10 Mart 2021 Çarşamba

Galina Serebryakova - Ateşi Çalmak, Yaşamın Doruğu, 4. Cilt, Çeviren: Ali Rıza Dırık




BİRİNCİ BÖLÜM

*
İNSANLIK İÇİN ÇALIŞMAK
*
''La Rochefoucauld; yaşlılık kadınların cehennemidir, demişti. Ne var ki bu, geçen zamanla birlikte solan gençlik ve güzellikten başka hiçbir şeye sahip olmayan kadınlar için geçerliydi. Oysa insanın düşüncesi yaşıyla orantılı olarak gelişip zenginleşiyordu. Belki de Jenny tüm yaşamı boyunca Karl'ın aşkının koruyuculuğu ile donandığı için, yaklaşan gün batımını böylesine sakin karşılıyordu.'' (Sayfa: 8)
*****
*****
''Uluslararası Birliğin devrimci yapısı ve proleter özünden korkan burjuva partilerinin temsilcileri, Birlikten yavaş yavaş kaçıyorlardı. Marx'ın ısrarı üzerine Genel Konsey, onursal üyeliği yasaklamış, toplantılara zorunlu katılımı ve yeni üyelerin adaylıklarının ön tartışmaya açılmasını benimsemişti. Enternasyonal'in öncü gücü olduğu hiç kimse için bir sır olmamasına rağmen, Marx, kendi şahsını yüceltmeye dönük tüm girişimleri kararlılıkla dışlayarak Uluslararası Birliğin tüm etkinliklerinin mutlak demokrasiye dayandırılmasını talep ediyordu. ''İnsan soyunda kölelik duygusu, yaranma, putlaştırma, bazen de dalkavukluk duyguları ne kadar da güçlü,'' dedi Marx öfkeyle ve taraftarlarından birinin kendisine sahte övgüler yağdırdığı, Almanya'dan eline yeni ulaşan mektubu uzattı karısına.'' (Sayfa: 9-10)
*****
*****
''Floransa'ya gitmeden bir süre önce Bakunin Komünist Manifesto''yu Rusçaya çevirdi. Ancak çevirirken, böylesine önemli bir metnin içeriğini tahrif etmişti. Bakunin metne öyle kurnazca bir önsöz yazmıştı ki eseri Marx ve Engels'in yazdığından kuşku duymamak elde değildi. Okuyanlar Manifesto'nun Bakunin tarafından yazıldığını düşünebilirlerdi. Enternasyonal'in ortaya çıkışıyla aynı zamana denk gelen, Bakunin'in Londra'ya ikinci gelişinde Marx, Bakunin'le ilişkileri yeniden başlatmaya karar vermişti. Bakunin'in Çar zindanlarında tüm işkencelere namusluca katlandığına inanmış, onun cesur bir Rus devrimcisi olduğundan kuşku duymamıştı.
Mihail Aleksandroviç geçmişi anlatırken Rus Çarı karşısındaki itiraflarından tek kelime olsun söz etmemişti. Marx'la bu buluşmaya kadar olan sürede kilo almıştı. Hatta Marx'a öyle geliyordu ki, baş eğmeden karşı koyduğu acı deneyimler Bakunin'in ruhunu daha da sağlamlaştırmıştı.'' (Sayfa: 19-20)
*****
*****
''..''Lincoln, inanmış bir kaderci,'' diyordu Baker konuğuna. ''Haklı. Yatağında öleceklerin, yolda yürürken korkacakları bir şey yoktur. Başkan iyi, dürüst, sade bir insan. Ancak düşmanı çok. Çevresindeki düşmanların sayısının Güneylilerden fazla olduğuna kalıbımı basarım. Eğer ona bir şey olursa, Güneylilerin vay haline. Mağluplar üzerinde en sert şekilde tahakküm kurmak ve öç almak isteyen çok sayıda etkili kişi var aramızda.''
''Bunu duydum,'' dedi Krasotski Stanton'u anımsayarak.


''Lincoln çok cesur ve inatçı. Hiçbir şeyden korkusu yok ve herhangi bir önlem almayı ısrarla reddediyor. Korumalarının sayısı yok denecek kadar az. Bir süre önce bize 'Birisi beni öldürmek isterse, o bunu zaten yapar düşüncesine alıştım; hatta ben zırh giysem ve korumalarla çevrili olsam da yararı olmaz' demişti. Haklı. Bunu ben de biliyorum. Evdeki hırsızdan ve katilden korunmak, eğer onlar dost maskesi takmışlarsa ve yanınızdalarsa imkansızdır. Yahuda'dan kurtulmak mümkün mü hiç.?''
Baker bu son sözleri öylesine anlamlı söylemişti ki, hiçbir zaman Krasotski'nin aklından çıkmadı.'' (Sayfa: 31)
*****
*****
''Lincoln'ün gözlerinde yorgunluk ifadesi vardı ve ince uzun yüzü hastaymış gibi solgundu. Sempatik, genç eşi kendisine yabancı olan endişeyi güçlükle yenebiliyordu.
''Bu locanın güvenliği için Standon'dan Binbaşı Ekert'i görevlendirmesini rica ettiğini duymuştum. O, imrenilecek fiziksel gücüyle diğerlerinden farklı. Sempatik, daha da önemlisi dürüst ve sana bağlı bir insan. Savaş Bakanı onu neden uzaklaştırdı ki.?'' dedi karısı.
''Bizi kapının arkasında duran bir sarhoş koruyor,'' dedi karısına Lincoln, kayıtsızca gülerek. ''Stanton'un garip bir tasarrufu bu. Ayrıca, eminim ki bizim korumamız çoktan büfeye içmeye gitmiştir. Böylesi daha iyi.''
Orkestra böyle bir günde daha bir coşkuyla karşılanan cumhuriyet marşını çalmaya başlamıştı. Herkes ayağa kalktı. Perde hışırtıyla kalktı ve temsil başladı.
Krasotski, parterde oturuyordu. Her zaman çok sempati duyduğu Lincoln'ü uzun süre izledi. Ancak sahnenin önündeki küçük locada nasıl bir trajedinin oynandığını fark etmedi. Saat on sıralarında bıyıklı genç bir adamın hiçbir engelle karşılaşmadan içeri girip kendinden emn bir şekilde tabancayı Başkan'ın ensesine doğrultup tetiği çekişini görmedi. Sahnedeki müzik kurşunun soğuk sesini bastırmıştı.'' (Sayfa: 32)
*****
*****
''..''Sizinle karşılaşmamızdan sonra Amerika en iyi evlatlarından birini kaybetti. Anımsar mısınız, ben size politikada uysallık ve yumuşaklığın nelere yol açabileceğinden söz etmiştim. Başkan Lincoln'ün ölümünde gizemli bir yan yok. Güney eyaletleri, daha doğrusu büyük pamuk tarlalarının sahipleri ondan azılı düşmanları gibi nefret ederlerdi, çünkü o zencilere özgürlük vermişti. Köleliğin kaldırılışını bizzat Lincoln ilan etmişti. Başkaldıran Güney, tarafımızdan yalıtılmış ve bastırılmıştı. Fakat orada, Başkan'ın öldürülmesini hedefleyen bir örgüt kuruldu. Booth da bu insanlarca gönderildi. Güneylileri acımasızca imha etmek gerektiğini daima söyledim, ama bu konuda destek görmedim. Üstelik Lincoln, kendisine yönelen açık tehlikeden haberdar olmasına rağmen özel bir koruma istemiyordu. Cinayete davetiye çıkaracak kadar saf ve kaygısızdı,'' dedi.
''Bağışlayın Sayın Bakan,'' diye başladı Krasotski. Kendi kendine verdiği susma sözünü tutamamıştı. ''Başkan'ın çevresindeki dava arkadaşları ne yapıyorlardı peki.? Onlar, Başkan'ın güvenliğini sağlamak, cinayetin önüne geçmekle yükümlüydüler yanılmıyorsam. Abraham Lincoln'ün yaşamı yalnızca kendisine ait değildi, tüm vatanı ilgilendiriyordu. Onun gibi insanlar bir ulusun onurudur.''
Stanton'un suratını ekşitmesi üzerine Krasotski sustu.
''Dinleyin Yüzbaşı,'' dedi Stanton boğuk bir sesle. ''Siz güneydeki çiftlik sahiplerinin ne denli sinsi olduklarını bilemezsiniz. Buranın yabancısısınız. Halkımızın savaşına katıldığınız için size minnettarız. Ama Polonyalılar doğaları gereği isyancıdırlar. Size kötülük yapmak istemiyorum. Bana göre, Amerika'nın iklimi şu andan itibaren size zararlı.'' Stanton, önündeki takvimden otuz yaprak çevirdikten sonra, Krasotski'nin Avrupa'ya giden gemiye bineceği tarihi söyledi. Başkaca hiçbir şey söylemeden odadan çıktı.'' (Sayfa: 35-36)
*****
*****
Liza ve Bakunin:
*
''..''Seninle bir melodram sahneledik. Daha fazla tartışmayalım ve geçmişten söz etmeyelim. Her şeyin canı cehenneme. Duyduğuma göre zenginleşmişsin, devrim mücadelesi ise sarı madene gereksinim duyuyor, bu maden silaha, müthiş makinelere ve bombalara dönüştürülebilir kolayca.''
''Ben o sarı madenin bu şekilde kullanılmasını istemem. Terör bana akılsızlık gibi geliyor. Eğer kitap, gazete yayımlamak için kaynak gerekiyorsa bana ve kocama bel bağlayabilirsiniz. Sizin görüşlerinize katılmıyor olsak da seve seve katkıda bulunuruz.''
''Sizde Marsistlerin dehşetli etkisini görüyorum''
''Buna Leonardo da Vinci'nin bir sözüyle yanıt vereceğim: Bağlılık silahtan daha güçlüdür.''..'' (Sayfa: 48)
*****
*****
''Marx'ın kızları, babaları gibi Goethe'nin şu sözlerini sık sık yineliyorlardı: ''Duygusal insanlar hakkında hiçbir zaman olumlu düşünmedim, onlar daima kötü yol arkadaşlarıdır.''..'' (Sayfa: 51)
*****
*****
''..''Başarılarından sarhoş olmayan Lincoln'ü acılar da yıkamadı. Hep yüce hedeflere yönelmişti. Halktaki duygu dalgalanmaları karşısında kendinden geçmedi ve halkın coşkusu tavsadığında umutsuzluğa kapılmadı. Çok büyük görevleri dürüstçe ve sadelikle yaptı. Bana öyle geliyor ki, gerçekten de çok üstün olan bu alçakgönüllü insan, ancak trajik ölümünden sonra halk nezdinde kahramanlaştı,'' diye karşılık verdi Marx.'' (Sayfa: 51-51)
*****
*****
''1865 yılı Ocak ayı ortalarında Proudhon öldü ve 'Sosyal Demokrat'ın yazı işleri müdürü, Marx'a onun hakkında bir makale yazması için yalvardı. Marx Schweitzer'e mevcut iktidarla herhangi bir uzlaşmaya karşı, düşüncesini sert ifadelerle dile getirdiği bir mektup yazdı. O, haklı olarak Proudhon'un Louis Bonaparte'la sürekli flörtünü bir 'alçaklık' olarak adlandırıyordu.
Proudhon öldü, fakat bir küçük burjuva öğretisi olarak Proudhon'culuk insanların aklını çelmeye devam etti ve işçi sınıfının mücadelesine zarar verdi. Marx bunu anlıyordu. 'Sosyal Demokrat'ta yayınlanan mektubunda Marx bu kişiye karşı eskisi gibi sertti. Marx'ın düşüncesine göre diyalektiğe eğilimli olan Proudhon diyalektiği hiçbir zaman anlayamamış ve sofizmden ileri gidememişti:
''Küçük burjuvanın kendisi çelişki demektir. Hele de bu, Proudhon gibi zeki bir insansa, çelişkileri hemen kendi istediği gibi ve duruma göre, beklenmedik, gürültülü, bazen skandal içeren bazen de parlak paradokslara dönüştürmeye yönelir. Bilimde şarlatanlık ve politik ikiyüzlülük böyle bir görüş açısıyla kopmaz biçimde bağlantılıdır. Bu tür kişilerin başlıca teşvik edici gerekçeleri şöhret düşkünlüğüdür; şöhret düşkünü tüm insanlar gibi onlar da yalnızca anlık başarıların, sansasyonların peşindedirler. Rousseau'yu her türlü uzlaşmadan, en azından mevcut iktidarla günümüzdeki uzlaşmadan daima koruyan o sıradan ahlâkî ölçü burada kaçınılmaz olarak yitiriliyor.
''Belki de gelecek kuşaklar Fransız tarihinin bu yakın dönemini değerlendirirken, Louis Bonaparte'a bu dönemin Napolyon'u, Proudhon'a ise yine bu dönemin Rosseau'su, Walter'i diyeceklerdir.
''Şimdi ben bu insanın ölümünden hemen sonra, onun ölüm yargıcı rolünü bana empoze etmenizin sorumluluğunu tümüyle size yüklüyorum.''
Marx'ın, Proudhon'un ''tümüyle burjuva fantazilerine'' karşı yöneltilmiş darbeleri Lassalle'a da isabet etmişti. Bilimde küçük burjuvaziye özgü şarlatanlıktan ve ikiyüzlülükten söz ederken, Marx, özellikle Ferdinann Lassalle'ı kastediyordu.'' (Sayfa: 61-62)
*****
*****
''Marx'ın Uluslararası İşçiler Birliği'ndeki faaliyetleri çok fazla zaman ve enerji gerektiriyordu. Dikkatinden hiçbir şey kaçmıyordu. Yüzlerce mektup, yönerge yazması ve okuması, değişik konularda Genel Kurul'da konuşma yapması, şubelerde ortaya çıkan hiziplere çözüm bulması gerekiyordu. Değişik uluslardan mülteci işçilerin düzenledikleri mitinglere, toplantılara, törenlere katılıyordu. Etkisi artıyor, ünü yayılıyordu.
Genel Konsey için kaleme aldığı yönerge aşağıdaki bölümlerden oluşuyordu:
1) Uluslararası Birliğin Örgütlenmesi
2) Emek ve Sermaye Arasındaki Mücadelede Birliğin Yardımıyla Enternasyonal Eylem Bütünlüğü
3) Çalışma Saatlerinin Sınırlandırılması
4) Çocuk ve Ergen Yaştakilerin Çalışması
5) Ortak Çalışma
6) Sendikalar; Geçmişi, Bugünü, Geleceği
7) Doğrudan ve Dolaylı Vergiler
8) Uluslararası Kredi
9) Polonya Sorunu
10) Ordu
11) Din Sorunu
Bu tezlerin tüm maddeleri daha sonra Kongre'de oy birliğiyle kabul edildi.
Marx, 'Yönerge'de emekçilerin, özellikle de kadın ve çocukların yaşamsal gereksinimlerine doğrudan değiniyordu. Onların çalışma saatlerinin sınırlandırılması gerekliliği konusunda şunları yazıyordu:
''Biz günümüz sanayisinin her iki cinsten çocuk ve ergen yaştakilerin toplumsal üretimin büyük davasına katılmasını sağlama eğilimini ilerlemeci, sağlıklı ve yasal bir eğilim kabul ediyoruz. Kapitalist düzende bu eğilim çirkin bir şekil almış olmasına rağmen sağduyulu bir toplum düzeninde dokuz yaşından itibaren her çocuk, çalışabilir her yetişkin gibi verimli bir emekçi olmak, doğanın genel yasasına uymak zorundadır. Çocuk özellikle de yemeği için çalışmalıdır; hem de yalnızca beyniyle değil, fizik gücüyle de.
..Fizyolojik yasalar uyarınca her iki cinsten çocuk ve gençleri, kendilerine özel yaklaşımlar gerektiren üç gruba ayırmayı gerekli görüyoruz. İlk gruba 9-12 yaş arası çocuklar, ikinci gruba 13-15 yaş arası, üçüncü gruba ise 16-17 yaş arası çocuklar dahil olmalıdır. Yasanın, herhangi bir atölyedeki çalışma saatlerini ilk grup için iki, ikinci grup için dört, üçüncü grup için altı saatle sınırlanmasını öneriyoruz. Üçüncü grup için yemek ya da dinlenmek amacıyla en azından bir saat mola olmalıdır.'' (Sayfa: 69-79)
*****
*****
''Eğitimden biz şu üç olguyu anlıyoruz:
1) Zihinsel eğitim.
2) Fiziksel eğitim: Jimnastik okullarında ve askerde yapılan kültür-fizik amaçlı eğitim.
3) Tüm üretim süreçlerinin temel ilkelerini öğreten, aynı zamanda çocuğa ve ergenlik çağındakilere tüm üretim alanındaki an basit aletleri kullanma yetisi sağlayan temel eğitim.'' (Sayfa: 71)


