Açıklıklar Yolcusu Öyküsü'nden
*
''Önünde en saf, en duru maviden pırıl pırıl ışıldayan bir enginlik yayılıyordu. Dalgacıklar, şıpırdayan su dillerini uzatıyor, geminin ayaklarını öpüyorlardı. Deniz, o taze taze tuz kokan ılık nefesiyle, seven bir kadın gibi kayığa doğru soluyordu. ''Gel.! Gel.!'' diye türkü söylüyordu. ''Gel koynuma gir.! Ben senin mavi saçlı, mavi bakışlı, mavi gülüşlü sevgilinim. Sana koynumda can vereceğim, sağnağımla ruh vereceğim, seni güçlü kanatlar üzerinde uçuracağım, neden orada cansız bir odun yığını gibi duruyorsun.? Sen ormandaki o köklü ve çakılı duruşundan bezip usanmadın mı.? Gel.. Işığa, güneşe, rüzgâra, denize, açıklara, uzaklara çık. Dalgaların üzerine binip yaylan. Kabaran göğsünle fırtınaları paçavralar gibi yırt, gerilere çarp, yunus balıklarının, uçar kefallerin, açık deniz kılıçlarının yoldaşı ol.! Denizcinin uçan yanık türküsü ol.!''
(Sayfa: 20-21)
''..arabaya beygir koşulduğu gibi kayığınıza fırtınayı ve kasırgayı koşarsınız. Bilmezsiniz denizler ne güzeldir.'' (Sayfa: 23)
''On beş mil ötemizde, ta uzaklarda yunus balıkları sevişiyorlardı. Onları gördük, yarımşar tonluk yunuslar ufuk çizgisinden yukarı sıçrıyorlar, güm diye denize düşüyorlardı. Bakındı ağalar, balık bir hız parçasıdır. Hız dediğinin, kendine en uygun biçime giresi gelse, mutlaka gider de balık olurdu. Hem de balıkların arasında yunusbalığı olurdu.'' (Sayfa: 24)
''Foca (Fok) yavrusu, denizden ürken ördek değildir. Kendini, düşmanlarını dişleriyle ısırarak savunamaz. Canları yakılırsa yaşlar dökerek kadın gibi hüngür hüngür ağlarlar. Acaba biz eskiden foca mıydık.?'' (Sayfa: 26)
''Ancak iki-üç çeşit balık denizin yüzünde böyle durabilir. -Biz buna denizde yürümek deriz.- Onların biri de yunusbalığıdır. Kimi yunuslar kuyruklarıyla denizi sağa sola çarparak dimdik dinelip, birbirini -dişi erkek- karşılayarak kavuşurlar. Ama çarçabuk dermanları kesilir, beraber denize devrilirler. Bunu görenlerin gönlüne acımsı bir duygu çöker. Mavi gökte ve mavi denizde bu çırpıntılı cümbüşle, sanki deniz çıldırmaktadır sevinçten. Ne de olsa ağalarım deniz güzeldir.'' (Sayfa: 27)
Eski Külot Öyküsü'nden: * ''İnsandan insana selam skandal olabilir mi hiç.?'' (Sayfa: 41)
Çiçeğin Edepsizliği Öyküsü'nden: * ''Nejat kendini çiçekleriyle pırıl pırıl yanan bir portakal ağacının altında buldu. Yaprakların damarlarından akan yeşil kan, çiçekte bembeyaz bir alev oluyordu. Çiçek, solup ölmediği sürece bal yapıyor, sanki balayını yaşıyordu. Bal yapamayacak duruma gelince, inat etmiyor, ebedi sevgilerden söz etmiyor, sirkeleşip kalmıyor, sadece solup gidiyordu.'' (Sayfa: 65) * ''Güneşe bakıyorum. Sevgini güneş ışığından yeğ tuttum. Yeryüzündeki kalıcılığımız, ancak yine kendimizdendir.'' (..) ''Bu çiçek konuşmuyor diye düşünürsünüz. Ve konuşmadığı için de duymadığını sanırsınız. Susuyor ve haykırmıyor.. Oysa suç çiçekte değildir. Sizdedir.'' (Sayfa: 67)
