5 Ekim 2018 Cuma

Barış Bıçakçı - Baharda Yine Geliriz

'' Yolculuk..'' diyorum,
Mahir başını sallıyor, '' İçimizdeki taşlar yerine oturuyor'' diyor. (Sayfa: 9)
***
Herkes Masum
*
Üçüncü haftanın başında, eğitimden burunları, kulakları kıpkırmızı döndüklerinde duyulmuştu haber: ''Bulgar Askeri''nin cüzdanı çalınmıştı. Ona bu adı, yedek subay okuluna geldikleri ilk gün, berberdeki sıranın uzunluğu yüzünden saçını kestiremeden üniforma giydiğinde takmışlardı. Çocuğun sarıya yakın düz saçları şapkasının arkasından taşıp ensesine dökülüyordu. Çipil gözlü, açık tenliydi. Ama sonradan, ilk günkü görünüşüne zıt bir tutum sergilemişti: Kurallara hemen uyum sağlamıştı. Yürüyüşü, selam verişi kusursuzdu. Tekmil verirken, bütün varlığını belirsiz düşmenlere karşı savaşmak üzere orduya adamış gibi bağırıyordu. Her fırsatta, önceki dönemlerin eğitim, tören fotoğraflarının asıldığı panoyu inceliyordu. Ama ne olursa olsun o, ''Bulgar Askeri''ydi ve acemi eğitiminin daha ilk ayı dolmadan cüzdanı çalınmıştı.
Akşam yemeği içtimaından hemen önce ''Bulgar Askeri''nin koğuşunun önünde beş altı kişi toplanmıştı, her tarafı iyice arayıp aramadığını, cüzdanda neler olduğunu sormuşlardı.
''PARA VARDI AMA ÖNEMLİ DEĞİL O'' DEMİŞTİ ''BULGAR ASKERİ'' ''ASIL ÖNEMLİSİ KİMLİKLER. BİR DE İÇİMİZDE BÖYLELERİNİN OLDUĞUNU BİLMEK...''
Koğuşların sıralandığı uzun koridor boyunca eğilmiş botlarını bağlayanlar, koridorun koğuş kapıları dışında her yerini kaplayan çelik dolapların önünde durmuş palaskalarını takan, güneşten yanan yerlerine krem sürenler, olayı kulaktan kulağa duymuştu. Akşam güneşi koğuşların açık kapılarından koridora doluyor, herkes, her şey koyu bir gölge olarak görünüyordu.
''Bulgar Askeri''nin koğuşunun önünde toplananlardan biri, ''Şimdilik aramızda kalsın. Bölük komutanına söylemeyelim. Yemekten sonra konuşuruz'' dedi. Sesini bütün koridora duyurmak ister gibi söylemişti. Gölgeler yavaş hareketlerle koridoru boşalttı. Işık demetlerinin içinde tozlar oynaşıyordu.
Yemekten sonra ''Bulgar Askeri'' nin koğuşunda toplandılar. Bölüğün çoğu oradaydı. Bir kısmı ranzaların üzerine oturmuş, bir kısmı da kapının ağzında birikmişti. Dışarıdan nöbetçi subay görebilir diye geniş pencerenin önünü boş bırakmışlardı, yine aynı endişeyle koğuşun ışığı da açılmamıştı. Koridordan gelen ışık hepsinin bir yanını karanlıkta bırakıyordu.
Çeşitli öneriler vardı. Kantinde sürekli satranç oynayan işletme mezunu çocuk, bölük kıdemlisinin hırsızlığı bölük komutanına bildirmesini önerdi; satranççı arkadaşları da onu destekledi. Bu işi çözse çözse komutan çözerdi !. Başkalarını bilmiyordu ama, kendisi zan altında bulunmaktan hiç hoşnut değildi. Hemen itirazlar yükseldi. ''O zaman bütün bölük çekeriz cezasını'' dedi kepı aralığında erkete gibi duran biri. ''Dün nasıl süründürdü hepimizi!'' Mırıldanarak onayladılar. Ağustos güneşinin altında toprak futbol sahasını baştan sona sürünerek geçmişlerdi.
''Hafta sonu görüş iznini de kaldırabilir !'' Bunu söyleyen Ankaralıydı, her hafta sonu ailesi ve nişanlısı geliyordu onu görmeye. Son geldiklerinde kocaman iki kavun getirmişler, çocuk da bölük arkadaşlarına dağıtmıştı. Öteki Ankaralılar telaşla destek verdiler. Ankara'ya bu kadar yakınken, geceleri ışıklarını görüyorken, eşlerinden dostlarından mahrum kalmak istemiyorlardı.
'' BULGAR ASKERİ''NİN ÖNERİSİ OLAYIN ÜZERİNİ KAPAMAYA YÖNELİKTİ. SESİNE DUYGUSAL BİR HAVA VEREREK KONUŞTU. CÜZDANI, HAYIR ÇALAN DEMEYE DİLİ VARMIYORDU, CÜZDANI ALANI BÖYLE BİR ŞEY YAPTIĞI İÇİN HİÇ AFFETMEYECEKTİ. AMA CÜZDANINI GECE KOĞUŞ KAPISINA BIRAKIRSA OLAYI DAHA FAZLA BÜYÜTMEYECEKTİ. PARALARIN YERİNDE OLUP OLMADIĞINA BAKMADAN BU OLAYI UNUTACAKTI. ONA ASIL DOKUNAN ARALARINDA BÖYLE İNSANLARIN OLDUĞUNU BİLMEKTİ.''
Kendi ranzasında bulunmanın rahatlığıyla uzanmış yatan Çukurtümsek, '' Senin bu dediğin olmaz ki !'' diye itiraz etti, ''Bir gören olur korkusuyla hırsız senin bu dediğini yapmaz.'' Dişlerinin arasında kürdan varmış gibi konuşuyordı; kısık sesliydi, heyecanlı biriydi. Bölüktekiler soyadıyla dalga geçmek için ona Çukurtümsek diyordu. Bir gece ışıklar söndükten sonra Çukurtümsek koğuş arkadaşlarına, aralarındaki yakınlığın çok özel bir yakınlık olduğunu, onlarla birlikte olduğu sürece kurada güneydoğu çekse bile üzülmeyeceğini, aksine birlikte savaşmaktan mutlu olacağını söylemişti.
'' Doğru'' dedi bölük kıdemlisi '' gören olur korkusuyla bırakamaz cüzdanı... Bence en iyisi bütün koğuşları ve dolapları arayalım.''
Bu öneri üzerine koğuştakiler hep bir ağızdan konuşmaya başladı. Aramanın çok uzun süreceğini düşünenlervardı, bir grup da bunun onur kırıcı bir şey olduğunu söylüyordu.
İlk banyo gününde hamamda çıplak dolaşan birkaç kişiyi sert bir biçimde uyaran iri yarı çocuk, '' Bütün bölük, Kuranıkerim'e el basalım'' dedi yüksek sesle. Dini bir melodiyle söylemişti bu cümleyi ve yeşil gözlerinin soğuk parıltısı yarı karanlıkta bile seçliyordu.
Sonra kimsenin itiraz etmeyeceğinden emin bir biçimde göğüs cebinden küçük bir kitap çıkarıp ortaya doğru uzattı.
***
Şehir Rehberi
*
Şehrimizdeki yoksulların tam sayısını bilmiyoruz. Ama çoklar. Gecekondularda yaşıyorlar. BAYRAMLARDA ULAŞIM ARAÇLARI PARASIZ OLUNCA ORTAYA ÇIKIYORLAR. Caddelerde, alışveriş merkezlerinde dolaşıyorlar. Geçtiğimiz bayram, şehir tiyatrosunda onlar için ''TEMİZLİK İMANDAN GELİR'' adlı oyun, YİNE ÜCRETSİZ SERGİLENDİ. Konusunu yüzyıllar önce Anadolu'da yaşanan bir savaştan alan bu oyunda, TÜRK ASKERLERİNİN MİSVAK DALLARIYLA DİŞLERİNİ FIRÇALADIĞINI GÖREN DÜŞMAN GÖZCÜSÜNÜN, '' TÜRKLER BİZİ ÇİĞ ÇİĞ YİYECEK !'' DİYE BAĞIRARAK SAKLANDIĞI YERDEN FIRLAYIP KAÇTIĞI SAHNE, YOKSULLAR TARAFINDAN ÇILGINCA ALKIŞLANDI.
*
Bazen yağmur şimdiki bir yağmur olarak yağar şehrin üzerine, bazen de daha önceki bir yağmur olarak. Minareler, vinç kuleleri, çatılardaki antenler pusun ardında silikleşir. Her şey birbirine karışır. Çıkıp bir sokakta yürüsek, şehrin boğazına kaçmış gibi oluruz. Binalar, kaldırımlar, tabelalar, belediyenin işlek caddelerin kenarına diktiği cılız ağaçlar, püskürtmek istercesine üzerimize gelir. Evde kalsak, komşunun oğluna Türkçe dönem ödevi için yardım etmemiz gerekir. Zavallı çocuk bizim ağzımızdan, içinde ''UMARSIZ'' sözcüğü geçen bir dolu cümle yazar, sonra da umarsızlık içinde bir bize bir yazdıklarına bakar.
*
Milattan sonra 1884 yılında inşa edilen şehrimizin tek saat kulesi hâlâ ayakta. Ama kulenin yaklaşık bir metre çapındaki saati ne yazık ki 1977 yılında bozulmuş. O tarihten bu yana saati öğrenmek için şehir halkı olarak başka yöntemler geliştirdik. Sabahları işimiz kolay. Askeri bölgenin dikenli tel boyunca kırıtarak yürüyen mini etekli, fileli çoraplı ''askeri bölge güzeli''ne güveniyoruz. Saçları sarıya boyalı, yetmişine merdiven dayamış bu kadın, her sabah dokuzda yaptığı iç gıcıklayıcı yürüyüşüyle bizim için bir saat işlevi görüyor. Akşamlarıysa yoldan geçen birilerini durdurup '' Affedersiniz saatiniz kaç acaba?'' diye soruyoruz.
***
Anlamayan Kadınlar
*
''..Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. ''İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birden kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın.'' Ağzından salyalar akan bütün yazar müsveddeleri gibi ben de okuyucu olarak bir kadını, onu düşlüyordum işte.!
''Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum'' demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: '' İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir.?''
***
Pastanede
*
''..''Yıldızlar nasıldı.?'' diye sordu adam, kadının yardımına koştu. ''Geceleri ziyaretine geliyorlar mıydı?''
Kadın ıslak gözleriyle başını sallayıp gülümsemeye çalıştı. Salep fincanıyla ilgileniyor göründü. Sonra birden sırtını dikleştirdi, gülünç bir toparlama hareketi yaptı. Yıldızı bol bir gece iş arkadaşlarıyla sahilde oturup sabaha kadar konuştuklarını söyledi. Anlatmaya başladı. Adam, dört kişi arasında geçen bu konuşmayı ilgiyle dinliyor, kadının söylediği adları aklında tutmaya çalışıyordu. Sandviçinin son lokması elinde, sandalyesine yaslanmıştı.
Bir ara öne doğru eğilip, ''Ona mı.. Yani Meral'e mi söyledin.?'' diye sordu, kadının anlattıklarına bir hayli kaptırmıştı.
''HAYIR.!'' DEDİ KADIN OLANCA YUMUŞAKLIĞIYLA. ''ONA DEĞİL SANA SÖYLEDİM.. BEN.. YILLARDIR YALNIZCA SENİNLE KONUŞUYORUM.''
***
Şiir'dir az kelimeyle çok şey anlatma sanatı. Nesir'de şimdiye kadar böylesini okumamıştım. Belki vardır ama en azından ben bilmiyorum.
Barış Bıçakçı'nın kaleminde, insanı dinlendiren ama düşünmekten de alıkoymayan bir tılsım var sanki. Kitabın başından sonuna hep şu duyguyu yaşattı: ''Her halde devam edecek. Burada kalmaz ki..''
Alışmışız sanırım giriş-gelişme- sonuç bölümlerine. Çok küçük bir giriş, ondan biraz daha kapsamlı gelişme ama sonucu okuyucuya bırakılan yazılardan oluşuyor.
Kelime kalabalığından uzak, sade, dingin, samimi, incelikli yazılarıyla yüreğe dokunuyor. Yaşanan çevre içinde, çoğu atlanan, belki umursanmayan ya da üzerinde durulmayan olayları kaleme aldığı kısa yazılar... Hafiften Yusuf Atılgan'ı hatırlattı.
Kitabın arka kapağında yazılan:
''Şu gürültülü zamanda, gevezelikten ve ''farfara''dan gına getirenlerin sığınacağı bir kuytu köşe, Barış Bıçakçı'nın anlatıları. Minimalizmin duru güzelliği var onun her kitabında.'' sözleri özeti olsa gerek.

