5 Şubat 2024 Pazartesi

İsmet Zeki Eyuboğlu - Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü

 
İKİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
''..ülkemizde dilimize karşı ne denli yaygın bir ilginin bulunduğu anlaşıldı. İlk çalışmaya karşı, ilginin yanında, büyük bir tepkinin de yeralması pek şaşırtıcı olmadı. Yaşamı süresince başkalarının çalışmalarını derleyip toplamakla, başkalarının emeklerini sömürmekle bilgin geçinen kimi dilcilerimizin olumsuz s*ldırılarından ürkmedik, uyguladığımız özel araştırma yöntemimizi sürdürdük. Başkalarının çalışmalarından yararlanmakla birlikte onlara bağlı kalmadık, kendi kişisel düşüncelerimize dayalı yorumlarımızı sergilemekle yetindik. Dil gibi çok karmaşık bir sorunlar alanında belli yetkelere bağlanmak, boyuna başkalarının izinden giderek kişisel görüş bildirmekten kaçınmak verimli bir tutum değildir. Türk dilinin kökenlerini araştırmanın birinci koşulu sağlıklı bir dil felsefesi bilgisi edinmek, bu felsefenin ışığında yürümeyi bilmek, araştırılan sorunlara bu felsefenin yöntemiyle yaklaşmaktır.
Dil alanında sağlam bir felsefe bilgisi olmayan kimsenin araştırmaları ne denli kapsamlı, verimli olursa olsun doyurucu içerikten yoksun kalır. Bir topluluğun dilinde, o topluluğun yaşama anlayışını, yaşama biçimini, olaylara, doğaya bakışını yansıtmayan sözcüklerin hepsi yabancı kökenlidir, bunda kimsenin kuşkusu olmasın. Kavramlarını üretirken somuttan soyuta yönelmeyi başaramayan bir toplumun dilinde, soyut varlıkları içeren sözcüklerin bulunması bir olasılıktan öteye geçemez. Bir sözcük kavrama dönüşürken, onu konuşan topluluğun düşünce alanında sağlıklı bir yer edinmesi gerekir. Bir toplumun düşünce ortamında bulunmayan şeyin kavramı da yoktur. Kavramlar düşünsel içeriklerin taşıyıcısıdır. Türk dili, tarihi boyunca hep yabancı uzmanların ilgisini çekmiş, onların verimli bir çalışma alanı durumuna gelmiştir. Dahası, Osmanlı döneminde Türk diline ''Türk dili bile denmemiş, yakıştırma bir ''Osmanlı'' sözcüğüyle yetinilmiştir. Yüzyıldan bu yana Türk diliyle ilgili çalışmaları sürdüren Türk kökenli uzmanların çoğu da Türkiye dışından gelmiştir. Bu kişilerin ''Türk Dili'nden anladıkları da çokluk Orta Asya Türkçesidir. Orta Asya Türk'ü somutu düşünen, soyuttan kaçınan bir varlıktır. Bu, onun, tanrılarını bile ''yer tanrı'', ''gök tanrı'', ''su tanrı'' diye adlandırmasında görülen nesnelleştirmeden anlaşılabilir. Asya Türkünün düşünsel evreninde soyut bir tanrı yoktur demek. İşte bu çıplak gerçeği kavrayabilmek için felsefe öğreniminden geçmek gerekir. Bu nedenle dilcinin bilge olması kaçınılmazdır, dilin gerçeğini ancak, bilge dilci kavrayabilir kanısındayız.'' (..) ''Türk dilinin kökenbilim sözlüğünün eksiksiz olarak ortaya konması, önceleyin Türk düşüncesinin kaynağını, gelişim aşamalarını, içeriğini bilmeyi gerektirir. Türk insanı hangi koşullar altında doğaya yönelmiş, hangi ilkelere göre yaşamını biçimlendirmiş, hangi kurallara dayanarak çevresini kuşatan nesnel varlıkları adlandırmıştır.? Bu soruların yanıtını, felsefe ışığından yararlanamayan bir bilginin, bir uzmanın bulması olanaksızdır. (..) ''Bir sözcüğün yapısına ses düzenine bakarak Türkçe olup olmadığını söylemek kolaydır, güç olan sözcüğün kavrama dönüşürken oluşan içeriğini açıklamaktır. Yabancı bilgin, sözcüğün dış görünüşüne bakarak yargısını verirken, kavramsal içeriğin özelliğini gözden kaçırıyor, daha açığı düşünemiyor.'' (Sayfa: V-VI)
*
''Bir dilci birçok başka dil bilebilir, bu durum kendi dilinin anlamsal içeriğini kavramaya yetmez, o dilde düşünmek, o dilde düşünsel bir ortam oluşturmak temel koşuldur. Bir dilde konuşup yazmak o dili bilmek değildir, önemli olan o dille düşünmek, üretmek, düşünsel bir alan yaratmaktır. (..) Dilin yüzeysel özelliklerine bakarak kökenine inmeye çalışmak yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Kökte bulunmayan anlamı, sözcükte aramak da dil bilincinden yoksunluk demektir.'' (Sayfa: VIII)


BİRİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
Türk dilinin oluşma çağını, gelişme aşamalarını kesin olarak açıklamak, bundan bilimsel sonuçlar çıkarmak kolay değildir. Bu güçlük, önce ''Türk'' sözcüğünün yeni olmasından, ilk kez 8. yüzyılda Orkun Yazıtları'nda görülmesinden, sonra bu adı alan ulusun tarihi boyunca belli bir yerde değil de çok dağınık ülkelerde, birbirinden uzak bölgelerde yaşamasından kaynaklanır. Kimi tarihçilere göre Türk topluluğu, Orta Asya'da İÖ. 3000 dolaylarında vardı, düzenli bir yaşama biçimi, uyumlu bir topluluk içinde varlığını sürdürüyordu. Ancak, böylesine eskilere giden görüşlere karşın, elimizde bulunan yazılı kaynaklar, yazıyla saptanan belgeler ''Türk'' sözcüğünü 8. yüzyıldan öteye götüremiyor pek. Türk adıyla anılan topluluğun Orta Asya çıkışlı olduğu savı benimsendiğine, Orta Asya'da da çok eski çağlarda insanların yaşadıkları, kazıbilim verilerinden, insanbilim (antropoloji) buluntularından anlaşıldığına göre epey eski olması gerekir. Yine de, bugün bu eksikliğe dayanılarak, Türk dilinin beşbin yıllık bir geçmişi olduğu kanıtlar-belgeler gösterilerek saptanamaz. Dil bakımından saptanması da gerekli değildir. Bir insan topluluğu yaşadığına göre dilinin bulunması da gereklidir, dilsiz bir topluluk düşünme olanağı yoktur. Bu durum yalnızca Türk dili konusunda geçerli değildir, çağımızda yaşayan ulusların çoğunda böyledir. Bugün kimse çıkıp beşbin yıl eskiye giden bir Latincenin, bir Grekçenin varlığından sözedemez, elde böyle bir savı güçlendirecek belge yoktur (yazılı olarak). Buna yazının yeniliği engeldir. Dilin ayakta durmasını, yaşamasını, yayılmasını sağlayan yazıdır. Yazının kullanılmadığı yerde dilin çok dar sınırlar içinde kaldığı, geçerliliğini uzun boylu sürdüremediği açıktır. Bugün Sümer, Akad, Kopt, Çin, Hind, Hitit bg. eski toplulukların dillerinden sözedilebiliyorsa yazıya dayanıldığı tartışma götürmez. Yazıya dayanmadan günümüze kalan bir ilkçağ dili yoktur. Bir deneme olmaktan öteye geçemeyen bu çalışmamızda tek dayanağımız yazılı belgelerdir. Yazıyla saptanmayan, belgelenmeyen görüşlere yer vermedik, vermeyi de gereksiz bulduk. Dil insanla, insan dille vardır, ancak dili yaşatan, geçmişten geleceğe taşıyan yazıdır.
*
Türk dili üzerine çalışan bilginlerin ortaya attıkları değişik görüşlere göre, Türk dilinin kaynağı Orta Asya'dır, Türk insanı oradan çıkmış, dört yana yayılmıştır. Bu yayılma, daha çok, doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bilginler bu tarih olayına dayanarak, Türkçenin çok değişik öbekler oluşturduğunu, bunun da sonradan yerleşilen yerlerle bağlantılı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bugün, elimizde bulunan yayınlara göre, kırkın üstünde Türk dili öbeği vardır. Büyüklü küçüklü birimler oluşturan bu öbeklerin kimi ayrı bir dil niteliğine bürünmüş gibidir (Çavuş, Yakut, Kırgız bg.). Bu değişik öbekleri anlamak, açıklamak yalnızca konuyla ilgilenen uzmanların işidir artık. Günümüzde Asya Türkçesi, Anadolu Türkçesi (bütün komşu ağızlarla bütünlük içinde) diyebileceğimiz iki büyük öbek vardır. Buna daha geniş anlamda, Doğu Türkçesi-Batı Türkçesi diyenler de vardır. Biz, burada, bu öbekler üzerinde durmadık, o ayrı bir araştırma alanıdır. Bizi ilgilendiren, daha çok, ''Türk dili''nden anladığımızdır. Çalışmamızda eski Türkçe (es. tr.) diye nitelediğimiz Orta Asya Türkçesidir, onun gelişim çizgisinde yürüyen Asya öbekleridir.
*
Çalışmamızda, kendimize göre, bir yöntem uygulayarak, iki ilke benimsedik. A- doğal varlıkların çıkardığı seslerden kurulu sözcükler (Türkçe sözcükler). B- baaşka dillerden Türkçeye geçerek değişen ya da olduğu gibi kalan sözcükler (yabancı kaynaklı sözcükler). Birinci bölüme girenler kışkırtmak, böğürmek, uğuldamak, çağlamak, çınlamak bg. sözcüklerdir. Bu tür sözcüklerin açıklanışında, başka bir görüşü benimseyenlerin izini sürmediğimiz gibi kaynak arama gereğini de duymadık. İkinci bölüme girenler ise nereden geldiği çok açıkça bilinen sözcüklerdir. Sözgelişi mendil, kalem, defter, destek, fener, lamba, günlük, kâse, çekiç bg. Bunlar için de kaynak arama gereğini duymadık. Bugün kimse çıkıp kalas, damacana, kandil, iskemle, iskelet gibi sözcüklerin açıklanışında araştırıcıyı kaynak gösterme gereğinde bırakmaz. Araştırıcı bu sözcüklerin geldiği dilleri biliyorsa, başkalarının tanıklığına başvurması işi uzatmaktan öte bir anlam taşımaz. Farsa bilen bir kimse duvar, dost, düşman, ney, şamdan sözcüklerinin Türkçeye nereden geldiğini anlamakta güçlük çekmez. Ancak, bu sözcüklerin kaynağını araştırma gereği duyulursa, o da Farsçanın kökenini konu edinenin işidir. (Sayfa: XI-XII)
*
''8. yüzyıldan beri islamlaşmaya başlayan Türk toplumu, özellikle İran, Anadolu bölgelerinde ski dilini atarak Arap, Fars dillerinden sözcükler almayı hızlandırmıştır. Selçuklu döneminde Farsça, Osmanlı döneminde Arapça Türk diline yeğlenerek başat duruma getirilmiş, kimi padişahların da aralarında bulunduğu yazarlar-ozanlar Türk dilini beğenmemek şöyle dursun kötülemekten bile geri kalmamışlardır. Sözgelişi İkinci Bayezid bir şiirinde:
*
Değme etrak ne bilsün gam-ı aşkı Adli
Sırr-ı aşk anlamağa haylice idrâk gerek
*
diyerek Türkleri (etrak) yermekten kaçınmamıştır. Atayi de:
*
Ser-efraz itmese ilmin tâcı
Türk'ün asılmak olur mi'raci
*
diyerek Türk'ü küçümsemiştir. Sûzî Çelebi ise:
*
Bıçağ irdi sünüge Türk elinden
Koyunun sorma halin gürk elinden
*
dizeleriyle düşüncesini açıklamıştır. Öte yandan Sünbülzade Vehbi:
*
Fârisiden Arabiden iki şehbâl gerek
Tâ ki pervâz-i bülend eyleye anka-yi sühan
*
diyerek şiirde derin anlam bulmanın ancak Arapça-Farsça ile olabileceği düşüncesini sergilemiştir. Hoca Sadeddin Efendi de bu görüşü benimsemiştir:
*
Bâşına tâc aldı çıkdı ol pelid
İtdi bî-idrak Etrakı mürid
*
dizeleriyle Türk'ün anlayışsız, görüşsüz olduğunu vurgulamıştır. Bu örnekleri istediğimiz gibi çoğaltabiliriz. Oysa bu olumsuz tutumun ne denli tutarsız bir sonuç doğuracağını önceden gören Âşık Paşa:
*
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
*
dizeleriyle sergilemekten kendini alamamıştı. 16. yüzyılın başlarında yaşayan Mesihi bu durumu görerek:
*
Mesihi gökden insan sana yer yok
Yüri var gel Arab'dan ya Acem'den
*
dizeleriyle kanısını açıklamıştır. Türk'ün, Türk dilinin böyle küçümsenmesi, yerilmesi, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bunda İslam dinine girmenin yarattığı eğilim açıklığa kavuşmuştur. Nitekim birçok Türk ozanının Arap kökenli olmakla övündüğünü biliyoruz. Ozanlar, Türkçe yazmanın, şiir düzmenin güçlüğünü, anlamsızlığını söyleyerek Arap-Acem dillerine yönelmekte yarar görmüşlerdir, bunu açıklamakta da bir sakınca olmadığını ileri sürmüşlerdir. Anadolu Türkçesinde, özellikle 13. yüzyılda, Türk diline karşı çıkılmış, Mevlânâ neredeyse yüzaltmışbini aşkın dizesinde hep Farsçayı yeğlemiştir. Onun şiirlerinde geçen Türkçe dizeler bir iki dörtlükten öteye geçmez. Bu durumu gören Karamanoğlu Mehmed Beğ işe elkoyup bütün yönetim kurumlarında Türkçe konuşulmasını, yazılmasını bir buyrultu ile yasallaştırmıştır..'' (Sayfa: XVII-XVIII)


