23 Şubat 2020 Pazar

Nâzım Hikmet Ran - Yazılar 4

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

GÜZEL SÖZ
*
Güzel, parlak söz söylüyor diye ün salan insanlardan kuşkulanırım. Hele ''hoşsohbetlilik''le nam alanlara karşı içimde acayip bir çekingenlik vardır.
Bana kalırsa, düşüncelerinin dibi hemen görülüvererek, duygularının ışıltısı en güçsüz bir rüzgârla sönüverecek olanlardır ki güzel ve parlak konuşmak, ''musahabatı tatlı'' (sohbeti) olmak hilesine başvururlar. Böylelikle düşüncelerinin dipsizliğini boyalı cümlelerin alacalığı ile örtmek ve duygularının ışıltısını, ilk işitildiğinde insana aşılmaz gibi görünen söz duvarlarıyla korumak isterler.
Bu, sözün büyük bir rol oynadığı inkılap sıralarında bile böyledir. İnkılapların ''büyük'' hatipleri hiçbir vakit inkılapların sonuna kadar dayanan, onları bütün genişlikleriyle ifade eden liderleri olmamışlardır.
Fransız İnkılabı'nda Mirabeau ve Danton bu söylediklerimin göze batar örnekleridir.
Mirabeau ile Danton inkılap orkestrasında maestroluk etmemişler, sadece ilk kıyametli uvertürde davul çalmışlardır. Belki o şahlanan sesler içinde davulların gürültüsü, bir an için, bütün notaların üstüne çıkmıştır. Fakat çok geçmeden, gürültücü aletlerini sırtlayıp sahneden, bir daha geri dönmemek üzere, çekilip gitmişlerdir.
Söz kuvvetli şeydir. Öyle.! Ancak, , içi olmayan güzel söz, bir havai fişeğe benzer ki renkler, ışıklar içinde göklere yükselip bizi bir an hayran bıraktıktan sonra sönüverir ve burnumuzda yalnız kötü bir barut kokusu kalır..
*
[Orhan Selim / Akşam, 18.1.1936] (Sayfa: 23)

***
(..) ''Karikatürüm yapıldı'' diye kızan adam, içinden, gizliden gizliye kendini yapılan karikatürü gibi görendir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.2.1936] (Sayfa: 33)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Ne insan düşüncesi dünyasında, ne de beşeri pratikte, değişmeyen, her devre uygun gelen, bir kere keşfedildikten sonra karşısına oturulup hayran hayran seyretmekten başka yapılacak bir iş bırakmayan, mutlak ve ebedi bir hakikat yoktur.
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.3.1936] (Sayfa: 52)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

''Birdenbire'', ''apansız'' ''ani'' hiçbir şey yoktur.
Suyu ateşin üstüne koymuşlar, su ısınmış, suyun içi, sıcaklığı değişmiş. Eğer sen suyun altındaki ateşi görmüyorsan, suyun ısındığını bilmiyorsan, onun buhar oluşunu ''birdenbire'', ''apansız'', ''ani'' sanırsın.! Suyun altındaki ateşi bilen için onun birdenbire buhar oluşunda apansızlık yoktur.
Su uzun bir evrim yolundan geçti, bu yolun sonunda bir sıçramayla, bir devrimle, birdenbire buhar oldu.
Ne evrimsiz devrim vardır, ne devrimsiz evrim.
*
[Orhan Selim, Akşam, 10.3.1936] (Sayfa: 56)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

- Saksıya ne dikiyorsun.? dedim.
- Karanfil, dedi.
Baktım, saksıya diktiği karanfil değil, baldıran otuydu.
Beni aldatmak istediyse aldanmadım. Bilerek, kendi kendini aldatıyorsa, acımaya bile değmez. Bilmeyerek aldanıyorsa, bilmediği işe girişmesin.
*
[Orhan Selim, Akşam, 10.3.1936] (Sayfa: 56)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4
BELALARDAN BİRİ