Tükenmeyen Bakış Öyküsü'nden: * ''A yavrum; biz 'hayatımız' dediğimiz zaman yaşamıyoruz. Sadece yaşadığımızı sanıyoruz. Yapmak zorunda olduğumuz bir sürü ufak tefek şeyler var. Her günkü ufak tefek üzüntüler. Gün ve gün yapılacak ufak tefek görevler. İşte bunların tümü, uykusunda yürüyenin korkunç düşü gibi bizi kavramış. Bu kâbusun dışında görülecek güzel düşler var. Elimizi sallayıp o düşe uzanamıyoruz. Uyanmıyoruz.'' (Sayfa: 71)
Boğulmuş Enginliler Öyküsü'nden: * ''Dünya güzel.! Ben de kör değilim. Gökyüzüyle gönüle giden güzellik orada çirkinlik bırakmıyor. Gözüm berrak, şeffaf bir göz. Göğün ve denizin özgür mavisi esince, gönlüm yay altındaki keman teli gibi öter. İçimdeki türkü yükseldikçe mutlu olurum. Cennetteki melekler bu kadar mutluysalar, ancak o zaman cennete gitmeye değer.'' (..) ''Dümeni kadere, pruvayı da engine, gönlümü de deryaların mavisine fırlatmak.. Mavilerin özgürlüğünü bürünmek.'' (Sayfa: 79-80)
Boğulmuş Enginliler Öyküsü'nden: * ''Kentleri dolduran insanlar arasında, doğdu doğalı geceyi görmemiş insanlar vardır. Onların gecesi gece değil, lambayla ya da elektrikli gündüzün bir taklididir. O pek yapmacık bir gecedir. Geceyi tanımak için yaradılışın tenha yerlerinde durmalı.'' (Sayfa: 82)
''Kabuğu kırılıp açılan bir yemiş gibi, bugünü açıp ısıracağım.'' (Sayfa: 113)
***
''Hız.! Hız.! Hız.! Durmaya vaktimiz yok.! Gidiyoruz.! Nereye.?'' (Sayfa: 116)
*
''Güneş, Ege'nin kenarından kalkıp yeryüzüne bakınca, Ölüler İni'nin bir gün önce bulunduğu yerde ''Heraklit'in'' bir statüsünü aydınlattı. Altında, ''Gerçek hep akar..'' yazılıydı.'' (Sayfa: 129)
*
''Sanki doğa başkaldırıyordu.. Ama neye.? Ne hırlayan denizde, ne gürleyen rüzgârda ve ne de çakan şimşeklerde bu sorunun cevabı vardı.. Doğa ya da fırtına, acaba bir atmosferik engele mi, yoksa sıkan bir geleneksel çemberine mi ''hayır'' diyordu.? Kasırganın gürleyişi, rüzgârın hırlayışı, ''statüko''ya bir koca ''hayır''dı.! ''Hayır, hayır.! Kesin olarak olamaz.!'' diye bağırıyordu sanki..'' (Sayfa: 136)
*
''Şeref, insanların falan şeyde, falan halde tanıdığı şereflilik değerinden ibaret değildir. İnsan etinin, hücrelerinin, atomlarının tanıdığı daha öz bir değerdir..'' (Sayfa: 154)
*
Sağ kolunu Molla Hasan'a uzattı ve -düşman bağrına uzatılmış bir süngü sanki- işaretparmağını Molla'nın yüzüne doğrulttu;
''Doktor,'' diye bağırdı. ''Bu pezevenge ne soruyorsunuz.?''
Sonra hıçkırıklarla kıyılan bir sesle;
''Ölecek ya da yaşayacak olan benim çocuğumdur. Bu herif benim çocuğum hakkında nasıl karar verir.?''