''..üzerinde durulması gereken konu Türk dilinin yapısıdır. Araştırıcılar, Türk dilinin Ural-Altay dilleri öbeğinden olduğunu öne sürerler. Bu dil öbeğinin başlıca özelliği, sözcük köklerinin çekimle değişmemesi, bütün çekimlerin köke getirilen eklerle sürdürülmesidir. Oysa Hint-Avrupa dillerinde sözcük kökleri çekimle değişir, başka bir biçime girer. Durum Arapçanın içinde bulunduğu dillerde de öyledir. Arapçayı iyi bilmeyen bir kimse ''istiklâl'' kavramının ''kılle''den türediğini anlayamaz. Latince'nin yapısına yabancı bir kişi''ratio'' sözcüğünün ''reor''dan oluştuğunu göremez. Grekçe'nin özünü öğrenemeyen bir uzman da ''logos'' kavramının ''lego'' ile bağlantısını bulamaz. Acemce konusunda yeterli dil bilgisi olmayan bir aydın ''kâr''ın ''kerden''den türediğini anlayamaz. Alman dilinin gelişim aşamalarını öğrenmeyen bir düşünürün ''Staat'' (devlet) sözcüğünün ''stehen'' (ayakta durmak) eyleminden kaynaklandığını bilmesi olanaksızdır. İşte Hint-Avrupa dillerinin başlıca özelliği budur. Kavramları oluşturan sözcük türleri, ilk bakışta anlaşılamayacak biçimde değişir.
Türk dilinde yukarıda açıklanan özellikler yoktur, sözcük köklerinin kavranamayacak nitelikte başkalaşması söz konusu değildir. Sözgelişi ''bil'' kökünden türeyen bütün sözcüklerde bu kök olduğu gibi kalır, türetme işlemi yalnızca birbirini izleyen eklerle sağlanır. Eylemin çekiminde kök özelliğini, yapısını korur.'' (Sayfa: XVIII-XIX)
*
''Dilin korunması, onunla yaratıcı olmayı, ürün vermeyi, geliştirici bir atılımla ilerlemeyi gerektirir. Eski alışkanlıkların etkisinde kalarak dilde üretici olmayı engellemek, dili savunmak değildir. Dili savunmak, dilin yapısı gereği yapılacak olanı bilmektir. (Bk. Eugene A. Nıda, Dilbilim Üzerine Tartışmalar, çev. Özkan Başkan, İstanbul 1973)'' (Sayfa: XXIII)
*
''..Osmanlı aydını Türkçe sözcüğü atıp yerine Arap-Acem kökenli bir sözcük alırken onun da yapısını değiştirmekte sakınca görmemiştir. Sözgelişi ''etrâk'' sözcüğü ''Türk''ün arapçalaştırılmış biçimiyle ''Türkler'' demektir. Osmanlı Türkler demeye yanaşmıyor, arapçalaşan etrak'ı kullanıyor, sonra dönüyor yine sözcükle ''etrâk-ı bî idrâk'' (anlayışsız Türkler) demekte sakınca görmüyor. Bu tür olaylar, dilde karşıt doğrultuda bir gelişmeye yol açıyor. Bu yol bırakılmıyor, Tanzimat aydını, Osmanlı aydınının izlediği dil yolunda yine Türkçeye aykırı bir yürüyüşe geçiyor. Fransızcadan sayısız sözcük aktarıyor, bu sözcüklerle ''gazel'' yazanlar bile çıkıyor.'' (Sayfa: XXIV)
*
''..çok iyi bilinen birtakım kaynakları ileri sürerek, onları bizim bilmediğimiz kanısını uyandırmak düşüncesiyle boy göstermeye kalkacaklara da sözümüz var: O kaynakların, daha kesin, daha doğru, daha güvenilir olduğunu hangi bilimsel yetkenize dayanarak söylüyorsunuz.? Dahası var; Türk ulusunun en az beş bin yıllık bir geçmişi olduğunu söyleyenlerin, böyle eski bir topluluğu altıyüz yıllık Arap-Acem kırması Osmanlıcayla konuşturmadaki amaçları nedir.?'' (Sayfa: XXIV-XXV)



