alışkanlık halinde devam ederken, aile onun içinde serpilir. Gelgelelim, Cuvier'nin Paris'te bulduğu, bir hayvan iskeletine ait kese kemiğinden, bunun bir keseli hayvana ait olduğu ve bir zamanlar o yörede artık nesli tükenmiş keseli hayvanların yaşadığı sonucunu çıkarabildiği kesinlikle, biz de tarihsel olarak günümüze ulaşmış bir akrabalık sisteminde, bu sisteme karşılık gelen, artık ortadan kalkmış bir aile biçiminin bir zamanlar var olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Yukarıda anılan akrabalık sistemleri ve aile biçimleri, şimdi hâkim olan sistemlerden, her çocuğun birden fazla babasının ve annesinin oluşuyla ayrılır. Hawaii ailesinin karşılık geldiği Amerikan akrabalık sisteminde, erkek ve kız kardeşler aynı çocuğun babası ve annesi olamaz, oysa Hawaii akrabalık sistemi tam tersine bunun kural olduğu bir aileyi gerektirir. Burada, şimdiye kadar genellikle tek geçerli biçim olarak kabul edilenle doğrudan doğruya çelişen bir dizi aile biçimiyle karşılaşıyoruz. Geleneksel düşünce, yalnızca tekeşli evliliği, bunun yanı sıra bir erkeğin çokkarılılığını, olsun olsun bir kadının çokocalılığını biliyor ve ahlâkçı bir cahile yakışır biçimde davranıp pratiğin, resmi toplumun buyurduğu bu sınırları sessizce ama utanmadan ihlal ettiği konusunu susarak geçiştiriyor. Buna karşılık, ilkel durumların incelenmesi bizi erkeklerin çokkarılılık, kadınların da çokkocalılık yaşadığı ve bu yüzden ortak çocukların da eşlerin hepsine birden ait kabul edildiği durumlara götürüyor; bu durumlar da yine tekeşli evlilikle birlikte tamamen ortadan kalkana dek, bir dizi değişiklikten geçmişlerdir. Bu değişiklikler, ortak evlilik bağının kapsadığı ve başlangıçta çok geniş olan çemberin gitgide daraldığı ve sonunda yalnızca, bugün hâkim olan tekeşli çifte yer verecek tarzda gerçekleşmişlerdir. (Sayfa: 15-16)

Yeni, uygar, sınıflı toplumun açılışını yapanlar en bayağı çıkarlardır -sıradan açgözlülük, gaddarca haz düşkünlüğü, pis cimrilik, ortak mülkiyeti bencilce çalma; eski, sınıfsız, soylara dayalı toplumun altını oyan ve çökertenler en alçak yöntemlerdir- hırsızlık, ırza geçme, hile, ihânet. Yeni toplumun kendisi de, varoluşunun tüm üç bin beş yüz yıl boyunca, küçük bir azınlığın sömürülen ve ezilen büyük çoğunluğun sırtından gelişmesinden başka bir şey olmamıştır ve şimdi her zamankinden daha fazla böyledir.
(Sayfa: 93)

Morgan'ın uygarlık hakkındaki yargısı:
*
Uygarlığın başlamasından bu yana servetin artışı öyle muazzam boyutlara ulaştı, biçimleri öyle çeşitlendi, uygulaması öyle kapsamlı ve idaresi mülk sahiplerinin çıkarına öyle ustalıklı bir hale geldi ki, bu zenginlik halkın karşısında, yenilemez bir güç haline geldi. İnsan zihni, kendi yarattığı şey karşısında, çaresiz ve büyülenmiş gibi durmaktadır. Yine de, insan aklının, hem devletin koruduğu mülkiyetle ilişkisini, hem de mülk sahiplerinin haklarının sınırlarını saptayarak, zenginlik üzerinde tahakküm kuracak kadar güçleneceği günler gelecektir. Toplumun çıkarları bireysel çıkarlardan kesinlikle önce gelir, her ikisinin de adil ve uyumlu bir ilişki içine sokulması gerekir. İlerleme, nasıl geçmişin yasasıysa, aynı şekilde geleceğin yasası olarak da kalacaksa, salt zenginlik peşinde koşmak insanlığın nihai kaderi olamaz. Uygarlığın doğuşundan bu yana geçen zaman, insanlığın geçmiş ömrünün yalnızca küçük bir parçasıdır; insanlığın önündeki yaşamın da yalnızca küçük bir parçasıdır. Toplumun çözülüşü, biricik nihai hedefi zenginlik olan tarihsel rotanın sonucu olarak, bize tehdit oluşturuyor, çünkü böyle bir rota, kendi yok oluşunun unsurlarını içerir. Yönetimde demokrasi, toplumda kardeşlik, haklarda eşitlik, yaygın eğitim, deneyimin, aklın ve bilimin sürekli ulaşmaya çalıştıkları bir üst toplum aşamasını müjdeliyorlar. Bu aşama eski soyların özgürlük, eşitlik ve kardeşliğinin -daha yüce bir biçimde- dirilişi olacaktır.
*
(Morgan, Ancient Society, s. 532) (Sayfa: 200)