''Joseph Weydemeyer'in ölümü Marx'ta derin yaralar açtı. Dostluk bağları uzun yıllardır sürüyordu. Aynı saflarda çarpışmışlardı. Ayrılık onların yakın dostluklarını küllendirememişti. Farklı kıtalarda yaşadıkları halde canlı ilişkilerini sürdürmüşlerdi. Weydemeyer, Marx ve Engels'in en sadık cephe arkadaşlarından biriydi ve tüm yaşamı boyunca onların düşünceleri ve davalarına bağlılığını korumuştu.'' (Sayfa: 78)
*****
*****
''Lafargue kendisine özgü heyecan, sabırsızlık ve azimle Marx'ın o ana dek yazdığı ne varsa hepsini okumaya koyuldu. Öğrendiklerinin derinliği ve yeni oluşu onu sarsmıştı. Paul, Marx'ı okuyup dinleyerek ilerde de sık sık tekrarlayacağı şu yargıya vardı: ''Bu insan, yaşamıyla, hareketleriyle ve sözleriyle daha da yüceleşiyor. Hiçbir yapıtı onun engin bilgisi ve dehasını tüm boyutlarıyla yansıtamaz. Onun erdemleri yapıtlarına sığmayacak ölçüde yüce.''
Lafarque, onu tanıdıkça, Marx kendisine daha da erişilmez geliyordu.
''Gördüklerini aktarmaya çalışan Flaubert gibi çağdaş yazarların yapıtları dahi, gezegendeki tüm yaşamı en farklı yönleriyle, aralıksız olarak değişen hareketleri ve çelişkileriyle betimleyebilmiş Marx'ın yapıtlarının yanında çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Gerçekliği bu denli derinlemesine kavramak için insanüstü bir düşünce gücü, incelenenleri aktarabilmek ve onun yaptığı gibi anlatabilmek için en az o kadar da ender sanat gerekir,'' diye düşünüyordu Lafarque.'' (Sayfa: 81)
*****
*****
''İngiliz çalışma mevzuatına ilişkin yirmi sayfa yazmak için İngiliz ve İskoç tahkikat komisyonları ve fabrika müfettişlerinin raporlarının yer aldığı tüm bir kütüphaneyi dolduran 'Mavi Kitapları' incelemiş, kitapları kurşunkalemle baştan sona işaretlemişti. Bu raporları hazırlayan insanların dürüstlüğünden hep büyük bir saygıyla söz ediyordu.
''Sanmam ki Avrupa'nın diğer ülkelerinde İngiliz fabrika müfettişleri kadar bilgili, tarafsız ve kararlı müfettişler olsun.'' Bir minnettarlık işareti olarak Marx 'Kapital'in önsözünde onların hizmetlerine duyduğu saygıyı dile getirmişti.'' (Sayfa: 82)


''..''Seni yeterince sevdiğimden emin değilim, ama bana öyle geliyor ki sen beni, yananın aynı zamanda yakan olduğuna inandırdın,'' dedi genç kız, Lafarque'ın tutkuyla öptüğü elini çekmeksizin.
Hemen o gece gençler akrabalarına nişanlanma kararlarını bildirdiler. Evlilik önerilerini defalarca reddetmiş olan ve bu nedenle aile içinde umutsuzluk derecesinde buz gibi soğuk kabul edilen Laura en sonunda sevmişti.
Mutluluğunu gizlemeyen Marx sevimli bir ifadeyle gözlerini kısarak:
''Ben de bu melezin Maitland-Park Road'da bu naçiz ihtiyar uğruna gece geç saatlere kadar oyalandığını düşünmüştüm. Demek, öyle değilmiş, Modena Villas'da o, genç birilerine göz koymuş. Doğrusu ben de onun yaşında olsam aynı şekilde davranırdım.''..'' (Sayfa: 87)
*****
*****
''Bu dönemde Bismarc, kendisine en yakın insanlardan birisini, fakat bu kez Bucher'i değil, hukukçu Warnebold'u gönderdi Marx'a. Prusya Hükümeti'nin başı, Doktor Karl Marx'ı ve onun bütün yeteneklerini Alman halkı yararına değerlendirmek istiyordu. (..)
Marx, kendisine zenginlik ve iktidar, burjuvazi ve toprak sahipleri katında itibar, en önemlisi de ailesiyle birlikte anayurduna dönme olanağı sağlayacak olan teklifi hiç tereddütsüz reddetti.
Ve yine hiç ardına bakmadan bir devrimci, emekçilerin önderi olarak inişli çıkışlı patikalardan yürüdü.'' (Sayfa: 93)
*****
*****
''..'Kapital'in birinci cildi kısa bir süre sonra gün ışığına çıkacak. O ana kadar kimlerle yaşamış, kimleri sevmişse her şey zihninde canlanıyordu. Ölen sevgili dostu Wilhelm Wollf. Marx, onu kaybettikten sonra Wolff hakkında bir kitap yazmaya koyulmuş, ancak 'Kapital' çalışması buna izin vermemişti.
''Zavallı Lupus, bir kaplumbağa gibi yavaş hareket ettiğimde sık sık homurdanırdı ve o zaman metnin redaksiyonuna ara verirdim,'' diye düşündü Marx. Yazı masasına yaklaşarak saygı, sevgi ve hüzün duygusuyla sayfanın başına el yazısıyla şöyle yazdı:
''Proletaryanın öncü savaşçısı
cesur, dürüst, mert,
unutulmaz dostum
WİLHWLM WOLFF'a
adanmıştır.
21 Haziran 1809'da Tarnau'da doğdu.
9 Mayıs 1864'de Manchester'de sürgünde öldü.''
*
'Kapital', sonsuza dek yaşayacak bir eserdir. Büyük bir mimarın dev bir mermer parçasından elleriyle oyduğu bir anıttır. İçerdiği deha, ansiklopedik zenginlik, bütünlük, mantık ve vuruculuk inkâr edilemez. 'Kapital', ilk başta anlaşılması zor gibi gözükse de zamanla daha anlaşılır, yalın ve kolay hale gelecektir. Marx'ın öğretisi bütün yüzyıllara aittir. Tüm yeni kuşaklar için yol gösteren bir yıldız gibi parlayacak olan bu ebedi hizmet, geleceği daima önceden sezen dehayı doğruluyor.
Marx'ın ''Doğada olduğu gibi, toplumlarda da yeni doğan her şey, diyalektik olarak değişime uğrar, sağlamlaşır, güçlenir, gelişir, daha sonra da yerini güçlenmiş sürgünlere bırakarak, aşama aşama solar ve yok olur; yeni bir düzenin çekirdeğini besler.'' sentezi dünya tarih anlayışında köklü bir devrim yaratmıştır.
Her yeni toplumsal-ekonomik düzen, serpilip olgunlaştıktan sonra ölmeye ve yerini daha da mükemmelleşmiş bir düzene bırakmaya mahkûmdur. İlkel toplum düzeninin yerini köleci toplum düzeni, feodalizmin yerini kapitalizm almıştır ve tüm bunlar üretim biçimindeki değişiklik ve gelişmeyle bağlantılıdır.
Tarih ve politika anlayışında egemen olan kaos ve başıboşluk, tarihsel materyalizm sayesinde bütünsel ve sağlam bilimsel teoriyle yer değiştirmiştir. ''(Sayfa: 96-98)
*****
*****
''Marx'ın diğer önemli keşfi ise emekle sermaye arasındaki ilişkinin incelenmesi oldu. Marx'ın açıkladığına göre, burjuva toplumunda iş gücü, bir mal gibi satılmaktadır. Ancak, canlı iş gücü gün boyunca üretim giderlerini kapatmak için gerekli olandan çok daha fazlasını üretmektedir. Emek sürecinde işçi tarafından artıdeğer yaratılmaktadır. Özellikle bu, kapitalist üretimin amacını oluşturmaktadır ve kapitalizmin özüdür.
''Artıdeğer üretimi ya da aşırı kâr,'' diyordu Marx, ''kapitalist üretim biçiminin mutlak yasasıdır.
Ancak, artı ya da ücretsiz emeğin sonuçlarının bir kapitalist tarafından kendisine mal edilmesi süreci ücretle maskelenmiştir. Bu, kapitaliste emek gücü satın almayla ilgili anlaşmanın dürüstçe olduğunu ve işçinin emeğinin karşılığının tamamen ödendiğini iddia etme olanağını vermektedir.
Bir zamanlar köle sahipleri kölelerden her şeylerini alırlar ve onları aşama aşama fiziksel olarak yok ederlerdi. Serf, toprak ağası için çalışır ve ancak bundan arta kalan zamanında karnını doyurmak için bir parça toprağı işlerdi. Bağımlılık ve sömürü o zamanlar açıktı. Şimdi, burjuva toplumunda sömürü, çalışanın görece bağımsızlığı ve özgürlüğü görüntüsü ile kurnazca gizlendi.
Halkın çoğunluğunun azınlık tarafından sömürülmekte olduğu burjuva toplumunun foyası o sınıfa aman vermeksizin ortaya çıktı.''..'' (Sayfa: 98-99)
*****
*****
''..''İrlanda ve diğer sömürgeler bizzat İngiltere'nin ilerici gelişmesi önünde bir engeldir. Diğer bir halkı köleleştiren halk kendi zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor,'' diye vurguluyordu Marx. Marx'ın proletarya enternasyonalizminin en önemli ilkesi böyle belirlenmişti.'' (Sayfa: 111)
*****
*****
''Kongrenin sona ermesinin ardından Jenny Marx Cenevre'deki yoldaşı Philippe Becker'e şunları bildiriyordu:
(..)
''Eğer Karl Marx'ın kitabını aldıysanız ve benim gibi ilk başlıkların diyalektik inceliklerinin içinden çıkamadıysanız, öncelikle sermayenin ilkel birikimine ve modern sömürgecilik teorisine ayrılmış bölümleri okumanızı öneririm. Sizin de, benim gibi bu bölümlerden çok büyük bir zevk alacağınıza eminim. Elbette, Marx toplumumuzun kanayan açık yaralarının tedavisi için, kendisini şimdi sosyalist olarak da adlandıran burjuva dünyasının yüksek sesle dile getirdiği hiçbir hazır reçeteye, hiçbir hapa, kreme ya da ameliyat ipliğine sahip değil; fakat bana öyle geliyor ki en cesur çıkarımlar karşısında dahi durmaksızın, günümüz toplumunun ortaya çıkışının doğal tarihsel sürecinden pratik sonuçlar çıkardı ve bu, istatistik veriler ve diyalektik yöntem yardımıyla hayret içindeki küçük burjuva zihniyetini bu savların başdöndürücü doruklarına götürmek hiç de kolay bir iş değildi.! Dostluk tanımayan sermaye, Birleşik Devletler'de daha dün İngiltere'de, bir çocuğun sermayeye çevrilmiş kanıdır..
Eğer para, 'yanağında bir kan lekesiyle' doğduysa, sermaye, her tarafından kan ve çirkef saçar.. Kapitalist özel mülkiyetin vadesi dolmuştur.
Açıkça söylemek zorundayım ki yalınlığıyla insanı şaşkına döndüren bu eser beni de sardı ve benim için tarih, güneş kadar apaçık bir hale geldi.''..'' (Sayfa: 112-113)
*****
*****
''..''Hayır,'' dedi Dietzgen yumuşak bir ses tonuyla. ''Ben de eski bir isyancıyım.''
''Hiç de öyle görünmüyorsunuz. O kadar soğukkanlısınız ki.''
''Anne,'' dedi Asya söze girerek. ''Benim okuduğuma göre, volkan patlamadan önce sessiz ve sakin görünür.''..'' (..)
''Yolculuklardaki tanışıklıklar çok çabuk kurulur ve sonradan nasıl devam edeceği hiç belli olmaz. Bazen küçük bir istasyon gibi görünüp kaybolarak yolculukla birlikte sona erebilir, ama bazen de uzun yaşam yolculuğunun sonuna dek sürebilir.'' (Sayfa: 121)
*****
*****
''..'Kapital'in ilk cildi insanlarda büyük hayretler uyandırmış, okuyanı adeta fethederek kendi yolunu açmıştı. Bir devir başlatan, bir çığır açan tüm kitapların, yazgıları karmaşık ve alışılmadıktır. Yakılsalar, yok edilseler bile onlar küllerinden yeniden doğmuşlar ve yüzyıllar sonra kendi zafer yürüyüşlerini gerçekleştirmişlerdir. Bunları yazanlar afaroz edildiler, haksız yere yerildiler, ancak bu kitaplar insanları mutlu ederek ve onların ruhunu zenginleştirerek yazarlarını yeniden dirilttiler ve yeni bir yaşama başladılar. Görmezden gelindiler ve suskunlukla yok edilmeye çalışıldılar. Ama onlar bir fırtına gibi daha da güçlü bir şekilde tüm yeryüzüne yayıldılar, her eve girdiler. Dahice düşünceler ve duyguların ifadesi olan bu kitaplar hiç değişmeksizin er ya da geç gereksinim duyanlara ulaştı ve insanların mutluluğu ve iyiliği için hizmet ettiler. Hiç kimse 'Kapital'i zafere giden yoldan alıkoyamazdı, çünkü dahice olan, ölümsüzdür.'' (Sayfa: 135)