''Bir ulus, bir kişi, hangi dille konuşuyorsa, hangi dille yazıyorsa ondandır. Dil, kişinin ne olduğunu, hangi kaynağa bağlanması, hangi topluluktan sayılması gerektiğini bildiren en saygın, en sağlıklı kanıttır. Kişi konuşup yazdığı dilin dışında değil, içindedir, yeter ki onu görecek göz, kavrayabilecek anlayış yeteneği ola. Anadolu toprağı üzerinde ortaya konan, doğan, gelişen uygarlık ürünlerinin, Antalya'daki Karain Mağarası'ndan çıkan buluntuları da sayarsak, yirmibin yıllık bir geçmişi vardır. Bu geçmişte birçok topluluk yaşamış, kendilerine göre birer dille konuşmuş, hepsi de Anadolu uygarlığının bütününü oluşturmuştur. Anadolu uygarlığı, en eski geçmişinden günümüze değin gelen, bir bütündür. Bu bütünde, Anadolu'da yaşamış bütün insanların katkıları emekleri vardır. Onlardan işine geleni almak, gelmeyeni atmak, yirmibin yılı aşkın Anadolu uygarlığının evcilleştiremediği yaratıkların işidir. Dilin ayrı olması uygarlık alanında (birlikte yaşanan topraklar üzerinde) birbirine yabancılaşmayı gerektirmez. Uygarlık yalnızca konuşulan dilin birliğinden değil, ortaya konan ürünler üzerindeki, emek ortaklığından beslenir. Yöresel bir dil, onu konuşanlarda toplumsal anlaşmayı sağlar, oysa ortak yaratma eylemine katılarak emeğinin ürünlerini ortaya koyan diller, uygarlık alanında bütünleşme olanağı yaratır. Bu nedenle Anadolu uygarlığı, bu eski tarih sürecinde belli bir dilin değil, dillerin ürünüdür. Uygarlık alanında dil ayrılığı, yaratı ürünlerinde türlülüğü sağlar, bu ürünler de hangi toprak üzerinde ortaya konmuşsa onun damgasını taşır. Buna karşın, dil ayrılığı bencil, bütünlüğün özüne aykırı, başat bir nitelik taşıma eğilimi gösterirse, uygarlıktan beklenen sonuç alınmamış demektir. Yeryüzünde tek dille ortaya konmuş, tek dille beslenip yaratıcı olmuş bir uygarlık yoktur. Anadolu uygarlığının bütünlüğü, görkemliliği; onun toprağından beslenenlerin yaratmalarındaki türlülükten doğan birlikteliktir.'' (Sayfa: XXV)
*
''Bu çalışmada beni Pazartesi Toplantılarında karşılaştıkça gönendiren, özendiren Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyuboğlu, Şadi Çalık, Azra Erhat gibi canların adlarını saygıyla anar, ilk çalışmalarımı çıkardığı Yeni Ufuklar dergisinde yayımlayan Vedat Günyol'a, basımı üstlenerek ağır bir yük altına giren Enver Aytekin'e yürekten sevgilerimi sunarım..''
*
İsmet Zeki Eyuboğlu (Sayfa: XXVI)