Radyolu bir dostum var. Ara sıra geceleri giderim ona. Radyo dinlerim. Fakat radyolu dosttan her dönüşümde bir kızgınlık, kine yakın, nefretle karışık bir duygu kabarır içimde.
Radyo kadar yalancı bir ağız, radyo gibi kulaklarını kâinata tıkamış keyfine düşkün bir varlık tanımıyorum. O, bu yalancılığı, bu keyfine düşkün hodbinliğiyle kalsa yine aldırmaz geçersin. Fakat ağrılarla kıvranan, etekleri kanlı toprağın havalarını şarkılar, türküler, keman sesleriyle doldurarak bir düğün evi uğultusuyla avaz avaz bağıran bu mürai (ikiyüzlü), tıpkı bir afyon satıcısı gibi bizi sersemletmek vazifesini de üstüne almıştır.
Avutmak ve uyutmak işini omuzuna alan hiçbir müessese, ne Amerikalı Hearst’ün ‘’büyük dünya matbuatı’’na önderlik eden tröstü, ne mükeyyifat (keyif araçları) sanayisi, ne bilmem ne, büyük Avrupa ve Amerika radyo merkezleri kadar, menfur işlerinde, muvaffak olamamışlardır.
Çünkü radyo, kendine yardımcı diye, musikiyi yaka paça ederek eli altına almış.
Radyonun emrinde, musiki, bir sarhoş türküsü, bir uyku ve ölüm marşı halinde. Musikinin konuştuğu dili çok geniş insan yığınları anlar. Musikinin tirajı bütün ‘’büyük dünya matbuatının’’ tirajından çok fazladır. Ve radyo işte bu hudutları aşan dille yalan söylediği için insanların başındaki en büyük belalardan biridir.
*
[Orhan Selim, Akşam, 19.3.1936] (Sayfa: 65)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Dünkü Akşam gazetesinde bir resim vardı. Hem de benim fıkramın sayfasında.
Bir kadın. Ayak ayak üstüne atıp bir lokanta mı desem, bar mı desem, herhalde böyle yerlerde kullanıldığını sandığım yuvarlak bir masanın üstüne oturmuş. Bir elinde kadeh, öbür eli kalçasında.
Bu resim üstünde şöyle bir serlevha (başlık) vardı: KIYMETLİ BACAKLAR. Resmin altında ise şu izahat veriliyor:
Amerikalı aktris Mis Fay Marbe bacaklarını bir milyon 250 bin Türk lirasına sigorta ettirmiştir. Yukarıda aktrist ve kıymetli bacakları görünüyor.
Yukardaki kıymetli bacaklara baktım. Basbayağı kadın bacakları. Bu basbayağı kadın bacaklarının bir milyon 250 bin Türk lirasına sigorta edilmiş olmasına göre dehşetli bir manevi değerleri olması gerek. Hoş, biçimleri harikulade olsa da bir çift bacağa bu kadar yüksek ‘’değer.?!’’ Biçilmesi için onların biçimlerinden gayrı bir işe yaramaları lazım gelir. Acaba bu bacaklar ‘’medeniyet.?!’’ Ve ‘’insaniyet.?!’’ İçin hangi büyük hizmeti yapmışlar, yahut yapacakları ihtimali düşünülmüş.?
İşin bu soğuk kaçan şakasını bir tarafa bırakın. Fakat telgraf havadislerinin yakın bir harbi, yani milyonlarca insanın tekrar ölmesi ihtimali olduğunu haber verdikleri bir ‘’medeni.!?’’ Dünyada bir çift kadın bacağının herhangi bir tehlikeye karşı bir milyon bu kadar liraya sigorta edilmesi o ‘’medeniyet.?!’’ Dünyasının maskesini bir ucundan şöylece tutup kaldıran bir vakıadır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 22.3.1936] (Sayfa: 66)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4
NAPOLEONA DAİR BİR FIKRA

