28 Mayıs 2022 Cumartesi

Ursula K. Le Guin - Yazma Üzerine Sohbetler (Söyleşi: David Naimon) (Çeviren: Özde Duygu Gürkan)


 ''İyi söyleşi iyi bir badminton maçına benzer: O topu birlikte havada tutabileceğinizi hemen anlarsınız, tek yapmanız gereken topun uçuşunu izlemektir.'' (Sayfa: 12)

*
Ursula K. Le Guin, 6 Ekim 2017
*
''İnsanın iyi şeyler okuyup onlar gibi yazmaya çalışarak öğrenmesi lazım. Bir piyanist hiç başka bir piyanisti dinlememiş olsa, ne yapacağını nasıl bilebilir ki.? Bence taklidi aslında kullanılabileceği gibi kullanmıyoruz.'' (Sayfa: 21-22)
*
''Hafızanın ve deneyimin altında, hayal gücünün ve icatların altında, kelimelerin altında hafızanın, hayal gücünün ve kelimelerin uyduğu ritimler vardır; yazarın işi bu ritmi hissedecek kadar derinlere inmek ve onun hafızayı ve hayal gücünü kelimeleri bulmak üzere harekete geçirmesini sağlamaktır.'' (Sayfa: 22-23)
*
''Okullarda çok daha az okuma yapılıyor ve çok az dilbilgisi öğretiliyor. Bir yazar için, daha aletlerin adlarını örenmeden ya da onları bilinçli bir şekilde eline almadan bir marangozhaneye atılıvermek gibi bir şey bu. (..) İnsanlara yazmaları için gerekli olan donanımı vermiyoruz, onlara sadece ''Sen de yazabilirsin.!'' diyoruz, ya da ''Herkes yazabilir, otur da başa hadi.!'' Ama herhangi bir şeyi yapabilmen için öncelikle onu yapmanı sağlayacak aletlerinin olması lazım.'' (Sayfa: 26)
*
''1968'de ''onlar'' zamirini kullanmak gibi bir seçenek yoktu; hiçbir editör kitabı basmazdı. (..)
İngilizcede cinsiyetten bağımsız bir ''o'' yok. Finlandiyalılara ve sanırım en azından bazı açılardan Japonlara gıpta ediyorum, cinsiyet belirtmeden konuşabiliyorlar.'' (Sayfa: 31)
*
David Naimon: ..David Mitchell'ın Kemik Saatler kitabı hakkında Guardian'da çıkan eleştirinizde bu şimdiki zaman kipi meselesini tartışıyorsunuz.Harika bir eleştiri yazısı. Virginia Woolf'un bilinç akışı yöntemini Mitchell'ın ''özbilinç akışı'' dediğiniz yöntemiyle kıyaslıyorsunuz. Ayrıca zamanla ilgili meselelere de değiniyorsunuz. Yazıda şöyle diyorsunuz:
''Burada, Zamanla derinden ilgilenen bir romanda, geçmiş zaman kipi yok gibi bir şey. Artık birçok kurmaca okuru şimdiki zaman kipini sorgusuz sualsiz kabul ediyor çünkü okudukları her şey şimdiki zaman kipinde, ama böyle uzun bir romanda bu biraz zorlayıcı olabiliyor. Geçmiş zaman kipinde anlatım önceki zamanları ima etmeyi ve dilek kipinin, şart kipinin, gelecek zamanın sisli menzillerine uzanmayı kolayca başarır; ama kesintisiz bir tanıklık varmış gibi yapmak zamanları göreli ve olayların birbiriyle bağlantılı olmasına pek izin vermez. Şimdiki zaman kipi karanlıkta dar huzmeli bir fener ışığıdır, görüntüyü bir sonraki adımla sınırlar şimdi, şimdi, şimdi. Geçmiş yoktur, gelecek yoktur. Bebeklerin, hayvanların, belki de ölümsüzlerin dünyası.'' (Sayfa: 35-36)