3 Nisan 2019 Çarşamba

Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar


''Sesinizi bastırmak için, burnumun dibindeki kötülüğünüzü yok etmek için, uzak kötülükler düşüneceğim.'' (Sayfa: 17)


''Belki yarın sabah soğukta uyanmanın bir anlamı olur, sana çay pişirmek gibi. Ayaklarımın ucuna basarak yürürüm yataktan kalkınca. Tahtalar gıcırdar. Hayır, zamanla öğrenirim hangi tahtaların ses vermediğini. Sonra ne yaparım.? Uyanmadı, çayın hazırlandığından haberi yok diye sevinirim. 
Bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim albayım. Artık ne olacaksa olsun istiyorum.'' (Sayfa: 21)


''Belki yaşantım kolaylaşıyordu; fakat, her olayı yaşamadan eskitiyordum böylece. Üstelik hayallerimin içine itirazlar karışıyordu.'' (Sayfa: 23)


''Hayalimdeki günleri bile böyle küçük hesaplarla geçirdim işte albayım. Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar, birikmeğe başladı; kurduğum hayaller, bir bekâr odasının dağınıklığında boğuldu. Düşüncemin duvarlarına resimler asmak istediğim halde bir türlü olmadı. Belirli noktalara biriken eşya, odanın çıplaklığını daha da çok ortaya çıkardı.'' (Sayfa: 24)


''Duvarlarına takvimler asan evlere bir türlü benzeyemedik. Evinizi daireye çevirdiniz bu takvimlerle, diyordum onlara. Bana gülerlerdi: Evi olmayan ukala aydınların bu öfkesine, yuva sahibi cahil insanların rahatlığıyla gülerlerdi.'' (Sayfa: 24)


''Yalnızlığın dinini yayıyordum. 
(Başarılı olduğum söylenemezdi.)
Ben tanrı misafiriyim; kendisinin çok selâmı var sizlere. (Gülerlerdi.) Bu akşam da size yolladı beni. (Birbirlerine bakarak, gene bir şeye canı sıkılmış bunun, derlerdi içlerinden.) Yukarıdakilerin biraz canı sıkılıyor da, sen git biraz dolaş dediler bana. (İşimiz Allaha kalmıştı.) Benim hüzünlü görünüşüme saygı duyarlardı, benim için bir şeyler yapmak isterlerdi. Sana da birini bulsak Hikmet, bu bitip tükenmez dolaşmalarının bir sonu gelse. (Geldi.)'' (Sayfa: 24-25)


''Söyle evlâdım, diye teselli ederdi annem beni.. Söyle de içine hicran olmasın. Hicran oldu anne.'' (Sayfa: 25)


''İnsan, birbirine benzeyen bütün yaşantılarını kesintisiz sürdürmeli albayım; çok uzun bir gün boyunca hayatının bütün içkilerini içmeli meselâ.'' (Sayfa: 26)


''Karanlığa dikti gözlerini: Işık mı azdı.? Yoksa insan aynı parlaklıkta görmüyor mu kafasından geçenleri.?'' (Sayfa: 31)


''Aynı meyhaneye iki kere girilmiyormuş. (Buna benzer bir felsefe vardı, değil mi albayım.?)'' (Sayfa: 33)


''Karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım.? Siz hiç görebildiniz mi.?'' (Sayfa: 33)


''Nerede olursa olsun, bir insanın üstüne bu kadar yaşantı yığılsın da, bir başkası onlardan bir şey çıkarmasın, mümkün mü.?'' (Sayfa: 56)


''Sigara dumanları masayı kapladı. Mavi dumanlar eşyayı inceltti, şimdiki zamanın katı görüntülerini dağıttı; geçmiş zamana gidildi.'' (Sayfa: 59)


''Benim hayatım sürekli bir büyük oyundan ibaretti.'' (Sayfa: 63)