''..''Rublev Derneği'nin'' fikir babaları ve kurucularının başında Çernişevski'nin öğrencisi Hermann Lopatin geliyordu. Lopatin, Çar jandarmalarının pençesine erken yaşta düşmüş, büyük yetenekleri olan, üniversiteyi çok iyi dereceyle bitirmiş, üç yabancı dili rahatça konuşabilen ve eylem için can atan çılgın bir devrimciydi. Garibaldi saflarında özgürlük mücadelesi vermek için gizli yollardan yurtdışına çıktı ve bencilce bir bireysel ilerleme isteği ile değil, tüm halkın mutluluğu için çaba gösteren özverili ve adanmış kişilere çok görev düşeceği inancıyla Rusya'ya döndü. Hermann Lopatin, yüreğindeki sevgiyi tüm insanlığa sunabilecek istisnai kişilerdendi.'' (Sayfa: 141)

Nikolay Çernışevski

''Lopatin'le daha ilk karşılaşmalarında ve daha sonra birçok kez Marx, Çernişevski'den özel bir saygıyla söz etti. Marx, çağdaş ekonomistler arasında özellikle Çernişevski'nin gerçek özgün bir düşünür olduğunu, oysa diğerlerinin yalnızca derleme bilgilerle yetindiğini düşünüyordu.
''Kuşkusuz,'' diyordu Marx, ''onun yapıtları özgünlük, güç ve düşünce derinliği taşıyor, ekonomide çağdaş yapıtlar arasında gerçekten de onunkiler okunmaya ve incelenmeye değer yegâne yapıtlardır.''
Marx, Ruslardan hiç kimsenin böylesine önemli bir düşünürü Avrupa'ya tanıtma kaygısı taşımamış olmasına öfkeleniyordu.
Marx, Hermann Lopatin'e defalarca; ''Çernişevski'nin politik ölümü yalnızca Rusya'da değil Avrupa'da da bilim dünyası için bir kayıptır,'' demişti.'' (Sayfa: 146)
*****
*****
''Paul ve Laura arasındaki sevgi gün geçtikçe büyüyordu. Seven insan, kendisi ile aynı sınırsız duyguyla beslenen insanın ruhunu anlamaya yakındır.'' (Sayfa: 157)

Joseph Dietzgen

''Gerçek bir proleterdi. Dietzgen, kendisi için tanrılaştırarak kendi düşüncesinde yükselmek ve kendi tanrısının huzurunda başrahip olmak için bir tür insanüstü ideal arayan Doktor Kugelmann'ın tam karşıtı bir yapıdaydı. Puta tapmanın özünde de kölelik vardır. Yeryüzü tanrıları yaratan putperestler için otorite değil, kendilerinin yapıp gerektiğinde ise kolayca yıkabilecekleri putlar gereklidir.
Herhangi biriyle ilişkilerde sahte şirinlik ve yapmacıklık onu iğrendiriyordu. Marx, kendi kendini yetiştirmiş bu olağanüstü insanı merakla inceliyordu.
''Bu insan gerçek bir filozof, gerçek bir düşünür,'' diye geçirdi içinden.'' (Sayfa: 166)
*****
''Dietzgen kendi gücünden duyduğu kuşkuları Marx'a defalarca açtı.
''Benim sistematik olarak alınması gereken eğitimim eksik,'' diyordu çok değer verdiği dostuna. ''Hiçbir okulu bitirmedim ve hakkında sağlıklı bilimsel bir hazırlık olmadan 'Saf Aklın Eleştirisi' ya da 'Mantık' hakkında fikir yürütme hakkına sahip olup olmadığım konusundaki kararsızlığım beni hep rahatsız etti. Okul dogmaları ve bununla bağlantılı her şeyden bağımsız olarak Aristo, Kant, Fichte, Hegel, Feuerbach'ın öğretilerini pratik olarak kavradım. En önemlisi de sizin yapıtlarınızı anladım, yaşamla iç içe olmayan düşüncenin anlamı yoktur, yoksa bu yalnızca skolastiğin karanlıklarında gezinmek olur. Teori, profesörlerin bir ayrıcalığı değildir. Biz işçiler, düşmanlarımızın kendi manevi üstünlüklerinden yararlanarak bizi tüm ilişkilerde, maddi ilişkiler dahil, sömürmemeleri için kendi aklımızla da yaşamalıyız. Bu konuda sizin büyük yapıtınız 'Kapital'e eleştiri de yazdım.''
''Sizi dinlerken cesaretle söyleyebilirim ki, proletarya her şeyi aşarak yaşamın en büyük mutluluklarından birine, teorik düşünceye ulaşacaktır.''
''Sizin beyninizin ürettiklerinin en iyisini cömertçe ve kolayca tüm insanlara vermenize, itiraf edeyim, şaşıyorum,'' dedi Dietzgen.
''Verdiğim her şey beni zenginleştiriyor,'' dedi Marx, düşünceli bir tavırla. ''Başkalarına bağışladığımız şeyler, bize fazlasıyla geri dönüyor.''..'' (Sayfa: 167)
*****
*****
''Tumturaklı konuşma düşkünü doktor derin düşüncelere dalmış, Zeus ve Marx'ın benzerliklerine bakıyordu.
''Antik tanrılar, tutkudan arınmış olan sonsuz huzurun sembolüdürler. Öyle değil mi Marx.!'' diye sürdürdü sözlerini inanmış bir tavırla.
''Doğru değil,'' dedi Marx düşünmeden. ''Onlar huzura yabancı olan sonsuz tutkunun simgeleridir.''..'' (Sayfa: 168)
*****
*****
''Marx'ın akşamları Kugelmann ailesine Yunan klasiklerinden, Shakespeare, Goethe, Chamisso, Rückert'den ezbere parçalar okuduğu oluyordu. Edebiyattan söz ederken sevdiği edebiyatçılar -Calderon, Fielding, Balzac, Rus halkının özgünlüğünü doğru anladığını düşündüğü Turgenyev- üzerine isabetli değerlendirmeler yapıyordu. Lermantov'un doğa betimlemelerine hayrandı. Neler konuşmuyorlardı ki.!'' (Sayfa: 169)
*****
*****
''Yağışlı kış günlerinde Mrx 'Rusya'da İşçi Sınıfının Durumu' adlı kitabı enine boyuna okumuştu ve yazarı Flerovski hakkında Engels'e şunları yazıyordu: ''Görünen o ki bu insan her yere gitmiş ve her şeyi bizzat gözlemlemiş. Toprak ağalarına, kapitalistlere, devlet memurlarına karşı şiddetli bir nefreti var. Rus köylüsünün aile yaşamı da iyi betimlenmiş; kadınların ölümüne dövülmesi, votka ve sevgililer.''
Marx iki gün sonra yeniden Flerovski'yi okuduktan sonra vardığı önemli bir sonucu ise, ''onun kitabından reddedilmeyecek şekilde ortaya çıkan, Rusya'daki bugünkü durumun çok sürmeyeceği, toprak köleliğinin kaldırılmasının bozulmayı yalnızca hızlandırdığı ve dehşetli bir sosyal devrim olacağıdır,'' diye aktarıyordu.'' (Sayfa: 172)
*****

BAKUNİN GERÇEĞİ (Başlık bana aittir)

*****
''Bakunin Enternasyonal'i kendi etkisi altına almaya, onu yönetmeye, anarşizmin programını empoze etmeye yelteniyordu. Bakunin'cilerin içlerinde büyüttükleri hizipçi arzular kısa zamanda açığa çıktı ve Genel Konsey onların entrikalarına sertçe karşı koymak zorunda kaldı.
Marz ile Bakunin arasında, düşünce alanında derin uçurum vardı. Komünistler devrim savaşı çağrısı yaparken ve işçi sınıfının zaferinden eminken; Bakunin 'politik perhiz'in propagandasını yapıyordu.'' (Sayfa: 173)
*****
*****
''Bakunin'in Marx'a nefreti onun her eyleminde ve sözünde kendini gösteriyordu. Bakunin'in çelişkili, zayıf ruhu hiçbir zaman rahat yüzü görmedi. Devrim mücadelesinin teori ve pratiğinde zavallı, olayları ve insanları değerlendirmede ise son derece subjektif, demagojik saldırılarda ve sokak kürsülerinde güçlü bir yaygaracı, kindar bir yoldaş, ün düşkünlüğüyle yanıp tutuşan biri olarak Bakunin, uluslararası işçi hareketine büyük zararlar veriyor, Enternasyonal'de entrikalar çeviriyordu.'' (Sayfa: 174)
*****
*****
''Doğrusu, Rus hükümeti sıradan ve karmaşık birtakım düşüncelerle Bakunin'in Çar'ın ayaklarına kapanarak utanç verici bir tavırla af dilemesini ve itiraflarda bulunmasını açık etmedi, çünkü onun kargaşa yaratma yoluyla bilimsel komünizme ve Uluslararası İşçiler Birliği'ne karşı iyi bir koz olduğunu düşünüyorlardı.'' (Sayfa: 175)
*****
*****
''Basel Kongresi'nden sonra Bakunin 'Eşitlik' gazzetesinde Marx ve Engels aleyhine bir iftira kampanyassına girişti. Nisan 1870'te La Caux de Fonds'daki İsviçre'nin Roman Şubesi Kongresi'nde Enternasyonal üyelerin her türlü politik faaliyetten vazgeçmelerine ilişkin Proudhoncu bir sloganla bir konuşma yaptı ve Roman Federasyonu'nun bölünmesini sağladı. Bakunin'ciler kendi şubelerini kurdular, bir komite organize ettiler ve bağımsız bir ad seçtiler; Jura Federasyonu.'' (Sayfa: 179)
*****
*****
''..''Bu insanlar sabırsız,'' diyordu Bakunin, ''benim kellemi istiyorlar.''
Rakiplerini, kendisini cezalandırma arzusunda olmakla suçluyordu.

