#JerzyKosınskı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#JerzyKosınskı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Aralık 2019 Çarşamba

Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş, Çeviren: Zeynep Umuroğlu Çetinol

İlk olarak 1965'te yayımlan Boyalı Kuş, Jerzy Kosinski'yi edebiyat dünyasının aranan simalarından biri yaptı. O dönemde Los Angeles Times'ın ''son on yılın en etkileyici romanlarından biri'' saydığı eser otuzdan fazla dile çevrildi.
II. Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye gönderilen bir çocuğun oradan oraya savruluşunun sinirleri hırpalayan hikayesi olan Boyalı Kuş, dehşetle vahşetin, masumiyetle sevginin yakınlığını irdeleyen bir şaheserdir.
Edebiyat tarihinin en önemli ve özgün yazarlarından Kosinski'nin ilk ve en ünlü eseridir.
*
''II. Dünya Savaşı'nı konu edinen kayda değer kurgulardan hiçbiri Jerzy Kosinski'nin Boyalı Kuş'unun seviyesini yakalayamaz. Görkemli bir sanat eseri ve insan iradesi üzerine yazılmış en iyi methiye. Bunu okuyan asla unutmayacak ve mutlaka sarsılacak. Boyalı Kuş edebiyatımızı zenginleştiriyor.''
*
Jonathan Yardley, The Miami Herald

Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş
Ve Tanrı, ulu Tanrı bilirdi yalnız
Ayrı ırktan geldiklerini, memeliler olduklarını.
*
Mayakovski (Sayfa: 9)

***
Zamanla o hayvanların göründüklerinden daha tehlikesiz olduğunu anlamıştım. (..) Bu hayvanların da kendi yaşantıları, sevdaları, kendi dillerinde kavgaları vardı. (Sayfa: 16)
***
(..) Bir kafes içinde sonsuza dek kapatılmış yüreğinin çırpınıp durduğu yerdeydi ağrısı. (..) Bense Marta'nın da, yılanı gibi, deri değiştirip hayata sil baştan neden başlayamadığını anlayamıyordum bir türlü. (Sayfa: 19)
***
(..)Tehlikeli zamanlarda çocuklarının yanında olmayacaklarsa anne baba olmanın ne anlamı vardı ki.?(..) (Sayfa: 24)
***
Benim gibiler, yani ecinniler, açık renk gözlü insanların bakışları karşısında efsunlu kara gözlerini hiç kırpmadan durmasıyla belli edermiş kendini. İşte bu yüzden demişti Olga, diğer insanların gözlerine baktığımda onların başına bilmeden kötü ruhları musallat ediyormuşum.
(Sayfa: 30)
***
Ne zaman kendi başıma köyde yürümeye kalksam, başlarını hızla başka yöne çevirip ıstavroz çıkarmaya başlıyorlardı. Daha da kötüsü hamile kadınlar beni görür görmez panik içinde kaçmaya başlıyorlardı. Biraz daha yürekli olanlarsa köpeklerini üstüme salıyordu. (Sayfa: 31)
***
Ateş, derlerdi, doğası gereği insanın dostu değildir, bu yüzden onun huyuna gitmek gerekir.
(..) Parlaklık ve ısı nasıl ateşin olmazsa olmazıysa, hayatın olmazsa olması da ateşti.
(Sayfa: 40)
***
(..) Bir insanın kör olması daha önce görmüş olduğu her şeyi unutmasına da sebep olur mu diye merak ediyordum. Eğer öyleyse o zaman rüya bile göremezdi ki.! Ama öyle değilse, gözleri olmayanlar anılarını görmeye devam edebiliyorlarsa o zaman durum çok kötü sayılmazdı. Dünya her şekilde aynıydı ve tıpkı hayvanlar ve bitkiler gibi insanlar da birbirlerinden farklı olsalar da insan onları yıllar yılı görünce neye benzediklerini bilir anlardı. Ben bu dünyada yalnızca yedi yıl yaşamıştım ama bir sürü şey hatırlıyordum. (..) (Sayfa: 51)
***
Kendime gördüğüm her şeyi hatırlayacağıma dair yemin ettim. Bir gün birisi çıkıp benim gözlerimi de oyarsa yaşadığım sürece gördüğüm her şeyi belleğime kazımış olacaktım
(Sayfa: 52)
Jerzy Kosınskı - Boyalı Kuş, Çeviren: Zeynep Umuroğlu Çetinol
Köyde pek çok söylenti dolaşıyordu. ''Beyazlar'', kişisel mülkiyet haklarını koruyup, toprak ağalarının imtiyazlarının olduğu gibi kalmasından yanaydı. Sovyetlerin desteklediği ''Kızıllar'' ise toprak reformunun gerçekleşmesi için mücadele ediyorlardı. Her iki taraf da giderek artan biçimde köylünün desteğini talep etmekteydi.
Toprak ağalarıyla işbirliği içindeki ''Beyaz'' Partizanlar, ''Kızıl'' Partizanlara yardım ettiğinden şüphelendikleri köylüden bunun acısını çıkarırken, yoksulların yanında yer alan ''Kızıl''lar da ''Beyaz''lara yardım edenleri cezalandırıp, zengin köylülerin ailelerine zulmediyorlardı.