Khaled Hosseını - Bin Muhteşem Güneş

- '' Bunu öğren, kafana iyice sok kızım.'' dedi Nana. Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her zaman. Bunu hiç unutma Meryem.'' 
(Sayfa: 7 )
***
- Nana, Meryem'i doğurduğu günü anlatırken, yardımına hiç kimsenin gelmediğini söyledi. Dediğine göre, onu 1959 baharında, gri, yağmurlu bir günde doğurmuştu; Kral Zahir Şah'ın genellikle olaysız geçen, kırk yıllık saltanatının yirmi altıncı yılında. Celil bir doktor, hatta bir ebe çağırma zahmetinde bulunmamıştı; hem de vücuduna cin girebileceğini, doğum sırasında malum nöbetlerinden birini geçirebileceğini bile bile. Kulübenin zemininde, tek başına yatmıştı, yanında bir bıçakla tere batmış bedeniyle.
'' Sancılar arttığında, yastığı ısırıyor, sesim kısılıncaya kadar bağırıyordum. Yine de bir Allah kulu gelip yüzümü silmedi, bir bardak su vermedi. Sana gelince, Meryem co, hiç acele etmedin kızım! O soğuk taş bir zeminde tam iki gün yatırdın beni. Ne bir şey yedim, ne de uyudum; sürekli ıkınıyor, bir an önce gelmen için tanrıya yakarıyordum.''
'' Özür dilerim Nana:''
'' Göbek bağımızı kendim kestim. Bıçağı yanıma onun için koymuştum.
'' Özür dilerim.''
Tam burada, her seferinde, Nana'nın yüzünde ağır, dertli bir gülümseme belirirdi; bitmek bilmeyen bir yakınmanın mı, yoksa zoraki bir bağışlayıcılığın mı ifadesiydi, Meryem bir türlü çıkaramazdı. Kendi doğum şekli yüzünden özür dilemenin haksızlığını, buradaki adaletsizliği değerlendirmek, genç Meryem'in hiç aklına gelmedi. '' (Sayfa: 11-12 )

***
- Nana önce, kulübenin etrafında dönenip durdu, yumruklarını bir sıkıp bir açıyordu.
'' Sahip olabileceğim onca kız varken, Tanrı neden bana senin gibi bir nankörü verdi? Senin uğruna katlandığım onca şeyden sonra! Ne cüretle.? Beni böyle terk etmeye nasıl cüret edersin, seni küçük hain, seni harami.!''
Sonra alaya başladı.
'' Senin kadar sersemini görmedim.! Seni umursadığını, evine kabul edeceğini sanıyorsun, ha.? Seni kızı gibi görüyor.. evine alacak öyle mi.? Bak sana ne diyeyim. Bir erkeğin kalbi fesat, habis bir şeydir, Meryem. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez..'' 
(Sayfa: 29-30)
***
- Meryem elleri dizlerinin arasında, kanepede yattı, camın önünde girdap gibi dönen, çevrilen tipiyi seyretti. Aklına Nana'nın bir keresinde söylediği şey geldi; her bir kar tanesinin, dünyanın bir yerinde haksızlığa uğrayan bir kadının ağzından dökülen bir ah olduğunu. Bütün bu iç geçirmeler gökyüzüne yükseliyor, bulutlar halinde toplanıyor, sonra minicik parçalara bölünüp sessizce aşağıya, insanların üstüne yağıyordu. 
Bizim gibi kadınların neler çektiğinin göstergesi, demişti. Başımıza gelen her şeye nasıl sessizce katlandığımızın.  (Sayfa: 95) 
***
- Babi, daha küçüklüğünde Leyla'nın kafasına sokmuştu. Hayatında en önemsediği şey, kızının önce güvenliğini sağlamak, sonra da okutmaktı. 
Daha çok küçüksün biliyorum, ama bunu şimdiden anlamanı ve iyice öğrenmeni istiyorum, demişti. Evlilik bekleyebilir, eğitim beklemez. Sen çok, çok zeki bir kızsın. Gerçekten öylesin, istediğin her şey olabilirsin, Leyla. Seni tanıyorum. Ayrıca, bu savaş bittikten sonra Afganistan'ın erkekler kadar, belki daha da çok, sizlere gereksineceğini biliyorum. Çünkü bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşma şansı yoktur, Leyla. Hiç yoktur. '' (Sayfa: 118)
***
- Anne'nin karyolasının altından, Ahmet'in ayakkabı kutusunun ucu görünüyordu. Anne arada bir çıkarır, içindeki eski, buruşuk gazete kesiklerini, el ilanlarını gösterirdi Leyla'ya; Ahmet isyancı gruplardan ve Pakistan'da üslenmiş olan direniş örgütlerinden toplamıştı bunları. Leyla fotoğraflardan birini çok iyi anımsıyordu; uzun, beyaz paltolu bir adam, bacakları olmayan bir çocuğa lolipop uzatmaktaydı. Resmin altında şöyle yazıyordu: Sovyet kara mayınlarının hedefi çocuklar. Makalede, Sovyetler' in patlayıcıları, parlak renkli oyuncakların içine gizledikleri belirtiliyordu. Çocuk eline alınca, oyuncak patlıyor, parmakları hatta elinin tamamı kopuyordu. Bu durumda çocuğun babası cihata katılamıyordu, evde kalması, sakat çocuğabakması gerekiyordu. Ahmet'in kutusundaki bir başka makalede, genç bir mücahit, Sovyetler'in köyüne, insanların derisini kavuran, gözlerini kör eden gaz bombaları attığını söylüyordu. Annesiyle kız kardeşinin can havliyle, kan tükürerek dereye koştuklarını görmüştü. (Sayfa: 125)
***

''Vatanımızın adı bundan böyle Afganistan İslam Emirliği'dir. Bunlar da bizim koyduğumuz, sizin uyacağınız yasalar:
Bütün vatandaşlar, günde beş vakit namaz kılacaktır. Namaz vakti başka bir iş yaparken yakalanan, kırbaçlanacaktır.
Bütün erkekler sakal bırakacaktır.Meşru ölçü, çenenin altında, en az bir sıkılı yumruk uzunluğundadır. Bu emre uymayanlar, krbaçlanacaktır. 
Bütün erkek çocuklar türban takacaktır. Birinciyle altıncı sınıf arasındakiler siyah, daha yukarı sınıftakiler beyaz türban takacaktır. Bütün erkek çocuklar islami kılıklar giyecektir. Gömlek yakaları iliklenecektir. 
Şarkı söylemek yasaktır. 
Dans etmek yasaktır. 
İskambil oynamak, satranç oynamak Kumarın her türü ve uçurtma uçurmak yasaktır.
Kitap yazmak, film izlemek, resim yapmak yasaktır. 
Evinizde kuş beslerseniz, kırbaçlanacaksınız. Kuşlarınız öldürülecek. 
Çalarsanız, eliniz bilekten kesilir. Bir daha çalarsanız, ayağınız kesilir. 
Müslüman değilseniz, müslümanların görebileceği yerde dua etmeyin. Bunu yapanlar kırbaçlanacak ve hapse atılacaktır. Bir Müslüman'ı kendi dinine döndürmeye çalışan kişi, idam edilecektir. 
Kadınların dikkatine:
Evinizden dışarıya çıkmayacaksınız. Kadınların sokaklarda amaçsızca dolaşması, caiz değildir. Dışarıya çıkarsanız, yanınızda mutlaka bir mahrem, erkek akrabanız bulunacak. Sokakta tek başına yakalanan kadın dövülecek ve evine gönderilecektir. 
Her ne şart altında olursa olsun, asla yüzünüzü göstermeyeceksiniz. Dışarıdayken burka'yla örtüneceksiniz. Aksi halde şiddetle kırbaçlanacaksınız. 
Makyaj malzemeleri yasaktır.
Mücevher yasaktır.
Çekici, gösterişli giysiler giymeyeceksiniz. 
Sizinle konuşulmadan konuşmayacaksınız. 
Erkeklerle göz göze gelmeyeceksiniz. 
Uluorta gülmeyeceksiniz. Gülenler kırbaçlanacaktır.
Tırnaklarınızı boyamayacaksınız. Boyarsanız, bir parmağınız kesilecektir. 
Kızların okula gitmesi yasaklanmıştır. Bütün kız okulları derhal kapatılacaktır.
Kadınların çalışması yasaklanmıştır. 
Zinadan suçlu bulunursanız, taşlanarak öldürüleceksiniz. 
Dinleyin, iyi dinleyin. İtaat edin. Allah-u Ekber.''' (Sayfa: 284-285)
***
- Kazmalı baltalı adamlar, bakımsızlıktan dökülen Kabil Müzesi'ne daldılar, İslam öncesi heykelleri parçaladılar. Mücahitler tarafından çoktan yağmalanmamış olanları elbette. Üniversite kapatıldı, öğrenciler evlerine gönderildi. Resimler duvarlardan indirildi, kılıçlarla parçalandı. Televizyon ekranları tekmelendi.. Kitaplar, Kur'an dışında, yığınlar halinde yakıldı, kitap satan dükkanlar kapatıldı. Halili'nin, Pejvak, Ensari, Hacı Dehkan, Eşraki, Beytab, Hafız, Nizami, Rumi, Hayyam, Beydel ve daha çoklarının yapıtları kül oldu. '' (Sayfa: 287)
****
- Kerabat, Kabil'in kadim müzik mahallesi susturuldu. Müzisyenler dövüldü, hapse atıldı, rubabları, tamburları, armonikaları ayaklar altında çiğnendi. Taliban, Tarık'ın en sevdiği şarkıcının, Ahmet Zahir'in mezarına kurşun yağdırdı.
'' Öleli nerdeyse yirmi yıl oluyor'' dedi Leyla Meryem'e. '' Ölmek bile yetmiyor mu?'' (Sayfa: 288)
****
- ''Yaa'' dedi Tarık '' Flamingolar''
Taliban resimleri bulunca, diye sürdürdü anlatmayı, kuşların uzun, çıplak bacaklarına bozulmuş. Kuzenin ayaklarını bağlayıp falakaya yatırmış, kan revan içinde bırakmış, sonra da bir seçenek sunmuşlar: Ya resimleri yok edeceksin ya da flamingoları edepli bir hale getireceksin. Bunun üzerine, kuzen eline fırçasını almış, kuşlara, her birine, tek tek pantolon giydirmiş.
'' Al sana müslüman flamingo'' dedi Tarık. (Sayfa: 341)
****
- Kuşkuluyum, dedi genç Talib. ''Allah bizi farklı yaratmış; siz kadınlarla biz erkekleri. Beyinlerimiz farklı. Sizler bizim gibi düşünmeyi beceremezsiniz. Bunu batılı doktorlar bilimsel olarak kanıtladı. İşte, tek bir erkeğin tanıklığına karşılık iki kadın tanık istememizin nedeni de bu.'' (Sayfa: 376)

Bavul Dergisi - Kasım 2016, Sayı:14 (Sabahattin Ali)