Dün gazeteleri okuyunca Napoleon’a dair bir fıkra geldi hatırıma. Zaten Napoleon yalnız fıkralarda ve Madam San Jen filan gibi gülünçlü tiyatro oyunlarında dikkate değer bir şahsiyettir. Yoksa bu sergüzeştçi mürtecinin biricik becerikliliği –kumandanlığı bile su götürür- sözde hakikatlerdendir.
Her neyse, burada Napoleon’un şahsiyetini, tarihteki rolünü filan tetkik edecek değiliz, ben sadece size bu sabah gazeteleri okuyunca aklıma gelen bir Napoleon fıkrasını anlatacağım:
Napoleon imparator olmaya karar vermiş. Eh, mademki karar vermiş, olsun, kim ne diyebilir, değil mi.?
Hayır Napoleon hem imparator olmaya karar vermiş, hem de bu işi yaparken halkın fikrini almak istemiş. Merak bu, ne denir.? Lafı uzatmayalım, halkın tasvibiyle imparator olmak merakına düşen Napoleon, çağırmış generallerinden birisini, rey toplaması için lazım gelen talimatı vermiş.
Talimatı alan general, talimat mucibince rey sorma işine ordudan başlamış. Toplamış bir iki tabur askeri bir araya, ‘’Dinleyin çocuklar,’’ demiş, ‘’Napoleon imparator olmak istiyor. Fakat malum ya yapmış olduğumuz İnkılab-ı Kebir icabatı bu hususta halkın reyini almak lazım. Şimdi size soruyorum: İçinizde Napoleon’un imparator olmasını istemeyen var mı.? Eğer varsa hiç çekinmeden söylesin. Her vatandaş reyini serbestçe kullanmalıdır. Haydi.’’
Askerlere bu nutku veren general birdenbire yanındaki kâtiplerden birine dönmüş ve herkesin işiteceği gibi yüksek bir sesle ona da şu emri vermiş:
‘’Siz Napoleon’un imparator olmamasını isteyenlerin adlarını yazarsınız. Nasıl reylerini serbestçe kullanmak onların hakkıysa, onları kurşuna dizdirmek de Napoleon’un hakkıdır..’’
Fıkra burada bitti. Sonra ne olmuş diye mi merak ediyorsunuz.? Tarih, Napoleon halkın iradesiyle imparator oldu diyor.
*
[Orhan Selim / Akşam, 31.3.1936] (Sayfa: 72-73)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Söz gümüşse sükût altındır, derler. Bu lakırdının tarihini araştırın. Söz söyletilmeyen bir devirde ortaya çıktığını anlayacaksınız.
*
[Orhan Selim /Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Hüriiyet, zaruretlerin idrakidir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Mücerret (soyut) ve mutlak hakikatler arama.! Durmaksızın değişen bir âlem içinde gülünç ve zavallı olursun.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24.4.1936] (Sayfa: 96)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Küçücük bahçeli kiralık bir evde oturur.
Bahar başlangıcında, bir pazar günü onu görmeye gittim.
Elyazma kitaplarla dolu bir kütüphanesi vardır ki içindeki her kitabın tezhibine, her kitabın yaprakları arasından gizli gizli yükselen sarımtırak kâğıt kokusuna doyum olmaz.
Bahçenin yeşil boyalı tahta kapısından içeri girince onu orta yerde toprağı kazar buldum.
- Merhaba kolay gelsin, dedim.
- Eyvallah, buyur, dedi.
- Ne yapıyorsun.? dedim.
- Ağaç dikeceğim, dedi.
Yanı başında durdum. Toprağı kazmak işini bitirince biraz ötede yerde yeni doğmuş bir çocuk gibi yatan fidanı aldı. Dikti. Sonra toprakla besledi fidanın köklerini. Çukuru örttü.
- Bu iş de oldu, dedi.
- Ne ağacı dikiyorsun, dedim.
- Çam, dedi.
- Bu, kaç yıl sonra bir delikanlı boyunda olacak, dedim.
- Eh, dedi, bir on beş yıl sonra. Ama, sen bunu gel de elli sene sonra gör asıl.
Hiç cevap vermedim. Kirayla oturduğu ve belki yakında çıkacağı evin bahçesine elli yıl sonra tam ağaç biçimine girecek olan çam fidanını diken adama saygıyla baktım. Ve birdenbire gözümün önünde büyük idealistleri harekete getiren, şairane tabiriyle, ''sırrın'' bir kapısı açıldı.
*
[Orhan Selim / Akşam, 8.5.1936] (Sayfa: 107)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

DİLLENMEK
*
İzmir'de bir dilsiz, kırda, bir ağaç altında birdenbire dillenmiş. Şimdi herkes bu birdenbire dile gelen dilsizle alakadarmış.
Bu havadisi bir arkadaşla beraber okuduk. Arkadaş dedi ki:
- Vah, vah, acıdım delikanlıya. Şimdi dili açıldıktan sonra kim bilir bu açılan dili yüzünden ne belalara girecek. O zaman dilsizliğin kadrini anlayacak ama, iş işten geçmiş olacak.
Güldüm.
- Haksızsın, dedim. Dil bela değildir. Dilsizlik beladır. ''Bülbülün çektiği dili belasıdır'' derler. Ne boş söz. Bülbül, dili olduğu için bülbüldür. Pençe yerine kaz ayağı taşıyan bir aslan nasıl aslan değilse, dili olmayan bülbül de bülbüllükten çıkar, bir balık olur.
Hem sen ne sanıyorsun, bütün bülbüller içinde:
- Aman başımıza bela geliyor, şu dilimizden bizi kurtarın.! diyecek bir tek bülbül çıkar mı.?
Dahası var, bülbülün dili yüzünden başına gelen bela nedir.? Tutup kafese koymaya çalışırlar, değil mi.? İyi ama bülbül ne yapar.? Kafese girince ötmez. Yani asıl en güzel şarkısını o zaman söyler..
Bu sefer, benim bu sözlerime arkadaşım güldü.
*
[Orhan Selim / Akşam, 12.5.1936] (Sayfa: 108)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