*
''..insanlara Woolf'un Deniz Feneri gibi kitaplar okuyup yazarın zihinden zihine dolaşarak ne yaptığını görmelerini tavsiye ediyorum. Ya da Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı tabii. Hem de nasıl. Tolstoy bir bakış açısından başka birine, sen daha perspektifin değiştiğini anlamadan geçiverir -çok zarif yapar bunu. Nerede olduğunu, dünyayı kimin gözüyle gördüğünü bilirsin, ama bir yerden bir yere savruluyormuş hissine kapılmazsın. Bir zanaata hâkim olmak böyle bir şey işte.'' (Sayfa: 37)
*
Charles Dickens'ın Kasvetli Ev Kitabı için:
*
''Kitabın yarısı şimdiki zaman kipinde yazılmış; o dönem için oldukça sıradışı bir durum. Ve bu pasajlar yazarın bakış açısıyla yazılmış, neredeyse bir kartal bakışının keskinliğiyle -tüm zamanlar için ender rastlanan bir durum. Olağanüstü bir kitap.'' (Sayfa: 39)
*
''Edebiyat mit ve efsanelerle ve Odysseia gibi mitolojiye dönüşen Kahramanlık hikâyeleriyle başladı. Ama bazı türlerin edebiyattan dışlanması artık geçmişte kaldı sanırım. Yine de benim için bu çerçevede konuşmayı bırakmak zor çünkü çok uzun zaman onların da Gazap Üzümleri kadar edebiyat olduğunu savunmak durumunda kaldım. Tabii ki çoğu Gazap Üzümleri kadar iyi değil, ama gerçekçi edebiyatın çoğu da onun kadar iyi değil. Edebiyatı türe göre yargılamak yanlış - aptalca, ziyankâr bir tutum. Artık çoğu kişi bunu biliyor.'' (Sayfa: 42)
*
''Bazı insanlar sanatın kontrolle ilgili olduğunu düşünür. Ben daha çok kendini kontrolle ilgili olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir şey: İçimde anlatılmak isteyen bir hikâye var. O benim amacım. Ben onun aracıyım. Eğer kendimi, egomu, istek ve fikirlerimi, zihinsel çöpümü bir kenarda tutabilir, hikâyenin odağını bulabilir ve hikâyeyi takip edebilirsem, hikâye kendi kendini anlatacaktır..'' (Sayfa: 44)
*
Şiir Üzerine:
*
''..şiirler kendi farklı yöntemleriyle geliyor. Etraflarında bir tür hale olan birkaç kelime, hatta sadece bir ritim beliriyor ve burada bir şiir olasılığı olduğunu anlıyorsun. Bazen çok kolay geliyorlar, ama şiirde romanlarda olduğu gibi dikte aldığımı hiç hissetmedim; roman yazarken içimden gelen ses ne söylemek istediği konusunda o kadar emindir ki tartışmak zorunda kalmam.'' (Sayfa: 55)
*
Günün Geç Vakitleri'nin Önsözünden:
*
''Bilim dışarıdan isabetli bir tasvir yapar, şiir ise içeriden. Bilim açıklar, şiir ima eder. İkisi de tasvir ettiği şeyden övgü ve takdirle bahseder. Hem bilimin hem de şiirin dillerinin bizi, cehaletimize veya sorumluluğumuza derman olmayan sonsuz ''enformasyonu'' salt istiflemekten kurtarmasına ihtiyacımız var.'' (Sayfa: 63)