Bu yazı ''Filiz Hiç Üzülmesin'' Kitabı'ndan, Filiz Ali tarafından okurlarımızla paylaşılmıştır.
*
Son Yolculuk
*
Babam, Edirne'ye peynir yüklemeye gidiyor hesapta. Ancak yanına şoför muavini olarak Ali Ertekin diye birini alıyor. Ali Ertekin Yugoslav göçmeni, ordudan silah kaçırdığı gerekçesiyle astsubaylıktan atılmış biri. Bulgaristan'a adam kaçırdığı, hatta Emniyet'le ilişkisi olduğu sonradan ortaya çıkan bilgiler arasında. Ali Eryekin olay ortaya çıktıktan sonra sorgu yargıçlığında verdiği ifadede şöyle söylüyor:
'' Kızılcadere köyünde kamyondan indiklerini, şoför Salim'i geri gönderdiklerini, gece Üsküp ile Yündolan arasında Sazara köyü istikametine yürüdüklerini ve işte bu sırada Sabahattin Ali'nin Marko Paşa gazetesinin sahibi olduğunu, Bulgaristan'a geçerek oradan da Moskova'ya gideceğini öğrendiğini..''
Bu durumda milli hislerin galeyana geldiğini, birdenbire iradesini kaybettiğini ve elindeki sopa ile kitap okumakta olan Sabahattin Ali'nin kafasının sol tarafından yüzüne doğru şiddetle vurduğunu itiraf ediyor Ali Ertekin. İfadesine '' ... suratı, gözlüğü, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Bu iki darbeden sonra Sabahattin Ali sol tarafına doğru yere yıkıldı. Ağzından burnundan kanlar boşandı. Dikkat ettim. Hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü.'' diyerek devam ediyor.
2 Nisan 1948, Sabahattin Ali kitap okurken öldürülmüş ve öldüğü yerde, dere yatağında öylece bırakılmış. Babamdan haber alamamamız annemi çok tedirgin etmiyor, Rasih Nuri İleri eliyle gönderdiği mektupta babam ''... bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa veya İngiltere'de olacağım. Filiz'in okulu bitince sizi yanıma aldıracağım...'' dediğine göre meraklanacak bir şey yok.
Ben Haziran ayında Mimar Kemal İlkokulu'nu bitiriyorum. Diploma törenimiz çok güzel geçiyor. Annemin diktiği pembe organze tuvaletim ile Johann Strauss'un valsleri eşliğinde peri kızları gibi dans ediyorum. Sonra da milli giysilerimizle Tamzara ve Harmandalı oynuyoruz. Sükse bin beş yüz. Ne var ki ilk kez yaz tatilini Ankara'da geçiriyoruz. Ne kadar bunaltıcı bir yaz bu... Sonbaharda Ankara Kız Lisesi'ne kaydımı yaptırıyor annem. Babamdan hala haber yok. Okulda özellikle ingilizce dersim çok iyi, Hocam Lamia Hanım'a bayılıyorum. Okulun müdürü Perihan Hanım babamın İstanbul Yüksek Muallim Okulu'ndan arkadaşı, beni kolluyor o da.
Yanılmıyorsam 1949 yılının Ocak ayı. İngilizce dersi yaparken sınıfa lise bir öğrencisi koşucu Üner Teoman giriyor ve Lamia Hanım'ın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Gazeteciler gelmiş, avluda beni bekliyorlarmış, babamla ilgili bir konu varmış. Üner Teoman'la avluya çıkıyorum. Gazeteciler bana bir şey söylemeden aniden fotoğraflarımı çekmeye başlıyorlar. Rüyada gibiyim.
O akşam eve iki genç gazeteci gelip anneme '' Sabahattin Ali'nin Bulgaristan'a kaçarken öldürüldüğü iddia ediliyor ama doğru değil, bu konuda ne söyleyeceksiniz?'' gibi sorular sorup gidiyorlar. Ertesi günkü gazetelerde benim fotoğrafın altında ''Öldürülen Sabahattin Ali'nin küçük kızı Filiz'' yazısı, manşette ise '' Sabahattin li'nin karısı Aliye Ali ' Kocamın başına ne geldiyse kitapları yüzünden geldi'' dedi cümlesi. Annem panik içinde. Avukat dostumuz İsmail Hakkı Balamir bu sözleri tekzip ediyor hemen. Dostlar evde kalmamamıza karar veriyorlar. Ortalık sakinleşinceye kadar gazeteci Emin Karakuş'un evinde kalıyoruz birkaç gün.
Kapkaranlık, dipsiz bir kuyuda gibiyim. Kendimi bildim bileli her akşam uyumadan dua ediyorum. Bu duadan annemin de babamın da haberleri yok. Yazları annemin anneannesinin Suadiye'deki evinde gaz lambası ışığında her gece bana ezberletmeye çalıştığı ''Rabbi esir, velatu asir...'' diye başlayan duayı '' Allahım ne olur ben iyi bir çocuk olayım, annemi ve babamı üzmeyeyim, annem ve babam ölmesinler'' diye bitiririm. Ne var ki Allah benim bu duamı kabul etmemişti işte. Dünyada en çok sevdiğim varlığı, babamı elimden almıştı. Bunda besbelli benim de suçum olmalıydı ki cezalandırılmıştım. Yeterince iyi bir çocuk olamamıştım demek ki. İnatçıydım, kıskançtım, anneme istediği kadar yardım etmiyordum, ama babamın ölmesine neden olacak kadar büyük bir suç ne olabilirdi?
Babamın ölümünü izleyen günler, haftalar aylar ve yıllar boyu çözemediğim bu suçluluk duygusuna bir de çevrenin baskısı eklenirse o yıllar yaşanan kabusun korkunçluğu daha iyi anlaşılabilir. Sabahattin Ali öldürüldüğüne göre suçluydu. Suçu neydi? Komünist olmak. Ben kimdim? Komünistin kızı. Kimlerle konuşuyor, hangi kitapları okuyordu bu komünistin kızı? Komünistin kızının arkadaşı olmak da tehlikeliydi. Onu yapayalnız bırakmak, cüzamlı gibi tecrit etmek gerekiyordu.
'' Sabahattin Ali'nin öldürülüşü aylarca sonra resmen açıklanınca, bütün burjuva basını en ağır karalamalar, sövgüler ve suçlamalarla Sabahattin Ali'ye saldırdı. Onunla ilgili çirkin hikayeler uydurdu. Öylesine bir baskı, korku ve yılgı havası yaratıldı ki kimse Sabahattin Ali'yi göze alamadı, gerçeği açıklayamadı.''
Sabahattin Ali'nin suçu ne idi? Sabahattin Ali kendi suçunu itiraf ediyor aslında öldürülmeden bir yıl önce:
'' NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ MEĞER. BİR GÜN ALMANLARIN PABUCUNU YALAYAN, ERTESİ GÜN İNGİLİZLERE TAKLA ATAN, DAHA ERTESİ GÜN DE AMERİKA'YA KAVUK SALLAYAN SOYSUZLAR GİBİ OLMAK İSTEMEDİK. YALNIZ VE YALNIZ BİR TEK MİLLETİN ÖNÜNDE SECDEYE VARDIK. O DA CEFAKEŞ MİLLETİMİZDİR. MEĞER NE BÜYÜK GÜNAH İŞLEMİŞİZ! KANUNLU, KANUNSUZ BASKILAR ALTINDAEZİLE EZİLE PESTİLE DÖNDÜK. BUGÜNÜN İTİBARLI KİŞİLERİ GİBİ, KESE DOLDURMADIK, MAKAM PEŞİNDE KOŞMADIK. İÇ VE DIŞ BANKALARA PARA YATIRMADIK, HAN, APARTMAN SAHİBİ OLMAK, SAĞDAN SOLDAN VURMAK VE MİLLETİ KASIP KAVURMAK EMELLERİNE KAPILMADIK. BÜTÜN KAVGAMIZDA KENDİMİZ İÇİN HİÇBİR ŞEY İSTEMEDİK. YALNIZ VE YALNIZ BU YURDUN BÜTÜN YÜKÜNÜ OMUZLARINDA TAŞIYAN MİLYONLARCA İNSANIN DERDİNE DERMAN OLACAK YOLLARI ARAŞTIRMAK İSTEDİK. BU NE AFFEDİLMEZ SUÇMUŞ MEĞER! NEREDEYSE, YOLDAN GEÇERKEN MİDE UŞAKLARI ARKAMIZDAN BAĞIRACAKLAR. ' GÖRÜYOR MUSUN ŞU HAİNİ! İLLE DE NAMUSLU KALMAK İSTİYOR VE AHENGİMİZİ BOZUYOR... '
ÇALMADAN, ÇIRPMADAN, BİZE EKMEĞİMİZİ VERENLERİ AÇ, BİZİ GİYDİRENLERİ DONSUZ BIRAKMADAN YAŞAMAK İSTEMEK BU KADAR GÜÇ, BU KADAR MİHNETLİ, HATTA BU KADAR TEHLİKELİ Mİ OLMALIYDI?! NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ MEĞER! BEREKET, ZORA KATLANMASINI BİLEN BU MİLLET DE NAMUSLU.''
Bugün bu yazının altına imzasını atmaktan kaçınacak herhangi bir aydın var mıdır acaba? Ne gariptir ki aradan geçen elli yılın, Sabahattin Ali'nin yazdıklarını doğruladığını görüyor ve tarihin tekrarlanmasına hep birlikte bugün de tanık oluyoruz.
Babamı kitap okurken öldürüp (kim öldürdüyse) Kırklareli'nin Üsküp Nahiyesi'ne bağlı Hedye köyü yoluna elli metre mesafede orman içindeki çatağa öylece bırakan katil veya katiller, aylarca sonra bulunan tanınmaz haldeki bu cesede bir mezarı bile çok gördüler. Kemikleri bir torbaya konup oradan oraya teşhis için dolandırıldı. Gömüldüğü yerden çıkarılıp tekrar incelendi. Sabahattin Ali'nin canını almak yetmedi, ölüsünü de rahat bırakmadılar bu gözü dönmüş vampirler ve dünyada hiç iz bırakmasın diye kemiklerini bile yok ettiler.
Ama Sabahattin Ali, sanki canilerin onu mezarsız bırakacaklarını çok önceden sezmiş gibi ve
'' BENİM MESKENİM DAĞLARDIR'' diyerek şiirini yazmıştı.
***
Gerçek Gazetesi, 22 Şubat 1950
Asım Bezirci, Sabahattin Ali, Gözlem yayınları, İstanbul 1974
Ali Baba, 1. sayı, 25 Kasık 1947

Ayşe Kulin - Bora

''Bana ne güzel bir gün başlıyordu yine! Ne kadar şanslıydım. Yok hayır, şanslı değil, şansını dönüştürmeyi başarmış biriydim. Tuttuğumu koparmıştım. Hayatın dizginleri avucumun içindeydi.! O dizginleri sımsıkı tutmuş, önce yokuş yukarı tırmanmış, derken düzlüğe erişmiş, sonra da dolu dizgin koşmaya başlamıştım. Başımda serin İstanbul Havası.. Ah Nazım, geç tanıyıp tanışır tanışmaz vurulduğum kadersiz şair, bazıları bey konağında doğar, mahpuslarda çürür, doğup doğacağına pişman olur senin gibi, bazısının da benim gibi şansı yaver gider, zindanından kurtarır kendini, dünyaya kanat açar diye düşündüm ve yanından geçmekte olduğum ağaca üç kere tık tık vurdum parmaklarımı bükerek.!''
''İnsanın nazarı en çok kendine değer demişti anam, aslanlar gibi dört erkek çocuğuyla başlık parası getireceği kesin akça pakça iki kızının ardından Cemile'yi doğurduğunda.! Kız olması yetmezmiş gibi bir de kalça çıkığı sorunuyla doğmuştu kardeşim. Kumayı eve, işte bu doğumdan sonra getirmişti babam.! Bizim oralarda olağan bir işti, sakat çocuğun ya da ikinci üçüncü kızın doğumundan sonra eve yeni bir fırın alır gibi kuma getirmek. Onlar değil miydi erkek ya da sağlıklı çocuk doğurmayı beceremeyenler; kadınlar hatalarını bilir, ister istemez boyun eğerdi.! Sadece kadınlar değil, toprağı, davarı ya da dini sıfatı olmayan erkekler de bilirdi haddini.! Herkes yerini, haddini bilirdi. Gücün karşısında boyunlar hep eğik olurdu.!'' (Sayfa: 4-5)

***
''Cemile, en sevdiğim kardeşimdi.! Dinlemeyi bilirdi, ondan esirgenen merhameti etrafına cömertçe saçardı..'' (Sayfa: 10)
***
''Tecavüzler, dayaklar, dayağın aşırı kaçtığı evlerde kazara ölümler olağandır çünkü! İnsanlık halidir.! İnsanlığın bu halde olduğu yerde en büyük ayıp ise aile içi olayları şikayet etmektir.! Kol kırılır yen içinde.! Atalarımızın bu sözünü bilmek için Kör Hoca'ya derse gitmeye gerek yoktu. Her evin aile reisi belletirdi bunu kendi evinin halkına.'' (Sayfa: 43)

