#FüsunAkatlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#FüsunAkatlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2020 Cuma

Füsun Akatlı - Bir de Ruhi Su Geçti

 

*
Gökten bir damla düştü şıp benim alnıma şıp anamın alnına..
*
Kesif bir yozlaşmanın kurşuni bir bulut gibi göğümüzü kapladığı günlerde; düşüncelerini başkalarını daha iyi bir geleceğe emanet edebilmek için şekillendiren, bu uğurda daima kendini öteleyen, ne olursa olsun ödün vermeyen tutarlı, örnek alınabilecek insanların yokluğu ağır şekilde hissediliyor. Elbette ışığını böyle insanlardan alan ve eksikliklerini yoksunluk olarak hissedebilenler tarafından. İlkesizlik, sığlık her yanımızı sarmış. ''Ben bedel ödedim'' cümlesini her sofrada eze eze yineleyen ve bunun karşılığını arsızca talep edenlerin şekillendirdiği eğitime, onların yasaklamadığı sanata, onların bahşedeceği barış için onların kurallarına uyan aydınlara emanetiz. Babam Metin Altıok ''insan kirlenmesini'' tarif ederken onlara işbirlikçi, uzlaşmacı aydınlar diyordu. Annem ''Cumhuriyet tarihimizin hiçbir döneminde 'aydın' şu son on beş yirmi yıldır olduğu kadar itibarsız olmamıştı. Düşünmeyen, eleştirmeyen, tek tip, uyumlu, sessiz bireylerden oluşan bir toplum isteyen bir yönetim elbette aydından hoşlanmayacaktır. Aydın'ı sevmiyorlar'' sözleriyle dile getiriyordu. Babamı kaybedeli 26 yıl, annemi kaybedeli 10 yıl oluyor. Bugün ben; durduğum yer, baktığım dünya, yazdığım, söylediğimle onların işaret ettiğinin de gerisinde bırakılmış bir topluma erişmeye çalışıyorum. 
*
Daha tanışmadan evvel örnek aldıkları Ruhi Su'yu yakından tanıma şansına erişmiş iki genç aydın insandı annem babam. Adalet tarihimizin en ağır işkencelerine, en büyük haksızlıklarına uğradığı halde bunları hiçbir zaman dile getirmemiş, yaşadıklarından kendisine kahramanlık payı çıkartmayı hiç düşünmemiş gerçek bir aydını tanımak, onu anlayarak yaşama bakmak ve onun izinden değişim uğruna emek verme bilincini benimsemekle mümkün. Ancak bu birikim çağdaşlık yolunda dönüşümü sağlayabilir ve kuşaktan kuşağa çağının gerçek aydınlarını tanıyarak aktarabilir.
*
Bana sorsanız Ruhi Su; adından bir damladır. 'Tertemiz zamanlardan kalma' dupduru, yalın, geçirgen, ışıldayan, yansıyan, gökkuşağına varan, kana kana içilesi bir damla. Ne talihliydim ki çocukluğuma ışık olan ''gökten bir damla düştü şıp benim alnıma şıp anamın alnına'' diyerek benimle oynayan Ruhi Ağbiyi tanıdım.
*
Sevdiklerini erken uğurlamış biriyim. Onlar yaşadıkları günlerin acılarına, olumsuzluklarına kulak tıkamayan, çare olmak için sonunu bile bile sözünü söylemeyi göze alan insanlardı. Yaşarken bedel ödediler., yaşamlarıyla da bedel ödediler. Onlara bedel ödetildi, bu dünyadan silinmeleri talimatlandı. Ama olmuyor işte. İz bırakanları silmek öyle kolay değil.!
*
Ruhi ağbimi kaybettiğimde 16 yaşında küçük bir kızdım. İlk kez bu kadar yakınımı kaybetmiştim. Gittiğim ilk cenazeydi. İçimde korku. Ya ona lâyık olamazsak, ya onu hakkıyla, isteyeceği gibi yolculayamazsak.! Anladım ki kalabalıklar güdümlenmeye de açık. Mutlaka kullanmak isteyenler olacak.. Ama günün sonunda çatlak sesler küçük kalmaya mahkûm. Çünkü giden çok büyük.
Yıllar sonra sevgili Ruhi ağabeyimin sesi bir başka cenazeye önderlik etti.
*
Ben de şu dünyaya geldim sakinim
Kalsın benim dâvâm divana kalsın
(..)
Yolrulan yorulsun ben yorulmazam
Derviş makamından ben ayrılmazam
Dünya kadısına ben sorulmazam
Kalsın benim dâvâm divana kalsın.
*
Bu sefer giden babamdı. Dâvâsı divana kalan da oydu. İçimde aynı korku. Ya sapla saman karışırsa.. Ya onu lâyık olduğu gibi uğurlayamazsak.? Yine on binler akıyordu aramızda. İçimde aynı korku vardı ama sanki Ruhi ağabeyin sesi yatıştırıyordu beni. Korkma diyordu, ben buradayım, bırakmam. Onun sesi ile müzik yüzyıllardır olduğu gibi tek yürek etti bizleri. Korktuğum olmadı. Babam çok sevdiği Ruhi ağabeyine lâyık olmuştu hep ve şimdi biz çoğalarak onlara lâyık olmalıydık. Galiba o gün öyle ayakta durdum.
*
Evimin en önemli köşesinde kütüphane odamın duvarında siyah beyaz bir fotoğrafı asılı Ruhi Su'nun. Kucağında bir sarı köpek omuzunda bir kara kedi. Kendi el yazısıyla imzalamış.
''Üç kişi bir orduya bedeliz'' diyor.
Bu cümle ve o fotoğraf deminden beri aktarmaya çalıştığım her şeyi en yalın haliyle ortaya koyuyor.
*
Bugün onun anısına kızı gibi sevdiği benim sevgili annem Füsun Akatlı'nın hazırladığı kitabın yeni baskısı yapılacak. Annemin bu kitap için nasıl titizlendiğinin tanığıyım. Sıdıka teyzem artık Kodaman sokakta oturmuyordu ama çocukluğumun o sevgili evini hatırlatan sıcaklığı hiç eksik olmayan evde arşivleri tarar, belgeleri, fotoğrafları seçerlerken eşlik ettim çoğu kez. Çocukluğumdan beri en sevdiğim yaprak sarmayı yine benim için yapmış olurdu Sıdıka teyzem. Bugün gibi aklımda.
*
Ailemin parçası sevgili Ilgın'la bu güzel insanların anısını genç kuşaklara aktarmak bize düşüyor. Yaşadığımızca dayanışarak, ailemizin duru mirasını damla damla başkalarıyla paylaşarak.
*
Annem Vâ Nû'nun Nazım için yazdığı kitaptan kalkışla, nice gönderme içeren ''..Bir de Ruhi Su Geçti..'' adını vermişti kitaba. Bir başka erken ayrılıkta, bir başka en sevgilisini, bir başka Bilge'yi uğurlarken de ''Gün battı yazık arkalarında'' diyen de annemdi. Şimdi benim mutluluğumun da mutsuzluğumun da temeli olan o yüksek çıtanın bel kemiklerinden biri, en özlediğim büyüğüm, akrabam Ruhi ağbim için bu kitaba bir önsöz yazmam istendiğinde ilk aklıma gelen cümle bu oldu. Bir de o günden bu yana yakamı bırakmayan bu görevin bana verdiği o büyük onurun telaşı.
*
Sevgili Ruhi ağabey,
Ömrüme damla damla güzellik kattığın, bana öğrettiğin, bana örnek olduğun için çok ama çok mutluyum. Gökten bir damla düştü. Şıp benim alnıma, şıp anamın alnına, şıp babamın alnına, şıp senin alnına.. (Sayfa: 5-7)
*
Zeynep Altıok Akatlı, Aralık, 2019 İzmir / Urla


