2 Ekim 2018 Salı

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Arı İnler Bal İçinde


Şiir okura nasıl ulaşır.? 
Dergilerle, kitaplarla, postacılarla, radyolarla, televizyonlarla, reklâmlarla; öyle mi.?
*
Öyle olmasa, papuç papuç ilânlar koymayız gazetelere: ''Beklenen kitap çıktı.!'' diye. Oysa kimsenin bizden beklediği bir şey yoktur; çünkü biz yokuz.! Kimiz biz.? Neyiz biz.? Ne verdik ki bu topluma, bizi beklediğini sanalım.? Demek, aklımıza estikçe şiir çiziktireceğiz, dergilerde yayımlatacağız, kitap kitap bastıracağız, biz matahmışız gibi adımızı reklâm edeceğiz; ve bekleyeceğiz ki, koşsunlar bize, okusunlar bizi, sevsinler, anıtlaştırsınlar, mitleştirsinler.!
*
Ah, ne çocukça, ne hastalıklı, ne ham hayal bu.! Gökteki Ay'ın, çıplak gözle görüldüğü kadar olduğunu sanmak gibi bir büyük aldanıştır bu.!
*
Şiiri okura, ne dergiler, ne kitaplar, ne radyolar, ne reklâmlar ve ne de, ayıptır söylemesi, çirkin bir takım oyunlar taşır, götürür, ulaştırır. Şiiri okura, o şiirin arkasındaki itici güç ulaştırır. İlk bakışta şairin hayatıymış gibi görünen, genel anlamda toplumsal koşullar diyebileceğim, birtakım olaylar, öğeler ve etmenlerin karmaşık örgüsüdür bu itici güç. Bireyci çıkışlara toplumcu kılıflar geçirerek açıklayamayız bu itici gücün ne olduğunu. ''Bir suda iki kez biçilmez''. Falanca şairin vardığı yere, zoraki serüvenlerle varılamaz. Sanatçıyı toplumun kabul etmesinin, benimsemesinin koşulları ayrıdır. Sanatçıyla okur arasındaki ilişki, sanıldığı gibi, ''mekanik'' değil, ''organik'' bir ilişkidir. Onun içindir ki, şiirin kâğıda basılması, taşıtaracına yüklenip yollanması, herhangi bir malın bir yerden bire yere taşınmasından başka bir anlama gelmez. Sanatçıyla okur arasındaki karmaşık, organik ilişki sanat ürününün rastgele bir mal olmadığını anlamamıza yeter. İnsanların birey-birey hücreleri değiştirilmedikçe (atomları bombardıman edilmedikçe), toplum, uzak bir yıldızın birdenbire bindirmesi cinsinden bir şokla karşılaşmadıkça, sınıflar arası ilişkiler diyalektik bir uygunluk içinde sürüp gitmedikçe, sanatçıyla ( şairle) okur arasındaki karmaşık ilişki böylece sürüp gidecektir; şiiri dergilere kitaplara basmak, trenlere uçaklara yükleyip yollamak, sanatçıyla okur arasında organik bir bağ, bir ilişki kumağa yetmeyecektir.
*
Bu karmaşık ilişkiyi oluşturan etmenlerin, öğelerin hepsini burada sayıp dökmeğe gerek yok; bir bölüğünü sıralayalım:
*
* Nerede doğmuştur sanatçı.? Toplumsal sınıflardan hangisinin üyesidir.? Nasıl geçmiştir çocukluğu.? Fizik yapısı, ilk eğilimleri, çevreyle ilişkisi, doğa ve toplum karşısındaki tavrı nasıldır.? Ailesinin ve dar çevresinin sanat yükünün derecesi nedir.? Sanatçını çocukluk yıllarındaki siyasal, ekonomik, toplumsal durum. O bölgenin tarihsel yükünün niteliği ve özelliği, bunun sanatçı üzerindeki etkisi.
*
