31 Aralık 2018 Pazartesi

Bilge Karasu - Ne kitapsız Ne Kedisiz

Ne Kitaplı Ne Kitapsız, 1987
*
''Okun/a/mayan kitap, ölü bir nesnedir, bir yüktür. Ne yazık ki okunmuş kitapların birçoğu da zamanla böyle bir ölü yük olmaya adaydır.
*
(şimdi, aldıktan otuz, hatta kırk yıl sonra okuduğum kitaplardan söz edebiliyorum. İşin tuhafı, bu okumaların hemen hemen hiçbiri ''geç kalmışlık'' duygusu vermedi bana. -Verecek olan kitapları zaten okumuyor muyum ne.?- Tersine, ancak kırkına ellisine gelindiğinde okunması gereken kitaplar hiç de az değilmiş diye düşündüğüm çok oldu. ''Birçok kitabın, yazar kaç yaşında yazmışsa o yaşta okunması galiba pek yerinde olur,'' dedim sık sık). Ama artık nesne-kitaptan değil, metinden söz etmekteyim.
*
Yazarın avuncu, 3200 yılı aşkın bir süre önce, bir papirüs üzerinde şöyle dile getirilmiş:
''.. İnsan ölür, gövdesi yeniden toz olur
benzerlerinin hepsi toprağa döner yeniden
ama kitap, anısının ağızdan ağıza iletilmesini sağlar.
Bir kitap, sağlam bir evden yeğdir
ya da Batı'da bir tapınaktan,
bir kaleden de yeğdir..'' (Chester Beatty IV, arka yüz)
*
Temel ilkem, herhangi bir kitabı, herhangi bir anda, istediğim için, istek duyduğum için okumak. İstek duymadığım bir kitap, karşımda duruyorsa, beni rahatsız bile edebilir. (Sayfa: 9-14)
*****
İmge Üretiminde Roman Hâlâ İlk Sırada, 1983
*
Yolculuk bir yola vurmaktır kendini; karşı yakaya ulaşmanın bütün hazlarıyla acılarını, güçlükleriyle kolaylıklarını yaşatacak bir yola.. Kendimizi sınayıp tanıyacağımız, çeşitli yol arkadaşlıkları kurabileceğimiz ya da yalnız, yapayalnız kalacağımız bir yola..
*
İmgelerimizde değişiklik yapmağa hiç katlanamaz gibiyizdir. Oysa, yaşayabilmek için bu imgeleri durmadan düzeltebilmemiz gerekiyor, değiştirebilmemiz, ''zenginleştirebilmemiz'' gerekiyor. Yaşamak, yaşlanmak, dünyaya, insanlara, olup bitene her gün yeniden bakabilmek, bütün bunların her gün yeniden anlam taşıyabilir olması, ancak bu değişme ile olanak kazanır.
*
Okuma, bir bakıma ''alışveriş'' değildir; yazıyla, yazının yazarıyla ''tartışır'' görünsek de, kendi kendimizle tartışmaktayızdır bu açıdan bakıldıkta. Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın imge üretme gücü ölçüsünde, küçük ya da büyük olacaktır. Okuma yaşantısı diyebileceğimiz süreçtir bu.
*
Doyurucu dediğimiz okumalar, boşlukları, eksiklikleri, aykırılıkları duyurmakla başlayıp bunları giderek, dolduran, gideren, ''düzelten'' okumalarımız olsa gerek. (Sayfa: 15-26)
***
İletişimin Güçlükleri Üzerine Yerli Yersiz Sözler, 1982
*
Birinin konuştuğu bir dilden söz ederken ''anadili'' demek, nasıl bir toplum yapısının ürettiği bir deyimi kullanmaktır.? Hangi aşılmaz duygusal sınırlar içerisinde kalmaktır.?
*
Bir dili bilmek dendiği zaman, o dilde düşünebilmektir usuma gelen. Yani, anadilimizi kullanırken yaptığımız ilk işi o dilde de yapabilmektir.