*
Bir çiy tanesinin
Yalımından geldiler,
Ruhi ve Ruhi'ler.
Zindanların Ruhi'si,
Meydanların Ruhi'si
Sımsıcak gülümsediler
*
Günlerin savrulan
Köpüğünden geldiler
Ruhi ve Ruhi'ler.
Türkülerin Ruhi'si,
Sevdaların Ruhi'si
Birbirine el verdiler. (Sayfa: 8)


*
''Ruhi Su sıradan bir halk müziği sanatçısı değil, yeteneğini eğitimiyle geliştirmiş ve bütünleşmiş aydın ve çağdaş bir müzisyendi. Tek sözcükle: müzisyen.. Bunu böyle bilmek için onun konserlerini, plaklarını dinlemiş olmak da yeterli elbet. Ama onu kaybettiğimiz yıllarda çok genç yaşta olanların, yeni yetişenlerin ve gelecek kuşakların, adanmış bir ömrün ne demek olduğunu daha derinden kavramaları için, bu çok değerli sanatçımızın nice badirelerle savaşarak sürdürdüğü örnek yaşamının kısa bir öyküsünü, sanat ve müziğe ilişkin özgün görüşlerini ve ülkemizin önde gelen aydınlarının, yazarlarının, sanatçılarının onunla ve sanatıyla ilgili görüşlerini bir araya getirerek sunmanın da önemli bir işlevi olacağına inanıyoruz.'' 