***
''Onu alır İstanbul'a getiririm, evime yerleştiririm. Hatta yeni bir ev bulurum belki, bir fazla odası ve balkonu olan. Balkonda Cemile'nin elleriyle sulayacağı, bakıp büyüteceği çiçekler, fesleğen saksıları.. Bir kafeste bir çift sarı kanarya, çocukluğundan beri çok istediği..
Bir çift kanaryayı olsun niye alamamışız acaba ona.?
Paramız olmadığından mı, hoyrat ve sevgisiz olduğumuz için mi.? Yoksa yoksullukla hoyratlığın, sevgisizliğin arasında gizli bir bağ mı var.?'' (Sayfa: 141)

***
''Bak Recep, ruhumu öldürmemek için geçmişimi öldürdüm ben.!'' (Sayfa: 155)

***
'' Patron kızmaz bana,'' dedim.
''Şanslısın, Benim patron benim ağzıma sıçıyor.''
''Evet şanslıyım, o bakımdan.''
''O bakımdan şanslı olabilirsin ama bir başka bakımdan değilsin. Bak benim şimdiden içime dert oldu, akşama Hüsam döner de ben sana gelemezsem, aklım sende kalacak. Halbuki manitan evli olmasa seni ona emanet edebilirdim. Gelir beklerdi başını, yalnız kalmazdın.!''
''Ulan Recep, ben çocuk muyum.? Niye biri başımı beklesin ki.!''
''Kederi olan kişi dertleşmek, içini dökmek için birini ister yanında. Öyle herhangi biri de olmaz yani.. Yakını olacak, seveni olacak, halinden anlayan, derdini bilen biri olacak. Şimdi sen bu akşam yine içmeye kalksan kim toplayacak kıçını.? Sigaranı düşürdüğün yerde bırakır, yangın bile çıkarırsın ulan evde.!''
(Sayfa: 190)
***
''Yatağıma girdim yine. Bu sefer yatak örtüsünü çekmedim başıma. Örtüyü katlayıp koltuğun üzerine bıraktım, ışığı kapattım, yorganın altına girdim. Daha derin, daha sıcak bir mezara yatar gibi.. Ve merak ettim ana rahmi de böyle bir yer midir diye.?
Nasıldır hakikaten.?
Sıcak, karanlık ve derin bir yalnızlık içeren.. Anaya mesafeli, anadan uzak.! Tıpkı benim anam gibi, cismen var, ama manen yok olan.. Sevmeyen, korumayan, oralı olmayan, analık görevi yavrusunu doğurduğu an biten bir ananın döl yatağı böyle olmalı.
Ben anamın bir kalbi olduğunu ancak, atışını saat gibi tık tık duyduğumda bilmiş olmalıyım. Rahmindeyken. Keşke hep orada kalsaymışım. Anamın kalbine yakın.'' (Sayfa: 207)


Karl Marx - Friedrich Engels - Komünist Manifesto


(..Amerika'nın keşfi, Afrika'nın ucundan gemiyle geçilmesi boy vermekte olan burjuvaziye yeni bir alan açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarları, Amerika'nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle alışveriş, değişim araçlarının ve genel olarak malların çoğalması, ticarete, denizciliğe, sanayiye, o zamana dek bilinmeyen bir ivme kazandırdılar ve bunun sonucunda, çözülmekte olan feodal toplumun devrimci ögesine hızlı bir gelişme sağladılar.
O zamana dek uygulanmakta olan feodal ya da korporatif sanayi işletmeciliği, yeni pazarlar açıldıkça durmadan artan gereksinmeleri artık karşılayamaz olmuştu. Bunun yerini el işçiliğine dayalı üretim aldı. Orta sanayi burjuvazisi lonca ustalarını dışladı; çeşitli loncalar arasındaki işbölümünün yerini, aynı iş yeri içindeki işbölümü aldı.
Ama pazarlar durmadan büyüyor, gereksinmeler durmadan artıyordu. El işçiliğine dayalı üretim de artık yetersiz olmuştu. Bunun üzerine, buhar ve makine sanayi üretiminde bir devrim yarattılar. El işçiliğine dayalı üretimin yerini çağdaş büyük sanayi aldı, orta sanayi burjuvazisi yerini sanayi milyonerlerine, devasa sanayi ordularının reislerine, çağdaş burjuvalara bıraktı.
Büyük sanayi, Amerika'nın keşfinin hazırladığı büyük dünya pazarını yarattı. Dünya pazarı ticaretin, denizciliğin, kara ulaştırmacılığının gelişmesini çok büyük ölçüde hızlandırdı. Bu gelişme de, sanayinin yayılmasını etkiledi ve burjuvazi endüstrinin, ticaretin, denizciliğin, demiryollarının yaygınlaşması oranında gelişerek sermayelerini katladı ve Ortaçağ'dan arta kalan sınıfları sahnenin gerisine itti.
Böylece çağdaş burjuvazinin kendisinin, uzun bir gelişme sürecinin, üretim ve iletişim biçimlerindeki bir dizi devrimin sonucu olduğunu görüyoruz.
Burjuvazinin bu gelişme aşamalarının her birine, siyasal bir ilerleme eşlik etmiştir. Feodal senyörlerin boyunduruğu altında ezilen; Ortaçağ komününde kendi kendini yöneten silahlı bir topluluk olan; kimi yerlerde ( İtalya ve Almanya'da olduğu gibi) bağımsız bir kent cumhuriyeti, kimi yerlerde (Fransa'da olduğu gibi) monarşiye vergi ödeyen avam tabakasını oluşturan; daha sonra el işçiliğine dayalı üretim döneminde feodal ya da mutlak monarşilerde soyluluğa karşı denge ağırlığı ve büyük monarşilerin ana temeli olan burjuvazi, büyük sanayinin ve dünya pazarının oluşmasından sonra çağdaş temsili devletin siyasal egemenliğini tek başına ele geçirdi. Çağdaş devlet erki, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.
Burjuvazi tarihte önemli bir devrimci rol oynamıştır.
İktidarı ele geçirdiği her yerde feodal, ataerkil ve kırsal ilişkileri sona erdirmiştir. Feodalite insanını ''doğal üstlerine'' bağımlı kılan çeşitli ve karmaşık bağların tümünü acımasızca parçalamış, insanla insan arasında yalın çıkardan, duyarlıktan yoksun ''peşin parayla ödemeden'' başka bir bağ bırakmamıştır. Dinsel esrimenin kutsal ürpermelerini, şövalyelik coşkusunu, küçük burjuva duygusallığını bencil hesabın buz gibi sularında boğmuştur. Bireysel saygınlığı sıradan bir değiş tokuş değerine dönüştürmüş ve onca zahmetle kazanılmış olan sayısız özgürlüklerin yerine tek bir özgürlük, gözü dönmüş ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası dinsel ve siyasal aldatmacaların perdeliğini sömürünün yerine açık, utanmaz, doğrudan ve acımasız bir sömürü getirmiştir. (Sayfa: 15-18)

*****

O zamana dek uygulanmakta olan feodal ya da korporatif sanayi işletmeciliği, yeni pazarlar açıldıkça durmadan artan gereksinmeleri artık karşılayamaz olmuştu. Bunun yerini el işçiliğine dayalı üretim aldı. Orta sanayi burjuvazisi lonca ustalarını dışladı; çeşitli loncalar arasındaki işbölümünün yerini, aynı iş yeri içindeki işbölümü aldı.
Ama pazarlar durmadan büyüyor, gereksinmeler durmadan artıyordu. El işçiliğine dayalı üretim de artık yetersiz olmuştu. Bunun üzerine, buhar ve makine sanayi üretiminde bir devrim yarattılar. El işçiliğine dayalı üretimin yerini çağdaş büyük sanayi aldı, orta sanayi burjuvazisi yerini sanayi milyonerlerine, devasa sanayi ordularının reislerine, çağdaş burjuvalara bıraktı.
Büyük sanayi, Amerika'nın keşfinin hazırladığı büyük dünya pazarını yarattı. Dünya pazarı ticaretin, denizciliğin, kara ulaştırmacılığının gelişmesini çok büyük ölçüde hızlandırdı. Bu gelişme de, sanayinin yayılmasını etkiledi ve burjuvazi endüstrinin, ticaretin, denizciliğin, demiryollarının yaygınlaşması oranında gelişerek sermayelerini katladı ve Ortaçağ'dan arta kalan sınıfları sahnenin gerisine itti.
Böylece çağdaş burjuvazinin kendisinin, uzun bir gelişme sürecinin, üretim ve iletişim biçimlerindeki bir dizi devrimin sonucu olduğunu görüyoruz.
Burjuvazinin bu gelişme aşamalarının her birine, siyasal bir ilerleme eşlik etmiştir. Feodal senyörlerin boyunduruğu altında ezilen; Ortaçağ komününde kendi kendini yöneten silahlı bir topluluk olan; kimi yerlerde ( İtalya ve Almanya'da olduğu gibi) bağımsız bir kent cumhuriyeti, kimi yerlerde (Fransa'da olduğu gibi) monarşiye vergi ödeyen avam tabakasını oluşturan; daha sonra el işçiliğine dayalı üretim döneminde feodal ya da mutlak monarşilerde soyluluğa karşı denge ağırlığı ve büyük monarşilerin ana temeli olan burjuvazi, büyük sanayinin ve dünya pazarının oluşmasından sonra çağdaş temsili devletin siyasal egemenliğini tek başına ele geçirdi. Çağdaş devlet erki, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.
Burjuvazi tarihte önemli bir devrimci rol oynamıştır.
İktidarı ele geçirdiği her yerde feodal, ataerkil ve kırsal ilişkileri sona erdirmiştir. Feodalite insanını ''doğal üstlerine'' bağımlı kılan çeşitli ve karmaşık bağların tümünü acımasızca parçalamış, insanla insan arasında yalın çıkardan, duyarlıktan yoksun ''peşin parayla ödemeden'' başka bir bağ bırakmamıştır. Dinsel esrimenin kutsal ürpermelerini, şövalyelik coşkusunu, küçük burjuva duygusallığını bencil hesabın buz gibi sularında boğmuştur. Bireysel saygınlığı sıradan bir değiş tokuş değerine dönüştürmüş ve onca zahmetle kazanılmış olan sayısız özgürlüklerin yerine tek bir özgürlük, gözü dönmüş ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası dinsel ve siyasal aldatmacaların perdeliğini sömürünün yerine açık, utanmaz, doğrudan ve acımasız bir sömürü getirmiştir. (Sayfa: 15-18)
***
Burjuvazi, o zamana dek saygın bilinen ve kutsal bir saygı ile değerlendirilen bütün etkinlikleri saygınlıklarından yoksun kılmıştır. Doktoru, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını kendine bağlı bir ücretli yapmıştır.
Burjuvazi aile ilişkilerini örten duygusallık perdesini yırtarak, bu ilişkileri yalnızca bir para ilişkisine indirgemiştir.
Burjuvazi, gericiliğin onca hayran olduğu, Ortaçağ'ın kaba güç gösterisinin, doğal bütünleyicisini, en soysuz tembellikle bulduğunu ortaya çıkarmıştır. İnsanın etkinliğinin neleri gerçekleştirebileceğini, ilk kez burjuvazi göstermiştir. Mısır piramitlerinden, Roma su kemerlerinden, gotik katedrallerden başka harikalar da yaratmış, göçlerden Haçlı seferlerinden başka seferleri de başarıyla sonuçlandırmıştır.
Burjuvazi üretim araçlarını, üretim ilişkilerini, dolayısıyla bütün toplumsal ilişkileri sürekli olarak devrimleştirmeden var olamaz. Oysa, daha önceki sanayici düzeninin korunmasıydı. Üretimin sürekli olarak devrimleştirilmesi, bütün toplumsal düzenin durmadan sarsılması, sonu gelmeyen bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha eski çağların tümünden ayırır. Donmuş ve paslanmış bütün toplumsal ilişkiler, eski ve saygın düşünceleri ve kavramları da peşlerinden sürükleyerek çözülmüşlerdir; bunların yerlerini alan yeni düşünceler ve kavramlar ise kemikleşme olanağı bulamadan yaşlanmıştır. Sağlam ve kararlı olan ne varsa buharlaşmış, kutsal bilinen ne varsa bu sıfatını yitirmiş ve sonunda insanlar kendi konumlarına ve karşılıklı ilişkilerine uyanık gözlerle bakmak zorunda kalmışlardır.
Ürünleri için durmadan yeni pazarlar gereksinmesi, burjuvaziyi yerkürenin her yerine yayılmaya yöneltti. Her yere yerleşmesi, her yeri sömürmesi, her yerde ilişkiler geliştirmesi gerekti.
Burjuvazi dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir damga vurdu. Sanayinin ayağının altından ulusal temeli çekip alarak gericileri büyük üzüntüye boğdu. Çok eski ulusal sanayiler yok edildi, hala da her gün yok ediliyor. Bunların yerini, ortaya çıkışları bütün uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu oluşturan ve yalnızca o ülkenin ham maddelerini değil, çok uzak ülkelerden gelen ham maddeleri de kullanan ve ürünleri yalnızca o ülkede değil dünyanın her yerinde tüketilen yeni sanayiler aldı. Ulusal ürünlerin karşıladığı eski gereksinmelerin yerine, karşılanmaları çok uzak ülkelerin iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimler doğdu. Eski, kendi kendine yeterliğin ve eski bölgesel ve ulusal yalnızlığın yerini, evrensel bir alışveriş ve uluslar arasında evrensel bir karşılıklı bağımlılık aldı. Maddi üretim için geçerli olan, zihinsel üretim için de geçerliydi. Bir ulusun düşünsel ürünleri ortak mal oldu. Tek yanlılık ve ulusal kısıtlamalar gittikçe olanaksızlaştı ve ulusal ve yerel birçok edebiyattan bir dünya edebiyatı doğdu.
Bütün üretim araçlarının hızla gelişmesi ve iletişim olanaklarının son derece kolaylaşması ile burjuvazi bütün ulusları, en ilkelleri bile uygarlığa sürükledi. Ürünlerinin düşük fiyatı bütün Çin duvarlarını yıkan, en inatçı yabancı düşmanı barbarları bile, teslim olmak zorunda bırakan bir ağır top oldu. Bütün ulusları, eğer yok olmak istemiyorlarsa, burjuvazinin üretim sistemini benimsemeye, uygarlık dediklerini kabullenmeye, yani burjuvazi olmaya zorladı. Kısacası, burjuvazi kendi görüntüsünün benzeri bir dünya yarattı.
Burjuvazi kırsal kesimi kentin egemenliği altına soktu. Çok büyük kentler kurdu, kent nüfusunu kırsal kesiminkine oranla çok büyük ölçekte artırarak halkın önemli bir bölümünü kırsal kesimde yaşamanın sersemleştirilmesinden kurtardı. Kırsal kesimi kente bağımlı kılması gibi, burjuvazi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygarlaşmış ülkelere, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı kıldı.
Burjuvazi, üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun dağılmasını gittikçe artan bir biçimde ortadan kaldırmaktadır. Nüfusu bir araya getirmiş, üretim araçlarını merkezileştirmiş, mülkiyeti sınırlı sayıda elde toplamıştır. Bu değişikliklerin kaçınılmaz sonucu, siyasal merkezileşme olmuştur. Ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri, gümrük tarifeleri olan ve yalnızca federal bağlarla birbirlerine bağlı bağımsız eyaletler, tek bir hükümete, tek bir yasaya, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir gümrük duvarına sahip bir ulus olarak birleşmişlerdir..)  (Sayfa:18-21)