BU KEPAZELİK TEKRAR ETMEMELİ.!
*
Dün gece bir sinemaya gittim. Bir film oynuyor. Alakadarlar ismini merak ederlerse söyleyebilirim.
Bu film nasıl oluyor da Türkiye'de gösterilebiliyor.?
İstilacı bir emperyalizme karşı memleketini müdafaa eden bir millet adi eşkiyalar, çapulcular haline sokulmuş. Emperyalizmin uşakları kahraman olmuşlar.
Film öyle tertip edilmiş ki seyirci zorla istilacılarla beraber oluyor ve onların zaferini alkışlamaya mecbur ediliyor.
Türkiye'nin en büyük hususiyetlerinden birisi de vaktiyle bir antiemperyalist kavgaya girişmiş olmasıdır. Milli Kurtuluş Hareketi bir bakımdan antiemperyalist bir kavgadır.
Böyle bir kavganın hatıraları hâlâ taptazeyken, emperyalist istilanın bütün acılarını çekmiş bir şehirde nasıl olur da emperyalizmin methiyesini yapan böyle bir kepazelik gösterilir.?
Bu filme, ki bunun gibileri çoktur, kim müsaade etmiş.? Memleketlerini kurtarmak için ölenlerin üstünde yükselen emperyalist bandırasını alkışlamaya biz nasıl zorlanabiliriz.?
Bu kepazelik bir daha tekrar etmemeli. Türkiye seyircileri aşk, kıskançlık dalaveresiyle, sinema yıldızlarının baldır ve bacaklarıyla emperyalizmi alkışlamaya teşvik edilmemelidir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 20.7.1936] (Sayfa: 167)

***
HARPÇİ VE SULHÇU MİLLET
*
İstanbul gazetelerinde okudum. Bir İngiliz yazıcısı: ''Milletleri harpçi ve barışçı diye ikiye ayırmak yanlıştır. Çünkü milletleri harpçi ve sulhçu yapan onların başında bulunan idarecilerdir,'' demiş.
İngiliz yazıcısının bu fikrinde hakikatin büyük bir payı var. Elbette ki milletler harbetmek istemezler. Falih Rıfkı'nın bir yazısında dediği gibi, her milletin ekseriyetini teşkil eden köylü, işçi, çalışan namuslu münevver bir harbin ateşi içinde ölmek ve öldürmek istemez.
Fakat, yukarda da söyledim ya, İngiliz yazıcısının fikrinde hakikatin payı var. O kadar. Bunun tam hakikat olabilmesi için fikri daha derinleştirmek, kaynaklara gitmek lazım.
Bir milleti harpçi veya sulhcu gösteren, onu harbe sürüklemek, yahut sulh içinde yaşatmak isteyen idarecilerdir. Fakat bu idareciler nerden, nasıl ortaya çıkarlar.? Neden ve ne suretle harp etmek istemeyen bir milletin ekseriyetini ölmeye ve öldürmeye göndertebilirler.? İşte asıl sorulması lazım gelen sual, derinleştirilmesi icap eden fikir budur.
''Harp insanların yaratılışında vardır'' gibi mülahazalar ilimden uzak, bizzat milletleri harbe sürüklemek isteyenlerin ilim kisvesi altında etrafa yaydıkları propagandadır.
Bütün beşeri tarihte, bugüne kadar muharebelerin yapılmış olması da harbin ''tıynet-i beşerde meknuz'' (İnsanın mayasında saklı) olduğunu ispat etmez. ''Tıynet-i beşerde meknuz'', ebedi gibi görünen nice şeyleri onları doğuran sebepler ortadan kalktıktan sonra yok olmuşlardır. ''Tıynet-i beşer'' kadar değişen, kendi kendini red ve inkâr eden az nesne vardır.
Bundan dolayı harp havasının estiği bugünlerde bir taraftan ''milletleri'' harpçi yahut sulhcu yapan sosyal, tarihi sebepleri araştırmak, bir taraftan da bizzat harbi bir zaruret kılan illiyeti kavramak gerekir. Ve anlamak lazımdır ki bu sebep ve illiyet ortadan kalmadıkça ''harpçi idareciler'' daima var olacaktır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.9.1936] (Sayfa: 217)