Utin bu tür suçlamaları ''Eşitlik' gazetesinde yalanladı.

Bakunin hakkında şunları yazıyordu: ''Onun uzlaşmaz düşmanı olduğum doğrdur. Ülkemdeki devrim davasına çok kötülük yaptı ve bu kötülüğü Enternasyonal'e taşımaya yeltendi. Tüm halkın öç alma günü geldiğinde, halk gerçek düşmanlarını tanıyacaktır ve o zaman eğer giyotin hâlâ geçerli olacaksa, bu büyük insanlar yani diktatörler, halkın ilk olarak kendilerini giyotine götürmesinden sakınsınlar.''
Bir süre sonra Bakunin'in popülaritesi hızla düşmeye başladı. Enternasyonal'in tüm İsviçre şubeleri, hatta aralarında büyük bir saygınlığa sahip olduğu inşaat işçileri dahi 'anarşinin peygamberi'nden yüz çevirdiler. Onlar artık Bakunin'in, bizzat yaşam tarafından reddedilen fikirleri Lassalle ve Proudhon'dan sonra yineleyen bir tumturaklı söz düşkünü olduğunu ve propagandasını yaptığı ütopik sosyalizmin tarihe karıştığını biliyorlardı. Bakunin kapıyı çalan politik yalnızlığı acıyla fark etmişti.'' (Sayfa: 180)
*****

İkinci Bölüm

*****

Karl Schapper:

''..''Leonardo da Vinci'nin iddia ettiği gibi; 'iyi yaşanmış olan her yaşam, uzun yaşamdır.' Bu hastalık beni kemirirken hep geçmişi düşümdüm. Geçmiş yılları sanki yeniden yaşama fırsatı buldum. Ben çok yoksul ve saf bir köy papazının oğluydum. Çocukluğumda çok dindardım, ama ateist olarak ölüyorum. Yaşlılığında bir anda korkuya kapılan Ruge gibi değil yani. O cesareti inançta arıyor ve ruhun ölümsüz olduğunu iddia ediyor. Aksi taktirde onun yaşamdan ayrılması korkunç bir şey olurdu. Eskilere alışırız da yenilerden ne çıkar.! Varsın, herkes nasıl avunabiliyorsa öyle avunsun. Ben onları yeniden var olmamanın eşiğinde elde etmemek için zorlukla kendi deistik illizyonlarımı yıktım.'' (Sayfa: 189-190)
*****
*****
''Çok az insan, Herzen gibi yaptığı hataları itiraf etmekte çekinmeden kendisini kontrol edebilirdi. Usanmadan gerçeği arıyor ve yurttaşlarına yararlı olmaya çalışıyordu. Anarşizmin liderinden uzaklaştıktan sonra Herzen arayışlarını Enternasyonal'e yöneltti.
''Marx'a, Marksistlere tüm düşmanlığım Bakunin yüzündenmiş,'' diye üzüntüyle düşünüyordu hasta adam. ''Bu genel yıkımın propagandisti, kuşkulu ve çift kişilikli bir insan. Vahşi yanılsamalarla kuşatılmış; kitapları kapatacaksın, bilimi yok edeceksin, saçma şeyler bunlar.''..'' (Sayfa: 195)


''Politikanın karşı koyulmaz kuralları vardır. Nasıl ki bir sirk cambazı, bir gösteri sırasında tutundğu halka kopup düştüğünde canlı kalsa bile o yüksekliğe kolay kolay bir daha çıkamazsa; politikacının da yanlış bir hareket yapıp yıkıldıktan sonra yeniden toparlanması enderdir. O artık yaşamın kendisini hep daha aşağıya itmesine mahkûmdur ve ancak başkalarının zaferlerinin tanığı olmak zorundadır. Uzun ömür artık onun için bir işkencedir.'' (Sayfa: 197)

Eugène Pottier

''Malon şarkı söylemeye başladı:
*

''Tepemizde yoksulluk
Aile büyük, mekân dar
Ne çizme, ne yorgan var
Delik tavandan akan yağmur,
Ölüme de hep yardımcı olur.''

*
''Ne de dokunaklı ve hüzünlü sözler,'' diyordu Duval'in karısı. ''Ama sözlere hiç de uymayan mutluluk verici, neşeli bir melodi. Yoksa bunları siz mi yazdınız.?''
''Melodi gerçekten de şiirin içeriğine zıt, fakat başka türlü ağlıyor insan, çok hüzünlü bir yablo, ben drama katlanamam,'' dedi Malon. ''Bu sözler benim bir arkadaşıma ait, müzik ise operanın büyük ustası Johann Strauss'un.''
''Bu gerçek şairi görmek isterim,'' dedi dalgın bir edayla masayı toplayan Catherine.
''Bu o kdara kolay değil. Şairim ne genç ne de yakışıklı; üstelik işçi. Fakat Beranger de markiz değildi. Adı Eugène Pottier.'' (Sayfa: 217)
*
https://www.youtube.com/watch?v=aZ731aR_SBY

Eugène Varlin

Eugène Varlin, değişik ülkelerin emekçilerinin saygısını kazanmış bir insandı. Altmışlı yılların sonunda Cenevreli inşaat işçileri ücret artışı talebiyle grev yapmışlardı. İşverenler onların talepleri karşısında inatla direniyorlardı. O zaman Varlin, greve gidenler yararına imza kampanyası açmış ve bu konuda gazeteye ilan vermişti. Onun hazırladığı imza listeleri elden ele dolaşıyordu. Tekstil, taş kalıp, matbaa, teneke, demir yolu ve maden işçileri, Enternasyonalci ciltçinin bu çağrısına hemen karşılık vermişlerdi. Komşu İsviöreli işçilerin zafer kazanmalarına yardımcı olacak sayıda imza toplamış ve dünya, emekçi dayanışmasının ne olduğunu görmüştü.'' (Sayfa: 241)
*****
*****
''Düşmek, kalkmaktan daha kolaydır. Birinde hareketsizlik egemendir, diğerinde ise engelleri aşmak ve epeyce güç harcamak gerekir.'' (Sayfa: 245)


''Sonbaharda reşit olan tüm Parisliler silahlandırılmıştı fakat halk yine de kendi topçu birliklerinin olmasını istiyordu. Belville'deki bir toplantıda emekçiler top üretmeyi önermişler ve bu amaçla kaynak yaratılmaya başlanmıştı. Parisli emekçiler onları desteklemiş ve çanlar, heykeller eritilerek bunlardan top dökülmüştü. Toplara 'Marianna' adını koyan Parisliler, sözlerini gözü pek bir topçu erinin yazdığı şarkıyı söylüyorlardı:
''Marianna'm varoşlarda doğdu. / Halkın elleri yarattı onu./ Halkın evlatlarına ateş etmeyecektir hiçbir zaman. /Eğer çıkarsa bir gün karşısına sinsi planlarıyla bir Cavaignag, / Marianna ateş edecektir tüm özgürlük katillerine.''..'' (Sayfa: 246-247)


''İlk proleter devrim, gücünü öngörmenin mümkün olmadığı volkanik bir patlama, bir fırtına gibiydi.
18 Mart hareketi kendiliğinden doğmuştu. Herhangi bir devrimci örgüt tarafından hazırlanmamıştı ve tek bir yönetim merkezine sahip değildi. Bu Paris emekçilerinin ve ona sempati duyan entelektüel kesimin, devrimin sinsice yok edilmesini tasarlayan ezeli düşman gerici burjuvaziye birlikte karşı koyuşuydu. Ancak zafer için yalnızca bir parlama ve cesaret tek başına yeterli değildi. Safların sıkılaştırılması, eylem bütünlüğü, akıllıca taktik ve karşı saldırının seri olması gerekliydi. Tüm bunları, işçi sınıfının devrim hükümeti olan ulusal ordu merkez komitesi sağlıyordu. Tüm iktidarın halk tarafından seçilen Komün'e devredilmesine kadar geçen on gün boyunca, Ulusal Ordu Merkez Komitesi, Devrim Partisini yönetti.'' (Sayfa: 249)