''Ülkemizin en seçkin düşünce adamlarından biri ve Ruhi Su'nun da dostu olan felsefeci Nusret Hızır hocamız hep şu düşüncenin altını çizerdi:
*
''Felsefe, her insanın kendi kişisel etkinliğinin ne biçim bir etkinlik olduğunun bilincine varmasına yarar. İnsanı sürünün bir bireyi olmaktan çıkarır. Büyük topluluk olmak, el ele verip destekleşmeli, dayanışmalı düşünmek ve etkinlikte bulunmak başka şeydir; kalıplarla, eleştirilerek aydınlatılmamış kabullerle düşünmek başka şeydir. Sürüleşme tehlikesine karşı etkili bir araçtır felsefe. Felsefe her işin anlamının, işlevinin bilinçli bir biçimde belirlenmesine, işin temiz, arı yapılabilmesine yardım etmesi bakımından yararlı ve gereklidir. Entelektüelliğin özü ise, bana sorarsanız, işini ciddiye almaktır.
*
İşte bu söylenenleri Türk kültür ve sanat yaşamından adlarla örneklendirmek gerekirse, ilk akla gelecek kişilerden birinin Ruhi Su olacağını düşünürdüm hep.''
(Sayfa: 9)
*
''Sanatsal duyarlığına ve ustalığına bilgisini, bilgisine bilincini katıp kotaran bir sanatçı Ruhi Su.. Halkın içinde yaşadığı ve içinde yaşattığı her şeyi iletmeye, duyurmaya aracı olan türkülerin, derlenişinden söylenişine kesintisizce uzanan yorum süreci, yüzlerce yıllık geçmişten günümüze tazeliğini yitirmeyen gerçek sanatı taşıyabiliyor. Bu, salt türkülerin kendilerindeki sadelikten ve içtenlikte gelseydi, her türkü söyleyenle gelirdi. Ruhi Su ile gelmesi; müzikle sözün birlikteliğini kuran, sağlamı yozdan ayıran, seçen ve yerelden evrensele köprü atan bir sanatçının yetkisiyle, yeteneğiyle, dünya görüşüyle ve aşkıyla açıklanabilir.''
(..)
''Ruhi Su, icracılığı, yaratıcılığıyla sanatçılığının sorumluluğunu yerine getirirken ve getirebilmek için aralıksız olarak vermek zorunda kaldığı mücadelelerle, ancak bir kurumun üstlenebileceği belgeleme, arşivleme işini de yüklenerek Yunus Emre'yi, Karacaoğlan'ı, Pir Sultan Abdal'ı, Köroğlu'nu Türkiye'de ilk defa yapıtlaştırmasıyla da kalıcılığına kalıcılık katmıştır.'' (Sayfa: 11)




1912'de Van'da doğdu. Adı Mehmet'ti; anasını babasını hiç bilmedi. Kendi anlatımıyla, ''Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biriydi''. Van'dan Adana'ya getirdiklerinde çok küçüktü. Çocuğu olmayan, fakir bir ailenin yanına verdiler. Onları, amcası ve yengesi biliyordu, öyle çağırıyordu. Anlaşılan, amca-yenge demesi istenmiş, böyle hatırlıyordu Mehmet.
Mehmet, evin bireyiydi artık. Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan o sorumluydu. Onları gütmek, yemlemek onun işiydi. İşe, çobanlıkla başlamıştı. Getir-götür işleri de doğal olarak ona aitti. Hayvanları seviyor, onları karanlık basıncaya kadar kırlarda, tarlalarda güdüyordu. Ağaçların tepesinde meyve topluyor, günlük yiyeceğini çıkarıyordu. Yaşamındaki en önemli şey ise; Mehmet türkü söylüyordu.!
''Mehmet altı yaşına geldiğinde, Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Bu işgalin ardından Adanalılar toplu olarak Toros Dağları'na kaçtılar. Bu bir göçtü. Bu göç, ''kaç-kaç yılları'' olarak anılır. Mehmet de amcası ve yengesiyle bu göçün içerisindeydi tabii.
*
Kaç-kaç yılları boyunca Mehmet, hep çalışıp, verilen işleri yapmayı başardığı halde, yengenin hoşnutsuzluğu hiç bitmiyordu. ''Kaç-kaç''da bir gün Mehmet'in eline bir testi verip, ''bize su getir'' diyorlar. Mehmet, hiç itiraz etmeden gidip, su arayıp buluyor. Ne kadar zaman içinde su bulmuştur, onu hatırlamıyor. Suyu getirdiği zaman, bir de bakıyor ki amca ve yenge de dahil, kafile yok olmuş. Mehmet bir testi suyla dağ başında kalıyor. Geceleri incir ağaçlarının üzerinde uyuyarak, meyve yiyerek, kaç gün kaç gece kaldığını hatırlamadan yaşıyor. Bir yandan da amca ve yengesinin içinde bulunduğu kafileyi aramaya başlıyor. Sonunda onları buluyor. Amcası, Mehmet'i görür görmez sarılıp ağlamaya başlıyor. Belli ki çok üzgün.. Yengede tıs yok. İşte o zaman, Mehmet, kasıtlı olarak terk edildiğini anlıyor, belli etmemeye çalışıyor. Mehmet'i gören konu komşu ise çok seviniyor. Mehmet, işte ailenin bu davranışından, onların gerçek amcası ve yengesi olmadığını anlıyor. (Sayfa: 13)