Alman birlikleri de boş durmuyor, köye yaptıkları baskınlarda köylüleri sorgulayarak Partizanların geliş gidişleri hakkında bilgi almaya çalışıyor, göz dağı vermek için de bir iki köylüyü kurşuna diziyorlardı. (Sayfa: 78)
***
(..) Askerin beni vurduktan sonra üstüme benzini döküp beni yakmak için emir aldığından adım gibi emindim. Böyle olaylara çok tanık olmuşluğum vardı. Partizanların muhbirlikle suçlanan bir köylüyü nasıl kurşuna dizdiğini gözlerimle görmüştüm. Hatta öldürdükten sonra gömmek için adama kendi mezarını bile kazdırmışlardı. Almanların ormana doğru kaçan yaralı bir Partizanı nasıl vurduğunu ve sonra adamın cesedinden yükselen alevleri hatırladım.

Acı çekmekten çok korkuyordum. Kurşunla vurulmak mutlaka çok acı verici olmalıydı ama yanarak ölmek çok daha korkunçtu. Ancak yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Askerin elinde bir tüfek vardı ve benim ayağıma geçirilen ipin bir ucu onun bileğine bağlıydı. (..) (Sayfa: 82)
***
(..) Şimdi ben de kendimi Partizanların öldürdüğü uyuz köpek gibi hissediyordum. Adamlar önce köpeğin kafasını okşamışlar, sonra kulaklarının arkasını kaşıyarak hayvanı rahatlatmışlardı. O da mutlu mesut kesik kesik havlayarak sevilmenin keyfini çıkarıyordu. Sonra yakalaması için bir kemik attılar. Köpek kısa pis kuyruğunu sallayarak kelebekleri ürkütüp çiçekleri ezerek kemiğin peşinden fırladı. Kemiği yakaladığını sevinçle zıplayarak gösterdiği anda tak diye vurdular hayvanı. (..) Tabii ki beni sırtımdan da vurabilir, diye düşündüm. İnsanlar birini gözlerinin içine bakmadan öldürmeyi tercih ederlerdi. (..)
(Sayfa: 85)
***
(..) Bu fitilleri ve dinamitleri icat eden insanların kimler olabileceğini düşündüm. (..) Köylülerin sabanları, orakları, tırmıkları, çıkrıkları, kuyuları, miskin ve dermansız atların ya da hastalıklı öküzlerin döndürdüğü değirmen taşları öyle basit şeylerdi ki en kalın kafalı adamın bile bunları icat edip nasıl kullanılabileceğini anlayabilmesi mümkündü. Oysa bir mayına böylesi yıkıcı güç katan fitili icat etmek kesinlikle en kafası çalışan çiftçinin kapasitesini bile fazlasıyla aşan bir şeydi.
Almanların bu tip şeyleri icat etme konusunda pek yetenekli oldukları bir gerçekti, tıpkı dünyayı esmer tenli, kara kaşlı kara gözlü, iri burunlu ve koyu renk saçlı olanlardan tamamen temizlemeye kararlı olduklarının bir gerçek olduğu gibi. Yani bu durumda benim yaşam şansımın pek kuvvetli olmadığı gayet açıktı. (Sayfa: 100)
***
(..) Böylesine sefil ve zalim bir dünya, onun hakimi olmak için gösterilen bunca çabaya değer miydi.? (..) (Sayfa: 101)
***
(..) Oğlunun öldürülmesinin bedeli olarak bu kadar çok Yahudi'nin kurban edilmesi gerekir miydi acaba, diye merak ediyordum. Belki de yakında bunca insanın yakılabilmesi için dünyanın kendisi dev bir fırın haline gelecekti. Zaten bütün insanların bir gün yok olup gideceği söylenmiyor muydu, küller küllere, toprak toprağa denilerek. (..) (Sayfa: 110)
***
Tanrı'nın beni böylesine korkunç bir şekilde cezalandırması için bir sebep yoktu. Başka bazı güçlerin gazabını üzerime çekmiş olmalıydım. (Sayfa: 149)
***
(..)Tıpkı sürülmüş tarlalar gibiydi insan aklı ve ruhu, iblisler kötülük tohumlarını dur durak bilmeden işte bu hazır bekleyen tarlalara ekiyorlardı. Şayet bu tohumlar filizlenirse, onlar da gerekli bütün yardımı sunuyordu o insana, tabii ki bu yardımın bencilce amaçlarla kullanılarak diğerlerine zarar vermesi şartıyla. (..) (Sayfa: 160)