''..''Gülünecek bir şey yok. Bana göre, kadın canavar bir erkeği dahi insana dönüştürmüştür. Kadın uygarlığın temelidir.''
''Oysa, bilim adamları her şeyi başka türlü açıklıyorlar. Havva'yı anımsarsınız. Adem'in ahlakını bozan o,'' diyerek gülümsedi Liza.
''İlk şairi, ressamı, müzisyeni esinlendiren kadındır. Tüm bunları okudum ben,'' diyerek ayak diredi Jean.
''Saçma.! Her şeyi yaratan emektir, insanın elleridir, alın teridir. Kadın hiç de her zaman ve her yerde süslü bir oyuncak olmamıştır. Siz her şeyi gerçek bir Proudhon'cu olarak değerlendiriyorsunuz,'' dedi Liza soğukça. ''Proudhon kadının yerinin evi olduğunu ileri sürmüştü. Kendinizi Marx'ın öğretisinin taraftarı olarak ilan etmenizin anlamı yoktur.''
''Varsın öyle olsun, belki ben haksızım. Elbette siz benden daha bilgilisiniz, fakat çocukları doğuran ve büyütenin kadınlar olduğunu yadsıyacak mısınız.? Yeryüzünde onların işleri başından aşkın. Ben Jeannette'in okumasını, öğrenmesini engellemiyorum ki. Tam tersine. Elimden geldiğince yardım ediyorum, fakat kadının ödevi aileyi korumaktır, ona özenle bakmaktır.''
''Kocasına yani,'' dedi Catherine neşeyle.
''Sayın despot, söyleyin o halde nereden çıktı amazonlar müfrezesi, yalnızca tarihte değil, ilk devrimde bile,'' diye anımsattı Liza.
Liza anaerkil dönemi ve eski Alman destanlarının savaşçı kadınlarını anlatmak istiyordu, fakat tartışmanın devamını engellememek ve arkadaşlarının düşüncelerini ifade etmelerini sağlamak için kendini tuttu. ''Tüm bu insanlar şimdi yürekleriyle yaşıyorlar, en iyisi de bu,'' diye düşündü ağır ve kanlı bir savaşı kestirebilen Jean'ın kadınları ölümcül bir tehlikeye atmak istemediği tahmin ederek.
''Ben asker kadınlar hakkında bir şey bilmek istemiyorum. Böyleleri vardı. Çocukluğumda gördüm. Bildiğim bir şey var. Kadın ve erkek doğası gereği farklıdır. Bir örnek vereceğim. Yazın Jeannette ile Meudon'a gittik; tarlalarda geziyorduk. O, peygamber çiçeklerini görür görmez dans etmeye başladı, yaban çiçeklerinden buket yaparken mutluluktan bir çocuk gibi kendinden geçiyordu. Bu, onun için bir çiçek, benim için ise ayıklanması gereken yaban otlarıydı.''
Üç kadın da bunlara kahkahayla gülüyorlardı.
''Garip bir insansın. Çiçeklere karşısın, güzelliğe öfke duyuyorsun. Bu ayrıca acınası bir erkeklik gösterisi. Efendilerimiz bizim, hapishaneleri yapan, cellat kütüklerini, giyotini, prangaları, zincirleri uyduran sizlersiniz,'' diye takıldı kardeşine Catherine.
''Peki öyle olsun ama sizin işiniz silah değil, çamaşır teknesi, tavalar, tencerelerdir.''
''Sen bana bunları nasıl söyleyebiliyorsun.?'' diye bağırdı sapsarı kesilen Jeannette ve tehditkâr bir tavırla kocasının üzerine yürüdü. ''Ev kadınının emeğinden daha nankör, daha ağır bir şey yoktur. Tüm gün adeta elekle su taşıyorsun. Geriye yorgunluktan, nasırlaşmış ellerden ve kırışıklardan başka bir şey kalmıyor. Öyle oluyor ki, temizlik yaparken sanki döşemeyi dilinle yalamış gibi temizliyorsun, ama bir de bakıyorsun, yine insanlar gelip gitmişler ve yine her taraf toz ve pislik. Yemek pişiriyorsun, yanıyorsun, masalarda tekrar biriken kirli taslar, testiler, tencereler.
Dönüp duruyorsun bir topaç gibi. Ama çalışmalarından çabalarından hiçbir iz yok. Hiçbir şey yok ortada. Ben bir ev kadınının, ev ve mutfak kölesinin anıtını dikerdim. Ama artık yalnızca senin için değil, benim için de zaman değişti.''
''Siz haklısınız, Jeannette,'' dedi Liza.
''Ben devrimin yabancısı değilim,'' dedi öfkeden kıpkırmızı kesilen Jeannette.
Bluzunu çıkardı ve Haziran 1848'de aldığı yaraların derin izlerini taşıyan omzunu ve göğsünü gösterdi. Jeannette orada vurulan kocasının elinden düşen kızıl bayrağı kapmış ve barikatın üstüne saplamıştı.
''Annen Genevieve, toprağı bol olsun, yıllarca çektiği acılardan sonra babanı, birlikte katıldıkları 'Dört Mevsim Derneği'nin ayaklanması sırasında bulmadı mı.? Bir erkek olarak düşüncelerinden utan, yeryüzünde varolmuş en mütevazı kadın kahramanın anısı önünde yüzün kızarsın hiç değilse. Böyleleri az mı acaba.?'' diye sürdürdü konuşmasını öfkesinden derin derin nefes alarak.
Jean ayaktaydı, beyninden vurulmuşa dönmüştü.
''Bağışla Netta,'' dedi karısını kucaklayarak. ''Ben seni biliyorum, sen Jeanne d'Arc gibi atılgansın. Eğer sen ölürsen, benim yeryüzünde yapacağım bir şey yok. Ben babamın, acı çekmiş çok sayıda insanın öcünü sensiz de alırım ve ikimiz için tek başıma dövüşürüm. Ama ben sana akıl verecek değilim. Bildiğin gibi yap.
''Ben de İşçiler Birliği'nin şubesinde senin hakkında konuşmak istiyorum,'' diye şaka yaptı Jeannette. ''Belki de senin nasıl bir zalim olduğunu bizzat Marx'a anlatmak istiyorum. O büyük insan seni öyle överdi ki.? Anla artık, mücadelede birbirimize engel değil yardımcı olmalıyız. En önemlisi de şunu unutma, senden on yaş büyük olduğum halde -Jeannette derin bir iç geçirdi ve bu can sıkıcı ayrıntıyı elinin tersiyle itercesine bir hareket yaptı- yeniden dul kalmak için seninle evlenmedim ben; -ve farkında olmaksızın yirmi yıldan fazla bir süre önce barikatta vurulan arkadaşına söylediği sözler döküldü ağzından- Jean, sen neredeysen senin Jeannette'in de orada. Yaşamda ve ölümde hep birlikte olacağız..'' (Sayfa: 253-255)


''İnsanlık tarihinde çoğu devrimin kış aylarının bitiminde ilkbaharın ilk aylarında başladığı görülür. Doğa yeniden doğuşun zaferini insanlarla birlikte kutlar adeta.'' (Sayfa: 256)
*****
*****
''28 Mart'ta Ulusal Ordu Merkez Komitesi, yetkilerini serbest oyla seçilen Paris Komünü'ne devretti. Emekçilerin bu yeni hükümeti, işçilerin çoğunlukta olduğu seksen altı kişiden oluyordu.'' (Sayfa: 257)
*****
*****
''Paris'te kalan aristokratlar, Komün'ü devirmek için birçok girişimde bulundular. Komün'ün ilanından sonra, 22 Mart'ta başkentin lüks semtlerinden beyler, silahlarını ve patlayıcı maddeleri elbiselerinin altında gizleyerek 'silahsız gösteri' görünümü altında ulusal ordu karargâhını kuşatmaya kalktılar. Ayaklanmanın öncüsü III. Napolyon imparatorluğunun senatörü ve Enternasyonal'in sicilli düşmanı Baron George-Charles d'Anthes Heeckeren'di. Emekçiler Ordusu ateş açarak aristokratları kaçmaya zorladı. d'Anthes gizlendi.
Paris Komünü'nü savunmak için derhal onbinlerce emekçi kadın ve yine çok sayıda entelektüel kadın ayaklandı. Andre Leo, Louise Michel, Liza Krasotski; kadın kulüpleri ve kadın birlikleri, 'gözlem komiteleri', çocuklara, yaşlılara ve hastalara yardım dernekleri kurdular, şüpheli kişileri, serserileri, kavgacı tipleri takibe aldılar.
Louise Michel, Liza'da bir hayranlık duygusu uyandırıyordu. Onun düzgün olmayan yüz hatlarında güzellikten öte bir şeyler vardı. Bu yüz, içten gelen bir ışıkla aydınlanıyor ve ender rastlanır bir ruhsal gücü yansıtıyordu. Bu tür insanların sırtı yere gelmezdi.
Louise, Yukarı Haute Marne bölgesine bağlı Domremy köyünde doğdu. Efsanevi Jeanne d'Arc'ın doğduğu Voj dağlarındaki köyün adı da aynıydı. Bu köylü kızları birbirinden hem çok farklıydı hem de benzer çok yönleri vardı. Louise Michel'in karakterinde bir ortaçağ Fransası kadın kahramanında olan azim, doğruluk, korkusuzluk ve zaptedilmez atılganlık vardı. Şiirlerinden birinde Louise şunları yazıyordu:


''Gelin kardeşler, gelin.!
Şimdi işkence bile bir zevk, darağacı muhteşem..
İçimizde kim vermez ki canını yüz defa bu kutsal dava için.?
Gelin büyük yürekler, gelin yanıp tutuşan ruhlar.!
Ölmeyi göze alabilecek herkes gelsin.!''
(..)


Eylül'de cumhuriyet ilan edildiğinde öğretmen olan Michel bunu bir eylem çağrısı olarak kabul etmişti.
Cumhuriyetin simgesi olan ''kızıl karanfiller'' hakkında şu şiiri yazmıştı:
''Halkın sabrı taşmıştı artık.
Geceleri toplanıyor, konuşuyorlardı aralarında
Ve gözden kayboluyorlardı öfkeden titreyerek
Kasaplık bir hayvan sürüsü gibi.
Sonu geldi imparatorluğun
Boşuna yaptı çılgınlığı
Militer, gaddar tiran
Her yerden 'Marseillaise' sesleri geliyordu
Ve kızıl alev kaplamıştı doğuyu.!
Kızıl karanfiller taşıyorduk her birimiz göğsümüzde.
Daha gür açın yeniden.!
Biz düşersek eğer, çocuklarımız kazanacak.!
Süsleyin yeniden genç kuşağın göğsünü.''
''Bu en büyük mücadelede özgür olmalıyım,'' diyordu kendisine evlilik teklifi yapıldığında.'' (Sayfa: 260-261)

     Victoire Léodile Béra (André Léo)


''..''Köylüye toprak, işçiye çalışma araçları, herkese iş.!'' diye yazıyordu André Léo. ''Dinlenmeden çalışma, çalışmadan dinleme olmamalıdır.''..'' (Sayfa: 262)


''Gustave Flourens da Komün'ün zaferi uğruna ölenler arasındaydı. Yirminci Alaya komuta etmiş ve Askerî Komisyona katılmıştı.'' (Sayfa: 274)
*****
''Komün, halk için çok şeyler yapmayı başarmıştı. Halkın, emekçilerin devlet yönetimine katılmasına olanak sağlamış, sekiz saatlik iş gününe ilişkin karar almış, genel parasız öğrenim ilkesini ilan etmiş, işçi kooperatif birlikleri kurmuş, evlilik dışı doğan çocuklara eşit haklar tanımış, hem erkeklerin hem de kadınların ücretlerini artırmıştı.
Fakat Komün ve Merkez Komitesi kendi saflıkları yüzünden zayıf düşmüştü. Mutlu insan savunmasızdır bazen. Başkentin emekçileri mutluluk sarhoşuydular, renkli umutlar ve mükemmel niyetlerle doluydular. Daha çok insanı mutlu etmek isterken Komüncüler, özellikle bu nedenle çok sayıda düşmanın kendilerine diş bilediğini unutuyorlardı. Kan akmasına meydan vermemek için Komün iç savaşı ilk başlatan olmak istemiyordu. Diğer hatalarıyla birlikte bağışlanmaz hatalarından biri de tüm düzenli askeri birliklerin başkentten Versailles'a gitmesine karşı konulmamasıydı.
Büyük bir ilham dalgasının tutsağı olduklarından, yoksulluklarını ve kendilerine çevrilmiş top namlularını fark etmeksizin Parisli emekçiler, zanaatkârlar ve aydınlar o güne kadar görülmemiş bir toplumsal ilişki biçimi yarattılar. Çocuklar ve büyükler için ücretsiz okullar, kurslar, kreşler, hastaneler, kulüpler açtılar, kiliseyi devletten ayırdılar. Komün işçi sınıfının hükümeti olmuştu. Emeğin tam kurtuluşu ancak Komün'le gerçekleşmişti. Ne yazık ki, Komün'de tek vücut olabilecek öncü bir işçi partisi yoktu. Proudhon'cular, anarşistler, yeni Jakobenler, Blanqui'ciler, Mason localarının üyeleri Komün'ün faaliyetlerinde kargaşa ve anlaşmazlıklar yaratıyorlardı.'' (Sayfa: 279-280)
*****
*****
''İnsanlarda umutsuzluk farklı farklı başgösterebilir. Bazen bu umutsuzluk iradeye ket vurabilir, düşünceleri karmaşıklaştırır, korku ve cesaretsizliği getirir, düşünememeye iter, kurtuluş arayışı için koşuşturmaya zorlar, insanı yakınlarından yoksun bırakır, solucanlar gibi yerlerde süründürür. Bir de insanı taş gibi hareketsiz kılan ve üzen, ağlamalı, miskin, acınası kılan bir umutsuzluk vardır. Komüncülerin umutsuzluğu ise eyleme geçiren ve gururlandıran türdendi. Bu umutsuzluk kahramanlar yaratıyordu. O andan itibaren ölüm artık korkutmuyordu onları. Eğer Komüncü olarak yaşamak olanaksızsa, geriye dövüşerek ölmek kalıyordu.'' (Sayfa: 287)
*****
*****
''..''..Çok şeyi öğrendiniz, ama en önemli olanı anlayamadınız.''
''Neyi.?''
''Aşkı.''
''Sus, Catherine. Zamanı değil. Tüm bunları zaferden sonra bulacaksınız.''
''Fakat gönül zaman ve mekân tanımıyor, o sizi seviyor.''
''Canım, beklemek zorundayız,'' diye direndi Wroblewski şaşkınlıkla.
''Hayır, hayır, aşk engel değildir. Tersine, mutlu insanlar, yeryüzünün en iyi ve cesur insanlarıdır.''..'' (Sayfa: 291)
*****
*****
Catherine, Wroblewski:
*
''..Hüzün veren düşünceleri at kafandan. Biz seninle yaşamalı ve Komün'ün zaferini görmeliyiz. Mutluyuz. Eski bir şairin şu dizelerini anımsayalım: ''Parlasın meşaleler, / Mutluluk yolundayız. Haykırın.!''..'' (Sayfa: 292)