Çocuk denecek yaşta savaş denen şeyin ne demek olduğunu, içinde yaşayarak, seferberlik türküleri, marşlar söyleyerek öğrenmiş. Kaç-kaç'da Adana'da çok güzel türküler öğrendiğini hep söylermiş. Türküler öğreniyor, türküler söylüyor, komşular, özellikle kadınlar, dinleyicilerinin başında geliyor. Bu türküler, müzik duygularını pekiştirmede ve değiştirmede önemli rol oynuyor. İlk türkü repertuarını böyle oluşturuyor. Bir Ruhi Su olgusunun önemli adımlarıdır tüm bunlar.
*
Adana'ya döndükten sonra, Mehmet, aile ile binbir güçlükle, yaşamını sürdürüyor. Yenge hâlâ çok rahatsız; Mehmet ile uğraşmaya devam ediyor, sudan bahanelerle Mehmet'i hırpalayıp, dövüyor. Bir gün yine sıradan bir kusurunu bahane ederek Mehmet'i dövmeye başlıyor. Bir türlü hırsını alamıyor, Mehmet'i ağaca bağlıyor ve kamçı ile dövüyor. Bu dayak, belki de Mehmet'in yaşamının dönüm noktası oluyor. Onun bu kötü yaşamını komşular da biliyorlar. Mahalleden arkadaşı olan Hüseyin'in annesi, Mehmet'i çok severmiş. O gün ona, ''Seni Hüseyin'in okuluna götürmemi ister misin.?'' diye sormuş. Mehmet, korkudan sadece başını sallayarak, evet diyebilmiş.
Hüseyin'in okulu öksüzler yurdudur. O zamanki adı ile Dar-ül Eytam. Hüseyin'in annesi Mehmet'i, Adana'nın tanınmış ailelerinden Suphi Paşa'ya götürüyor ve tavsiye mektubu alıyor. Sonra da öksüzler yurduna götürüp, bu mektubu veriyor. Müdür, görevlilere, ''bu çocuğu hamama götürün, ona temiz elbise ve çamaşır getirin'' dediğinde, Mehmet okula alındığını anlıyor. Tüm bunlar, amcanın ve yengenin haberi olmadan yapılıyor. Yeni elbiseleriyle Mehmet'i okulun bahçesine salıveriyorlar. O günleri şöyle anlatırdı.
''Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim. İçim içime sığmıyordu; şaşkındım.'' (Sayfa: 14-15)








''Operayı çok seviyordu ama türkü söylemekten de hiçbir zaman vazgeçmemişti. Opera çalışmalarından sonra, zamanını türkü söylemekle ve derlemekle geçiriyordu. Konservatuarda türküleri dinleyen hocalarından Markovich, ''Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum'' demişti.
Markovich, zamanın radyo müdürü Vedat Nedim Tör'e Ruhi Su'dan övgüyle söz etmiş. Onbeş günde bir pazar günleri saat 10'da ''Bas-bariton Ruhi Su Türküler Söylüyor'' anonsuyla sunulan radyo programı böyle başlamış, 1943-45 yılları arasında çok ilgi görerek devam etmişti.'' 
(Sayfa: 27)


''Sansaryan Han'ın en alt katındaki hücrelerden birinde beş ayı aşkın bir süre kalan Ruhi Su, orada ağır işkence gördü. Tabutluğa kondu. Harbiye Cezaevi'ne getirmek için iyileşmesini beklemek zorunda kaldılar. Cezaevine getirilip, Sıdıka Hanım'la ilk görüşme izni verildiğinde hâlâ tanınmaz haldeydi. Görüşmelerini resmi izne bağlamak için nişanlanmaya karar verdiler. Adalet tarihimizin en karanlık sayfalarını oluşturan sistematik işkence uygulamasının talihsiz kurbanlarından biri olan Ruhi Su, bu olayları hiçbir zaman dile getirmedi. Uğradığı haksızlıklardan kendisine kahramanlık payı çıkartmayı hiç düşünmedi.''
(Sayfa: 31)


''1952 tevkifatı sanıkları için özel mahkeme salonu yapıldı. İstanbul'un göbeğinde yattılar, yargılandılar, açlık grevleri oldu. Basının kılı bile kıpırdamadı. Basın, sadece tutuklamayı duyurmuştu. Ruhi Su ve Sıdıka Hanım beşer yıla mahkûm oldular. Erkekleri Adana Cezaevi'ne, iki tutuklu kadından biri olarak kalan Sıdıka Hanımı (Diğer tutuklu Sevim Belli'dir) Sultanahmet Cezaevi'ne gönderdiler.
Mahkeme sonuçlanır sonuçlanmaz nikâh muamelesine başlandı. Behice Boran ve eşi Nevzat Hatko, Su çiftinin nikâh şahitleri oldular.
Ruhi Su hapishanede, türkü çalışmalarının dışında, boncuk çantalar, tahta kutular yaptı. Resim çalıştı. Portreler yaptı. Koğuşun penceresinden ışıklarla haberleşmelerini anlatan motifler çizdi. Sıdıka Su, bu motifleri nakışlayıp, kullanılır hale getirdi. Koğuşta ancak ellerine geçtikçe, kitap gazete okuyabiliyorlardı. Her şey çok kısıtlıydı.''
(Sayfa: 33-34)