*****

Burjuvazi üretim araçlarını, üretim ilişkilerini, dolayısıyla bütün toplumsal ilişkileri sürekli olarak devrimleştirmeden var olamaz. Oysa, daha önceki sanayici düzeninin korunmasıydı. Üretimin sürekli olarak devrimleştirilmesi, bütün toplumsal düzenin durmadan sarsılması, sonu gelmeyen bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha eski çağların tümünden ayırır. Donmuş ve paslanmış bütün toplumsal ilişkiler, eski ve saygın düşünceleri ve kavramları da peşlerinden sürükleyerek çözülmüşlerdir; bunların yerlerini alan yeni düşünceler ve kavramlar ise kemikleşme olanağı bulamadan yaşlanmıştır. Sağlam ve kararlı olan ne varsa buharlaşmış, kutsal bilinen ne varsa bu sıfatını yitirmiş ve sonunda insanlar kendi konumlarına ve karşılıklı ilişkilerine uyanık gözlerle bakmak zorunda kalmışlardır.
Ürünleri için durmadan yeni pazarlar gereksinmesi, burjuvaziyi yerkürenin her yerine yayılmaya yöneltti. Her yere yerleşmesi, her yeri sömürmesi, her yerde ilişkiler geliştirmesi gerekti.
Burjuvazi dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir damga vurdu. Sanayinin ayağının altından ulusal temeli çekip alarak gericileri büyük üzüntüye boğdu. Çok eski ulusal sanayiler yok edildi, hala da her gün yok ediliyor. Bunların yerini, ortaya çıkışları bütün uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu oluşturan ve yalnızca o ülkenin ham maddelerini değil, çok uzak ülkelerden gelen ham maddeleri de kullanan ve ürünleri yalnızca o ülkede değil dünyanın her yerinde tüketilen yeni sanayiler aldı. Ulusal ürünlerin karşıladığı eski gereksinmelerin yerine, karşılanmaları çok uzak ülkelerin iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimler doğdu. Eski, kendi kendine yeterliğin ve eski bölgesel ve ulusal yalnızlığın yerini, evrensel bir alışveriş ve uluslar arasında evrensel bir karşılıklı bağımlılık aldı. Maddi üretim için geçerli olan, zihinsel üretim için de geçerliydi. Bir ulusun düşünsel ürünleri ortak mal oldu. Tek yanlılık ve ulusal kısıtlamalar gittikçe olanaksızlaştı ve ulusal ve yerel birçok edebiyattan bir dünya edebiyatı doğdu.
Bütün üretim araçlarının hızla gelişmesi ve iletişim olanaklarının son derece kolaylaşması ile burjuvazi bütün ulusları, en ilkelleri bile uygarlığa sürükledi. Ürünlerinin düşük fiyatı bütün Çin duvarlarını yıkan, en inatçı yabancı düşmanı barbarları bile, teslim olmak zorunda bırakan bir ağır top oldu. Bütün ulusları, eğer yok olmak istemiyorlarsa, burjuvazinin üretim sistemini benimsemeye, uygarlık dediklerini kabullenmeye, yani burjuvazi olmaya zorladı. Kısacası, burjuvazi kendi görüntüsünün benzeri bir dünya yarattı.
Burjuvazi kırsal kesimi kentin egemenliği altına soktu. Çok büyük kentler kurdu, kent nüfusunu kırsal kesiminkine oranla çok büyük ölçekte artırarak halkın önemli bir bölümünü kırsal kesimde yaşamanın sersemleştirilmesinden kurtardı. Kırsal kesimi kente bağımlı kılması gibi, burjuvazi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygarlaşmış ülkelere, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı kıldı.
Burjuvazi, üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun dağılmasını gittikçe artan bir biçimde ortadan kaldırmaktadır. Nüfusu bir araya getirmiş, üretim araçlarını merkezileştirmiş, mülkiyeti sınırlı sayıda elde toplamıştır. Bu değişikliklerin kaçınılmaz sonucu, siyasal merkezileşme olmuştur. Ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri, gümrük tarifeleri olan ve yalnızca federal bağlarla birbirlerine bağlı bağımsız eyaletler, tek bir hükümete, tek bir yasaya, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir gümrük duvarına sahip bir ulus olarak birleşmişlerdir..)  (Sayfa:18-21)

*****

(..Burjuvazi yeni sermaye geliştikçe, iş bulmaları durumunda yaşayabilen ve ancak emeklerinin sermayeyi artırması durumunda iş bulabilen çağdaş işçi sınıfı proletarya da gelişir. Kendilerini gün be gün satmak zorunda olan bu işçiler de, her hangi bir ticari eşya gibi bir maldır ve bu nedenle öbür mallar gibi rekabetin bütün değişkenliklerinden, pazarın bütün dalgalanmalarından etkilenirler.
Makine kullanımının yaygınlaşması ve işbölümü sonucunda, proleterlerin işleri her türlü bağımsızlık niteliğini ve dalayısıyla çekiciliğini yitirmiştir. İşçi makinenin sıradan bir parçası olmuş, kendisinden yalnızca çok basit, çok tekdüze, öğrenmesi çok kolay bir işlem yapması istenir olmuştur. BÖYLECE İŞÇİNİN MALİYETİ HAYATTA KALABİLMEK VE TÜRÜNÜ SÜRDÜRMEK İÇİN GEREKLİ GEÇİM GEREÇLERİYLE SINIRLANMIŞTIR. OYSA BİR MALIN, BU ARADA EMEĞİN FİYATI ÜRETİM MALİYETİNE EŞİTTİR. BU NEDENLE İŞ NE DENLİ İTİCİ OLURSA, ÜCRET O DENLİ DÜŞER. DAHASI, MAKİNE KULLANIMININ VE İŞBÖLÜMÜNÜN ARTMASIYLA, YA ÇALIŞMA SAATLERİNİN ARTMASI YA DA MAKİNELERİN HIZININ ARTMASI NEDENİYLE BELİRLİ BİR SÜREDE YAPILMASI İSTENEN İŞİN ÇOĞALMASI VB. SONUCUNDA, EMEĞİN YÜKÜ DE ARTAR.
ÇAĞDAŞ SANAYİ, ATAERKİL USTANIN KÜÇÜK İŞLİĞİNİ SANAYİ KAPİTALİZMİNİN BÜYÜK FABRİKASINA DÖNÜŞTÜRMÜŞTÜR. FABRİKAYA DOLDURULAN İŞÇİ YIĞINLARI ASKERLER GİBİ ÖRGÜTLENMİŞTİR. SANAYİNİN SIRADAN ERLERİ OLARAK BİR ASTSUBAYLAR VE SUBAYLAR HİYERARŞİSİNİN GÖZETİMİ ALTINA SOKULMUŞLARDIR.
İşçiler yalnızca burjuva sınıfını, burjuva devletinin köleleri değildir, ayrıca her gün, her saat, makinenin, gözeticinin ve özellikle de fabrika sahibi burjuvanın kendisinin kölesi olurlar. BU ZORBALIK, TEK AMACININ KÂR OLDUĞUNU AÇIKÇA BELİRTTİĞİ ORANDA SOYSUZLAŞIR, İĞRENÇLEŞİR, AZGINLAŞIR.
İş daha az beceri ve güç gerektirdikçe, yani çağdaş sanayi geliştikçe, erkeklerin işlerini kadınlar ve çocuklar yapmaya başlar. Yaş ve cinsiyet ayırımının işçi sınıfı için toplumsal bir önemi kalmaz. Artık herkes bedeli yaşa ve cinsiyete göre değişen bir iş gerecidir yalnızca.
Fabrika sahibinin sömürüsü sona erip de ücretini para olarak aldığında, işçi bu kez ev sahibi, bakkal, tefeci gibi burjuvazinin öbür bölümlerinin avı olur.
Eski orta sınıfların alt basamağını oluşturan küçük sanayiciler, küçük tacirler, küçük rantiyeler, zanaatkârlar ve köylüler proleterleşirler; çünkü bir yandan zayıf sermayeleri büyük sanayilerin yöntemlerini kullanmalarına izin vermediği için büyük sermaye sahipleriyle rekabette yenik düşerler; öte yandan teknik becerileri yeni üretim yöntemlerince değersiz kılınır. Böylece proletarya, halkın bütün sınıflarından oluşur..) (Sayfa: 24-26)
ÇAĞDAŞ SANAYİ, ATAERKİL USTANIN KÜÇÜK İŞLİĞİNİ SANAYİ KAPİTALİZMİNİN BÜYÜK FABRİKASINA DÖNÜŞTÜRMÜŞTÜR. FABRİKAYA DOLDURULAN İŞÇİ YIĞINLARI ASKERLER GİBİ ÖRGÜTLENMİŞTİR. SANAYİNİN SIRADAN ERLERİ OLARAK BİR ASTSUBAYLAR VE SUBAYLAR HİYERARŞİSİNİN GÖZETİMİ ALTINA SOKULMUŞLARDIR.
İşçiler yalnızca burjuva sınıfını, burjuva devletinin köleleri değildir, ayrıca her gün, her saat, makinenin, gözeticinin ve özellikle de fabrika sahibi burjuvanın kendisinin kölesi olurlar. BU ZORBALIK, TEK AMACININ KÂR OLDUĞUNU AÇIKÇA BELİRTTİĞİ ORANDA SOYSUZLAŞIR, İĞRENÇLEŞİR, AZGINLAŞIR.
İş daha az beceri ve güç gerektirdikçe, yani çağdaş sanayi geliştikçe, erkeklerin işlerini kadınlar ve çocuklar yapmaya başlar. Yaş ve cinsiyet ayırımının işçi sınıfı için toplumsal bir önemi kalmaz. Artık herkes bedeli yaşa ve cinsiyete göre değişen bir iş gerecidir yalnızca.
Fabrika sahibinin sömürüsü sona erip de ücretini para olarak aldığında, işçi bu kez ev sahibi, bakkal, tefeci gibi burjuvazinin öbür bölümlerinin avı olur.
Eski orta sınıfların alt basamağını oluşturan küçük sanayiciler, küçük tacirler, küçük rantiyeler, zanaatkârlar ve köylüler proleterleşirler; çünkü bir yandan zayıf sermayeleri büyük sanayilerin yöntemlerini kullanmalarına izin vermediği için büyük sermaye sahipleriyle rekabette yenik düşerler; öte yandan teknik becerileri yeni üretim yöntemlerince değersiz kılınır. Böylece proletarya, halkın bütün sınıflarından oluşur..) (Sayfa: 24-26)