Kadın ağır ağır soluyordu;
''Çocuk yaşayacak, ben öleceğim.!'' dedi. (Sayfa: 155)
Barba Vangel Öyküsü'nden:
*
''Ada denince usa, denizle çevrili bir kara parçası gelir. Ama buralarda, adalarla çevrili deniz parçası gelir. Bu nedenle de buralara adaların denizi denir. Gece zindan gibi karanlıkta, gölge üstüne gölge gibi görünen iki adanın arasından geçilecekti. Denizler, hemen hemen kapanmış kara kirpikler arasından hayal meyal ağaran bir göz akı gibi duruyordu.'' (Sayfa: 164)
*
''İçi, anlayış ve duyguyla dolu söze varıncaya dek, insanoğlu kim bilir kaç yüz bin yıl ağlamış, bağırmış, birbirini kırıp geçirmişti.'' (Sayfa: 166)
*
''Deli gönül uslanır mı hiç.? Özlem çekiyordum. Gönlüm bu güzelliklere kanmıyor da kanmıyordu. Deniz suyunu bir kez içen, içtikçe susarmış.'' (Sayfa: 180)
***
''Sevmek sözcüğünün ya da duygusunun gövdesi ve kemiği varsa, sevmenin taa apak kemiklerine, pür ateş iliklerine kadar sevdim.'' (Sayfa: 181)
*
''Ege Denizi'nin bir çeşit kırmızı midyesi vardır. Buna ''Pina'' derler. Bir metre boyunda olanları vardır. Pinaların hepsi bir değildir. Dişi ve erkek olmak üzere bir çifttir ve besileri, içtikleri yeşil ışıktır. Yuvalarını o ışıkla, sedefle döşerler. Yuvanın içinde yaşayan çift de, yuva da hep aynı gövdedir. Kabuk, kapak, yuva, ev, saray her neyse; pinanın kendi gövdesidir. Sarayının mimarı da, sarayının harcı da, sultanı da hep kendisidir. Alaca aydınlığın sıcak loşluğunda düşlerine dalmışlardır. Yeşil ay ışığı, bir yandan vücutlarında inci olurken, öte yandan ''ruhlara'' bitki kökleri gibi tutunan, uzun teller olur. ''Bisüs'' denilen bu teller, camdan saydam, pırlantadan parlak, ipek ve örümcek ağından daha incedir. Ege kıyılarının kadınları, pembe, yeşil pine incilerden çok, pina tellerini ararlar. O telleri saçlarının örgüleri boyunca uzatarak saçlarını örerler. Saçlarına ışık dolamış, ay aydınlığından yüzlerine hale edinmiş olurlar.'' (Sayfa: 183)
*
''Senin ömrün, bir insanın önünde ancak bir kez açılan bir fırsattır. Onu yabana atma. Ne duruyorsun.?'' (Sayfa: 217)
*
''İnsanın dış yanları, yani derisi, acıdan korunmak için duyguyu yitirdikçe, nasır diye katılaşıp kabuk bağlar. Nasır, katılaşa katılaşa, vücudu koruyan dört güdük ayaklı kutu olur. Kaplumbağada, yengeçte, kabuk; sığır ve sıpada ise alınlar tokuşa tokuşa boynuz olur. Geyiklerde dallı budaklı pek süslü galak olur. Doğa savunmada ne kadar direnirse, aklıyla davranış özgürlüğünden o kadar kaybediyordu. Kaplumbağa koşamıyordu, ortada sersem sersem debelenip duruyordu. İnsan da sığır, sıpa gibi, başıyla savaşır. Hatta uygarlığın, aya gidecek kadar en üst katına varan süper devletler bile, savunma yarışıyla güzelim dünyayı cehenneme çevirirler ve ortada savunulacak bir şey kalmaz.'' (Sayfa: 228)
*
Prangaya vurulanlar arasında, Kerem'le Aslı gibi bağlantıları gerçek gönül katında olanlar, ilk günlerindeki sevgilerini ömürlerinin sonuna dek sürdürürlerdi. Ama bunlar yüzbinlerce insan arasında parmakla gösterilecek kadar seyrekti. Başkalarıysa -bunlar da az değildir- prangalandıklarını görünce fena öfkelenirler ve ayrılmak için zincirlerini tartmaya koyulurlar. Ayrılmayı başaranlar dört ayaklı yaratıklıktan vazgeçerek, kendi iki ayaklarıyla çekip giderler. Ayrılamayanlar hafiften dalaşmaya koyulurlar ki bu, aradan çok geçmeden saç saça ve baş başa gelmekle sonuçlanır. Bunun nedeni evlenmenin bir ağır forsa zinciri değil de, takılması pek hoşa giden yakutlu, zümrütlü, incecik bir altın pandantif ya da bir gerdanlık, başa takılan hem de pırıl pırıl pırlantalı bir uzun küpe sayılmış olmasındandır. Bu bağlantının pranga sayılagelmiş olması, altın pandantifin zarplı bir tepkisidir.'' (Sayfa: 231)
*
''Milyonlarca yıldan beri, kuşaktan kuşağa pek yavaş yavaş olagelen uygar duygular, açlığın etkisiyle birkaç gün içinde silinip süpürülür. İnsan, pek uzak bir geçmişin karanlıkları içinde kaybolmuş olan yamyamlık çağına, hızla gerisin geriye süzülür.'' (Sayfa: 233)
*
''İnsan, her kim olursa olsun, aslında içinden, uzaktan uzağa ağlayan bir çocuktur.'' (Sayfa: 233)
*
''..her doğum, ölümün yenilgisiydi.'' (Sayfa: 234)
|