***
(..) masum ve günahsız birine eziyet çektirmek yerine, onun içine nefret tohumları ekmek çok daha önemliydi. Hele koca bir toplumun içini kin ve nefretle doldurmaktan daha büyük başarı yoktu. Bundan yola çıkarak dünyadaki bütün sarışın ve mavi gözlü insanlara esmerlerden ilelebet nefret etmesini aşılamanın sağlayacaklarını hayal bile etmekte zorlanıyordum. (..) (Sayfa: 161)
***
(..)Tanrı yukarılarda bir yerden her şeyi idare ediyordu. Benim gibi bir karasinekle ilgilenmeye neden vakit bulamadığını artık daha iyi anlıyordum. Onun idare etmesi gereken savaş halinde koca koca ordular, insanlar, silahlar vardı. Kimin kazanıp kimin kaybedeceğine, kimin ölüp kimin kalacağına o karar vermek zorundaydı. (..) İyi de neler olacağına madem Tanrı kendisi karar veriyordu, o zaman neden bu köylüler kaderleri konusunda bu kadar endişeliydiler, kiliselere din adamlarına bu kadar bel bağlıyorlardı.? (..) Sovyet komiserleri söylendiği gibi kiliseleri yerle bir edip din adamlarını öldürüp inananları ipe göndereceklerse zaten Kızıl Ordu'nun bu savaşı kazanmak konusunda küçücük bir şansı bile yok demekti. Fazla mesai yapmaktan ne kadar yorgun olursa olsun Tanrı kullarını böyle bir tehlikeye maruz bırakacak bir gaflete düşemezdi. Yine kiliseleri yakıp yıkan, insanları katleden Almanların bu savaşı kazanmasının anlamı neydi o zaman.? Tanrı'nın gözünden bakıldığında madem iki tarafta cinayet işliyordu, o zaman ikisinin de savaşı kaybetmesi daha anlamlıydı.
(Sayfa: 183)
***
(..) Köylüler gelenlerin kim olduğunu hemen anlamışlardı. Korku içindeydiler, telaşla birbirlerine Kalmuk'ların geldiğini, adamlar ellerine geçirmeden karılarını ve çocuklarını saklamaları gerektiğini haber verdiler. Aylardan beri bu atlılar hakkında korkunç hihayeler anlatılıyordu. Bir zamanlar yenilgi nedir bilmeyen Alman ordusu Sovyet topraklarının bir bölümünü istila edince, Sovyetlerden ayrılan ve Kalmuk'lar olarak tanınan bir grup, kendi isteğiyle Almanlara katılmıştı. Kızıllara duydukları nefretle yanlarında yer aldıkları Almanlar da onlara, savaş geleneklerine uygun olarak köyleri yağmalama ve kadınlara tecavüz etme iznini vermişlerdi. Kalmuklar özellikle Kızıl Ordu'nun ilerlediği yollar üstündeki kasaba ve köylerle Almanlara gereğince itaat etmediği belirlenen bölgelere gönderilirdi. (..) (Sayfa: 184)
***
(..) zirve bir adım ötede olduğu kadar iki adım geride de olabilir. Hatta tam zirveye ulaştım, dediği anda insan aniden tökezleyip düşebilir ve başladığı noktadan yeniden tırmanmaya koyulabilirdi. (..) (Sayfa: 203)
***
(..) Sıranın en önündekine yetişmek için çaba göstermek de, en arkada kalmak da kötüydü. Çünkü o zaman kitlelerle iletişimi kaybederdin ki, bu da çürüme ve yozlaşmaya yol açan bir durumdu. Birinin tökezlemesi bütün sıranın yavaşlamasına neden olurken, düşmesi ise, diğerlerinin ayakları altında kalıp ezilmesi anlamına gelirdi. (Sayfa: 205)
***
(..) İnsan, kendi savaşını taşır hep içinde. Kendi adaletini kendisi yerine getirirken de, kazanan ya da kaybeden, yine kendisidir. (..) Bir erkek ne kadar sevilip sayılan ve hayranlık duyulan biri olursa olsun neticede kendiyle yaşardı. Ve eğer kendisiyle barışık değilse, yapması gerekip de yapmadığı bir şeyin pişmanlığıyla kendini yiyip bitiriyorsa, o zaman ister istemez ''bu günahkar dünyanın tepesinde dolaşıp duran sürgün bir ruh, mutsuz bir şeytan''a dönüşürdü işte. (..) Bir şeyi daha çok iyi anlamıştım. Zirveye çıkan pek çok yol, o yollara da çıkan patikalar vardı. Ve bir insanın tıpkı Mitka ile benim ağaca tırmanırken yaptığımız gibi, tek bir dostun el vermesiyle, emekçi halkın toplu yürüyüşüyle varmaya çalıştığından farklı bir zirveye tek başına erişebilmesi mümkündü.
(Sayfa: 216)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...