******

(...Gördüğünüz gibi, günümüze dek her toplum ezen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki karşıtlığa dayanmıştır. Ama bir sınıfı baskı altında tutabilmek için, o sınıfa en azından köle gibi yaşamasına yetecek yaşama koşullarını sağlayabilmek gerekir. Serflik döneminde serfin bir komünün üyesi olmayı başarması gibi, küçük burjuva da feodal baskının boyunduruğu altında burjuva düzeyine yükselmiştir.Çağdaş işçi ise sanayinin gelişmesiyle yükselecek yerde, tersine kendi sınıfının yaşam koşullarının bile altına inmektedir sürekli olarak. İşçi bir yoksula dönüşmekte ve yoksulluk nüfustan da, zenginlikten de daha hızlı bir biçimde artmaktadır. Bütün bunlardan, burjuvazinin yönetici sınıf rolünü ve kendi sınıfının varoluş koşullarını düzenleyici yasa olarak topluma kabul ettirmeyi artık sürdüremeyeceği ortaya çıkmaktadır. Burjuvazi artık egemen olacak konumda değildir, çünkü kölesinin kölelik koşulları içinde bile varlığını güvence altına alacak yeteneği yoktur, çünkü kölesini, onun tarafından beslenecek yerde, onu beslemek zorunda kalacağı bir duruma düşmek zorunda bırakmaktadır. Toplum artık burjuva sınıfının egemenliği altında yaşayamaz, bir başka deyişle burjuva sınıfının varlığı artık toplumla bağdaşmamaktadır. 
Burjuva sınıfının varlığının ve egemenliğinin en önemli koşulu zenginliğin özel kişilerin elinde birikmesi, sermayenin oluşumu ve büyümesidir; sermayenin varoluşunun koşulu ise ücretli emektir. Ücretli emek yalnızca işçilerin kendi aralarındaki rekabete dayanır. Burjuvazinin istemi dışında ve edilgen olarak sanayide sağladığı gelişme, işçilerin aralarındaki rekabetin sonucu olan yalnızlıklarının yerine, bir araya gelmenin sonucu olan devrimci birleşmeyi koyar. Böylece bütün sanayinin gelişmesi burjuvazinin ayaklarının altından, üzerinde üretim yaptığı ve ürünlerine sahip çıktığı alanı çekip almaktadır. Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını üretmektedir. Burjuvazinin yıkılması da, proletaryanın zaferi de aynı oranda kaçınılmazdır. (Sayfa: 32-33)


*****


Komünistlerin, proleterlerin tümü karşısındaki konumu nedir.?
*
Komünistler, öbür işçi partilerine karşı çıkan ayrı bir parti oluşturmazlar.
Onların, bütün proletaryanın çıkarlarından ayrı hiç bir çıkarları yoktur. 
Komünistler, proletarya hareketini biçimlendirmek amacı güden özel ilkeler öne sürmezler.
Komünistler öteki proletarya partilerinden yalnızca, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadelelerinde, proletaryanın tümünün ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne çıkarıp geçerli kılmalarıyla; bir yandan da proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin geçirdiği çeşitli aşamalarda, her zaman hareketin tümünün çıkarını desteklemekle ayrılırlar.
Demek ki, uygulamada komünistler bütün ülkelerin işçi partileri içinde en kararlı, öbür partileri sürükleyen kesimdir; kuramsal olarak da, proletaryanın geri kalan bölümü karşısında, proletarya hareketinin koşullarını, gidişini ve genel hedeflerini açıkça anlayabilme üstünlüğüne sahiptirler.
Komünistlerin şimdiki hedefi bütün proletarya partilerinin hedefinin aynıdır: Proletaryanın bir sınıf oluşturması, burjuva egemenliğinin yıkılması, proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi.
Komünistlerin kuramsal önerileri hiçbir biçimde şu ya da bu dünya reformcusunun düşüncelerine, bulduğu ya da icat ettiği ilkelere dayanmaz.
Bunlar var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde gerçekleşen tarihsel bir hareketin gerçek koşullarının genel açıklamalarıdır yalnızca. Bugüne dek varlığını sürdürmüş olan mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması, komünizmin belirleyici niteliği değildir.
Bütün mülkiyet ilişkileri, tarih boyunca sürekli değişikliklere, sürekli değişmelere uğramıştır.
Örneğin Fransız Devrimi feodal mülkiyeti, burjuva mülkiyeti yararına ortadan kaldırmıştır.
KOMÜNİZMİN AYIRT EDİCİ ÖZELLİĞİ, MÜLKİYETİN GENEL OLARAK ORTADAN KALDIRILMASI OLMAYIP, BURJUVA MÜLKİYETİNİN ORTADAN KALDIRILMASIDIR.
Ama günümüzün özel mülkiyeti, burjuva mülkiyeti, ürünlerin sınıf karşıtlıkları üzerine, kimilerinin başkaları tarafından sömürülmesi üzerine dayalı üretiminin ve sahiplenilmesinin en son ve en kusursuz örneğidir.
Bu anlamda komünistlerin kuramı tek bir cümleyle özetlenebilir:
ÖZEL MÜLKİYETİN ORTADAN KALDIRILMASI.
Biz komünistler, bireysel olarak elde edilen, doğrudan veya bireysel çalışmanın ürünü olan, her türlü özgürlüğün, her türlü etkinliğin, her türlü bireysel bağımsızlığın temeli olduğu öne sürülen mülkiyeti ortadan kaldırmayı istemekle suçlanırız.
Kendi emeğinin ürünü, kendi gücünle elde edilen, kazanılan mülkiyet! Burjuva mülkiyetinden önceki mülkiyet biçiminden, küçük burjuvanın, küçük köylünün mülkiyetinden mi söz edilmek isteniyor? Bunu bizim ortadan kaldırmamıza gerek yok, sanayinin gelişmesi zaten ortadan kaldırdı, her geçen gün ortadan kaldırmayı sürdürüyor.
Yoksa, ÇAĞDAŞ BURJUVA ÖZEL MÜLKİYETİNDEN Mİ SÖZ EDİLMEK İSTENİYOR?
Ama ücretli emek, proletaryanın emeği, proletarya için mülkiyet yaratıyor mu? NE GEZER? Ücretli emek, sermayeyi yani ücretli emeği sömüren ve ancak yeniden sömürmek için durmadan yeni ücretli emek yaratmak koşuluyla çoğalabilen sermayeyi yaratır. Bugünkü biçimiyle mülkiyet, sermaye ve ücretli emek karşıtlığı arasında gidip gelir. Bu karşıtlığın iki kavramını inceleyelim.
Sermaye sahibi olmak, üretim içinde yalnızca kişisel bir konuma sahip olmak anlamına gelmeyip, toplumsal bir konuma da sahip olmak anlamına gelir. Sermaye ortak bir üründür ve ancak birçok bireyin ortak etkinliğiyle, dahası son çözümlemede toplumun bütün bireylerinin ortak etkinliğiyle harekete geçirilebilir.
Demek ki, SERMAYE BİREYSEL BİR GÜÇ OLMAYIP, TOPLUMSAL BİR GÜÇTÜR.
Böyle olunca, sermaye toplumun bütün bireylerine ait ortak bir mülkiyete dönüştürülecek olursa, bireysel bir mülkiyetin toplumsal bir mülkiyete dönüşmesi söz konusu değildir. Yalnızca sermaye toplumsal niteliğe dönüşür. Mülkiyet sınıfsal niteliğini yitirir.
Ücretli emeğe gelelim: Ücretli emeğin ortalama fiyatı asgari ücrettir, yani işçiyi işçi olarak hayatta tutabilmek için gerekli geçim gereçlerinin toplamıdır. Bu nedenle, işçinin emeği karşısında sahip olabildiği, yalnızca en basite indirgenmiş varlığının üremesi için yeterli olur. Biz, yarının yaşamının üretilmesi için gerekli olan, emek ürünlerinin bu kişisel sahiplenilmesini, bu sahiplenme başkasının emeği üzerinde bir yetki doğuracak hiçbir fazlalık bırakmadığı için, hiçbir biçimde ortadan kaldırmak istemiyoruz. BİZİM İSTEDİĞİMİZ, İŞÇİNİN YALNIZCA SERMAYEYİ ARTIRMAK AMACIYLA YAŞADIĞI VE ANCAK EGEMEN SINIFIN ÇIKARININ SINIRLARI İÇİNDE YAŞAYABİLDİĞİ BU ACIKLI SAHİPLENME BİÇİMİNİ ORTADAN KALDIRMAKTIR.
Burjuva toplumunda canlı emek, birikmiş emeği katlama aracından başka bir şey değildir. Komünist toplumda ise birikmiş emek yalnızca işçilerin yaşam sürecini genişleten, zenginleştiren ve ilerleten bir araçtır.
DEMEK Kİ, BURJUVA TOPLUMUNDA, GEÇMİŞ, BUGÜNÜ EGEMENLİĞİ ALTINA ALIR; KOMÜNİST TOPLUMDA İSE BUGÜN GEÇMİŞE EGEMENDİR. BURJUVA TOPLUMUNDA SERMAYE BAĞIMSIZ VE KİŞİSELDİR; ÇALIŞAN BİREYİN İSE NE BAĞIMSIZLIĞI NE DE KİŞİLİĞİ VARDIR.
İşte böyle bir durumun ortadan kaldırılmasını burjuvazi, kişiliğin ve özgürlüğün ortadan kaldırılması olarak adlandırıyor! Haklı olarak. Çünkü gerçekten de söz konusu olan, burjuva kişiliğinin, bağımsızlığının, özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. (Sayfa: 35-39)