''İşte ondan sonra, kardeşim Hidayet, insanlığa öfkem başlıyordu; belki de ilk öfkelerimi bu oyunlar sırasında duymuştum. Çünkü, bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. Kendime kızıyordum: Çünkü oyuna geliyordum, anlıyor musun oğlum Hidayet.? oyuna geliyordum. Oyuna gelmemeliydim, bana oyun oynanmamalıydı. Bütün gücümle uyanık kalmalıydım; başkalarının rüyalarını görmemeliydim. Ve kardeşim Hidayet, öfkelenince de onların bütün kusurlarını, küçüklüklerini, daha önce hoşgörüyle karşıladığım kendini beğenmişliklerini daha şiddetle görüyordum ve unutmuyordum. Onları kıskanıyordum, onları beğenmiyordum. Oynadıkları oyunu hiç anlamıyorlardı. Yaşamak istiyorlardı, en çok buna kızıyordum.'' (Sayfa: 63)


''Bazı sözler vardır, oğlum Hidayet, insan onlarsız edemez. Ölü noktaya gelmiş olan bir oyun, onlarla birden canlanır; akıcı, sürükleyici bir duruma gelir. Cümlelerin üstüne bir ağırbaşlılık gelir; seyredenler, neden olduğunu bilmeden, birden duygulanır. Oysa, insan kendine ait gizli bir kötülüğü, can sıkıcı bir küçüklüğü farketmiştir tam o sırada; içinden yüzünü buruşturur. Fakat, oyunu, ne pahasına olursa olsun sürdürmek gerekmektedir; oyunun kuralı budur.'' (Sayfa: 64)


''Mektubumuz, karışık olmakla birlikte; ruhumuzun aynasıdır. Derlenip toparlanması, içimizin derlenip toparlanmasına bağlıdır. Biraz daha zamana ihtiyacımız vardır. Acele edelim beyler.!'' (Sayfa: 64)


''Bir yaşantıyı tam bitirmeli. Hiç bir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için. Yeni yaşantılar için. Bunu önceden bilseydim, yaşantı milyoneri olmuştum. HA-Ha.'' (Sayfa: 65)


''Ben de kendimi hoşgörüyle karşılamak istiyorum albayım. Uğraştıkça daha derin bir bataklığa gömüldüğümü hissediyorum.'' (Sayfa: 68)


''Bana vurdular albaylarım, bana vuruluyordu. Merak etme Hikmet oğlum, sen düzelirsin. Öyle deniliyordu albaylarım, yarım kalmış generallerim; sen elbette bir yolunu bulursun diyorlardı.'' (Sayfa: 68)


''Herkes, tarih okuyor albayım; bugüne değer veren kalmadı. Bugün, zaten yaşanıyor; asıl, geçmişte ne olmuş bakalım.? Sararmış vesaikin kararmış fotokopilerinin kirlenmiş baskıları. Bugünü daha iyi anlamak içinmiş aslında. Ne olacak anlayacaksın da.? Daha mı iyi yaşayacaksın.? Öyle deme, öğren, öğren: Nâzım Paşayı Ruslar nasıl aldatmış.? Bakkal Rıza'nın beni aldatmasına karşı yararı dokunur mu.? Anlamıyorsun, meseleleri ayağa düşürüyorsun. Anlamıyorsunuz, meseleler hiç bir zaman başa çıkmadı. Hele sizler, hele sizler, kimsesizler için hiç.
(..)
Canım. Seni görmek istiyordum kısacası. İnsan görmekle bile bazı şeylerin ağırlığına dayanabilir, avunabilir, hayal kurmağa devam edebilir. Sen anlamazsın tabii. Anlamak için, insanın bazı eksik yönleri olmalı.'' (Sayfa: 140)
*
''Bana kötü bakmıştınız. Okurken sayfalarımı buruşturmuştunuz.'' (Sayfa: 143)
*
''Kendinden veriyorsun ve durmadan eksiliyorsun. Oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak, elde ederler istediklerini. Ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum.''
*
''Oysa, birikmiş alacaklarım vardı bu dünyadan. Çünkü kötü bir yaşantıydı.''
*
''Bu yaşantının sonu kötü bitecekti. Kitaplar da öyle yazıyordu. Bu yaşantının sonu da kötü bitecek albayım. Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler. Uşak rolünde sahneye çıkarlar. Kötü bir yaşantı, fakat iyi bir oyun.''
*
''Here I come. Come come come. Ey kalem.! Bu eser senin değildir. Ey gece.! Bu seher senin değildir.'' (Sayfa: 158-159)

*
''Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı..''
*
''Muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. Ne büyük bir günah, değil mi.?''
*
''.. kelimeler aldatıcıydı, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı..'' 
(Sayfa: 209-210)
*
''Ne var ki, dünyada 'sizi anlıyorum' gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. 'Sizi-anlıyorum konuşmanıza-ihtiyaç yok' ya da 'siz-onlara-bakmayın-yalnız-gözlerime-inanın' bakışlarının çoğu aslında 'bugünü-geçirmek-için-bir-bedene-ihtiyacım-var' kalıbından ibaretti. İnsanın, böyle sahtekârlıkları görünce, başı ağrıyordu.'' (Sayfa: 214)



''Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre. 'Yahu insanlık öldü mü.?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'İnsanlık öldü mü.?' ya da 'İnsanlık ölür mü.?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes, insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler, ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat, insanlık âleminin bu büyük kaybı, birçok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o kadar ki, bazıları artık insanlık olmadığına göre bir âlemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir miras da kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeğe çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not: Merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet Caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı Ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.'' (Sayfa: 255-256)


''Ben ve benim gibi, kâbuslarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan ruh proletaryası, bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir. Ayrıca ülkemiz de, kendi oyunu içinde dünyada hiçbir ülkenin bu çeşit proletaryaya tanımadığı hakları vermiştir bizlere. İnsan, ancak bu ülkenin dışında, manevi bakımdan yüksek bir yerde durursa, bizim özümüzü ve biçimimizi görebilir. Akıl ve ruh proletaryasının en büyük akılsızlığı, akıl ve ruh burjuvazisinin nimetlerine kavuşacağını umarak onlara hizmet etmesi ve bu sırada kaçınılmaz istismar kanunları yüzünden zayıf aklını ve ruhunu da parça parça onlara kaptırmasıdır.'' (Sayfa: 351)



Aydın İnsanın Düşünsel Bunalımlarını Eleştiren Yazar: Oğuz Atay
*
(..) Oğuz Atay nesir edebiyatımıza çok değişik bir ses, yer yer yadırgatan çok değişik bir anlatım, çok değişik, biraz karmaşık da olsa çok değişik bir üslup getirmişti. İnsan yaşamının olgularını -daha çok da ruhsallığımızın olgularını- doğdukları anda saptamaya ve belirlemeye çalışan, bu olguları önceden iyice düzenlenmiş, ilkeleri ve kuralları iyice belirlenmiş bir mimarlığın yasalarına göre değil de kendiliğindenliğin savruk çarpıcılığına göre ve bir çeşit çağrışım düzeninde, ama elbette tasarlanmış bir çağrışım düzeninde bir araya getiren bir anlatım tekniği geliştirmişti Oğuz Atay.
(..) Oğuz Atay'ın tutarlılığı kendini sınıfsal konumu içinde alıp değerlendirmeye, değerlendirirken de eleştirmeye çalışan insan duyarlığında ortaya çıkıyordu. Kendi dünyasını anlatmaya çalışıyordu o, kendisini çevresiyle, ortamıyla, sınıfıyla sınırlıyordu, kendi dışındakini, yaşamadığı, duymadığı, görmediği, bilemeyeceği şeyleri anlatmayı düşünmüyordu. Bu yüzden çabası daha anlamlı ve saygıdeğer oluyordu. (..) O, küçük burjuva aydınının özeleştirisini getirmeye çalışıyordu diyebilir miyiz.? Diyebiliriz sanırım. Ama getirmeye çalıştığı o kadar değildi. Oğuz Atay, daha ileriye giderek, genel aydın insan örneğinin bunalımlarını, her şeyden önce düşünsel bunalımlarını ortaya koyuyordu.
(..) Yazdığı şeyler kurulu düzenin iteceği şeyler değildi, baş tacı edeceği şeyler de değildi. Toplumsal ya da sınıfsal özeleştiri eleştiriden dada acımasız ama daha yapıcı olur genellikle. Öte yandan, özeleştiriyle güçlenir, gelişir eleştiri. Her eleştiride birazcık özeleştiri, her özeleştiride birazcık eleştiri vardır. Onun yazısı eleştiriden çok özeleştiriydi. Ancak, aydın insanın toplumsal, sınıfsal, kişisel düzeydeki zorluklarını ben süzgecinden geçirerek görmek ve göstermek hiç de ters bir anlam taşımıyordu. Hele birçok kalemin yurt sorunlarını bilir bilmez çözümleme çocukluğu uğruna kendilerini boşa harcadıkları bir ortamda, böyle bir çaba hem değerli, hem yararlı bir çabaydı. Eleştirmeciler Oğuz Atay'ın üstünde durmalıydılar, gene de durmalılar, onlar böyle bir çabayı göze almış olsalardı sınıfsal özeleştiri açısından çok verimli bir kaynağı açığa çıkarmış olurlardı.

*
Afşar Timuçin, Milliyet Sanat Dergisi
Tehlikeli Oyunlar: Sayfa: 478

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...