***
HER ÖLÜ ''RAHMETLE'' ANILMAZ.!
*
(..) ''Ölüye kin tutulmaz'' derler. Ölüm, bir adamın bütün ''günahları''na, dünyadayken işlediği aleni, vicdani bütün suçlarına bir sünger çeker. Sözün kısası, ölene karşı saygı gösterilir, ölüsü yıkanır, paklanır ve gömülür.
Fakat öyle insanlar vardır ki onların ölümleri bile ''günahlar''ını affettirmez. Onların dirileri kadar ölüleri de bizde uyandırdıkları nefret, kin gibi duyguları silemez. (..) 

*
[Orhan Selim / Akşam, 1.12.1936] (Sayfa: 249)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

ALMAN FAŞİZMİ VE IRKÇILIĞI 1
*
Bu kitap Thedor Balk'ın Races Mythe e Verite, Ernst Henry'nin Hitler Over Europe, B. M. Bernadiner'in Filosofia Nietzsche i Fascism isimli eserlerinden iktibas edilip, Nâzım Hikmet tarafından toplanmıştır.
*
TARİHİN AKIŞINDA IRK NAZARİYELERİ
*
''Ari'', ''Ari ırk'', ''Ari fikir'' bütün bunlar yeni mefhumlardır. Aşağı yukarı yüz yaşındadırlar. Biz ona, Avrupa'da, XVI. asırdan itibaren rastlıyoruz. Fakat daha ortada ne umumiyetle ''ırk'', ne de bilhassa ''Ari ırk'' yokken insanlar kendi gruplarıyla başka gruplar, kendi kabileleriyle başka kabileler, kendi kavimleriyle başka kavimler, kendi şehirleriyle başka şehirler ve kendi sınıflarıyla başka sınıflar arasında farklar olduğunu düşünmüşlerdir.
O zamanlardan bugüne kadar yalnız metodlar değişmiş, fakat vardıkları netice bugünkü ''modern'' alimlerinkinin daima tıpkısı olmuştur: Mensup oldukları grubu beşeri meziyetlerin rekorcusu telakki etmek.! Böylelikle bugün ''Arilik'' biçiminde ortaya çıkan nesne kavimlere, sınıflara ve asırlara göre maskesini değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır.
*
İptidai Kavimlerde
*
İptidai kavimler kendi yüksekliklerinin, diğerlerine göre tefevvuklarının esbabı mucibesini fevkalarz kuvvetlerin, allahların iradesinde bulurlardı.
Sürülerinin peşinde yeni ortaklar bulmak için durup dinlenmeden dolaşan göçebeler yollarının üstünde başka kabilelere, komşulara, aynı ortaklardan istifade etmek isteyenlere rastladıkça çarpışırlardı. Bu çarpışmaların kanlı muharebeler biçimini aldığı da olurdu. Ve allahlarının yeryüzündeki vekillerinin buyruğuyla, mağlup kabilelerin esirleri katliam edilirdi.
Fakat göçebe kavimler, yavaş yavaş toprağa yerleştikçe, ziraatla uğraşır oldukça esirlere karşı tuttukları yol da değişmeye başladı. Esirleri kesmekten vazgeçtiler. Onları tarlalarda ve ev işlerinde kullanmayı daha muvafık buldular.
Artık toprağa yerleşen eski göçebelerin tanrıları, kendilerine tapmayan öteki kabilelerden alınan esirlerin esaretini tayin kıldı. Esirlerin esir düştükleri kavimlerin çocuklarıyla evlenmelerini yasak etti.
*
Atina ve Roma'da
*
Atina ve Roma oldukça yüksek bir inkişaf basamağına ulaşabilmişlerdi. Atina ve Roma'nın çiçeklenme devrinde İlyada ile Odysseia yazılmış, Aristo ve Demokrit'in sistemleri icatedilmişti. Akropol ve Romen Forumu, oyma mermer saraylar, birbirinden gözalıcı şehirler kurulmuştu. Bütün bunları kuranlar yüzlerce isimsiz kollardı. Yüzlerce, binlerce isimsiz kol taşları yontmuş, kadırgaları yürütmüş, tek kelimeyle, en ağır en pis işleri görmüştü. Bu yüzlerce, binlerce isimsiz kol muharebelerin verimiydi.
Atina ve Roma'dan daha aşağı bir inkişaf merhalesindeki kavimlerde esareti tayin eden, kutlulayan Allahtı. Ekonomi ve ilimde daha bilgili olan Romalılarla Yunanlılar, bu hususta, Allaha yeni bir yardımcı buldular: Esareti ''mazur göstermek'', ''tebriye etmek'', ''haklı çıkarmak'' için ''TABİAT''a başvurdular.
Aristo diyordu ki:
''Tabiat, barbar kavimleri daha aşağı yaratarak onları Yunanlılara esir olarak verdi''.
Tabiat Yunanlılara barbar kavimler arasında,
''Canla gövde, insanla hayvan arasındaki ayrılıklar kadar farklar yarattı''.
Romalılar esirlerinin sarı yahut siyah saçlı olmalarına, kafataslarının yuvarlaklığına yahut uzunluğuna, Cermanya'dan yahut Habeşistan'dan gelmiş bulunmalarına aldırış etmezdi. Irkçılığın bu çeşit ''yüksek ilmi'' tetkikleri ancak yirminci asrın mahsulüdür.
Yukarda da söylediğimiz gibi Atina ve Roma'nın kendilerine uygun bir ''ırklar nazariyesi'' vardı. Harp meydanlarında yakaladıkları bütün barbarlar TABİAT tarafından onlara esirlik etmek için yaratılmışlardı.
Fakat, ne şayanı dikkattir ki, Aristo'nun kavmi olan Yunanlılar da ''tabiat tarafından'' başkalarını esir etmek hakkına sahip oldukları halde ''günün birinde'' Roma'nın esiri oluverdiler. (Sayfa: 261-262)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