ACI
*
es. tr. açığ (tatlı olmayan) dan acı. Ac/aç kökü Türk dilinde, iki nesnenin birbirinden uzaklaşması, arada bir boşluğun oluşması eylemini içeren bir köktür. Birbirinden ayrılan, kopan, uzaklaşan iki nesnenin, insanla ilişkili durumda, yarattığı etki acı'dır. Acı/açığ sözcükleri açılmak eyleminden doğan tepkiyi, ezikliği, üzüntü uyandıran etkiyi dile getirir. (Bk. Acımak, acıkmak, acınmak, acıtmak).. Gr. axos, sanskr. amlâk, fr. amer, lat. amarus, itl. amare, isp. amargo, alm. bitter.. fars. telh, ar. mürr.. (Sayfa: 6)
*
AÇIKSAMAK:
*
''Acı (bk.) sözcüğü Asya Türkçesinde açığ/açıg/ açık biçiminde de söylenir; bu durum g/ğ/k sesleri arasında olagelen dönüşümden kaynaklanıyor. Anadolu Türkçesinde acı denen nesneye Asya Türkçesinde açığ/açıg/açık deniyor (Kâş, Uyg. Söz)
Açığ(k) sözcüğüne getirilen sa-mak ekleriyle ekşiye istek duymak eğilimi açıklığa kavuşuyor. Bu sa/se ortaekleri Türk dilinin anlam genişleme olayını yaratan başlıca etkendir.'' (Sayfa: 7)
*
AÇMA
*
tr. açmak (bk.) aç-a/açma (çalılık, işlenmemiş yerin kazılarak, ayıklanarak tarla durumuna getirilmesi, tarla.)
Anadolu'nun kırsal kesimlerinde kıraç, verimsiz çalılıklar kazılarak tarlaya dönüştürülür; Bu tür tarlaya da açma denir. 1950'den sonra, seçimlerde oy toplama amacıyla, ormanların ortadan kaldırılarak tarlaya dönüştürülmesi hızla yaygınlaştı, bu nedenle açma denen ekilir toprak türü çoğaldı.'' ''Ahmed'in tarlası açmadır, eskiden ormandı, kütük (tapu) öyle diyor''..
Açma, evlerde oklava ile açılan hamur, bu hamurdan yapılan tatlı. (Sayfa: 8 )
*
ADAM
*
sanskr. Adamas (insan)dan adam. Önce Arap-Fars dillerine, daha sonra İslam dininin etkisiyle, Türkçeye geçtiği düşünülürse de başka bir yorum daha vardır. Özellikle Arapçaya İbrani dilinden geçtiğini benimsemek daha doğrudur. İbrani dilinde Adam sözü İslam dininde geçen yalvaç Adem'in karşılığıdır. Sanskritçe-İbranca benzerliği bu sözün eş-köklü olduğunu göstermeye yeter. İbrani inançlarına göre Adam (Adem) ilk yaratılmış insan anlamındadır, Âdem Peygamberin adıdır. Türkçeye Arap-Acem dillerinden geçmiştir. Adem (adam) erkektir, dişinin karşılığı değildir. Bundan dolayı adam denince yalnız erkek anlaşılır. Adam (adem) sözü bütün Batı dillerinde Adam biçiminde, bir peygamber adı olarak geçer. Türkçede anlamı epey değişiktir. Biri bilinen yalvaç, ötekiler ise, erkek, insan, kişi, olgun, yetişkin bg. değişik anlamları içerir. Bundan ''adam olmak'' türünden deyimler de türemiş. Bu deyimlerin peygamber Adem adıyla ilgisi yoktur. (Sayfa: 9)
*
AHTAPOT
*
gr, okhtapodi (sekiz ayaklı)-den ahtapot. Gr. okhta (sekiz), podi (ayak), okhtapodi.
Alm. Polyp, fr. polyp, isp. polipo, fars. heştpâ (sekiz ayaklı.. (Sayfa: 15)
*
ALLAH
*
ibr. eloah (tanrı) dan el-ilah/Allah.
Mezopotamya dillerinde tanrı anlamına gelen sözcüklerin çoğu il, ul ile başlar. Arap dilinde, daha önce Allah kavramını oluşturacak bir sözcük yoktu. Ar. ilah (tanrı) sözcüğü de ibr. dilindendir.
Ak. ilu (tanrı), Babil dilinde il, el (tanrı), ak. eli, elitu (en yüce, en yüksekte olan), Tevrat'ta adı geçen, sonra Arapça söyleyişle islam uluslarınca benimsenen dört kutsal varlığın: Azra-il, Cebra-il, İsraf-il, Mika-il, adlarının sonunda görülen il sözcüğü tanrı demektir.
Alm. Got, lat. deus, gr. theos, ing. god, isp. dios, itl. dio, fr. dieu, fars. hudâ, sanskr. devâh, süm. dıngıt (tr. tanrı sözcüğünün kökeni, bk. Tanrı), tr. tanrı.. (Sayfa: 26)
*
ALMAK:
*
''Al-el sözcükleri arasında sesi değiştiren, ikisini birbirinden ayrıymış gibi gösteren a/e bağlaşımıdır. Tr. de bu iki ses sürekli olarak dönüşür, ağız ayrılıklarına göre biçimlenir. Tengri-tingri-tingiri-tengiri-tanğrı-tanrı dizininde dönüşme e'den a'ya doğru.'' (Sayfa: 26)
*
''Türk dilinde, ağızların birbirinden çok uzak kalmaları yüzünden, ses değişmelerini kesinlikle belirleme olanağı yoktur, buna bir de Türklerin tarihleri boyunca başka ulusların yazılarını kullanmaları eklenirse durumun karışıklığı daha kolay anlaşılır.'' (Sayfa: 27)
*
AMASYA