                Jarosław Dąbrowski


''..'Kanlı hafta' günlerinde General Dombrovski kurşun yağmuru altında barikatları at sırtında geçiyordu. Onun korkusuzluğunda umutsuzluk gizliydi. Yenilgiyle karşılaşmadan ölümü arıyordu.
Barikatlardan birinde ulusal ordu askeri kıyafetin içinde Louise Michel'i gördü. Bu olağanüstü kızdaki cesareti ve kendine olan hâkimiyeti hiçbir şey elinden alamazdı. Çok benzediği Jeanne 'Arc gibi o da tehlikeyi ve kavgayı seviyordu. Ölüm her tarafta kol geziyordu. Tüfeğine sakince yaslanmış Louise ise diğer barikattan gelmiş olan kız arkadaşına sıcak kahve ikram etmişti; bir yandan da neşeyle şakalaşıyorlardı. Dombrovski'yi görür görmez ona selam verecekti, fakat sözleri ağzında kaldı. Başkomutanın yüzü taşıdığı acı ifadeyle kararmıştı.
''Vuruldum,'' dedi komutan. Ölümcül bir yara almıştı.
''Hayır.!'' diye inanmamışlıkla bağırdı ona Komüncü. ''Hayır.!''
Dombrovski eğildi, ona elini uzattı ve ''Yalnızca cumhuriyetin kurtuluşunu düşünün,'' diye fısıldadı silah arkadaşlarına, ve sonsuza dek gözlerini kapadı.'' (Sayfa: 293)
*****
*****
''Zayıf, kır saçlı, hatları ince fakat sert, çilekeş görünümlü bir ihtiyar, Laferge'ların üst kattaki dairesine varmak üzere dik merdivenleri derin derin soluyarak çıkmaktaydı. Avurtları çökmüş, bakışları delici, yaşamının büyük bölümünün geçtiği saray hapishanelerinin taş kütlesi gibi sert bu adam, Fransız devrimcilerinin pek çok kuşağının sevgilisi, büyük hümanist Auguste Blanqui idi.
Acılar ve işkenceler bu emektar büyük devrimcinin iradesini kırmamış, ondaki nihai zafere olan inancı yok etmemişti. Sanki hayatı boyunca ihtiyatlı olmak gibi bir şeyi ne görmüş, ne duymuştu. Olağanüstü cesareti ve taşkınlıkları bazzen onun dikkatsizce davranmasına neden oluyor ve başarısızlığa götürüyordu. Onlarca yıl hapiste sabırla özgürlüğü bekleyen Blanqui sağduyusunun, stratejik hesaplarına hiç de uymayan bir tarzda, düşmanları olan Fransız burjuvazisi ve hükümetiyle zamansız kapışmalara girmekten kaçınamamıştı. Onun komplo ve ayaklanmalarda uğradığı yenilgiler birbirini izliyordu. Ve o hep çılgınlık derecesinde cesur, fanatizm derecesinde çelik iraddeli ve kendisinden geçercesine özverili olarak kaldı. Devrim mücadelesi onun felaketi olmuştu. Tüm yaşamı boyunca yalnızca tiranlığa karşı değil, gelişmenin nesnel yasalarına karşı da başkaldırıyor, emekçilerin zaferinin belirleyicisi değil, öncüsü olarak doğmuş olmayı kabullenmek istemiyordu. Ve hapishanelerin taş duvarları ve demir kapıları uzun yıllar sürecek şekilde bu inatçı ve savaşçı insanın üzerine kapanıyordu.
Marx'ın, Fransız emekçilerinin beyni ve yüreği olarak nitelendirdiği, taraftarlarının ise devrimci proletarya partisi olarak gördükleri , dayanılmaz işkencelerden geçtiği halde ruhu genç kalmış bu devrimciye Lafarque derin bir saygı duyuyordu.
Blanqui, Uluslararası İşçiler Birliği'nin düşüncelerini paylaşmakla birlikte proletarya diktatörlüğü düşüncesini ve sınıf savaşlarının önemini doğru kavramaktan uzaktı ve toplumsal olguların bilimsel materyalizm ve diyalektikle açıklanmasını kabul etmiyordu.
''Blanqui,'' diyordu Engels, ''özünde siyasal devrimci; ama o yalnızca duygularıyla, çektiği çilelerden dolayı halka acımasıyla bir sosyalist, fakat ne sosyalizm teorisi, ne de yeniden toplumsal yapılanma için belirli pratik önerileri var.''
Bununla birlikte, Engels, Blanqui'yi Fransa'daki devrimci harekete önderlik etme yeteneğindeki tek insan olarak görüyordu. Bu bileği bükülmez, dürüst, büyük savaşçının yüreği tüm yoksullara, hor görülenlere ve mutsuzlara adanmıştı.
Lafarque, Auguste Blanqui'ye okuması için Marx'ın 'Felsefenin Sefaleti' adlı yapıtını vermişti. Bu kurt devrimci ebedi düşmanı olan Proudhon'u yerden yere vuran bu yapıta hayran kalmıştı. Fakat Marksizm'in taktiklerini hiçbir zaman anlamadı ve hep ateşli bir komplocu olarak kaldı.'' (Sayfa: 295-296)
*****
*****
Jean Stock:
*
''..''Sen küçük bir çocukken, bir keresinde bana güneşi çok seven ve güneş battığında ölen insanlara ilişkin bir kitap okuduğunu anımsıyorum. Aynı bizim gibi. İşçiler için Komünsüz bir yaşam nasıl olabilir ki.? Karanlık çökecektir yeryüzüne. Biz Komün'ün ilk gününde o denli mutluyduk ki onun son gününde ölüyoruz.'' (Sayfa: 303)

Théophile Ferré

''..''Tek kişilik Versailles hücresi, koğuş no: 6, Salı, 28 Kasım 1871, sabah saat 5:30.
''Değğerli kardeşim.! Birkaç dakika sonra ölmüş olacağım. En son anımda seni anımsayacağım. Cenazemi sana teslim etmelerini istemeni ve beni talihsiz annemin yanına defnetmeni rica ediyorum. Olanağın olursa, arkadaşlarımın beni uğurlamaları için, defin saatimi gazetelerde ilan et. Hiçbir kilise töreni istemiyorum. Nasıl yaşamışsam yine öyle, materyalist olarak ölüyorum.
''Acını yen ve söz verdiğin gibi asla kontrolünü yitirme. Bana gelince ben mutluyum, acılarım sona eriyor ve bu nedenle hiçbir şeyden şikayetçi değilim. Bana göre daha şanslı mahkûmlar için hapishaneye bırakacağım paralarım dışında kâğıtlarım, kıyafetlerim ve diğer eşyalarım sana teslim edilmeli.''
Théophile Ferré, Versailles ordusundan gönüllü olarak Komüncülere katılan iki yoldaşla birlikte Komün'ün çok sayıda kahramanının kanını içen Satory meydanına götürdüler. Değişik gazetelerden meraklı gazeteciler uğursuz korteje katıldılar ve idam sırasında orada yer aldılar.
Saat yedide alanda trompet sesleri duyuldu ve üç mahkûm arabası belirdi. Ortalığı bir mezar sessizliği kapladı. Ferré'yi ölüm cezasına mahkûm eden yargıç kararı yeniden okundu. Théophile Ferré kendine olan hâkimiyetini bir saniye olsun yitirmedi. O uğursuz direğe yaslanarak sakince purosunu içti. Bir çavuş gözlerini bağlamaya geldiğinde, Ferré sakince gözbağını çıkarttı ve ayakları altında duran şapkanın üzerine fırlattı. Komün'ün kahramanlarından biri olarak bir bayraktar gibi gururla dimdik durarak, açık gözleriyle karşıladı ölümü.'' (Sayfa: 322)


''Marx'ın 'Fransa'da İç Savaş' adlı yapıtı 1871-1872 yıllarında Fransızca, Almanca, Rusça, İtalyanca, İspanyolca ve Hollandacaya çevrildi.
Yapıt Almancaya Engels tarafından çevrildi ve Almanya'da 'Halk Devleti' gazetesinde yayımlandı, ardından da Leipzig'de broşür halinde bassıldı. 'Fransa'da İç Savaş'ın Rusça ilk basımı 1871 yılında Zürih'de gerçekleşti.
'Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i'nde olduğu gibi Marx'ın, büyük tarihsel olayların gerçekleştikleri koşullardaki önemi ve sonuçlarını tahmin etmekteki şaşırtıcı yeteneği bu yapıtta da tüm gücüyle kendini göstermişti.'' (Sayfa: 323-324)


''Ölüm mahkûmu, önüne bakarak emin adımlarla yürüyor ve kalabalığın kudurmuş çığlıklarını duymuyordu, anlaşılan. Bu Eugène Varlin'di. Olağanüstü sakin, önemli bir konuya yoğunlaşmış görüntüsüyle şu anda eski Bizans fresklerinden fırlamış bir din savaşçısına benziyordu. Eğer kendi yaşamı pahasına dahi onu kurtarmak mümkün olsaydı, Liza bunu hiç tereddüt etmeden yapardı. Ama Paris'te karşıdevrimcilerin canavarca saldırısına karşı koyabilecek gücü yoktu şu an.
Varlin, son ana kadar barikattan barikata koşarak Versailles'lılarla ölümüne çarpışmıştı. Mermiler bitmiş, düşmanlar galip gelmişti. Fiziksel olarak yorgun düşmüş, artık tehlikeye aldırmayan, askeri birliği tümüyle imha edilmiş bir savaşçı olarak şehirde geziyordu Varlin. Saklanmak istemiyordu ve sanki büyük bir arzuyla ölümü arıyordu.
Komüncüleri avlamakla görevli sivil giyimli bir din adamı tarafından teşhis edilip yakalandı.
Geleceğe yönelik tahminde bulunurken Varlin silah arkadaşlarından birine şunları söylüyordu:
''Evet, ..bizi canlı canlı parçalayacaklar. Cesetlerimizi çamurlarda sürükleyecekler. Çarpışanları öldürdüler, tutsakları öldürdüler, yaralıları öldürecekler. Eğer birileri canlı kalırsa ve onu bağışlarlarsa, çürümesi için kürek cezasına çarptıracaklar. Fakat tarih eninde sonunda her şeyi daha net görecek ve Cumhuriyeti bizim kurtardığımızı söyleyecektir.''..'' (Sayfa: 332)


''..''Thiers devrimi kana buladı, biz hayatta kalmış az sayıda Komüncü ise düşlerimizi bu kan denizine gömdük. Saflığıma artık tümüyle son verdim ve olgunlaştım. Arkadaşların mezarları başında çaresizlik gözyaşlarının döküldüğü bu umutsuzluk günlerinde, sürekli Demokles'in kılıcı altında tek başımayken şiirler yazdım. Onlar yüreğimin derinliklerinden süzülüp geldiler.''
''Rica ederim, şiirlerinizi okuyun bana,'' dedi Liza.
Pottier yere serili delik deşik şilte üzerinde doğruldu. Sararıp solmuş ama bilgeliği hiç yok olmamış yüzünü pencereye döndü. Kalkık burnuyla bu portre Liza'ya Sokrates'i anımsatıyordu.
''Uyan artık uykudan uyan
Uyan esirler dünyası
Zulme karşı hıncımız volkan
Bu ölüm dirim kavgası
Bu kavga en sonuncu
Kavgamızdır artık
Enternasyonalle kurtulur insanlık.!''
Pottier bu dizeleri okumuyor, onlardan kurulu bir şarkı söylüyordu sanki. Derin duygularını da eklediği müzikal, temiz bir sesi vardı. Liza çok duygulanmış ve kendisini şiire kaptırmıştı.
''Cellatların döktükleri kan
Bir gün onları boğacak
Bu kan denizinin ufkundan
Kızıl bir güneş doğacak
Bu kavga en sonuncu
Kavgamızdır artık
Enternasyonalle kurtulur insanlık.!''
Pencerenin ardından çığlıklar duyuldu birden. Kadınlar birkaç Komüncüyü askeri mahkemeye götüren konvoyun yolunu kesmişlerdi. Bir subay 'hazır.!' komutu verdi. Cellatlara lanet okuyan bir gürültü ve acı çığlıklar koptu. Karşıdevrimcilerin başına taşlar yağıyordu, kurşun sesleri ve ayak sesleri duyuluyordu. Bir yerlerden boğuk bir ses geliyordu: ''Yaşasın Komün.!'' Ardından her yer sessizliğe büründü.
Bitkin, yaşlı Pottier esinlenmiş biri olarak şiirini okumayı sürdürüyordu ve yüzü şaşırtıcı bir değişime uğramıştı; o anda Liza'nın gözüne daha genç ve yakışıklı göründü:
''Hem fabrikalar hem de toprak
Her şey emekçinin malı
Sömürene tanımayız hak
Dünya emeğin olmalı
Bu kavga en sonuncu
Kavgamızdır artık
Enternasyonalle kurtulur insanlık.!'' (Sayfa: 334-335)


''Nekrasov'un Komüncülere adanmış dizeleri karanlık gökyüzünde parlak bir yıldız gibi ışıldıyordu. Liza bu dizeleri ezberlemişti ve okurken gözyaşlarını tutamıyordu.!
*
''Sustular dürüstler, yiğitçe düşenler,
Mutsuz halk adına isyan edenler,
Sustu onların yalnız sesleri.
Ama kudurdu acımasız tutkular.
Bir kötülük ve çılgınlık kasırgası
Esip duruyor tepende, ey dilsiz ülke.
Canlı olan, iyi olan her şey eziliyor.
Beslediğin karanlığın ortasında.
Şafağa durmayan gecedir duyulan ancak,
Nasıl da zafer çığlıkları atıyor düşmanlar,
Öldürülen bir devin leşine üşüşen
Kana susamış akbabalar gibi,
Kıvrılıp giden zehirli sürüngenler gibi.!''..'' (Sayfa: 338)