* Sanatçı hangi okullardan, hangi koşullar altında geçmiştir.? Sınıfsal ezikliği ve öfkeyi yaşayacak olay ve durumlarla karşılaşmış ve bunlara dikkat etmiş midir.? Devlet adına mı, kendi adına mı, yoksa herhangi bir kurum, bir kişi adına mı okumuştur.? Öğrenim süresi içindeki işçi, köylü ve aydın olayları sanatçıyı etkilemiş midir.? İlk şiirlerini yazmağa, söylemeğe başladığında kaç yaşındaymış.? Cinsel durumu nasılmış.? O sırada neler oluyormuş dünyada ve kendi ülkesinde.? Nelerden acı çekmiş, nelere sevinmiş.? Ceza Yasası'nın ''siyasal'' maddeleriyle ilk karşılaştığında kaç yaşındaymış ve o sıralarda ülkenin durumu nasılmış.? Yüksek öğrenimini hangi koşullar altında bitirmiş, meslek hayatında ne kadar kalabilmiş, niçin tutuklanmış, niçin hapsedilmiş.? Nelerini yitirmiş böyle bir olayla.? Yurtiçi, yurtdışı nerelere gitmiş.? Neler görmüş, nelerle karşılaşmış.? Yaşamak için nasıl direnmiş.? Toplumun, kendisine karşı direnişi neler götürmüş ondan, neler vermiş ona.? Hangi işlere girip çıkmış.? Hangi kesimlerini tanımış toplumun ve yönetim çarkının.?
*
* Ülkede ne gibi büyük olaylar olmuştur.? Bu olaylar neler vermiştir sanatçıya.? Dernekçilik, sendikacılık, particilik yapmış mıdır sanatçı.? Grevlere, mitinglere, gösteri yürüyüşlerine katılmış mıdır.? İşsiz kalmış mıdır.? İş aramış mıdır.? Açlığın ne olduğunu bilir mi.? Evlenmeyi düşünmüş müdr, evlenmiş midir.? Gazetecilik, dergicilik yapmış mıdır.? Patronların iş yerlerinde çalışmış mıdır.? Emeğinin karşılığını alamadığında ne yapmıştır.? Eğlenmeğe, dinlenmeğe, gezmeğe, gülmeye vakit bulabilmiş midir.?
*
* İşçi ve köylü sınıflarıyla organik bağının derecesi nedir.? Bu bağı yitirip yitirmediği.
*
* Makale, fıkra, taşlama, yergi, röportaj, oyun, skeç yazmış mıdır.? Resim yapmış, tiyatro çalışmış mıdır.? Siyasal eylemleri yüzünden dayak yemiş, korkutulmuş, öldürülmek istenmiş midir.? Hakkında çok dava açılmış mıdır.? Her şeye karşın, şiirle dostluğunun derecesi ne olmuştur.? Her türün başarılı sanatçılarıyla tanışıklık derecesi nedir.?
*
Görüyorsunuz ki, soruların sonu gelmiyor. Güçlü bir sanatçının doğması, sanıldığı gibi, basit bir olay değildir. Hele de zoraki olay ve serüvenlerle güçlü sanatçı yaratmak, tümden olanaksızdır. Ne demiş Pir Sultan Abdal:
Güzel âşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi.?
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi.?
Nedir ''rıza lokması.?'' , günümüz sanatçısı için.? Toplumun sanatçıya gereksinmesidir bu. Toplum, ''benim sanatçım'' dediği kişiyi öyle sınavlara sokar, öyle sınavlardan geçirtir ki, bu sınavlardan sağlam ve güçlü çıkmak zordur. Hem, nerede, nasıl, ne zaman, ne koşullar altında sınava çekeceğini de söylemez toplum insana. Büyük sanatçının, ilk bakışta hiç de büyük görünmeyen büyük hayatı ile sanatı arasında diyalektik bir ilişki bulunduğu da gözden kaçmamalıdır. Hayat, sanatı; sanat ise hayatı etkiler ve ortaya nasıl oluştuğunu bilemeyeceğimiz sanat ürünleri çıkar. Dökme suyla değirmen olsaydı, herkes kendi bulgurunu kendi evinde öğütürdü.
Bir yandan bireyi toplumun yarattığı tezini savunacağız, ama öbür yandan, bu gerçeği görmezcesine, zoraki ve zorlama yollarla, büyük sanatçı imal etmeğe çalışacağız.. Olacak şey midir bu.? Halk denilen o karanlık, o karmaşık yapının sevgilisi olabilmek kolay mıdır öyle.! Bir hayat ister bu, bir koca hayat.!
Şiiri okura ulaştıran ne dergidir, ne kitap, ne posta, ne reklâm; şiiri okura taşıyan, ulaştıran itici güç, işte bu hayattır. Ne demiş Pir Sultan:
''Arı inler bal içinde''
Var mısınız böyle bir hayata, elinizde midir bu yoldan geçmek.?