Gabriela Mistral

Duvar * Basit, sıradışı duvar, ağırlıksız duvar, renksiz, havada bir parça hava. * Kuşlar geçiyor içinden meylederek; ışığın titreşimleri, kışın bıçak sırtı, yazın iç çekişleri geçiyor. Fırtınanın savurduğu yapraklar ve cisimli gölgeler geçiyor. * Ama nefes geçemiyor içinden, kol kavuşamıyor uzanan kollara, sine buluşamıyor sineyle asla. * Gabriela Mistral * Mistral gibi birisi daha yok, nevi şahsına münhasır biri ve Neruda'nın -Nobel'i alan o diğer Şili'li şairin- bütün ilgiye mazhar olması çok yazık. Ama işte erkekler genelde daha kolay ilgi odağı oluyor, kadınları erkeklerin görüş alanı içinde tutabilmek için biraz uğraşmak gerekiyor. Neruda çok iyi bir şair ama Mistral'in bana söyleyeceği çok daha fazla şeyi var. (Sayfa: 71-72)
*
''Ne de olsa diktatörler şairlerden daima korkar. Şairlerin politik bireyler olmadığını düşünen pek çok Amerikalıya tuhaf görünüyor bu, ama Güney Amerika'da ya da herhangi bir diktatörlükte hiç de tuhaf görünmüyor.'' (Sayfa: 76)
*
İşletim Kılavuzu'ndan:
*
''Hayal gücü insanlığın sahip olduğu en ama en faydalı araçtır. Bükülebilen başparmağı bile döver. Başparmaklarım olmadan yaşamayı hayal edebiliyorum ama hayal gücüm olmadan edemiyorum.'' (Sayfa: 93)
*
Çeviri: Tuncay Birkan, Zihinde Bir Dalga İçinde, s. 189
*
''Şehirlerde yeryüzünde başka canlılar yokmuşçasına yaşayabiliyoruz. İnsanların kayıtsızlaşmasına ve bir türün yok olmasını önemsememesine şaşmamak lazım. Hayvanlarla temas halinde olmak gerekiyor ve biz değiliz. Bence edebiyat, çocuklara yönelik hikâyeler ve hayvan hikâyeleri en azından temas halinde olmanın yaratıcı bir yolu. Dolayısıyla çok önemliler. Ama benim fikrimi paylaşan çok fazla edebiyatçı yok. Bir hikâye hayvanlar hakkındaysa muhtemelen duygusaldır diye düşünüyor edebiyatçılar. Ve duygusallık da olabilecek en kötü günah.'' (Sayfa: 97)
*
''Yok Olan Büyükanneler''den:
*
İstisnai Kılınma:
*
''..“Sessizlik, sürgün ve kurnazlığı'' seçen Joyce korunaklı bir hayat sürmüş, kendi yazıları ve kariyeri dışında hiçbir sorumluluk almamıştı. Woolf ise kendi ülkesinde düşünsel, cinsel ve siyasi açıdan aktif olan insanlardan oluşan sıradışı bir çevrede dolu dolu yaşamıştı ve yetişkin hayatı boyunca başka yazarları tanımış, okumuş, eleştirmiş ve eserlerini yayımlamıştı. Burada kırılgan olan Joyce, çetin ceviz olan Woolf’tur; kült nesnesi ve talihin jesti olan figür Joyce, birçok yazarı etkilemeye devam eden ve yirminci yüzyıl romanında merkezi bir yere sahip figür ise Woolf’tur.”
Ama kanonu oluşturanların bir kadın yazara bahşedeceği son şey merkezi bir yerdir. Kadınlar çeperde bırakılmalıdır.
Bir kadın romancının birinci sınıf bir sanatçı olduğu kabul edildiğinde bile dışlama teknikleri yine de işbaşındadır. Jane Austen'in geniş bir hayran kitlesi vardır, ama çoğu zaman tipik bir örnekten ziyade benzersiz, taklit edilemez bir figür olarak düşünülür - talihin harikulade bir jesti. Yok olması sağlanamaz ama tam olarak dahil de edilmez.
Bir yazarın yaşadığı sürece küçümsenmesi, görmezden gelinmesi ve istisnai kılınması, öldükten sonra yok olması için bir hazırlıktır.'' (Sayfa: 105)
*
''Kadınların edebiyatta ve başka bir yerde hiçbir şekilde sesi yokken erkekler binlerce yıl kadınlar adına konuştu. Bu da hâlâ devam ediyor.'' (Sayfa: 107)

26 Mayıs 2022 Perşembe

Virginia Woolf - Romanları Tekrar Okuma Üzerine (Çevirenler: Kübra Kavasçinay - Özgür Cem Oğuzbıçak)