es. an. Ameseia (bir kişi adın)dan Amasia/Amasya (ama- kökü eski Anadolu dillerinden olup geniş, genişlik, sevgi bildirir. Sümerce ama köküyle bağlantılıdır).
Amasya'nın hangi yılda kurulduğu kesinlikle bilinmiyorsa da çevresinde yapılan kazılardan çıkan buluntular bu yörenin İÖ 3000 yıllarına giden bir yerleşme yeri olduğunu göstermektedir. Septimus Severus'la ilgili bir paranın üzerinde ''Ermes ktıcac then polin/ilin kurucusu Hermes'' yazısından anlaşıldığına göre, il, tanrı Hermes adına kurulmuştur. (Sayfa: 29)
*
AND:


moğ. anda (kan kardeşi, amca, dayı) dan and.
Ar. yemin, fars. sevgend, lat. jurandum, alm. schwören, fr. serment.
Bu sözcükler, ayrıca, and içmek anlamını da içerir.
Andiçmek, Moğol töresi gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler. Bu durumda ikisi de kankardeşi olur, buna andiçmek denir. Bu olay, bugün Anadolu'nun kimi yörelerinde uygulanır, bunu yapanlara 'kardaşlık' (bir anadan süt emmiş iki ayrı kişide olan durum gibi), kankardeşi denir.
*
Başunda kara başluk
Gel olalum kardaşluk
Tükendisa haşluğun
Vereyim sana haşluk
*
-Kar.- (Sayfa: 31)
*
ANKARA


gr. ankyra (çapa)dan Ankara.
Bu ilin kurucusu olarak Kral Midas gösterilir. (Sayfa: 32)
*
ANTAKYA