''..Birlik belirli bir siyasal hareket biçimi önermiyor; o, tüm bu hareketlerin tek hedefe yönelmesini talep ediyor. Dünyanın her yerinde bizim ödevimiz kendine özgü bir yönüyle ortaya çıkar, emekçiler ise bu ödevin yerine getirilmesi için kendi yöntemleriyle hareket ederler. Newcastle ve Barselona'daki, Londra ve Berlin'deki işçi örgütleri tüm ayrıntılarda tam tamına aynı olamazlar. Örneğin, İngiltere'de kendi siyasal gücünü göstermek için işçi sınıfı serbesttir. Barışçıl propagandayla hedefe daha çabuk ve doğru bir yolla ulaşılacak yerde ayaklanma çılgınlık olur. Fransa'da baskı yasalarının çokluğu ve sınıflar arasındaki ölümcül uzlaşmazlık, galiba, sosyal savaşın çıkmasını kaçınılmaz kılıyor. Ama, sonuca hangi yöntemle ulaşılacağını, o ülkenin işçi sınıfı belirlemek zorundadır. Enternasyonal bu konuda bir şeyler dikte etmeye kalkışmamaktadır ve hatta öneride bulunacağını dahi sanmam. Fakat her hareketle dayanışır ve kendi yasalarıyla belirlenmiş çerçeve içinde yardım eder.''..'' (Sayfa: 343)


''Walery Wroblewski bir hayli eskimiş ceketinin cebinden buruşuk bir kâğıt çıkardı ve Marx'a uzattı. Marx dikkatle bir kez okudu, bir kez daha okudu, şaşırmıştı:
''Muhteşem bir şey, ama. Eugène Pottier'yi duydum fakat onun böyle güçlü dizeler yazabileceğini beklemiyordum. Bizim böylesine yürekten gelen bir marşımız eksikti. Rica ederim, bu şiiri bana yüksek sesle okuyun.''
Ve Marx'ın çalışma odasında 'Enternasyonal' çınlıyordu:
''Uyan uykudan.. Uyan esirler dünyası.!''
Wroblewski genelde şiirleri ustaca okurdu, fakat bu kez ssesi titriyor, çatallaşıyordu:
''Tanrı, paşa, bey, sultan
Nasıl bizi kurtarır
Bizi kurtaracak olan
Kendi kollarımızdır.
Bu kavga en sonuncu
Kavgamızdır artık
Enternasyonalle kurtulur insanlık.''
Wroblewski, heyecanını yenerek şiiri tamamlamıştı. Sessizlik egemendi. Marx puro içiyor ve kaşlarını çatmış düşünüyordu.
''Büyük Paris Komünü'nin enkazından, bu nihai zaferden tümüyle emin olan çağrı doğmuştur,'' dedi Marx. ''Bu Komüncüler için muhteşem bir anıttır.''..'' (Sayfa: 348)
*****

Üçüncü Bölüm

*
''Karl Marx adının değişik kıtalardaki yönetici sınıflarda yarattığı korku, merak ve nefret pek çok yalanı da birlikte getiriyordu. Bununla ilgili olarak Marx bir defasında yapıtlarını hep ayrı bir hoşnutlukla okuduğu Çernişevski'nin şu sözlerini aktarmıştı:
''Tarihin yolundan geçen, çamur atılmasını göze almalıdır.''..'' (Sayfa: 367)
*****
*****
''Krasotski, anımsayabilmek için defterine notlar aldı.
''Anarşizm'' sözcüğü Yunanca 'başsızlık, iktidar yokluğu' kökünden gelir. Bu sözcüğü, geçen yüzyıllarda geçerliliği olan anarşist düşünceleri, kendisinin düşünceleri olarak gösteren Proudhon bulmuş ve dünyaya yaymıştır. Bir de Godwin bir zamanlar ünlü olan kitabında devleti, yasaları ve siyasal kurumları sözüm ona kişisel özgürlük adına reddetmişti. Ben Bakunin'in öncülerinden, Max Stirner diye birinin kitabını da okudum. Daha 1845'te bireyciliğin, insanların tüm karşılıklı ilişkilerinin etrafında döndüğü bir eksen olduğunu belirtmiştir. Bireycilik, onun dini olmuştu ve hiçbir şey, onun canının istediği gibi davranmasını engellemesin istiyordu; hatta bundan dolayı kentler yıkılsa, insanlar yok olsa dahi. Stirner, komünizme karşı da öfke duyuyordu. Çünkü bu öğreti kişinin kendisinin değil, herkesin mutluluğu içindi. O özel mülkiyeti övüyor, kutsal ilan ediyordu. Mülkiyetçi Egoistler Birliği kurulması çağrısı yapıyordu. Yeryüzünde neler olmuyordu ki.!'' (Sayfa: 369-370)
*****
*****
''Kongre delegeleri Lahey'den, bir salon toplantısının yapılacağı Amsterdam'a gittiler. Limanın yakınındaki dar salon tıklım tıklım doluydu ve salonda toplanmış Hollandalı emekçiler hatibi ayakta dinlerken, onamalarını coşkuyla ifade ediyorlardı.
Tüm insanlığın yeniden yapılandırılması amacıyla siyasal iktidarın emekçiler tarafından elde edilmesinin zorunluluğuna adanmış konuşmasında şöyle diyordu Marx; ''..biz hiçbir zaman, bu amaca her yerde aynı amaçlarla ulaşılması gerektiğini savlamadık.
''Biz, değişik ülkelerin kurumlarıyla, ahlak anlayışıyla ve gelenekleriyle hesaplaşmak gerektiğini biliyoruz;ve biz Amerika, İngiltere gibi ülkelerin varolduğunu yadsımıyoruz ve ben sizin kurumlarınızı daha iyi bilseydim, emekçilerin amaçlarına barış yoluyla ulaşabildiği Hollanda'yı da bunlara eklerdim belki.
''Fakat, bu böyle dahi olsa, biz, kıtalardaki ülkelerin çoğunluğunda bizim devrimimizin etkisi, güç olalıdır; emeğin egemenliğini nihai olarak sağlamak amacıyla kuvvete bir süre için özellikle başvurmak gerekir,'' diyırdu.
Enternasyonal ortaya çıktığı günden bu yana üstlendiği yüce misyonunu şerefle yerine getiriyordu. Marx Uluslararası İşçiler Birliği'ni kurarken, onun Tüzüğünü hazırlamıştı. Yelpazesinin genişliği sayesinde Uluslararası İşçiler Birliği olması gerektiği gibi olmuştu, yani sosyalist düşüncenin sayısız kollarının aşama aşama özümsenmesi ve benimsenmesinin aracıydı.
Marx ve Engels, Enternasyonal'in pratik faaliyetlerinin bir kurban vermeden, net olarak ifade edilmiş kendi ilkelerini gizlemeden gelişmenin her aşamasında genel proleter hareketle uyum içinde nasıl çalışması gerektiğini kanıtlamıştır.'' (Sayfa: 390-191)
*****
*****
''..''Benim koca bebeğim,'' diyordu böyle bir durumda Jenny onun geldiğini fark etmemiş olan kocasına yaklaşarak, 'seni şehirden, kitaplardan, kâğıtlardan ve kalemlerden uzaklara götürmek zorunda kalacağım,' diyordu ve Challey'inin başını okşuyordu, Marx ise suç üstü yakalanmış olarak onun elini öpmeye yelteniyordu.
''Kendimi mükemmel hissediyorum,'' diye ikna etmeye çalışıyordu karısını.
''Ama, yaratı seni yakacak bir tutkudur, Mağripli, ben Mikelangelo'nun, 'sanatın stresi, sanatçının kendi konusuna olan tutkulu bir aşktır,' sözünü anımsıyorum. Bu, elbette, bilim ve sanatın her alanındaki tüm yaratı türlerini kapsar. Fakat, ihtiyarların senin için özenle eğirdikleri yaşamın ipini o kadar acımasızca esnetiyorsun ki, ip kolayca kopabilir,'' diye endişesini dile getiriyordu Jenny.
Gerçekten de Marx o kadar yorulmuştu ki katlanılamaz baş ağrılarına yakalandı ve bunun sonunda uykusuzluk çekmeye, ardından da çalışmakta güçlük çekmeye başladı. Ancak onun doğuştan güçlü organizması, elverişli koşullarda hızla yeniden güç toplama yeteneğine sahipti. Ramsgate'ye gidiş, deniz kıyısında yürüyüş, tam anlamıyla bir tatil uykusuzluğu yenmesine yardımcı oldu. Marx yeniden eve döndüğünde Lenchen ona sağlığını koruması için birçok direktif verdi.'' (Sayfa: 403)

Canım Lecnhen


''Akşamları, özellikle de havanın sıcak olduğu günlerde, değişik uluslar ve dillerden olan kalabalık, ünlü orkestra şeflerinin yönettiği orkestraların olduğu lokale gidiyordu, koro şarkılar söylüyordu. Ama en ilginç olanı uzak yürüyüşlerdi. Gizemli, şiirsel, masallara konu olan Egertal, Marx'ın özellikle hoşuna gidiyordu. Orada kıvrımları çok zengin olan dağlar ve taşlar insanların düşleri ve fantezilerini süslüyorlardı. Sakin vadide taştan bir yatak boyunca köpük saçarak, şırıldayarak, eski bir efsaneye göre, insanların dönekliği yüzünden sürekli ağlayan deniz kızı Eger'in yaşadığı bir dağ nehri akıyordu. Önünde sonsuz aşk yemini eden çoban Hans Heitling onu aldatmıştı. Deniz kızından soğuyan çoba sıradan bir kızla evlenmeye karar vermişti. Buna öfkelenen Eger çobandan acımasızca öç almış ve düğün alayını taş yığınına dönüştürmüştü.
Kindar deniz kızının masalı Marx'ın hoşuna gitmiş ve o taş yığınları arasında ellerinde müzik aletleriyle donmuş müzisyenleri, düğün arabasını, gelinliği içinde taş kesilmiş gelini ve elinde geniş köylü şapkasıyla kötü kalpli Hans Heitling'i arıyordu coşkuyla.'' (Sayfa: 413)


''..''Hep bu işi mi yapıyorsunuz, yoksa başka bir işiniz daha var mı.?'' diye sordu Marx.
''Hayır,'' dedi işçi ''uzun yıllardan beri başka bir iş yapmıyorum. Bu zor biçimlerin böylesine düzgün pürüzsüz çıkabilmesi için makineyi bu hale ancak uzun bir pratik yoluyla getirebiliyorsunuz.''
''İşbölümü, insanın makinenin bir parçası olmasına yol açıyor,'' diyordu Marx Kugelmann'a, tezgâhtan uzaklaştıklarında, ''ve beyinsel yetenekler yerini kasların alışkanlık kazanmış hareketlerine bırakıyor.'' (..)
Londra'ya dönmeden kısa bir süre önce Kugelmann'la, ilişkilerin tümüyle kopmasına yol açan ciddi bir bozuşma yüzünden Marx'ın keyfi birdenbire kaçmıştı. Hannover'li doktor, Marx'ı küçümseyerek siyasal propaganda olarak adlandırdığı şeyden uzaklaşıp kendisini tümüyle teorik çalışmalara vermesi için ikna etmeye çabalıyordu. Marx, Kugelmann konusunda çoktandır düş kırıklığı yaşıyordu ve onun boş laf kalabalığına, kendisini çevrenin yüce çıkarları için yaşayan ve kimsenin anlayamadığı gizemli bir tip olarak gösterme arzusuna güçlükle katlanabiliyordu. Kendini beğenmişlik, abartılı tavırlar, dar kafalı küçük burjuvaların tavrıydı ve bunlar 'Kapital'in yaratıcısı için kulağı tırmalayan yanlış bir nota gibi daima katlanılmaz şeylerdi.
Ayrıca Kugelmann, Marx'ın herkesçe kabul edilen mükemmelliğinden rahatsızdı, ve işçilerle tek tek ilgilenmesine, onların gereksinimlerini dile getirme yeteneğine öfkeleniyordu. Kibirli doktora göre, bu gerçek anlamda büyük insanları küçük düşürüyordu. Doktor, Marx'ın Zeus gibi Olimpos'un tepesinde oturmasını Dalay-Lama gibi, yaşayan tanrı havasına bürünerek erişilmez olmasını istiyordu. Bu aptalca davranışlara acı acı gülüyor, onun önünde bu denli ölçüsüzce eğilen herkesten tiksinerek daha çok nefret duyuyordu.'' (Sayfa: 414)