 ''..''kitabın kendisi'' gördüğümüz biçim değildir, hissettiğimiz duygudur ve yazarın duyguları ne kadar yoğunsa kelimelere aktarılan anlam da o kadar sorunsuz olur.'' (Sayfa: 14)
*
''..hem yazıda hem okumada tüm metotlar arasında duygunun önce gelmesi durumu hakkında ısrarcı olmalıyız.'' (Sayfa: 15-16)
*
''Asıl malzememiz duygudur fakat duyguya ne kadar önem veriyoruz.? Kısa hikâyede olmayan kaç farklı duygu, kaç farklı yapı vardır; kaç farklı elementten oluşmuştur o kısa hikâye.? Yani aslında duyguyu alabilmemiz için gerekli olan şey ilk adımdır. Onu sorularla deneyip sırrını çözmemiz gerekiyor. Geriye işe yarar hiçbir şey kalmazsa her şeyi bırakıp onu çöp kutusuna gönderin. Geriye bir şeyler kalırsa da onu alıp evrenin mucizelerinin arasına koyun.'' (Sayfa: 16-17)


Kitap Nasıl Okunmalı.?
*
İlk olarak başlıktaki soru işaretinden bahsetmek istiyorum. Bu soruya cevap verebilecek olsam bile o cevap size değil sadece bana uygun olurdu. Çünkü birinin başkasına okuma ile ilgili verebileceği tek gerçek tavsiye, tavsiyelere kulak asmamak ve iç güdülerini takip edip, kendi yolunu izleyerek kendi sonuçlarına varmak olurdu. Bu konuda hemfikirsek birkaç öneri ve fikir sunmak istiyorum çünkü bu fikir ve önerilerin bir okurun sahip olabileceği en önemli özelliği olan özgürlüğünüze pranga vurmasına izin vermeyeceksiniz. Sonuçta, kitaplar hakkında ne çeşit yasalar koyulabilir ki.? Evet, Waterloo Muharebesi, belirli bir günde yaşandı, bunda herkes hem fikir, ama Hamlet'in Lear'dan daha iyi bir oyun olup olmadığını kimse bilemez. Herkes bu soruya kendi cevabını bulmalı. Otoriteleri kütüphanelerimize alıp, onların bize neyi okuyup neyi okuyamayacağımızı ya da okuduğumuz esere vermemiz gereken değeri söylemelerine izin verirsek o kütüphanelerin temelindeki özgürlük fikrini yok etmiş oluruz. Evet, bütün dünya kurallar ile yönetiliyor olabilir ama kütüphaneler, asla.
Özgürlüğün tadını çıkarmaya devam edebilmek için -basma kalıp lafları görmezden geleceğinizi umarak söylüyorum- kendimizi kontrol etmeliyiz. Gücümüzü çaresizce ve cahilce boşa harcamamalıyız. Gül fidesini sulayacağız diye evi su altında bırakmamalıyız. Bu yüzden, kendimizi işte tam olarak burada eğitmeliyiz. Tabii bu, bizi kütüphanede karşılayacak ilk zorluklardan biri olabilir. ''Tam olarak burası,'' nerede.? Kütüphane; sadece kafa karıştıran devasa bir yer değildir. Şiirler, romanlar, tarih kitapları, sözlükler ve her türlü cinsiyetten, ırktan ve dilden yazarlar tarafından yazılmış kitaplar vardır. Ve dışarıda ise anıran eşekler, çeşme başında dedikodu yapan kadınlar ve etrafta koşturan taylar. Peki, nereden başlayacağız.? Bu kaosu nasıl düzene sokup, bir anlam çıkararak okuduğumuz şeyden zevk alacağız.? (Sayfa: 25-27)
*
Biyografiler ve Anı Kitapları Üzerine:
*
''Kendimize sormalıyız: Bir kitap, yazarının hayatından ne kadar etkilenir.? Yazara nereye kadar güvenmeliyiz.? Yazarın içimize bıraktığı hislere nereye kadar direnmeliyiz.? Yazarın yarattığı karakter yeterince anlayışlı mı.? Bunlar yaşamları ve mektupları okurken sormamız gereken sorulardır ve kendimiz için cevaplamalıyız, çünkü hiçbir şey bu kadar kişisel bir konuda başkalarının tercihlerini kılavuz olarak kullanmaktan daha ölümcül değildir.
Böyle kitapları okurken amacımız, önemli kişileri tanımak veya edebiyat dünyasına ışık tutmak değil de kendi yaratıcı kaslarımızı gevşetmek de olabilir.'' (..) ''Her edebiyat türü, geliştikçe, eski aksanlar, bilinmeyen ve karmaşık diller ile yazılmış, çöp kitap örnekleri biriktirir. Ama kendinizi bu çöp kitapları okumaya, onlardan zevk almaya eğitebilirseniz o tozlu raflardan çıkan şeyler sizi şaşırtabilir.'' (Sayfa: 34-35)
*
Şiir:
*
''Zamanla çöp kitapları okumaktan bıkarız. Wilkinson'ların, Bunbury'lerin ve Maria Allen'ların bize vermeye çalıştığı mesajı çözmeye çalışmaktan yorulabiliriz. Çünkü onlarda ustalaşma ve hükmetme gücü yoktu; kendi yaşamları hakkında bile tüm gerçeği söyleyemediler; öyleyse düzgün olan hikâyeyi bile deforme ederler. Gerçekler bize verecekleri her şeydir ve gerçekler çok düşük bir kurgu biçimidir. Böylece, ayrıntıdan habersiz, yoğun ve genelleştirilmiş bir ruh durumu içine gireriz, bunun doğal ifadesi şiirdir ve böylece sıra şiir okumaya gelir.. şiir yazacak seviyeye geldiğimiz zaman tabii.'' (Sayfa: 36-37)
*
''..kitabı zihninin içinde tartışmayı, kitabı bıraktığında bile onu okumaya devam etmeyi ve bir kitabı diğeri ile uygun bir şekilde karşılaştırabilecek kadar okumuş olmak, işte bu zordur.'' (Sayfa: 42)
*
''Her türden kitapla -şiir, kurgu, tarih, biyografi- oburca beslendikten sonra okumaya ara verip bir süre dünyanın çeşitliliklerine bakarsak, beğenilerimizin değişmeye başladığını fark edeceğiz. Artık daha seçici oluruz.'' (Sayfa: 43)