*
Milliyet Sanat Dergisi
10 Ocak 1975, Ankara, Sayı 114

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Bıçak Kemikte


eti geçti

duydun mu
bıçak kemikte
duymadınsa duy artık
behey allahın kulu
bıçak kemikte
duy da silkin n’olursun
bu ne biçim uyku bu
bıçak kemikte
verilmemiş alınmış hep
yük vurulmuş dağlar gibi – insanlık bu mu
çalıyor sömürünün imdat çanları
kımılda da kurtar şu onurunu
bıçak kemikte
topraksa paylaşılmış kıyılarsa yağmalanmış
umut hacizde
ya bu neyin puştluğu bu
sana yokluk sana yasak sana dam
insan değil – hâşâ – bir yağmacı soyu bu
bıçak kemikte
üretensin yaratansın yürütensin dağları
bakma öyle kilit kilit duvar duvar
yetsin artık bu susku
bıçak kemikte
anasın boynun bükük babasın kolun kırık
oğullar kan içinde
kaldır artık başını
«kalsın benim dâvam dîvana kalsın» demiş ozan
o dîvan sensin artık
bıçak kemikte.

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Hani Ya Nerdesiniz.?


o gözleri ben
ırgat pazarlarında gördüm
o gözleri ben
ekmek kuyruklarında gördüm
geçtim kan ırmaklarını yaşanmış savaşların
durdum çocuk kaygularımla
kıyısında bir dünya savaşının
su içerken vurdular ceylanları
çiçekli dalları çekip kırdılar
alabayrak sabahlarda
ateş barut akşamlarda
gördüm ben o gözleri
*
yaz diyordu ey şair yaz
onbin ağız yüzbin ağız beşyüzbin ağız
yaz diyordu ey şair yaz
söyle bizi
anlat bizi
aydınlat bizi
*
aldım yüreğimi avuçlarıma
çırpındım kendi pençelerimde
yeter dedim
sokak sokak
dağ dağ dağıldı sesim
yeter dedi onbin ağız yüzbin ağız beşyüzbin ağız
yazdım gözlerinde gördüklerimi
yazdım gözlerinin dediklerini
yüreğim kendi pençelerimde
*
ağaçta yaprak gibi oynaşırdı gözleri gözlerimde
suda balıktı çevremde yürekleri
elleri dört bir yana savrulan güvercinler
aaah nasıl da severlerdi beni çılgınca
öl desem yoluma öleceklerdi
*
hani ya nerdesiniz
nere gitti yaz diyen gözleriniz
yaz diye çırpınan yürekleriniz
ben miydim yeter diyen
alabayrak sabahlar mı
ateş barut akşamlar mı
kimdi bu yeter diyen
hani ya nerdesiniz
hani ya nerdesiniz
nerdesiniz eeeey

Ece Ayhan - Mor Külhani

Ece Ayhan Mor Külhani şiirini okuyor. Sahibinin sesi sahibinin görüntüsü ile. Huzur evinde, son yıllarında, mavimtrak daktilosu masada.