*
Kolaylıkla dilimizin ucuna geliverdiği için, belli durumlarda herkese bir şeyler anlatacağına inandığımız için, kullanıverdiğimiz birtakım deyimler vardır dile ilişkin: ''Bunun Türkçesi şudur..'' deriz, bir kalıp, bir deyiş biçimi atarız ortaya; ''dil dehası''ndan söz eder, bir yabancı terimin ne güzel bir Türkçe karşılık buluverdiğini söyleyerek seviniriz; ''çeviri kokuyor'' diyerek (haklı, haksız) bir deyiş biçiminin Türkçe'nin alışılagelmiş deyiş kalıplarına aykırı düştüğünü ileri süreriz.
Bunun altındaki varsayım, değişmemiş bir dünyanın değişmez durumlarını dile getirmekle değişmez kalıplar kullanılması gerektiği olabilir mi.? (Bir dili kendi dışındaki bir dille karşılaştırırken bile işin içine değiştirici bir etmen kattığımızın farkına, her zaman, varır mıyız.?)
*
Dilin, dilin yarattığı bir dünyayı-kavrama biçiminin, yeni öğeleri etkilemesi, onları belli bir dilin açısından dile getirilir kılması kadar, dilin de bu yeni öğelerin etkisiyle, bir ölçüde, değişikliğe uğraması, sürekli olarak göz önünde tutulmalı sanırım. Ancak, yeni öğeler gitgide büyüyen, genişleyen kavram çerçeveleri ya da yaşantı yorumları biçimini aldıkça, yani düşünce dili, sanat dili gibi özel alanlarda devinilmeğe başlandıkça, söylem özelleştikçe, bildiğimiz kalıplar, yapılar yetmemeğe başlar.
Güçlük de burada başlar.
*
Dil yalnız bir kurallar dizgesi, daha doğrusu, belli kurallar uyarınca oluşmuş bir dizge değildir; bir esneklikler dizgesidir de.
(Sayfa: 27-38)
***
''Yeni'' Dediğimiz Üzerine, 1986
*
YENİ ÜZERİNE, yenilik üzerine söylenecek şeylerin yeni olması güçtür. Ama gerekli midir, bu sözlerin yeni olması.?
*
Dünyayı bir açılma olanağı, bir çeşitlilik kaynağı olarak gören çağın karşısında, insanın kendi içine kapanmağa, gedikleri elden geldiğince yamamağa, büzülerek, dünyaya açtığı yüzeyi daraltmağa, azaltmağa çalıştığı bir çağdır bu.
*
Dilin sayıya gelmez olanakları içinden birini, birkaçını işleten bir yazarın o güne dek kullanılmamış bir biçimi ortaya koyması yadırganabilir. Öyle olsa bile, dilin bu olanağı içinde taşıdığını görmek gerekir. Dilin gücül bir olanağının gerçekleşmesini ''güzel'' bulanlar da olacaktır, bulmayanlar da. Ancak, bir kez gerçekleşmiş, yazılmış bir biçim, bundan sonra herkesçe kullanılabilecektir. Dilin biçimlerinden biri de bu olacaktır. Olagelmişin ürettiği bu devinim, bu değişiklik, ancak tarih içinde, ancak ''tarih''le vardır.
*
Geçmişi okuma biçimi olarak; bir okuma biçimi olarak da bu tarih, çağına sıkı sıkıya bağlı olacaktır: Çağının kaygılarına, düşünme doğrultularına, bilgi birikimine uyarak, ya da, ona karşı bir tutum takınarak.. Tarih -ister iyimser, ister kötümser davranarak- bu yeniliği geçmişte okurken onu, zaman içerisinde geriye doğru giderek kuracaktır. (Andre Gide, ''Kalpazanlar''ın Günlüğü'ne 20.11.1924 günü şöyle bir şey yazmış: Bir kuşağın davranışlarından birçoğu, bir sonraki kuşakta açıklamasını buluyor.. İletmekle yetiniyorum.) O zaman bu yeni, daha önce de ulaşılabilecekken -mantıksal olarak daha önce de ortaya çıkmış olabilecekken- daha önce gerçekleşmemiş, bir çok etmenin bir arada işe karışmasıyla ancak o belli noktada gerçekleşebilmiş bir şey olarak görülebilir; dağınık birtakım ''başlatıcı öğeler''in hiç beklenmedik bir yolda bir araya getirilip geliştirilmesi olarak da.