*****

Demek ki, uygulamada komünistler bütün ülkelerin işçi partileri içinde en kararlı, öbür partileri sürükleyen kesimdir; kuramsal olarak da, proletaryanın geri kalan bölümü karşısında, proletarya hareketinin koşullarını, gidişini ve genel hedeflerini açıkça anlayabilme üstünlüğüne sahiptirler.
Komünistlerin şimdiki hedefi bütün proletarya partilerinin hedefinin aynıdır: Proletaryanın bir sınıf oluşturması, burjuva egemenliğinin yıkılması, proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi.
Komünistlerin kuramsal önerileri hiçbir biçimde şu ya da bu dünya reformcusunun düşüncelerine, bulduğu ya da icat ettiği ilkelere dayanmaz.
Bunlar var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde gerçekleşen tarihsel bir hareketin gerçek koşullarının genel açıklamalarıdır yalnızca. Bugüne dek varlığını sürdürmüş olan mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması, komünizmin belirleyici niteliği değildir.
Bütün mülkiyet ilişkileri, tarih boyunca sürekli değişikliklere, sürekli değişmelere uğramıştır.
Örneğin Fransız Devrimi feodal mülkiyeti, burjuva mülkiyeti yararına ortadan kaldırmıştır.
KOMÜNİZMİN AYIRT EDİCİ ÖZELLİĞİ, MÜLKİYETİN GENEL OLARAK ORTADAN KALDIRILMASI OLMAYIP, BURJUVA MÜLKİYETİNİN ORTADAN KALDIRILMASIDIR.
Ama günümüzün özel mülkiyeti, burjuva mülkiyeti, ürünlerin sınıf karşıtlıkları üzerine, kimilerinin başkaları tarafından sömürülmesi üzerine dayalı üretiminin ve sahiplenilmesinin en son ve en kusursuz örneğidir.
Bu anlamda komünistlerin kuramı tek bir cümleyle özetlenebilir:
ÖZEL MÜLKİYETİN ORTADAN KALDIRILMASI.
Biz komünistler, bireysel olarak elde edilen, doğrudan veya bireysel çalışmanın ürünü olan, her türlü özgürlüğün, her türlü etkinliğin, her türlü bireysel bağımsızlığın temeli olduğu öne sürülen mülkiyeti ortadan kaldırmayı istemekle suçlanırız.
Kendi emeğinin ürünü, kendi gücünle elde edilen, kazanılan mülkiyet! Burjuva mülkiyetinden önceki mülkiyet biçiminden, küçük burjuvanın, küçük köylünün mülkiyetinden mi söz edilmek isteniyor? Bunu bizim ortadan kaldırmamıza gerek yok, sanayinin gelişmesi zaten ortadan kaldırdı, her geçen gün ortadan kaldırmayı sürdürüyor.
Yoksa, ÇAĞDAŞ BURJUVA ÖZEL MÜLKİYETİNDEN Mİ SÖZ EDİLMEK İSTENİYOR?
Ama ücretli emek, proletaryanın emeği, proletarya için mülkiyet yaratıyor mu? NE GEZER? Ücretli emek, sermayeyi yani ücretli emeği sömüren ve ancak yeniden sömürmek için durmadan yeni ücretli emek yaratmak koşuluyla çoğalabilen sermayeyi yaratır. Bugünkü biçimiyle mülkiyet, sermaye ve ücretli emek karşıtlığı arasında gidip gelir. Bu karşıtlığın iki kavramını inceleyelim.
Sermaye sahibi olmak, üretim içinde yalnızca kişisel bir konuma sahip olmak anlamına gelmeyip, toplumsal bir konuma da sahip olmak anlamına gelir. Sermaye ortak bir üründür ve ancak birçok bireyin ortak etkinliğiyle, dahası son çözümlemede toplumun bütün bireylerinin ortak etkinliğiyle harekete geçirilebilir.
Demek ki, SERMAYE BİREYSEL BİR GÜÇ OLMAYIP, TOPLUMSAL BİR GÜÇTÜR.
Böyle olunca, sermaye toplumun bütün bireylerine ait ortak bir mülkiyete dönüştürülecek olursa, bireysel bir mülkiyetin toplumsal bir mülkiyete dönüşmesi söz konusu değildir. Yalnızca sermaye toplumsal niteliğe dönüşür. Mülkiyet sınıfsal niteliğini yitirir.
Ücretli emeğe gelelim: Ücretli emeğin ortalama fiyatı asgari ücrettir, yani işçiyi işçi olarak hayatta tutabilmek için gerekli geçim gereçlerinin toplamıdır. Bu nedenle, işçinin emeği karşısında sahip olabildiği, yalnızca en basite indirgenmiş varlığının üremesi için yeterli olur. Biz, yarının yaşamının üretilmesi için gerekli olan, emek ürünlerinin bu kişisel sahiplenilmesini, bu sahiplenme başkasının emeği üzerinde bir yetki doğuracak hiçbir fazlalık bırakmadığı için, hiçbir biçimde ortadan kaldırmak istemiyoruz. BİZİM İSTEDİĞİMİZ, İŞÇİNİN YALNIZCA SERMAYEYİ ARTIRMAK AMACIYLA YAŞADIĞI VE ANCAK EGEMEN SINIFIN ÇIKARININ SINIRLARI İÇİNDE YAŞAYABİLDİĞİ BU ACIKLI SAHİPLENME BİÇİMİNİ ORTADAN KALDIRMAKTIR.
Burjuva toplumunda canlı emek, birikmiş emeği katlama aracından başka bir şey değildir. Komünist toplumda ise birikmiş emek yalnızca işçilerin yaşam sürecini genişleten, zenginleştiren ve ilerleten bir araçtır.
DEMEK Kİ, BURJUVA TOPLUMUNDA, GEÇMİŞ, BUGÜNÜ EGEMENLİĞİ ALTINA ALIR; KOMÜNİST TOPLUMDA İSE BUGÜN GEÇMİŞE EGEMENDİR. BURJUVA TOPLUMUNDA SERMAYE BAĞIMSIZ VE KİŞİSELDİR; ÇALIŞAN BİREYİN İSE NE BAĞIMSIZLIĞI NE DE KİŞİLİĞİ VARDIR.
İşte böyle bir durumun ortadan kaldırılmasını burjuvazi, kişiliğin ve özgürlüğün ortadan kaldırılması olarak adlandırıyor! Haklı olarak. Çünkü gerçekten de söz konusu olan, burjuva kişiliğinin, bağımsızlığının, özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. (Sayfa: 35-39)

*****

(..Burjuva üretiminin günümüzdeki ilişkilerinde, özgürlük demek, ticari özgürlüğü, satın almak ve satmak özgürlüğü demektir.
Ama alım satım ortadan kalkacak olursa, özgür alım satım da ortadan kalkar. Ticaret özgürlüğü üzerine edilen bütün o büyük sözler olsun, burjuvazimizin özgürlüğe ilişkin bütün palavraları olsun, genellikle yalnızca Ortaçağ'ın köleleştirilmiş burjuvasıyla yapılan sınırlı alım satım karşısında bir anlam taşır ama komünizmin alım satımı, burjuva üretim ilişkilerini ve burjuvazinin kendisini ortadan kaldırması söz konusu olduğunda hiçbir anlamı kalmaz.
ÖZEL MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAK İSTEDİĞİMİZ İÇİN KORKUYA KAPILIYORSUNUZ SİZ. AMA SİZİN ŞİMDİKİ TOPLUMUNUZDA, TOPLUMUN ÜYELERİNİN ONDA DOKUZU İÇİN ÖZEL MÜLKİYET ORTADAN KALKMIŞTIR. BU ONDA DOKUZ İÇİN ÖZEL MÜLKİYET OLMADIĞI İÇİNDİR Kİ, SİZİN İÇİN ÖZEL MÜLKİYET VARDIR. DEMEK Kİ SİZ BİZİ, ANCAK TOPLUMUN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞUNUN MÜLKİYETTEN YOKSUN OLMASI DURUMUNDA VAR OLABİLEN BİR MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
KISACASI BİZİ, SİZİN MÜLKİYETİNİZİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
GERÇEKTEN DE TAM BUNU İSTİYORUZ.
Emek artık sermayeye, paraya, toprak gelirine, kısacası tekelleştirilebilir toplumsal güce dönüşemez olur olmaz, yani bireysel mülkiyet burjuva mülkiyetine dönüşemez olur olmaz, bireyin ortadan kalktığını öne sürüyorsunuz.
Böylece bireyden söz ettiğinizde, yalnızca burjuvayı dikkate aldığınızı itiraf etmiş oluyorsunuz. Bu birey hiç kuşkusuz ortadan kaldırılmalıdır.
Komünizm kimseye toplumun ürünlerini sahiplenme yetkisinden yoksun bırakmaz; yalnızca bu sahiplenme aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma yetkisini ortadan kaldırır.
Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla her türlü özel etkinliğin sona ereceği, genel bir tembelliğin ortaya çıkacağı itirazını yapanlar da var.
Eğer böyle olsaydı burjuvazinin çoktan tembellik yüzünden yıkılmış olması gerekirdi, çünkü bu toplumda çalışanlar kazanç elde etmezler, kazanç elde edenler ise çalışmazlar. Bu itirazın tümü, sermaye olmayınca, artık ücretli emeğin de olmayacağı safsatasından başka bir şey değildir.
Maddi ürünlerin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda komünist düzene yöneltilen bütün itirazlar, düşünce ürünlerinin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda da yöneltilir. Sınıf mülkiyetinin ortadan kalmasının burjuva için her türlü üretimin yok olması anlamına gelmesi gibi, sınıf kültürünün ortadan kalkması da burjuva için her türlü kültürün ortadan kalkması anlamına gelir.
Burjuvanın yitimine hayıflandığı kültür, büyük çoğunluk için, makineleşmeye hazırlanmaktan başka bir şey değildir.
Burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını, özgürlük, kültür, hukuk vb burjuva kavramlarınızın ölçeğine vurarak değerlendirecekseniz, boşuna tartışmayın bizimle. Sizin düşünceleriniz de, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür, tıpkı hukukunuzun da, sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş ve içeriği sınıfınızın maddi yaşama koşulları tarafından belirlenmiş iradesinden başka bir şey olmaması gibi.
Sizi, üretim ve mülkiyet ilişkilerinizi - üretimin gelişmesinin ortadan kaldırdığı geçici ilişkilerdir bunlar- doğanın ve aklın sürekli yasalarına dönüştürmeye yönelten çıkarcı anlayış, bugün ortadan kalkmış bütün egemen sınıflarla paylaştığınız bir şeydir.
Eski çağlar mülkiyeti için kabul ettiğinizi, feodal mülkiyet için kabul ettiğinizi, burjuva mülkiyeti için kabullenemiyorsunuz..) (Sayfa: 40-42)

*****

ÖZEL MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAK İSTEDİĞİMİZ İÇİN KORKUYA KAPILIYORSUNUZ SİZ. AMA SİZİN ŞİMDİKİ TOPLUMUNUZDA, TOPLUMUN ÜYELERİNİN ONDA DOKUZU İÇİN ÖZEL MÜLKİYET ORTADAN KALKMIŞTIR. BU ONDA DOKUZ İÇİN ÖZEL MÜLKİYET OLMADIĞI İÇİNDİR Kİ, SİZİN İÇİN ÖZEL MÜLKİYET VARDIR. DEMEK Kİ SİZ BİZİ, ANCAK TOPLUMUN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞUNUN MÜLKİYETTEN YOKSUN OLMASI DURUMUNDA VAR OLABİLEN BİR MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
KISACASI BİZİ, SİZİN MÜLKİYETİNİZİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
GERÇEKTEN DE TAM BUNU İSTİYORUZ.
Emek artık sermayeye, paraya, toprak gelirine, kısacası tekelleştirilebilir toplumsal güce dönüşemez olur olmaz, yani bireysel mülkiyet burjuva mülkiyetine dönüşemez olur olmaz, bireyin ortadan kalktığını öne sürüyorsunuz.
Böylece bireyden söz ettiğinizde, yalnızca burjuvayı dikkate aldığınızı itiraf etmiş oluyorsunuz. Bu birey hiç kuşkusuz ortadan kaldırılmalıdır.
Komünizm kimseye toplumun ürünlerini sahiplenme yetkisinden yoksun bırakmaz; yalnızca bu sahiplenme aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma yetkisini ortadan kaldırır.
Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla her türlü özel etkinliğin sona ereceği, genel bir tembelliğin ortaya çıkacağı itirazını yapanlar da var.
Eğer böyle olsaydı burjuvazinin çoktan tembellik yüzünden yıkılmış olması gerekirdi, çünkü bu toplumda çalışanlar kazanç elde etmezler, kazanç elde edenler ise çalışmazlar. Bu itirazın tümü, sermaye olmayınca, artık ücretli emeğin de olmayacağı safsatasından başka bir şey değildir.
Maddi ürünlerin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda komünist düzene yöneltilen bütün itirazlar, düşünce ürünlerinin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda da yöneltilir. Sınıf mülkiyetinin ortadan kalmasının burjuva için her türlü üretimin yok olması anlamına gelmesi gibi, sınıf kültürünün ortadan kalkması da burjuva için her türlü kültürün ortadan kalkması anlamına gelir.
Burjuvanın yitimine hayıflandığı kültür, büyük çoğunluk için, makineleşmeye hazırlanmaktan başka bir şey değildir.
Burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını, özgürlük, kültür, hukuk vb burjuva kavramlarınızın ölçeğine vurarak değerlendirecekseniz, boşuna tartışmayın bizimle. Sizin düşünceleriniz de, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür, tıpkı hukukunuzun da, sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş ve içeriği sınıfınızın maddi yaşama koşulları tarafından belirlenmiş iradesinden başka bir şey olmaması gibi.
Sizi, üretim ve mülkiyet ilişkilerinizi - üretimin gelişmesinin ortadan kaldırdığı geçici ilişkilerdir bunlar- doğanın ve aklın sürekli yasalarına dönüştürmeye yönelten çıkarcı anlayış, bugün ortadan kalkmış bütün egemen sınıflarla paylaştığınız bir şeydir.
Eski çağlar mülkiyeti için kabul ettiğinizi, feodal mülkiyet için kabul ettiğinizi, burjuva mülkiyeti için kabullenemiyorsunuz..) (Sayfa: 40-42)