21 Mayıs 2022 Cumartesi

Sabahattin Ali - Bir Cinayetin Sebebi


Bir Cinayetin Sebebi adlı öyküde, bir katilin mahkeme savunmasını dinleriz. Kurbanı zannedilen nedenden değil, başka bir nedenden öldürdüğünü öğreniriz. Bu öykü, Sabahattin Ali'nin 20 yaşında kaleme aldığı bir öykü. Belki de ilk öyküsü.. (Sayfa: 9)

*
Bir Siyah Fanila İçin Öyküsü'nden:
*
''..kuvvetli bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur.'' (Sayfa: 30)
*
Değirmen Öyküsü'nden:
*
''..ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir.'' (Sayfa: 76)
*
''..bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam.. Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelsi gün ağlayarak söyledi. Gel; dedim, beraber kaçalım. Acı acı güldü, 'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun.?' Onu nasıl sevdiğimi anlattım: 'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir.?'..'' (Sayfa: 85)
*
''..sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi, kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.'' (Sayfa: 92)
*
1929
*
BİRDENBİRE SÖNEN KANDİLİN HİKAYESİ ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''..bu iskelet bize o kadar yakındır ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.'' (Sayfa: 101)
*
''Ey her tarafımdan yavaş yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik.!'' (Sayfa: 108)
*
KURTARILAMAYAN ŞAHESER ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''..''..Güzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin, fakat Fuzuli daha derin, Goethe daha azametli değil miydi.? Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare'i, istihza (üzüntü, mutsuzluk) ve ıstırapta Dante'yi geçebilir misin.?''
Ve genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahluktur. Kadınları hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. Çünkü bu kızın gözleri baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde hissetmek, kafasında düşünmek kabiliyeti vardı.'' (Sayfa: 114)
*
''Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu çölde hiçlik ve.. güzellik hüküm sürüyordu.'' (Sayfa: 122)
*
BİR DELİKANLININ HİKAYESİ ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yen bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek birçok lafları vardır.'' (Sayfa: 133)
*
KIRLANGIÇLAR ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa, 'dünyada neler gördünüz.?' dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki..'' (Sayfa: 171)
*
''Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz.?'' (Sayfa: 172)