Postmodern bir avangard: Oğuz Atay | Tekin Budakoğlu


Postmodern bir avangard: Oğuz Atay | Tekin Budakoğlu
****************************************************************
“Ne acı: Tıpkı Tutunamayanlar’daki asli karakterlerden Selim Işık gibi, romanını yazdıktan sonra yalnız kalmış bir aydın olarak yaşamak zorunda kalacaktır Oğuz Atay. Bu yönüyle Selim Işık’ı, yazarının üstünde etkisi olan, kendisi kadar onun da kaderini tayin eden bir karakter olarak görür ve yazarıyla kahramanını birbirine benzetirim.”
*
Sanatın, günlük yaşamın baskısından ve ezici zorluklarından bir kaçış, bireyselliğin istenen düzeyde yaşanabildiği bir özgürlük alanı olmasından kaynaklanıyor sanırım: İster ömrünü bu alana adamış üretken bir sanatçı; isterse kırk yılın başı tiyatroya giden, ucundan kıyısından bir roman okumuş, yahut gözucuyla birkaç resim incelemiş hemen hemen herkes, sanatın belirginleşmiş sınırlarıyla oynandığı en ufak bir hamlede, bu hamleyi özgür alanlarına yapılmış saldırı olarak algılayarak, anlaşılması zor bir refleksle, karşıt saf oluşturuyor: Sanatın, varlığını sağlam temellere dayandırabilmesi için yeniliğe ve dönüşüme her zaman açık olmasını belki göz ardı ederek, belki hiç farkında bile olmadan; üstelik çoğunlukla, ellerinde karşıt bir saf oluşturacak yeterli materyal ya da görüş olmamasına rağmen.
*
Belki tam burada, görüntüdeki ironinin altını çizmekte fayda var: Öyle ki sanat, -sanat eserinin biricik olması gerekliliğinden hareketle- sanatçının kendisini ifade edebildiğine inandığı her görüş veya kendini yansıtma şekliyle var olabilme serbestisine sahip olmalıdır. Kaldı ki bir ülkedeki sanatsal kalitenin, -en minimal ölçekte- ürünlerin çokluğundan ya da çeşitliliğinden önce, sanatın yüzünü yeniliğe ne derece çevirdiğiyle ölçülebileceğine inanırım. Oysa ‘yeni’, ‘değişik’ olarak adlandırılabilecek kavram ya da ürünlere bizde geliştirilen bu bilinçli/istemdışı negatif tavır sebebiyle, sanatta ya da daha özele indirgendiğinde edebiyatta, yeni bir ses olarak ortaya çıkmak büyük bir külfet halini alıyor.
*
Yeni olanın yadırgandığı, ötelendiği durumlara pek de yabancı değiliz aslında. Huzur’la modernitenin en uç ve sağlam örneklerinden birini veren, mükemmel bir zekâ ve kurmaca gücünün ürünü olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle de postmodernitenin ilk işaretçisi Tanpınar’ın, yaşadığı süreçte doğru etüt edilemeyişi ve ancak günümüzde yeni yeni hak ettiği değerin ismine teslim edilmeye başlanması, belki de en bilinen örnek. Yazarların ölümünden sonra adına yapılan anma törenleri, okuma toplantıları, paneller bir ölçüde iyimser görünebilir; ancak doğru tavır, geneldeki olumsuz tepkiyi ilk anda silip atmaktan; yaşadıkları, hatta ortaya çıktıkları anda bu değerleri desteklemekten geçer: Yeniliğin öncüsü sanatçıların kendi kabukları içinde devinmesi ve çok uzun yılların ardından ne dediklerinin anlaşılması hastalığı yerine, yaşadıkları döneme ve hatta çağa önayak olmalarını sağlayacak, yeni bir düşünce/sanat/romancı profilinin ortaya çıkması adına gerekli olan hamle budur.
*