*
Bir tarih, bir yeniliği ''görmüyor'' ya da ''görmemiş'' olabilir, bir başka tarih ise görür, görebilir.. Bu da tarihin hangi çerçeveye uyarlanmış olduğuna bağlıdır sanırım.
*
Çağımızda, duruk bir dünya ''görüşü'' egemen olabilir mi bir yerlerde.? Burada ''duruk'' derken, kendini tutucu olarak gösteren bir toplumu, bir devleti, bir devletler topluluğunu düşünmüyorum elbet. Yeniliğin, değişmenin, ilerlemenin (ya da gerilemenin), ''daha iyiye (ya da kötüye) gitme''nin, buna benzer yüzlerce deyimin tamamıyla dışında kalan, kendini bunların tümünden sıyırmış ya da bunların hiçbirini tanımamış bir yer olabilir mi.? Kuramsal olarak böyle bir yer düşünebiliriz gene de: Hiçbir yeniliğin, değişikliğin tasarlanamadığı, tasarlanamayacağı bir yer.. Merak ettiğim, böyle bir yerde herhangi bir tarihin yazılıp yazılmayacağı, yazılırsa da nasıl yazılacağı.. Merak bu ya.!
(Sayfa: 39-55)
***
Bir Hayvanla Yaşamak, 1992-1993
*
Cinayetleri, çoğu zaman, ''kavramlar'' işletir. Cinayetler, hep, ''kavramlar'' adına savunulur.
Cinayet işlemek zorunda değiliz ki.! (Sayfa: 64-72)
***
''Dostlarım Üzerine'' Diye Söze Girişerek.., 1982
*
..bir ilişkide, ''konuşmak'' zorunda kalmadan düzeltilebilen şeyler çok azalıyorsa, karşımdaki kişinin arada bir (daha sonra, sık sık) gidiverdiğini, yerine bambaşka bir insanın geliverdiğini duyuyorsam, gidenle mi gelenle mi dostluk ettiğimi kestiremez hale geliyorsam bu ilişkinin ''serüvenliliği'' pek fazla gelmeğe başlar. İlişkinin içinde de yeni bir denge kurulması gerekebilir bu durumda, gerekir..
*
Kişilik, ''değişmezliği'' içinde, her ilişkiye göre, değişik bir kalıba girer, her ilişkiden biraz değişmiş çıkar.
*
Dondurulmuş duyguların kokusu çıkmaz ya, dondurmaktan vazgeçmeyegörün, kokuları yeri göğü tutar.! (Sayfa: 73-90)
***
Bilge Karasu Adlı Birinin 50. Yaşı Üzerine Metin Taslağı, 1981
*
Oysa böbürlenmek neye yarar.? Ölümün eşitleyiciliğini unutmağa, olsa olsa.
*
Bu adam, soyunmak, (çok gerekli, vazgeçilmez sayılabilecek üç dört parça şey dışında evini, çevresini dolduran her şeyden) sıyrılmak ister.. Kimi zaman sevgilerinden, sevdiklerinden bile. Kısacası, ardında artık bırakmamış bir ölü olmak ister. Çırpınır; ama bunu başarmak pek güç olacağa benzer.
Bilge Karasu - Ne kitapsız Ne Kedisiz
Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım, kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu ânın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, ulaştığımız bu ânı geçmişe yansıtıp yaşamak, yanlış bir iş, der oldu Karasu.
*
Bir adamı anlatmak: Sayfalar, kitaplar, şeritler dolusu; ya da birkaç tümce, birkaç çizgi.. Ne biri yeter, ne öbürü.. Belki ikisi de gevezelik. Okuyan karar verir; elbet, kendi hesabına.
(Sayfa: 91-100)
Bilge Karasu

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...