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Şükran Kurdakul - Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (Broy Yayınları)


NÂZIM'IN BİLİNMEYEN MEKTUPLARI

*
''Nâzım Hikmet'in Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan, elimizde bulunan otuz dokuzu Bursa Hapishanesi'ndeki son beş yılına tanıklık ediyor. 1945-1950.
(..)
İçerde de içindeki özgürlüğü duyanlardan Nâzım.
Denizi, ormanları, şehirleri, yolculukları, eve dönüşleri, kadınları ile yaşamın uzağındayken bile, varlığının özünde saklı yaşamsal cevahir coşkusunu tazeliyor O'nun.
Sevgi ve coşku.. Görülmemiş iki kaynak gibi, her koşulda -karamsarlıkta bile- birbirini tamamlayacak soluğunu güçlendirme nedeni olup çıkıyor. Sevgi, inançla birlikte, hem düşünsel, hem duygusal bir dünya kurmuş içinde çünkü.
Kurulu düzenin olumsuzlukları, insanı yabancılaştıran etkilerden uzak bir dünya bu. O düzen ki, İkinci Dünya Savaşı'nın en zorlu, en çıkmaza düşüldüğü sanılan evrelerinde bile, Nâzım Hikmet'in kurduğu bu düşün ve duygu dünyasını karartmaya yetmiyor. Yitip giden milyonlarca insanın, yakılan kitapların, mahvolan şehirlerin acısını yüreğinde duyarak dünyasını korumasını biliyor.
İlk hastalandığı günlerde, Mehmet Ali Cimcoz'a elyazısı ile yazdığı mektup bu direnci somutluyor bize:
Hayat güzeldir, ümitlidir
ve hapishanede de olsa, anginle de olsa
aşk ve şevkle, bütün insanlıkla birlikte
yaşanmalıdır.
*
Aynı günlerde yazdığı anlaşılan başka bir mektup da şu satırlarla bitiyor:
Günler geçiyor dedim ya, bu sekiz sene hapislikte hiçbir şey öğrenemedimse sevmeyi, sabretmeyi, ümit etmeyi ve dünyayı olduğu gibi, ne fazla ne eksik görebilmeyi öğrendim. Böyle bir kazanç sekiz yıllık hapse değer. Şaka etmiyorum, sahi söylüyorum.
Hadi güle güle ve güzel günlere.!'' (Sayfa: 5-6)
*
Çok uzaklardan geliyoruz
----çok uzaklardan
Kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla
Bize hâlâ konduğumuz mirası hatırlatır
Bedrettin Simavi'nin boynuna inen satır.
Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik.
Biliriz
-----hangi pir aşkına biz
Sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik.
Çok uzaklardan geliyoruz,
Alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnaz edilen Galile'nin
-----dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
*
Okuduğumuz, çok genç yaşlarda yazdığı, Kablettarih (1929) şiirindeki dizelerde de görüldüğü gibi eskimeyen aşkıyle bütünleşmeye çalıştı.
Bir yazısında da bu konudaki görüşünü özetleyerek tarihsel olanın bütünlüğüne şöyle dikkat çekmişti Nâzım:
Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mâzi, mal, istikbal unsurlarıyle ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum.
*
(Her Ay, 20 Nisan 1937) (Sayfa: 7-8)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Annem geldi. Sevinçliyim. Gönderdiğin parayı aldım, teşekkür ederim. Sana yakınlarda perde yollayacağım, pencerelerine takarsın ve dışarıyı onun renkleri arasından görürsün. Sonra şimdi ben abajur da yapıyorum, sana bir tane de abajur göndereceğim.'' (Sayfa: 11)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Ben bildiğin gibiyim: çalışıyorum, yani tercüme yapıyorum. Manzaraları işliyorum, sevgililerimi düşünüyorum, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa ümitten ibaret bir halde, kâh öfkeden köpürüp, kâh keyiften ağzım kulaklarımda, kâh 15 yaşında bir delikanlı gibi içli ve lirik, kâh 60 yaşında bir bakkal gibi realist, kâh mâruf tabiriyle, kuşlardan hür, kâh ağaçlardan esir, kâh yirmi dört saati bir dakikada, kâh bir dakikayı yirmi dört saatte yaşayıp günlerimi geçiriyorum. Hakkım olan, benim olan şeyleri bekleyen, ayak seslerine kulak vermiş, gözleri uzakları, yakınları, dört bir yanı araştıran, dehşetli seven, korkunç derecede nefret eden bir hâlim var. Bazan yüreğimde, gözlerini bile görmediğim milyonlarca insanın acısı, ümidi, bazan bir tek kadının yumuşak, sıcak dudakları var. Hâsılı, sana kendimi tarif edeyim diye bir yığın şey yazdım, yine de tarif edemedim, meğerse bendeniz ne komplike bir mahluk imişim.'' (Sayfa: 17)