Doğru reaksiyonu gösteremediğimiz bir diğer önemli yazar da elbette Oğuz Atay. Doğru reaksiyonu gösteremediğimiz: Anlaşılabildiğini göremeden, çağının ötesinde olmanın boynuna ‘suç’ olarak yüklendiği, düşünce yalnızlığı içinde ölenlerden yani. Neden anlaşılamadığıyla ilgili pek çok somut düşünce üzerinde fikir yürütülebilir. Ancak görmezden gelinemeyecek en belirgin nokta, bahsettiğim hazır bulunuşluğun, ne eleştirmen ne de okurlar tarafından geliştirilememiş olmasıdır. Ne acı: Tıpkı Tutunamayanlar’daki asli karakterlerden Selim Işık gibi, romanını yazdıktan sonra yalnız kalmış bir aydın olarak yaşamak zorunda kalacaktır Oğuz Atay. Bu yönüyle Selim Işık’ı, yazarının üstünde etkisi olan, kendisi kadar onun da kaderini tayin eden bir karakter olarak görür ve yazarıyla kahramanını birbirine benzetirim.
*
“Oğuz Atay edebiyatımızın geleneksel ağırlığının dışına çıkmayı elbette tasarlamıştı, ama çevresini kuşatan bu ağırlığın altından kalkacak gücü kendinde nasıl bulduğunu bilmek kolay değil. İlk akla gelen sıradan nedenler değil aradığım, ama şu anlaşılıyor ki, 1960’lardan sonraki on yıl içinde oluşmuş toplumcu edebiyat kültürünün gölgesi, tam o anda içinde bulunulan askeri darbe rejiminin baskısı, edebiyatımızın son yarım yüzyıl boyunca dokuduğu kumaştan dikilmiş tek tip elbise dayatması sanki bütün kapıları pencereleri sımsıkı kapatmıştır ve Tutunamayanlar’ın yılı 1971’de, Oğuz Atay’a bacadan çıkmak düşmüştür.” Semih Gümüş’ün bu düşüncesine, özellikle ‘bacadan çıkmak’ deyimine katılmamak mümkün değil; ancak bir hatırlatma: ‘Tutunamayanlar’ın yılı’ vurgusunu lügat anlamıyla almakta fayda var: Zira 1971, Tutunamayanlar’ın yazıldığı yıl olmuştur, anlaşıldığı yıl: Asla.
*
Kendisini anlayacak bir alt kültürün, yeniliğe açık bir sosyal/kültürel refleksin olmayışını, 1972 tarihli bir röportajında, eleştirmenlerin Tutunamayanlar konusunda suskun kaldıklarının hatırlatılması üzerine, “Eleştirmenlerimizin, daha doğrusu uzun süredir yazmayanların dışında olanların kafasında belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım bir bakıma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz bir kalıp bulamadılar,” diyerek gözler önüne serer Oğuz Atay.
*
Halbuki eleştirmenlerden teknik konularda, özellikle Batı’daki gelişmeleri takip etmeleri, romancılardan çok daha önce bu alanda bilgi sahibi olmaları; Tutunamayanlar’daki gibi bir farklılaşma, sınırları zorlama anında eseri ve yazarını savunmaları beklenmez mi? Belki de burada biraz olsun, günümüz eleştirmeninin yöntemi, mantığı, bakış açısı… konularına değinerek biraz soluklanmak gerekir; fakat başka bir yazının konusu bu.
*
Öyle ya, Tutunamayanların kaleme alınmasıyla birlikte, Tanzimat yıllarından 1970’lere kadar salt bir çizgi üzerinde ilerleyen ve kendini yenilemeyi hiç düşünmeyen Türk romancılığının (içerikte özellikle toplumsal dalgalanmalara göre kısmi değişimler süregelmiştir; fakat daha önce böylesine belirgin tekniksel değişimlere rastlamak mümkün değil) kalıpları kırılmıştır. Tek bir ifadeyle özetlemek gerekirse ‘kültürel bir devrim’ gerçekleştirir Oğuz Atay. Batı’da gelişimini sürdüren postmodern-avangard roman anlayışını, Türk roman geleneğine tek nefeste uyarlamaya çalışacak kadar güçlü, iddialı bir hamledir bu.
*
Tutunamayanlar, döneminde bir romandan beklenen pragmatist tavırdan, yol gösterme anlayışından adamakıllı sıyrılarak bireyi merkeze alan söyleminin dışında, tekniksel açıdan da yeni bir roman formatını savunur; öncü olmasının, postmodernitenin bizdeki miladı sayılmasının nedeni de budur: İçerik, kurgu, yazım teknikleri, dünyayı algılama tarzı… olarak; yani her yönüyle yepyeni bir roman.
*