Antiokhos adından Antiokheia (Antiokhos ili) dan Antakya, Antakya ili, İÖ. 307 dolaylarında, İskender'in ölümünden sonra bu yöreye egemen olan bir komutanın buyruğu üzerine, şimdiki yerinden birkaç kilometre uzakta kurulmuştur.. (Sayfa: 33)
*
ANTALYA


Anadolu dillerinden, Bergama kralı II. Attalos (İ.Ö. 2. yüzyıl) adından. İli kuranın adına oranla Attaleia (Attalos ili), sonra halk ağzında Antalya biçimine girdi. İlin tarihi boyunca, Attos, Ataleia, Atalia, ar. da Antaliye, Türklerin eline geçtikten sonra Adalya bg. adı değişik biçimlerde söylenip yazılmıştır. (Sayfa: 33-34)
*
ARAB, ARAP
*
ak. aribu (göçebe, konar-göçer)den arebu/arab.
Araplar, başlangıçta, yerleşik düzende yaşamayı bilmez, çölde konar-göçer topluluklar oluşturarak barınırlardı. İslam dininin yayılışından sonra, kimi Arap toplulukları illerde, yerleşik düzende yaşamaya koyuldular. İlde yaşayanlara medenî (İbr. il anlamına gelen madina'dan medine) dendi, Medine adından dolayı, çölde yaşayanlara da badiye (çöl)den dolayı bedevî adı verildi.
Ak. aribu sözcüğünün tr. karşılığı yörük (dolaşan, yürüyen, konup göçen).. (Sayfa: 35)
*
ARUZ


şiir ölçüsü, acemi deve, yöre, Mekke-Medine yöreleri, bulut, dar yol, at (Ter. Kam.).
*
Aruz denen şiir ölçüsünü, İmam Halil adlı birisinin, deve yürüyüşündeki uyumu örnek alarak, düzenlediği kanısı yaygındır. Oysa bu kanı doğru değildir. Aruzun islamlıktan çok önce çölde yaşayan konar-göçer Arap ozanlarınca kullanıldığı biliniyor. Bu nedenle İmam Halil gibi kimsece bulunması olanağı yoktur. Aruz kavramının içerdiği şiir ölçüsü, İ.Ö. 1250'de yazıya geçirilip bir örneği elimizde bulunan Gilgameş Destanı'nda uygulanmıştır. Bu ölçüyü uygulayan ozanın adı da Sin Likke Unnini'dir. Adı geçen yapıtın ölçüsü ''recez bahri''den, aruzun bölümlerinden biridir. (Gilg. Des. S. 7, 1944, Landsberger). Ayrıca (TDD, sayı 310, ÖAA.).. (Sayfa: 41)
*
ASILMAK:
*
''Il-mak ekleriyle: basmak'tan bas-ıl-mak/basılmak, kırmak'tan kır-ıl-mak/kırılmak, sarmak'tan sar-ıl-mak/sarılmak.. Eylemin özneye yönlenmesinde ''ıl'' ortaekinin etkinliği. Eylemi yöneten öznede kendi kendine dönüş var, ancak neden öznenin dışındadır. Kişi kırılır'ken kırılma nedeni dışta kalıyor.'' (Sayfa: 42)
*
AŞIK II:


''tr. aşuk (aşmak'tan)tan aşık. Türk dilinde, genellikle, aşık kemiği biçiminde söylenir. Topuğun dışa taşan, kabarık kemiğine verilen ad. Bu adı almasının nedeni, kemiğin dışa doğru çıkık, aşkın olmasıdır.'' (Sayfa: 44)

ATEŞ:


fars. âteş (parlaklık, aydınlık. Doğrusu âtış'tır) ten ateş.
Anadolu Türkçesine, eski Zerdüşt inançlarının etkisiyle, ateşin kutsal sayılması, onunla ilgili adak yerlerinin, ocakların yapılması sonucu geçti. Eski Türklerde de od/ot (ateş) kutsaldı. Bugün Anadolu'da da ateş, ocak, kutsal sayılır, saygı görür.'' (Sayfa: 48)
*
AYESER
*
yun, Aya Sergios (Ermiş Sergios) adından Ayeser (Trabzon yöresinde Ağustos ayında düzenlenen bir dernek). Çalgılı-eğlenceli, içkili olarak düzenlenen bu dernek yörede yaşayan Hıristiyan azınlıklardan kalmıştır, günümüzde de eskisi gibi sürdürülür, ancak yörede Hıristiyan kalmadığından yalnız Müslümanlarca kutlanır. (Sayfa: 55)