''Ruhi Su, türküler üzerinde en verimli çalışma dönemini cezaevinde geçirdi. Bestelediği türkülerin çoğu bu döneme rastlar. Ankara'dan İstanbul'a Sansaryan Hanı'na gelişini anlatan türkü, ''Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde''dir. ''Mahsus Mahal'' türküsü, doğrudan Sıdıka Hanım'la ilgilidir. Bu türküyü Ruhi Su ''tabutluk'' diye bilinen hücrede iken hazırlamıştır. Ruhi Su'yu İstanbul'dan Adana'ya otobüsle götürürlerken, ikişer kişiyi bileklerinden birbirleriyle zincire vurmuşlardı. Tuvalete bile birlikte gitmek zorundaydılar. ''Hasan Dağı Hasan Dağı, Eğil Eğil, Eğil Bir Bak'' türküsü, bu yolculuğun bir ağıtıdır.
*
Nazım Hikmet'ten Kuvayı Milliye Destanı'nı, cezaevinde düşünmeye başlamıştı. 1960'tan sonra besteyi tamamladı. ''Seferberlik Türküleri ve Kuvay-ı Milliye Destanı'' plak olarak 1971'de çıktı. Şeyh Bedrettin Destanı'ndan bir parça ve Üç Selvi'yi bestelemeyi ise 1974 yılına kadar tamamladı. Adana Cezaevi'nde, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın, ''Almanya'da Çöpçülerimiz'' şiirini ve A. Kadir'in bugünün diliyle Mevlana'sından bazı şiirleri bestelemiştir.
Ruhi Su, Nazım Hikmet'in şiirini besteleyen ilk sanatçıdır. 1950 yılında Süvarinin Türküsü'nü (Dört Nala Gelip Uzak Asya'dan) yapmıştır. Sonra Fransa'da Yves Montand, Nazım Hikmet'in ''Akrep Gibisin Kardeşim'' şiirini besteledi. 1963'de Nazım Hikmet'in ölüm haberi geldiğinde Ruhi Su ''Karalı Bir Haber Düşmüş Geliyor'' ağıtını, bir türkü ezgisini yorumlayarak söyledi. Bu türkünün sözleri Ruhi Su'ya aittir.
Operada iken, ''Hayali Gönlümde Yadigar Kalan'' (On Beşlere Ağıt) ve ''Baladız Destanı''nı (1944) yapmıştı. (Ezgi ve Söz Ruhi Su). Hapishanede bu türküler için de işkence gördü.'' (Sayfa: 39)


''Beş yıl aradan sonra bir gece, Ruhi Su ilk kez tiyatroya gitti. Arthur Miller'in bir oyunuydu: ''Sanatçının Ölümü''. Oyun bittiğinde Ruhi Su öyle heyecanlanmıştı ki, oyuncuları kutlamak için kulise gitmek istedi. Ama ne yazık ki bu coşkusu çok kısa bir süre içinde, derin bir hayal kırıklığına dönüşecekti. Önce Cüneyt Gökçer ile karşılaşmış. Cüneyt Gökçer, Ruhi Su'yu karşısında görünce neredeyse geri adım atacak olmuş. Ruhi Su ısrarla elini sıkmış ve kutlamış ama bir sanatçının bir sanatçıya reva gördüğü bu kaba ve duyarsız muamele onu çok kırmıştı. Ruhi Su, kendi kuşağı tarafından, siyasi kimliği dolayısıyla çoğu kez dışlanmakta, bunun acısını derinden duymaktaydı. Genç kuşak opera sanatçıları ise ona saygıda hiçbir zaman kusur etmemişlerdir.'' (Sayfa: 41)