TARİHİN AKIŞINDA IRK NAZARİYELERİ
*
Yeni Dünya Keşfedilince
*
Kristof Kolomb'un Hindistan'a en kısa yolu bulmak için İspanya kıyılarından yelken açışı 400 yıl öncedir. Ve 400 yıl önce Kristof Kolomb Hindistan'a en kısa yolu bulayım derken Amerika'yı keşfedip geri döndüğü vakit Haşmetlu Kralın Maliye Nazırı Gabriel Sanchez'e verdiği muhtırada şu satırları da yazmıştı:
''Juana adalarında külliyetli baharat ve büyük altın madenleri bulunmaktadır. Bir küçük iğne mukabilinde, gemicilerimiz yerlilerden 2 buçuk Castillans ağırlığında altın parçaları alıyorlardı.''
Gemilerin seyir defterinden topladıkları vesikalara dayanarak, devrin ulemasından Herrara ve Oviedo cenapları, bu altın kıymeti bilmez yerliler hakkında bir rapor yazmışlardı. Bu rapora göre bu yerliler hayvanları andırmaktaydılar. Derileri esmerdi, Avrupa dillerini anlamıyorlar, hatta Mesih'in adını bile duymamış bulunuyorlardı. Herhalde bunlar âdemoğlu değillerdi. Ve âdemoğlu olsalar bile herhalde başka bir ırka mensuptular.
Herrara ve Oviedo cenapları raporlarında her ne kadar ''Irk'' kelimesini kullanmıyorlarsa da bunu onların bu husustaki ıstılah keşfetmek beceriksizliklerine vermemiz lazım gelir. Fakat ne olursa olsun, biz bu iki İspanyolu modern ırklar nazariyesinin bayraktarları gibi, yani HOMO SAPIENS nevinin birinden ötekine geçilmez uçurumlarla ırklara bölündüğü prensibini güden nazariyenin, mübeşşirleri olarak selamlayabiliriz.
Kristof Kolomb'un peşinden Amerikaya müthiş kârlı ve kanlı bir akın başladı. Ve altın kıymeyi bilmez yerliler İspanyolların istediklerini güzelce vermedikçe onlara barut ve kurşun meram anlattı.
Fakat İsa'nın akidesine göre insanların hepsi birbirlerinin kardeşi değiller miydi.? Böylelikle Hıristiyanlık ''nazariye''leriyle Amerika'daki pratik arasında bir tezat başgöstermiş oluyordu. İlahiyatçılar bu zıddiyeti halletmek çaresini bulmakta gecikmediler.
1517 yılının temmuzunda İspanya Kralı İkinci Charles büyük bir meclisi meşveret topladı. Ruznamenin birinci maddesi ''Hindistan Meselesi'' idi. Daire despotu Quevdo bu mesele hakkında bir rapor tanzim etmek vazifesiyle tavzif kılınmıştı. Ve vazifesini bihakkın herkesi memnun ederek yerine getirdi. Mesih'in hakkını Mesih'e, kralın hakkını İkinci Charles'a ve tüccarların hakkını tüccarlara verdi: İndiolar, ''TABİAT''ça mütefessihtiler. Onları bir başlarına bırakmak günah-ı kebairden birini işlemek demekti. Bunları Allahın en iyi hadimlerinin ihtimamına bırakmak gerkti. Allahın en iyi hadimleri de İspanyollar olduğu için bu Allahsız vahşilerin ruhlarını ancak onlar temizleyebilirlerdi.
Aynı asırda yine ırk nazariyecilerinden Sepulveda, bu putperest İndiolar'ı yarattığından dolayı Halik-i Âzâm'a karşı büyük bir minnettarlık duyduğunu yazıyordu. Çünkü bu putperestleri putlarından vazgeçirmek en yüksek amellerden biri olacaktı. Ve eğer bu ''insan-aşağıları'' insan olmamakta ısrar ederlerse onları ''haklarından, topraklarından'' ve elbette altınlarından mahrum etmek kadar doğru hareket olabilir miydi.?
Böylelikle renkli ırkların aşağılığı nazariyesi doğmuş oluyordu artık.
Bu, genç ticaret sermayesinin nazariyesiydi. Bu nazariyenin metodu henüz ilahiyata dayanmaktadır. Burda aşağı ırk İNDİOLAR'dır. Yüksek, aksoylu ırk ise İSPANYOLLAR. (Sayfa: 263-264)