AYIRAN


tr. ayırmak (bk.) tan ay-ı-ran/ayıran (özellikle fizikte ışınların yalın öğelerine ayrılmasını sağlayan araç.) Bu sözcük yoğurtla yağın birbirinden ayrılması sonucu oluşan ayran (bk.) dediğimiz sözcükle özdeştir. Biricik ayrım ayran'ın içecek nesne olmasındadır. Nitekim ayran sözcüğünün doğrusu da ayıran'dır, 'ı' sesi düşmüştür.
Ayırıcı, ayırım, ayırma (hepsi de ayırmak'tan).. (Sayfa: 56-57)
*
AYNEN
*
ar, ayn (göz, kaynak, tıpkı)dan ayn-en/aynen olduğu gibi, gözle görüldüğü gibi, kaynakta olduğu gibi).
Ar.da en, an ekleri özdeşlik, ilgi, görelik bildirir (sözgelişi: şifahen/sözlü olarak, tahriren/yazılı olarak, ahiren/sonradan, gıyaben/arkasından, o yokken).. (Sayfa: 57)

BAKLAVA


ar. bakl/bakla (bk.) dan bakla-vi/baklavi/baklava (kök anlamı: bakla biçiminde kesilip pişirilen Anlam genişlemesiyle bilinen hamur tatlısı.).
Türkçede baklağı, baklağı, baklavı gibi söylenişlerine aldanılarak tr. sanılmıştır, oysa Türk dilinde bakl/bakla sözcükleri yemeklik yeşil bitki anlamına gelen ar. bakl'dan alınmıştır.
Baklavacı, baklavacılık, baklavalık.. (Sayfa: 68)
*
BANKINOT/BANKANOT
*
ing. bank-note (banka belgesi, bankanın verdiği geçerli belge) tan bankınot/bankanot (Anadolu Türkçesinde kâğıt para karşılığı söylenir). (Sayfa: 72)
*
BANYO
*
itl. bagno (yıkanma) dan, banyo. Okunuş biçimi değişmedi. Fr. bain yıkanma, baigner (yıkanmak), alm. Bad (en), tr. yunma, yıkanma, çımma. (Sayfa: 72)
*
BARAK
*
tr. bar (büyük, iri) dan bar-a-k/barak (anlam genişlemesiyle: çok tüylü, büyük tüylü köpek.).
Anadolu Türkçesinde barak/tüylü, kıllı, çuha, kebe. Tüylü av köpeği, ağaçlara dolanan büyük asma (TS).
Barak/bağlarda yaşayan bir bitki asalağı, böcek, tırtıl. Çiçek bozuğu, çopur. Katışık (SDD).
Barak Baba (öl. 1308) Anadolu'da yaşamış, şaşırtıcı giyimi, davranışlarıyla ilgi toplayan bir eren. Bu adı alması, çok köpek beslemesinden olsa gerek (saçını, sakalını, bıyığını, kaşlarını kazıdığından ''tüylü'' anlamına gelemez).. (Sayfa: 73)

BARTIN


gr. bartanos (kızoğlan kız) tan Bartın.
İlkçağda, Bartın ilçesinin kurulduğu yerde, tanrıça Diana'ya adanmış bir tapınak vardı. Tanrıçanın niteliklerinden biri olan ''kız'' sözcüğünün gr. karşılığı olan bartenos'tan dolayı, ilçeye, sonraları Bartın dendi. (Sayfa: 74)

BEKTAŞILIK


tr. bektaş (bk.) tan bektaş-ı-lık/bektaşılık (bektaş sözcüğüne getirilen ''î'' sesi ar. fars. kökenlidir: bektaş-î/bektaşî/Hacı Bektaş Veli'nin yolunda giden, onunla ilgili olan demektir.)
Bu sözcüğün doğrusu Bektaşlık'tır. (Sayfa: 83)

BODRUM


gr. upodrome (temel, alt geçit) bodrum (evin altı, alttaki kat, evin temelindeki kat).
Anadolu Türkçesinde, Anadolu'da konuşulan rum. dan halk ağzıyla geçti.
Hipodromos (sığınan, liman), hüpo (hipo) alt, upodrome (konuşurken 'h' sesi eklenerek, hupodrome/hipodrome), 'u' (i okunur) sesinin düşmesiyle (u)-podrome-podrom-podrum/bodrum.. (SYB).
Alm. Keller, fr. sous-sol, cave, isp. subsuelo, ing. subterranean cave, fars. zîhr-i zemin, ar. taht-al-ard.. (Sayfa: 94)

BORAN


moğ, boran (fırtına, GD) dan boran (birden boşalan yağmur, fırtına). Dilimizde erkek adı olarak da söylenir. (Deli Boran adıyla anılan bir halk ozanı vardır). Boran (sis, karışıklık, yaban güvercini, sebze fideleri yetiştirme yastığı, SDD). (Sayfa: 96)

BURSA


es. an., Bitinya kralı Prusias adında Prusia-Prusa/Bursa. Tarih kaynaklarına göre, ili Bitinya kralı Prusias kurmuş, ona kendi adını vermiş (İ.Ö. 550). İlkçağda ilin adı Prusa olarak biliniyor, Ortaçağda, özellikle Osmanlı döneminde Bursa diye anılırdı. Prusias, Prusa sözcükleri eski Anadolu dillerinden olup Grek-Latin dillerine sonradan geçmiştir. (Sayfa: 108)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...