''Atıf Yılmaz, Osman Nuri Karaca ve arkadaşları Ankara'ya gelmişlerdi. Ruhi Su'nun eşya taşıyor olması onları üzmüştü. Mutlaka bir şeyler yapılmalıydı. Cezanın bitiminde Atıf Yılmaz, ''Karacaoğlan'ın Karasevdası'' filmini çekecekti. Ruhi Su'yu Adana'ya bu filmin müziği için çağırdı ve Ruhi Adana'ya, Çığşar Yaylası'na giderek çalışmalara başladı.
Türküler derledi. Karacaoğlan'a ait derlediği türküleri bu filmde söyledi. Bu film için koro oluşturdu. Kırk gün Adana'da kaldı. Eşi Ankara'da idi. Oğlu Ilgın iki aylıktı.
Ruhi Su film çekimi bitince, Taksim Gazinosu'nda sahneye çıkmak üzere İstanbul'a gitti. Bir ev kiralayarak, 2 Mart 1960'da ailesini yanına aldı.
Bu tarihten sonra türkü söylemeyi kulüplerde sürdürecekti. 27 Mayıs Devrimi kulüplerde yabancı sanatçı çalışmasını engellemiş, yerli sanatçılara olanak tanımıştı.''
(Sayfa: 42)
*****
''Bu arada Yapı Kredi Bankası'ndan, Kazım Taşkent tarafından kendi adına bir kulüp kurması için bir teklif aldı. Ruhi Su, bunu yapamayacağını, ancak yine aynı bankanın düzenlediği halk oyunları şenliğine gelen ekiplerin müziklerini banda alıp, notaya aktararak bir arşiv oluşturabileceğini, böylelikle, bankanın da daha yararlı bir işe yatırım yapmış olacağını söyledi. Çalışmalara başladı. Beş yıl sürdü bu arşivleme. Notalar basıldı, bir kitap çıkacaktı. O ara, Ruhi Su ''Bitmeyen Yol'' adlı filmde bir türkü söylemişti. ''Serdari Halimiz Böyle N'olacak / Kısa Çöp Uzundan Hakkını Alacak.'' Dünya gazetesinde, o dönemin ünlü fıkra yazarı Bedii Faik, ''Kulaklara Kurşun Gibi Akan Ses'' diye bir fıkra yazdı. (köşe yazısı). ''İş adamlarımız uyuyor mu.?'' diye Ruhi Su aleyhine bir kampanya başlattı. O sıralarda iktidara Demirel gelmişti. Kazım Taşkent, Ruhi Su'yu çağırdı. Bedii Faik'in yazısından sözetti; ''Sen artık bütün aletleri ve notaları alıp, evinde çalışsan'' gibi bir teklif getirdi. Ruhi Su bunu kabul etmedi. ''Anlaşıldı. Siz yeni iktidara göre yeni adımlar atacaksınız'' dedi ve her şeyi bırakarak çıkıp gitti.
Neden sonra, bir de baktı ki beş yıl boyunca onca emek vererek derlediği, notaya aktardığı halk oyunları, Yapı Kredi Bankası tarafından kitap olarak, Sadi Yaver Ataman adıyla çıkarılmış.
İşte Ruhi Su, buna çok, ama çok sinirlendi. Sadi Yaver'e ''Bunu nasıl yapar, nasıl kabul edersin.?'' diye sordu. Sadi Yaver, ''Haklısın bu senin emeğin. Ama böyle istediler'' dedi. Bu sözleri mahkemede de tekrarladı ve Ruhi Su böylece davayı kazandı. Tazminat istememişti, ama ikinci baskı Ruhi Su adıyla çıkacaktı. Yapı ve Kredi Bankası ikinci baskıyı hiç yapmadı. Bu kitap, ölümünden üç yıl sonra, Ruhi Su imzasıyla, Kültür Bakanlığı'nın katkılarıyla çıktı.''
(Sayfa: 43-44)


Ruhi Su, hapishanede yaşadığı süre boyunca da kısa dönemli koro çalışmaları yapmıştır. Ama onun en önemli korosu, 1975 yılında Dostlar Tiyatrosu bünyesinde,  ilk üyelerini sınavla seçerek kurduğu Dostlar Koro'sudur. Aynı yıl Sümeyra Çakır da Ruhi Su'dan ders almaya başlamış, bir süre sonra da korist olarak Dostlar Korosu'na katılmıştır.
(Sayfa: 45)


''Hastalığına prostat kanseri teşhisi konulduktan sonra, 73 yaşındaki sanatçının yurtdışında tedavisi için girişimlerde bulunuldu. Ne var ki yetkililer, hiçbir gerekçe göstermeksizin, sanatçıya pasaport vermemekte direndiler. Ülkemizin ve tüm uygar ülkelerin aydınları, sanatçıları, bu insanlık dışı, anlamsız ve utanç verici direnişi kırmak için seferber oldular. Nihayet kapılar açıldı, Ruhi Su'nun tedavi amaçlı olarak ve ''yalnız bir defaya mahsus olmak üzere'' yurtdışına çıkmasına izin verildi. Ama artık çok geçti. Ruhu Su artık ölüm yolculuğuna hazırlanmaktaydı. Yaşamı boyunca hiçbir lütfundan yararlanmadığı devletin isteksizce lütfettiği bu pasaporttan da yararlanmadı, yararlanamadı. Hastalığının adamakıllı ilerlediği ve kendisini güçsüz düşürdüğü günlere kadar sazını ve türkülerini bırakmayan Ruhi Su'nun adı çoktan ölümsüzleşti. Ama İsmail Cem'in dediği gibi, ''Ona hasta yatağında bir pasaportu fazla görenlerin ismini duyanınız var mı.?'' (Sayfa: 51)
*****
''Halkla ilişkilerini sevgiyle besleyerek diri tuttu. Ne sanatından en küçük bir ödün verdi, ne de sağlam dünya görüşünden. Kendini sanatına, sanatını halkına adadı. Onunki, bir sanat işiydi. Eğitimle, bilgiyle, kültürle, bilinçle bütünleşmiş bir söyleyişti. Bu söyleyişte, dünyaya ve insana bakış açısının önemi büyüktü.'' (Sayfa: 52)




*
''İyi bir icracı, kullandığı enstrümanın bütün imkânlarına sahip olan kişidir. İnsan sesi de bir enstrümandır. Bir şarkıcının da şarkı söylemeye başlamadan önce uzun bir teknik eğitim görmesi, sesine bu imkânları kazandırması lazımdır.''
*
Ruhi Su, Yeditepe, 16-31 Ağustos 1961 (Sayfa: 63)