#NâzımHikmetRan #Yazılar4

Donkişotlar Devrinde
*
Sıra donkişotlar devrine geldi.
Yelkenliler Amerika'dan, o zamanki adıyla ''Garbi Hindistan''dan ve adalarından inanılmayacak kadar çok altın yığınları, değerli taşlar, baharat, ipek ve kadife taşımaktaydılar. Fakat servet asilzade şövalyelerin şatolarında değil, zengin tüccarların depolarında birikmetedir.
Şövalyeler şatolarının oymalı ve armalı ocaklarının başlarında oturmuşlar, külleşen ateşe bakarak büyük eski günlerin zafer rüyalarını görüyorlar. Ah.! ne eski günlerdi onlar.! Her irili ufaklı derebey malikânesi bir devletti. Ne güzel günlerdi ki o günler, tüccar alışveriş etmek, burjuvalar kundura yapmak ve mum eritmek iznini almak için baç verirlerdi. Fakat heyhat.! fakat efsus.! fakat bir kelimeyle bunlar hep mazi olmuştu.
Şehirler kuvvetlenmiş, burjuvalar zenginleşmiş ve eskiden şövalyelerin senli benli konuştukları, yardım edip etmemekte hür oldukları krallarla prensler hâkimi mutlak kesilmişlerdi.
Memleketlerin birçoğunda hükümet-i mutlakalar kurulmuş, böylelikle, kelimenin modern manasıyla ''devlet'' doğmuştu.
Artık saray güneştir. Asalet ve ruhban bu güneşin etrafında tavaf etmekte ve ışınlarını ondan almakta. Bankerlerle tüccarların ışıkları daha sönükçedir. Bunların kilometreler uzunluğunda soyadları ve ünvanları yok. Birinci ve ikinci tabakalar gibi vergiden muaf değillerdir. Fakat kasalarının karnı ve faaliyetlerinin sahası her gün biraz daha büyümekte ve genişlemektedir.
Oysaki, öte yanda, küçük şövalyeler kümeslerinde yumurtalarını saymak, ocaklarının başlarında hülyaya dalmak ve serflerini kırbaçlamaktadırlar. Bu çeşit verimli işler (?!) arasında bazıları kitap da yazıyor. ''Cesaret'', ''safiyet'', ''hürriyyet'' havasının estiği gibi eski günleri anan acı kitaplar.
François Hatman bu çeşit kitap yazıcılardan biridir. Bir kitabında diyor ki: ''Franklar eskiden hür bir kavimdiler. Krallarını kendileri seçerlerdi. Frankların devleti hürriyetin devletiydi.''
François Hatman'ın buradaki isyanı ne köylüler, ne sanatkârlar, ne de fakirler içindir. Onun mutlakiyet idaresinde hürriyetlerini kaybettiklerinden bahsettiği insanlar küçük asilzadeler, aksoylu ailelerdir. Ve o, bunların namına Frank kabilelerinin büyük kurultayını toplamak istiyor.
Christophe Sheurl, Libellüs de laudibus germanie adındaki eserinde Cermanya'yı terennüm etmektedir. Ona göre, Cermanya asaletin kaynağıdır.
Sheurl'den bir asır sonra ise Kont de Baulainvilliers dekadan şövalyeliğin gözüyle dünyayı şöyle görüyordu:
''Gaule (Gol) ülkesinin fatihleri Cermen Franklardır. Gauloilar (Golvalar) ise Gol ülkesinin yerlileri. Asalet, Frankların soyundan gelmedir. Köylülerin, serflerin, şehir fıkarasının ecdadı ise Golvalardır. Krallara gelince onlar bulaşık bir ırkın piçleridirler. Merkeziyetçi, monarşik hükümetlerin başlarında bulunan krallar Frank ırkını, yani asilzadeleri yok etmeye karar vermişlerdir. Ve bu maksatla serfleri yani Golvalar'ı azat etmişlerdir. Bu vaziyet karşısında Cermen ırkı ne topraklarından, ne de haklarından bir karışını bile feda etmemeli, imtiyazlarını sonuna kadar korumaya çalışmalıdır.''
Böylelikle, Baulainvilliers ''tesviyeci'' krallığa karşı kavgaya girişmiş bulunuyordu ve o da bir kurultayın toplanmasını istiyordu. Yani, bir satırla ifade edersek, onun istediği şey: Yukarıya karşı ''demokrasi'', aşağıya karşı ''aristokrasi''..
Asil Cermen ırkı nazariyesi doğmuştur. Onunla beraber ''nivellement'' tehlikesi palavrası da gün görmüş olmaktadır.
Dekadan Şövalyeliğin ırklar nazariyesi budur işte.
Bu nazariyede kullanılan metot ''tarihe'' dayanmaktadır.
Nazariyeciler ise ''tarihşinaslar''. Aşağı ırk mı kimler.? Golva köylüleri. Yüksek ırk.? Cerman soyundan gelen asilzadeler. (Sayfa: 264-266)