Nâzım Hikmet, Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan ikisinde Mayakovski'den etkilendiği yolundaki savlara şöyle değinmiştir:
*
Ben Mayakovski'yi şahsen tanıdım. Bir kere, bir yılbaşı gecesi, bir şairin evindeki toplantıda kendisine takdim edildim. Sonra şiir okurken de dinledim, fakat hâlâ en az tanıdığım şair O'dur. Sonra tersine, üstadı bizde tercüme etselerdi, aramızda ne kadar az benzerlik olduğu o zaman meydana çıkardı. Kısaca söyleyeyim: Üstad, bir çeşit müstezatlı aruzla yazar, bendeniz böyle müstezatlı bir ölçü kullanmam. Üstatta kafiye meselesi, edindiğim, edinebildiğim bilgiye göre ön planda geliyor, bendeniz ise bunu ancak gerektiği zaman bir unsur olarak kullanırım. Hazrette ferdiyetçilik de vardır, yani bir tarafı anarşisttir galiba, bendeniz değilim. Ama bütün bunlara rağmen, üstadın ve soydaşlarının dilinden henüz yirmi kelime bilirken, o devirde bilhassa onun yarattığı; sanat havasının ve sosyal muhitinin içine, ömrümün en büyük talihi, saadeti olarak düşmüş bulunmamın elbette ki üzerimde, çok şükür, büyük tesiri olmuştur.
*
Elyazısı ile yazdığı başka bir mektubunda da Tolstoy'dan etkilendiği yolundaki savları tartışırken gene anar Mayakovski'nin adını:
*
Gelelim Tolstoy'a, sana tuhaf bir şey söyliyeyim mi, ben Tolstoy'u şöyle sindire sindire ancak şu Harp ve Sulh romanını tercümeye başladıktan sonra okumuş oldum. Yani demek istediğim, üzerimde, tesiri olmuşsa ancak şu son senelerde olmuştur. Mamafi bunu da zannetmiyorum. Yalnız bir mesele var: Tolstoy'dan sonra yazı yazan ve insanları, sanat hokkabazlıklarına başvurmadan ve sade şekiller içinde oldukları ve hattâ olacakları gibi vermeğe çalışan her yazıcıda, Tolstoy'u isterse hiç okumamış olsun mutlaka izlerini bulursun. Çünkü bu dehşetli adam bir sanat devrinin başlangıcıdır, hem de kemale ermiş bir başlangıç. Bilmem derdimi anlatabildim mi.? Mesela başka bir bakımdan, şiirde Mayakovski de öyledir. Fakat değil mi onu da ancak şu sıralarda ara sıra okuduğum halde, aynı şeyi, yine onun tesiri altında kaldığımı da söylediler. Halbuki muayyen bir devirde, tabir caizse akıl için yol bir, benim ve daha bir sürü yazıcının talihsizlikleri Tolstoy'dan ve Mayakovski'den sonra yazı yazmaya başlamış olmalarıdır -eğer bu meselede talihsizlik mevzu bahis ise. Şimdi sana daha tuhaf bir itirafta bulunayım. Ben eğer Tolstoy'u ve Mayakovski'yi meselâ bundan on sene evvel şöyle iyice, derinden derine okumuş olsaydım ve tesirleri altında kalmak, yani onlardan bir kültür ve sanat kaynağı olarak faydalanmak bahtiyarlığına ulaşsaydım, belki de çok daha iyi bir yazıcı olurdum. (Sayfa: 25-26)
*
''İnsan hasrete erince sükûti oluyor.'' (Sayfa: 27)