İlk köklerini, az önce bahsettiğim üzere Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne kadar götürebileceğimiz bu algı, geri planda 1950 kuşağından beslenmiştir. Özellikle içe dönük öz dili, anlatıcı çoğulluğu ve çok katmanlı kurgu metinleriyle Bilge Karasu, benzer algısını varoluşçu metinlerine sızdıran Demir Özlü, Anayurt Oteli ve Aylak Adam’ın ayrıksı yazarı Yusuf Atılgan, çoğunlukla hikâyeleriyle tanınan Leyla Erbil gibi yazarlar, edebiyatın var olan algısında yer yer, kısmi oynamalar yapmışlardır. Ne var ki hem materyal hem de teknik anlamda bu sınırları zorlayan, yüksek sesle eleştiren, kendi mantığını oturtmaya çalışan ilk roman Tutunamayanlar’dır ve ilk olma ayrıcalığı da buradan gelir. İşte tam da bu sebeplerden –yani 1950 kuşağının hissettirdikleri ışığında- denilebilir ki; günün eleştirmeni, Tutunamayanlar’a hazırlıklı olmalıydı.
*
Genel çerçevede sıkça bahsettiğim yeniliklerin ne olduğuna kabaca değinmek doğru olacaktır: Öncelikle konu seçimi değişiktir Tutunamayanlar’ın; dayatmacı bir anlayışla toplum için önemli olan birey yerine, yalnızca bireyi konu edinir. Özde insan vardır: Sadece kendisi olduğu için değerli görünmesi gereken, hayata tutunabilmeye çalışan bir insandır bu. Dolayısıyla daha baştan, büyük doktrinlere, pahalı söylemlere, bir başkası için var olmak gerekliliğine karşı çıkar Oğuz Atay. Hayat zaten karmaşıktır, onu bir daha büyük söylemlerle iyice içinden çıkılmaz bir hale sokmanın anlamı yoktur.
*
İnsanı birey olarak anlatmak, onun ruh halini, psikolojisini de anlatmayı gerektirir: Bu yüzden okur sıkça, anlatıcının aradan çekilişine tanık olur ve kahramanların psikolojilerine, bizzat kendi anlatımlarından tanıklık eder. Bu da anlatıcı çoğunluğunu, dış dünyanın ve bireyin psikolojisinin birbirine girmesini tetikler. Kısacası hayatın karmaşasının gerçekliği, metnin karmaşası düzlemiyle hissettirilir.
Bunların yanı sıra, tekniğiyle de apayrıdır Tutunamayanlar. Daha önce cılız birkaç denemesi olan bilinç akışı tekniğinin, yetmiş sayfadan fazla, sırf kahramanı daha iyi anlatmak adına; belirli bir hız olmaksızın, noktalamasız içiçe geçmiş düşünceler şeklinde görmek mümkündür. İç diyalogların ve iç monologların fazlalığı, dildeki ironi ve kurmacadaki oyunlaştırma, metin içerisinde şiir, tiyatro gibi öteki metinleri kullanma yöntemi gibi, anlatmaya ayrıca bir inceleme konusu olarak devam etmek gereken daha detaylı teknikler, Tutunamayanlar’daki başkaldırının ölçülebilir aykırılıklarıdır.
*
Oğuz Atay’ın karşılaştığı en önemli eleştiriyse, onun öncelikle Batı’da gördüğü bu yöntemleri henüz yeterince özümsemeden, yalnızca kendini kullanmak zorunda hissettiği için, yapaylıkla işlediği görüşüdür ki, Tutunamayanlar’daki sabit bir merkeze bağlı kalmama anlayışı, bu eleştirinin dayanak noktasıdır. Oysaki, birbirinden kopuk izlenimi veren olay ve anlatı parçalarından beslenen bir bütün oluşturma fikri, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’daki ana malzemesidir. Bu yönüyle denilebilir ki dağınık olmak; onun bütüncül olma anlayışıdır.
*
Dikkat etmeli: Tutunamayanları edebiyatımızın kilometre taşlarından biri yapan ve postmodern yazarlar arasında Oğuz Atay’ın bir milat, Tutunamayanlar’ın da başucu kitabı olarak görülmesini sağlayan da yazarın bu aykırıkları, ‘beyaz mantolu adam’ duruşudur.

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...