''Toplumun düzeni zaten dayanılır gibi değilken, bir de inanç boğuşması... Artık toplumun düzensizliği mi bu inanç boğuşmasına gitmiş, inanç boğuşması mı toplumun düzenini bozmuş, toplumbilimciler çıksın içinden. Halkını sevenlerin her zaman başı derde girmiştir. Ve her zaman, bir rahatsızlığın kökünü dışarıda aramak, yöneticilerin kolayına gelmiştir. ''Güvendiğin padişahın, o da bir gün devrilir'' derken, Pir Sultan Abdal'ın aslında ne şahla ne padişahla bir ilgisi vardır. Zamanının dili ve onun sadece toplumun bir huzursuzluğunu söylediğini bugünün aydını bilir. Anadolu insanı bugün bile ''Allah'' demeden ''of'' diyemez. Pir Sultan Abdal olsun, Yunus olsun, ya da bugün yaşamakta olan Ali İzzet olsun, Kul Hasan olsun, zamanlarındaki düşünce yolu ne ise, dertlerin çözüm yolu da o olmuştur. Hepsindeki, bir barış ve huzur özlemi: Laiklik dendi mi aklıma hep bunlar geliyor. Yeryüzünde laik bir devlet olmanın kadrini sanırım bizim bu halk kadar bilecek çok az insan kalmıştır. Çünkü dünyada bu mesele sözkonusu olmaktan çoktan çıkmıştır.''
*
Ruhi Su, Yeni Ufuklar, Aralık 1963 (Sayfa: 65)


''..bir sanat, kural ve teknik, yabancı ya da yabancılaştırıcı bir unsur olmaktan çıktığı zaman kişiliğini bulur. Yalnız kişiliğini değil, kişiliğinin kurallarını da bulur. Edebiyatımızdaki gelişmeyi düşünelim: Destandan, masaldan, halk hikâyelerinden ve halk şiirinden bugünkü batı romanına, batı hikâyesine ve batı şiirine geçerken, batıdan neler aldığımızın bir okuyucu olarak farkında mıyız.? Batı tekniği ile işlenmiş müziğimizi dinlerken de, kendi dilimizi ve kendi yaşantılarımızı bula bula çoksesliliğin tadını anlamaya alışacağız ve böylece batı müziği içerisindeki yerimizi alacağız.''
*
Ruhi Su, Orkestra, Mayıs 1965 (Sayfa: 69)


''Sanatın her dalında olduğu gibi müzik de toplum düzenine ve hayat şartlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu sebeple gerçek bir aydın, bugünkü Türk müziğinin Türk halkını ifadeye yetmediğini söylerken, bugünkü düzenin ve hayat şartlarının Türk halkını ifadeye yetmediğini de söylemiş olur. Hiç değilse, ''Bir halkın müziği, ana kanunları ile birlikte değişir'' diyen Yunan filozofları kadar ciddi olabilmeliyiz bu konularda.''
*
Ruhi Su, Sahne Kapısı, Ağustos 1965 (Sayfa: 71)
*****
''Halk türkülerinin bu diriliği ve uyanıklığı karşısında bir de dolmuşlarda, sokaklarda, gazinolarda, yatak odası seslerini, sevgili kavgalarını yansıtan ''müziğimiz''in haline bakın. Gerek ses, gerek çalgı düzeni (orkestrasyon) bakımından Hint, Arap ve hafif batı müziği etkisinde, artık iyiden iyiye tarihi Türk müziğinin yerini almış, yeni bir alaturkaya tanık olmaktayız ki, kuşkusuz bu da halkımızın karşı karşıya bulunduğu bir gerçektir. Bugün bu yoz ''müzik'', Tarihi Türk Müziği dediğimiz Türk Sanat Müziğine göre daha geniş halk kitlelerine inmiş olmasına rağmen, demek ki, ''yenileşmek'' her zaman için ''ileri'' olmak anlamına gelmiyor.''
*
Ruhi Su, Köken, Mayıs 1974 (Sayfa: 74)


*
''Kısa boylu, tıknaz, kabarık saçlı bir adamdır Ruhi Su. Onu bağlaması ile gözleri kapalı türkü söylerken dinlediğim zaman, balçıktan bir adam, Anadolu toprağına karışmış bir varlık görür gibi oldum.
Ruhi Su seselerdir Ankara'da halk türküleri söyler, Ankara muhitleri, Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet gibi onu da sık sık dinlemek fırsatını bulurlar. İstanbul'da onu tanıyanlar daha azdı. Fakat geçen gün Küçük Sahne'de verdiği iki konser, Anadolu'nun gerçek sesini pek nadir işiten İstanbul'u da fethetti. İstanbul'da Ruhi Su adeta kapışıldı. Küçük Sahne'den başka daha birçok yerlerde ve bu arada Gureba Hastanesi'nde hastalar için de türküler söyledi. Onu üç senedir dinlememiştim. Bu defa dinleyişimde, sanatının ne kadar olgunlaştığına şaştım. Şiir ve insanlıkla dolup taşan halk türkülerimizi öyle bir ifade zenginliği ile söylüyordu ki, insanı bir opera, bir senfoni gibi bütün hisleri ile kavrıyor.
Konserde yanımda oturan bir dinleyici ne dedi biliyor musunuz.? '' Anadolu ölmez bir varlık ve Ruhi Su onun bekçisidir'' dedi. Ben de öyle düşünüyorum.'' (Sayfa: 82)