''Tarihin, Paris Komün'üne ilişkin asıl doğruları hiçbir zaman araştırmayacağı düşüncesi Stock'u daima endişelendiriyordu. Thiers, onun beslemeleri ve dünyadaki gericiler, o büyük yetmiş iki günün anılarını çiğnemişler, yalanlar söylemişler, iftira atmışlar ve tıpkı Komüncüleri öldürdükleri gaddarlıkla belgeleri de yok etmişlerdi.
Fakat Liza, proletaryanın ilk simgesinin kutsal hatırasını yeryüzünden hiçbir şeyin silemeyeceğinden emindi.
Tarih, altın damarı gibidir ve zaman, akan bir sel gibi, gerçeğin cevherini ayıklar ve insanlara sunar. Herkes layık olduğunu elde eder. Komün'ün çoğu savunucusu kurtulmayı başardı. Onlar, Parisli emekçilerin gerçekleştirdiklerinin yüceliğini ve bu büyük dava uğruna düşenleri anlatacaklardır.
''Evet, biz gelecek kuşaklara Komün gerçeğini aktarmadan ölme hakkına sahip değiliz. Bu bizim misyonumuzdur. Varsın tarihçiler, ressamlar, şairler bizim basit, gerçek notlarımızı alsınlar ve ölümsüz kahramanlar için anıt oluştursunlar,'' diyordu Stock.
''Haklısın, Jean. Biz, anımsadıklarımızı bugünden yazmaya başlayacağız. Ve bizim silah arkadaşlarımızdan birinin sözleriyle başlayacağız: Çıkarın şapkaları, ben acıyı yaşamış Komüncüleri anlatacağım.''..'' (Sayfa: 426)


''Sanatın gizemi yeniden ortaya çıkmıştı, düşüncelerin olgunlaşıp sözcüklere dökülecek şekli aldığı anı yakalamak, ağaçlarda açılan tomurcukları fark etmekten daha kolay değildi. Bir şiir dizesi ya da bir matematik formülü, bir resmin eskizi, bir melodi ya da bilimsel bir hüküm ilk kez yaratılıyorsa ve önemliyse, beyinde daima karmaşık, sancılı arayışların ve uzun süren bir çalışmanın sonucu olarak doğar, fakat bazen rastlantısal bir neden beyindeki duvarları yıkar ve coşan fırtınalı düşünce yeni bir yapılanma gücüyle kendisini hep ileri atar.
Marx, bir büyük yapıttan diğerine aşama aşama yükseliyor, başkalarının bilmediklerini yakalıyordu. Bu özellik ancak bir dahiye özgüdür.
Marx, Alman İşçi Partisi'nin programına eleştiriler hazırlıyordu. Düşünceleri gitgide yelpazelerini açıyor, yükseklere tırmanıyordu. O, onyıllar sonra neler olacağını o denli kendinden emin ve kolaylıkla yazıyordu ki, sanki başka, henüz var olmayan bir zamanda yaşıyordu. Deneyimli bir izci gibi, insanların kaçınılmaz olarak yürüyeceği yolu görüyordu. Gelecekte olacakların hatlarını, sosyalist devrimi, proletarya diktatörlüğünü, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecini görüyordu. Marx'ın dahi beyni, komünist toplumun ilk aşamasının kaçınılmazlığını keşfetmişti: İlk ya da alt aşaması sosyalizm; onun tam anlamıyla gelişmesi sonucu üst aşama olan komünizm. Bu çok büyük bir öngörüydü. Marx zamana karşı bir kez daha galip gelmişti. Mitoloji kahramanı Akmetei gibi geçmişi kavramış ve adı ileriyi gören anlamına gelen Prometheus gibi geleceğe bakıp kendi kuşağına, onların torunlarını nasıl bir yaşamın beklediğini açıklamıştı.
Dahi, baş döndürücü bir doruğa erişmişti.'' (Sayfa: 429)


''Marx, derin düşüncelerin doruğundan, geleceğin ilkelerini şöyle belirliyordu:
''İnsanın iş bölümüne köle gibi bağlılığı ortadan kalktıktan sonra, bununla birlikte zihinsel çalışma ile fiziksel çalışma arasındaki çelişkinin yok olduğu, emeğin, yaşam için yalnızca bir araç olmaktan çıkıp yaşamın en birincil gereksinimi haline geldiği, bireyin çok yönlü gelişmesiyle birlikte üretim gücünün de arttığı ve toplumsal zenginliğin tüm kaynaklarının sürekli tam bir üretime dönüştüğü komünist toplumun en üst evresinde; burjuva hukukunun dar ufkunu tümüyle aşmak mümkün olacaktır ve toplum kendi bayrağına: 'Herkes yeteneğine göre, herkese gereksinimleri ölçüsünde' yazabilecektir.'' (Sayfa: 430)


''Berlin Üniversitesi'nin kadro dışı öğretim üyesi, bilgili fakat yeteneksiz doçent Dühring, kendisinin yeni bir reformcu olduğunu sanıyor ve icat ettiği görüşler sisteminin felsefe ve politik ekonomide devrim yaratacağını ilan ediyordu.
Eugene Dühring tüm düğmeleri ilikli şık bir redingot giyen, heybetli görünümlü, yaşlı bir baydı. Gözleri kördü ve görmeyen gözlerini koyu kül rengi camlı gözlüğüyle gizliyordu. Onun karakterinin en önemli özelliği, yeteneklerine hiç de uygun düşmeyen kendisini beğenmişliğiydi. Dühring'in görüşleri alışılmaz ve bayağı olduğu ölçüde, anlamayanların önemli kabul etmelerinden dolayı inandırıcı da görünmüyordu.
Bu oldukça sıkıcı ufku dar ukalanın, tipik küçük burjuva sosyalistinin görüşleri Almanya sosyal demokrasisinin bazı önderlerinin bakış açılarıyla örtüşüyordu ve onlar gayretle işçilerin beyinlerini bu görüşlerle dolduruyorlardı. Sosyalist basında Dühring'e övgüler yağdıran makaleler çıkıyordu. Anlaşılmaz düşüncelerin zenginliği ve tumturaklı söz kalabalığından başı dönen birkaç cahil yeni 'sisteme' hayrandılar. Hiçbir şey okumadan her şeyi sürü içgüdüsüyle yargılayanları ikna etmişlerdi.
Endişelenen Wilhelm Liebnecht, teorik destek için Marx ve Engels'e başvurdu ve bu desteği aldı. Marx'ı, 'Kapital' üzerindeki çalışmalarından alıkoymamak için bu aklıevvel Berlin'li bilim adamını tepelemek görevini yorulmak bilmeyen General üstlendi.
Ancak, değişmez arkadaş dayanışması kuralından yola çıkan Marx, onun tüm çalışmasını dikkatle okumakla kalmayıp, Dühring'e karşı hazırlanan kitabın politik ekonomi tarihiyle ilgili bir bölümünü de kendisi yazdı.
1877 yılı başında Almanya 'Sosyal Demokrat Gazetesi' 'İleri'de 'Eugene Dühring'in Bilimde Yaptığı Devrim' adı altında Engels'in makaleler serisi yayımlanmaya başlandı. Bir yıl sonra bu makaleler 'Anti-Dühring' adıyla bir kitap olarak yayımlandı.'' (Sayfa: 431-432)


Karl Marx:
*
''Unutmayın, mantıklı düşünmek yalnızca diyalektik yöntemi izleyerek mümkündür.'' (Sayfa: 449)


Liza Krasotski:
*
''Yaşam, karanlıktaki bir ışıktır, onu gören bizlere ne mutlu,'' diye yazdı küçük defterine. ''Sahip olduklarımızdan dolayı minnettarız. Bir çiçek ya da bir ağaç, bir kuş ya da bir kelebek var olmaktan zevk alır, sahip olduğu her şeyi verir ve yok olur. Bir yağmur damlasının, bir ışığın ve geceleyin gökyüzü sessizliğinin değerini bilir. İnsan yeryüzündeki tüm canlıların en memnuniyetsizidir. Ama, bununla birlikte doğadan her şeyin en fazlasını almıştır. Nankörlüğü çirkin olarak adlandıranlara minnettarız. Nankörlük, kötülüğün şeytanca zincirinin bir halkasıdır, kıskançlık ve yalancılık gibi tehlikelidir. İnsanlar nankörlüğü tümüyle yok etselerdi kötü olan çok şeyin önüne geçilebilirdi.''..'' (Sayfa: 454-455)
*****
*****
''..Marx ve Engels'in, kendi ülkesi ve Batı'da devrimci hareketin acımasız celladı rolüne defalarca soyunan Rus Çarı'ndan yana olmaları mümkün değildi. Marx daha o zaman, gerici Çarlık rejimin askerî felaketler ateşinde yok olmaya mahkûm olduğunu öngörmüştü.
''Bu kriz,'' diye yazıyordu Marx, ''Avrupa'nın tarihinde yeni bir dönüm noktasıdır. Durumunu Rusça orjinal gayrıresmî ve resmî (resmî olanlara sınırlı sayıda kişiler ulaşabilir ve bana da ancak Petersburg'daki arkadaşlarım tarafından sağlanmıştı) kaynaklardan okuduğum Rusya çoktandır bir devrimin eşiğindedir; bunun için tüm öğeler hazırdır. Rus toplumunun tüm katmanları bugün ekonomik, moral ve entelektüel açıdan tam bir bozulma durumundadır.''
Hemen hemen yirmi yıl boyunca Marx ve Engels, Rusya'yı dikkatle inceleyerek, tüm dünyada büyük bir gürültü koparacak devrimin özellikle çelişkilerle dolu bu büyük devlette başlayacağının coşkulu bir beklentisi içinde oldular. Bu kuzey ülkesinin çok farklı büyük misyonuna olan inançlarını bir an olsun yitirmediler ve Rus emekçilerin çarlığı devirerek ilk sosyalizmin kurucusu olacakları zamana kadar yaşamayı düşlediler. (Sayfa: 456)
*****
*****
Jean Stock:
*
''..''Unutma, insanın fiyatı sık sık düşer; özellikle cahillerin ve onun düşmanlarının gözünde, ama değeri hep artar.''..'' (Sayfa: 465)


Friedrich Engels'in Jenny Marx'ın mezarı başındaki konuşmasından:
*
''..''Bu denli keskin eleştirel zekâya, böyle bir siyasal nezakete, enerjiye ve karakterinde böyle bir tutkuya sahip, mücadele yoldaşlarına böylesine bağlı bir kadının hemen hemen kırk yıl boyunca hareket için yaptıkları kamuoyuna mal olmadı, bu konuda günümüz basınının kronolojilerinde tek bir sözcük yoktur. Bu kronolojiyi herkes kendisi tutmalıdır. Fakat emin olduğum bir şey var; sürgüm Komüncülerin karıları onu daha sık anımsayacaklardır, bizim kardeşimiz ise onun hiç abartmasız cesur ve dürüstlük konusunda hiçbir ödün vermeksizin sağduyulu öğütlerinden mahrum kaldığını sık sık hissedecektir.
Onun kişisel niteliklerinden konuşmama gerek yok. Dostları bu nitelikleri biliyorlar ve hiçbir zaman unutmayacaklardır. Eğer bir zamanlar, kendi mutluluğunu başkalarını mutlu etmekte bulan bir kadın varolmuşsa eğer, bu, onun ta kendisidir.''
Marx artık Jenny'siz yaşamak zorundaydı. Büyük kalpler ve büyük akıllar zindeliğini yitirmezler. İnsanın manevi dünyası ne denli yüce olursa, onun için bilgelik, deneyim, yaşamı tanıma, yani yaşanan zamanı beraberinde taşıyan her şey o denli değerlidir. Dahiler için yaşlılık diye bir şey yoktur. Marx yıllar geçtikçe manevi açıdan daha da güçleniyordu. Onun düşünceleri, yaratıcılığı insanlığın üzerinde hüküm sürüyordu. Ama, karısının ölümü onu yıkmıştı. Onun hiç yazamadığı aylar dahi olmuştu.
Epiküros'un ''ölüm, ölen için değil, geride kalanlar için mutsuzluktur,'' sözünü yineliyordu üzüntüyle.''
(Sayfa: 483)


''Elenor, Marx ve Engels'in ölümsüz düşüncelerinin en iyi propagandistlerinden biri oldu. Emekçilerin bir zamanlar genç Karl'ı 'baba' diye adlandırdığı gibi, İngiliz kadın işçileri de şimdi otuz yaşındaki Elenor'a 'annemiz' diyorlardı.'' (Sayfa: 485)


''..''Eski dostum.!'' diye yazıyordu Engels, Cenevre'deki temizlikçi Becker'e ''..partimizin en güçlü beyni artık düşünmez oldu, bugüne kadar tanıdığım en güçlü yürek artık çarpmıyor..''..''
(Sayfa: 496)


#GaalinaSerebryakova #AteşiÇalmak4 #ÇevirenAliRızaDırık

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...