***
Giyotin Devrinde
*
Giyotin ve makine devrine girildi.
Makine, birinci ve ikinci tabakaların oturdukları dalları kesen bir giyotin rolünü oynadı. Giyotin, birinci ve ikinci tabaka mümessillerinin kafasını uçuran bir makine oldu.
''Golva ırkı'', üçüncü tabaka, son yıllar içinde, bankaların, manifaktürün ve ticaretin efendisi olacak kadar inkişaf etmişti. Ekonominin dev gibi dümeni onun elindeydi. Fakat siyasi iktidarda birinci ve ikinci tabakalar kurulup oturuyorlardı.
1789 yılı bu zıddiyete nihayet verdi. Fransa İnkılabı burjuvazinin kurtuluş seyrini, bir sıçramayla, tamamladı.
Bu yıllarda derebeyliğin ırklar nazariyesi bazı yeni renklerle boyanıyor. Artık tehlike, ''tesviye taraftarı olan'' kralların bulaşık ırkından değil, burjuvaziden gelmektedir.
Bastil'in zaptından bir yıl önce papaz Brezazard'ın Observations sur l'histoire de Franca adlı kitabı çıkıyor. Bu kitaba göre ''hürriyet''in kaynağı Cermanya ormanlarıdır. Üçüncü tabaka aşağı bir ırktandır. Ve Cermen fatihlerin bunları hürriyetlerinden mahrum etmiş olmaları gayet doğrudur.
Dahası var. Bu gibi işlere dair kitap yazan bir başka ''üstad''a, Montolsiere'e göre üçüncü tabakanın ırkında bir hususiyet bile yoktur. Bu tabaka esir ırkların bir halitasıdır. XII. asıra kadar iktidar ''hür halk''ın elindeydi. XII. asırdan başlayarak ırkları karışık bir güruh gitgide kendini göstermeye başladı. Böylelikle sayı, sürü, değere galebe çalar oldu. 1789 yılında bu galebenin son sözü söylenmişti.
Bu suretle görülüyor ki bir vakitler aşağı, hatta karışık, melez ırk telakki edilen burjuvaziydi. Bugün ise bu ırk nazariyesini işçilere tatbik etmek sırası burjuvaziye gelmiştir. Yalnız unutmayalım ki Fransa İnkılabı yıllarının ırk nazariyesi yenilmiş derebeyliğin elinde sallanan son yırtık bayraktı. (Sayfa: 266-267)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...