*
''Kafam uğulduyor. Utancımdan elimi yüzüme kapıyorum. Ruhi Su, elinde sazı ile gelip oturuyor mikrofonun önüne. Çalıyor, söylüyor. Bir ses, bir yiğit ses ki, süslü püslü salona sığmıyor. Buralık değil bu ses. Söyleyen Ruhi Su değil. Onun ağzında bütün bir yurt dile gelmiş. Kapalı gözlerimin önünden bozkırların çarıklıları, yaylaların yarık tabanları, bitmeyen tozlu yolların yolcuları, gurbetçiler, sıla özlemcileri geçip gidiyor. Bir film görüyorum: Ağaçsız topraklar, topraksız sular.. Toprağın insana özlemi, oynayan gelinler, dönüşü yok yollar, aşılmaz dağlar, bitkisiz ovalar, halılar, kilimler, çoraplar, nakışlar..
Ruhi Su türkü çağırıyor. Bütün bir yurdu taşıyan gür, yanık, içli ses, bu süslü aynalı, yaldızlı, yıldızlı salona sığmıyor.
Yiğit sesi süslü salona sığmayan Ruhi Su bir başına, ama hepimizden yüce.'' (Sayfa: 85)




Sesler sesi Ruhi Su'nun 'Yunus Emre'sini dinledim. İnsan hem şair, hem çağının insanı, hem Türkiyeli ve hem de büyük bir sesin sahibi olursa, ortaya elbette ki 'Yunus Emre' gibi bir yapıt çıkar. Ruhi Su Yunus Emre'yi havadan, sudan, topraktan, ateşten, dilden ve gönüllerden süzmüş, seçip ayıklamış, yuyup arıtmış, bir büyük plağın iki yüzüne, sesten bir anıt halinde dikivermiş. İnsan sesinin bu kadar sıcak, kavrayıcı, bu kadar etkili ve vurucu olacağına inanası gelmiyor insanın.
Ya o saz.! Bilmiyorum, ya yeni yeni tadına varmaya başladım Ruhi Su'nun sazının, ya da Yunus Emre adına, ona saygı olsun diye bütün hünerini göstermiş saz.
Yunus Emre'de yalnızca sesi değil, sazı da çok güçlü, çok boyutlu Ruhi Su'nun.
''Ruhi Su Yunus Emre'' veya ''Yunus Su Ruhi Emre''.. Hani der ya kendisi, ''Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm''; ben bunu rahatlıkla şöyle değiştireceğim: ''Sese ve saza büründüm / Ruhi Su diye göründüm.''
*
Hasan Hüseyin Korkmazgil, Toplum, 8 Kasım 1972 
(Sayfa: 96)


Sağlam ve doğru bir sanat anlayışıyla halk sanatını değerlendirmenin ve topluma kazandırmanın en iyi, hatta bilebildiğim tek örneğini; halk türkülerini seçip değerleyen Ruhi Su vermektedir. Ne sanattan, ne de halkın özgün duyarlığından bir şey feda etmeden pırıl pırıl ürünler verebilmek, yaratıcı sanatçının işidir. Bunu değerlendirmek ise, sanat sorunlarını düşünürken ve serle karşı karşıya kalınca akıl-duygu uyumunu kurma sorumluluğunun bilincine varanların.
Halk sanatı ile ilgilenenlerin, uğraşanların, onu sevenlerin, bu konuda araştırma ve inceleme yapanların ve halk duyarlığının katkısına açık olanların önünde, tek de olsa bir örnek bulunması sevindirici, güvendirici ve umutlandırıcıdır.
*
Füsun Akatlı, Köken, Mart 1974 (Sayfa: 100)



''Hem ulusal hem de uluslararası alanda tanınan Ruhi Su, aynı zamanda gerek sanatta, gerekse yaşamda inandığı ilkelerden hiçbir zaman sapmamış, yaşamını örnek bir kararlılık ve titizlikle sürdürmüş, çeşitli yalpalamalara uğramamış, bu ilkeleri geliştirmiş ve içinden geçtiğimiz çalkantılı dönemlerde düşünce namusunu korumuş bir sanatçımız olarak da dikkati çekiyor.''
*
Onat Kutlar, Gösteri, Mart 1982 (Sayfa: 111)
*****
''Çekirdek yiyerek, gülerek dinleyemezsiniz Ruhi Su'yu. Düşünerek, duyarak dinlersiniz. Birtakım doğruları anlarsınız onu dinlerken. İnsanı yücelten gerçek sanatın ortamını solursunuz.''
*
Talip Apaydın, Yaba-Öykü, Eylül/Ekim 1985 (Sayfa: 123)


Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...