EN MÜHİM MESELE
*
Yaprakları arslan pençeli çınarlar
--------------------------bin yıl yaşamakta
Kestaneler üç bin
Ve serviler beş bin sene ayakta.
Kavaklar bile yediyüz yıl yeşil ve beyaz-
Halbuki biz
-----ne kadar az yaşıyoruz, kardeşlerim,
----------ne kadar az yaşıyoruz,
---------------ne kadar az.
Beygirle bir ayardayız henüz
---------------bu en mühim meselede,
Hattâ onun kadar bile doyamıyor dünyasına
-----beygirden çok yük taşıyan çoğunluğumuz. (Sayfa: 27)
*
12 Ekim 1945
*
Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzere
dönüp baktığımızda son defa şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz:
''- Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
çalıştık gücümüzün yettiği kadar
--------------------seni bahtiyar
--------------------kılalım diye.''
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişim,
--------------------devam ediyor hayat..
İçimiz rahat,
Gönlümüzde hakkedilmiş ekmeğine doymuşluk,
Gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi
-------------------işte geldik gidiyoruz
---------------------şen olasın Halep şehri
*
Nâzım Hikmet Ran (Sayfa: 28)
*
''Şiir dediğin nesne yılan gibi olmalı, hem her parçası ayrı ayrı yaşayabilmeli, hem de bütünü bir kat daha kuvvetle hayatiyet kazanmalı.'' (Sayfa: 33)
*
''..söz söylenmeğe değer olacak, sonra bunu en uygun, en mükemmel kalıba döküp, o kalıbın mükabil tesirinden de faydalanarak söylenecek. Yani sahici, okunmağa değer ve ''bu yazılmasaydı yazık olurdu'', denilecek şiiri döktürmek çok zor iş. Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların hepsinin muhtevasını önceden iyice pişirdim, sonra en uygun şekillerini, ne çeşit kafiye ile, ne çeşit vezinle yazılacağını, uzunluğunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini peşinen kestirmeğe çalıştım, yani çok zor bir mesaiden sonra işe koyuldum. Bundan dolayı da iyice şiirlerim, maalesef, gayet azdır.'' (Sayfa: 40)
*
''..ne severim o şarkıyı; kış geldi firak açmadadır sinede yâre, şu bizim şehirli ve köylü halk sanatkârının ''yara''ya ''yâre'' demesi pek hoşuma gider.'' (Sayfa: 41)


''Bak sana bir şey söyliyeyim mi, hani ölmez sağ kalır da çıkmak nasip olursa, Hazreti Mevlana'ya taş çıkartan aşk şiirleri yazacağım.
Mamafi, Hazreti Süleyman kadar, bu işi beceremeyeceğimi itiraf ederim. Eğer çoktandır okumadınsa, Süleyman'ın neşideler neşidesini hemen bulup oku. Mehmet Ali'ye de söyledim ya, onun ayarında bir aşk şairi ne gelmiş ne gelecek.'' (Sayfa: 47)
*
''Nâzım Hikmet tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsedikten sonra bu felsefi görüşe karşı olan düşünür ve yazarları alaya alan yergi şiirleri yazmıştır. Bu kişilerden Berkley (Georges, 1685-1753) idealist felsefenin kurucusu sayılmaktadır. Madde'yi reddederek bilginin görevinin doğayı yaratanın (Tanrının) dilini çözmeye çalışmak olduğunu ileri süren Berkley'i, ''Behey onsekizinci asrın filozof piskoposu/felsefeden tüten günlük kokusu/başımızı döndürmek içindir.'' dizeleriyle yargılarken, ''filozof katil'', ''sermayenin altın sesi'', ''karar kuşaklı keşiş'', ''tilkilerin şahı tilki'', ''bir karış boyuna bakmadan Karpat'ları inkâr eden cüce'' vb. nitelemelerle mahkûm eder. (Berkley, 835 Satır).'' (Sayfa: 73)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...