*****

(..Ailenin ortadan kaldırılması! En radikal düşünceliler bile, komünistlerin bu rezil amacı karşısında öfkeye kapılıyorlar.
Bugünkü aile, burjuva ailesi hangi temele dayanıyor? Sermayeye, bireysel kazanca. Tümüyle gelişmiş bir aile yalnızca burjuvazi için var; bunun doğal uzantısı ise proletarya için ailenin olmayışının kaçınılmazlığı ve açık fuhuştur.
Uzantısının ortadan çekilmesiyle burjuva ailesi de doğal olarak ortadan çekilecek ve sermayenin ortadan kalkmasıyla her ikisi de ortadan kalkacaktır.
Bizi, çocukların ana babaları tarafından sömürülmesine son vermek istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçumuzu kabul ediyoruz.
Eğitimi aileden alıp topluma vermekle en kutsal ilişkileri parçaladığımızı da söylüyorsunuz.
Ama sizin eğitiminiz de toplum tarafından belirlenmiyor mu? Çocuklarınızı yetiştirdiğiniz toplumsal koşullar tarafından, toplumun doğrudan ya da dolaylı etkileri, okul vb'nin etkileri aracılığıyla belirlenmiyor mu? Komünistler toplumun eğitim üzerindeki etkisini icat etmiyorlar; yalnızca bu etkinin niteliğini değiştirmekle yetiniyor ve eğitimi egemen sınıfın etkisinden kurtarıyorlar.
Burjuvazinin aile ve eğitim, ana baba ve çocuklar arasındaki duygusal bağlar konusundaki yaveleri, büyük sanayi proletaryanın bütün aile bağlarını yıktıkça ve çocukları sıradan bir ticaret eşyasına, sıradan bir çalışma gerecine dönüştürdükçe, daha da mide bulandırıcı oluyor.
Burjuvazinin tümü, hep bir ağızdan, ama siz komünistler, kadınlar üzerinde ortaklık getirmek istiyorsunuz, diye haykırıyor yüzümüze karşı.
Burjuva için karısı, sıradan bir üretim aracından başka bir şey değildir. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılması gerektiğinin söylendiğini duyunca, doğal olarak ortaklaşa kullanmanın kadınları da etkileyeceğini aklına getirmemezlik edemiyor.
Söz konusu olanın, kadının günümüzdeki gibi sıradan bir üretim aracı olma konusuna son vermek olduğunu, aklının ucundan bile geçirmiyor.
Kaldı ki, komünistlerin güya kadınlar üzerinde güya resmen uygulayacakları ortaklığın, bizim burjuvalarımızda uyandırdığı aşırı ahlaki korku kadar gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınlar üzerinde ortaklık başlatmalarının gereği yoktur; bu ortaklık oldum olası var olmuştur.
Açık fuhuş bir yana, proleterlerin karılarının ve kızlarının da ellerinin altında olmasıyla yetinmeyen burjuvalarımız, karşılıklı olarak birbirlerini boynuzlamaktan da büyük bir keyif alırlar.
Burjuva evliliği gerçekte, evli kadınlar üzerinde ortaklıktır. Komünistler olsa olsa, kadınlar üzerinde sinsice gizlenen bu ortaklığın yerine, kadınlar üzerinde resmi ve açık bir ortaklık getirmeyi istemekle suçlanabilirler. Öte yandan, bugünkü üretim düzeninin ortadan kaldırılmasıyla, bu düzenin sonucu olan kadınlar üzerinde ortaklığı, yani resmi olan ve olmayan fuhşun da ortadan kalkacağı apaçıktır..) 
Bizi, çocukların ana babaları tarafından sömürülmesine son vermek istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçumuzu kabul ediyoruz.
Eğitimi aileden alıp topluma vermekle en kutsal ilişkileri parçaladığımızı da söylüyorsunuz.
Ama sizin eğitiminiz de toplum tarafından belirlenmiyor mu? Çocuklarınızı yetiştirdiğiniz toplumsal koşullar tarafından, toplumun doğrudan ya da dolaylı etkileri, okul vb'nin etkileri aracılığıyla belirlenmiyor mu? Komünistler toplumun eğitim üzerindeki etkisini icat etmiyorlar; yalnızca bu etkinin niteliğini değiştirmekle yetiniyor ve eğitimi egemen sınıfın etkisinden kurtarıyorlar.
Burjuvazinin aile ve eğitim, ana baba ve çocuklar arasındaki duygusal bağlar konusundaki yaveleri, büyük sanayi proletaryanın bütün aile bağlarını yıktıkça ve çocukları sıradan bir ticaret eşyasına, sıradan bir çalışma gerecine dönüştürdükçe, daha da mide bulandırıcı oluyor.
Burjuvazinin tümü, hep bir ağızdan, ama siz komünistler, kadınlar üzerinde ortaklık getirmek istiyorsunuz, diye haykırıyor yüzümüze karşı.
Burjuva için karısı, sıradan bir üretim aracından başka bir şey değildir. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılması gerektiğinin söylendiğini duyunca, doğal olarak ortaklaşa kullanmanın kadınları da etkileyeceğini aklına getirmemezlik edemiyor.
Söz konusu olanın, kadının günümüzdeki gibi sıradan bir üretim aracı olma konusuna son vermek olduğunu, aklının ucundan bile geçirmiyor.
Kaldı ki, komünistlerin güya kadınlar üzerinde güya resmen uygulayacakları ortaklığın, bizim burjuvalarımızda uyandırdığı aşırı ahlaki korku kadar gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınlar üzerinde ortaklık başlatmalarının gereği yoktur; bu ortaklık oldum olası var olmuştur.
Açık fuhuş bir yana, proleterlerin karılarının ve kızlarının da ellerinin altında olmasıyla yetinmeyen burjuvalarımız, karşılıklı olarak birbirlerini boynuzlamaktan da büyük bir keyif alırlar.
Burjuva evliliği gerçekte, evli kadınlar üzerinde ortaklıktır. Komünistler olsa olsa, kadınlar üzerinde sinsice gizlenen bu ortaklığın yerine, kadınlar üzerinde resmi ve açık bir ortaklık getirmeyi istemekle suçlanabilirler. Öte yandan, bugünkü üretim düzeninin ortadan kaldırılmasıyla, bu düzenin sonucu olan kadınlar üzerinde ortaklığı, yani resmi olan ve olmayan fuhşun da ortadan kalkacağı apaçıktır..)  

*****

(..Bundan başka, komünistler vatanı ve ulusallığı ortadan kaldırmayı istemekle suçlanmışlardır.

İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şey ellerinden alınamaz. Her ülkenin proletaryasının ilk olarak siyasal iktidarı ele geçirmesi, halkı yöneten sınıf durumuna yükselmesi, kendisini ulus kılması gerektiği için, burjuvazinin anladığı anlamda olmasa bile, proletarya zaten halâ ulusaldır.
Halklar arasındaki ulusal ayrılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesi, ticaret özgürlüğü, dünya pazarı, sınai üretimde biçim birliği ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan yaşama koşulları nedeniyle gittikçe artan bir biçimde azalmaktadır.
Proletarya iktidara geldiğinde bunları daha da azaltacaktır. Proletaryanın ortak eylemi, hiç değilse uygar ülkelerde, özgürlüğüne kavuşmasının ilk koşullarından biridir.
BİR ULUSUN BİR BAŞKA ULUS TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE, BİR BİREYİN BİR BAŞKASI TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE SON VERİLDİĞİ ORANDA, SON VERİLİR.
BİR ULUSUN İÇİNDEKİ SINIFLAR ÇATIŞMASININ YOK OLDUĞU GÜN, ULUSLARIN ARASINDAKİ KARŞILIKLI DÜŞMANLIK DA YOK OLUR..) (Sayfa: 45-46)

Proletarya iktidara geldiğinde bunları daha da azaltacaktır. Proletaryanın ortak eylemi, hiç değilse uygar ülkelerde, özgürlüğüne kavuşmasının ilk koşullarından biridir.
BİR ULUSUN BİR BAŞKA ULUS TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE, BİR BİREYİN BİR BAŞKASI TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE SON VERİLDİĞİ ORANDA, SON VERİLİR.
BİR ULUSUN İÇİNDEKİ SINIFLAR ÇATIŞMASININ YOK OLDUĞU GÜN, ULUSLARIN ARASINDAKİ KARŞILIKLI DÜŞMANLIK DA YOK OLUR..) (Sayfa: 45-46)

*****

(..Dinsel, felsefi ve ideolojik açıdan komünizme yöneltilen genel suçlamalara gelince, bunlar derinlemesine incelenmeyi hak etmezler.
İnsanların düşüncelerinin, görüşlerinin ve kavramlarının, kısacası bilinçlerinin de, onların yaşama koşullarında, toplumsal ilişkilerinde, toplumsal yaşamlarında meydana gelecek her değişmeyle birlikte değiştiğini anlamak için çok derin bir kavrayış mı gerekir?
şünceler tarihi, zihinsel üretimin maddi üretimle birlikte değiştiğinden başka neyi kanıtlar ki? Bir döneme egemen düşünceler, hep yalnızca egemen sınıfın düşünceleri olmuştur.
Bütün bir toplumu devrimci değişikliklere uğratan düşüncelerden söz edildiğinde, eski toplumun yapısında yeni bir toplumun ögelerinin oluştuğu ve eski düşüncelerin çözülmesinin eski yaşama koşullarının çözülmesiyle at başı gittiği olgusu vurgulanmış olur yalnızca.
Antik dünya sona ererken, eski dinler Hıristiyan dini tarafından yenilgiye uğratıldı. 18. yüzyılda, Hıristiyan düşünceler yerlerini aydınlanmacı düşüncelere bıraktığında, feodal toplum, o dönemde devrimci olan burjuvaziye karşı son savaşını veriyordu. Vicdan özgürlüğü, din özgürlüğü düşünceleri, bilgi anlamında serbest rekabetin egemenliğini vurgulamıştır yalnızca.
Ama denilecektir, ''dini, ahlaki, felsefi, siyasi ve hukuki düşünceler hiç kuşkusuz tarihin gelişmesi boyunca değişmiştir. Ne var ki, bu değişikliklerde din, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk hep ayakta kalmıştır.''
''Üstelik, özgürlük, adalet vb gibi bütün toplumsal düzenlerde ortak olan, her zaman için geçerli doğrular vardır. Oysa komünizm her zaman için geçerli doğruları ortadan kaldırıyor, dini ve ahlakı dönüştürecek yerde ortadan kaldırıyor ve böylece tarihin bugüne dek gösterdiği gelişmeyle çelişkiye düşüyor.''
Bu suçlama neye indirgeniyor? Toplumun günümüze dek olan tarihinin tümü, dönemlere göre değişik biçimlere bürünmüş olan sınıf karşıtlıklarından oluşur.
Ama bu karşıtlıkların büründüğü biçim ne olursa olsun, toplumun bir bölümünün bir başka bölüm tarafından sömürülmesi, geçmiş yüzyılların tümüne ortak bir olgudur. Bu nedenle, bütün geçmiş yüzyılların ortak bilincinin, onca değişikliklere ve ayrımlara karşın, ancak sınıf karşıtlıklarının tümüyle ortadan kalkmasıyla, tümüyle yok olacak kimi ortak biçimlerle davranmış olmasına şaşırmamak gerekir.
Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en köklü kopuştur; komünist devrimin, gelişmesi sırasında geleneksel düşüncelerle en köklü biçimde kopmasına şaşırmamak gerekir..) (Sayfa: 46-48)

*****

Bütün bir toplumu devrimci değişikliklere uğratan düşüncelerden söz edildiğinde, eski toplumun yapısında yeni bir toplumun ögelerinin oluştuğu ve eski düşüncelerin çözülmesinin eski yaşama koşullarının çözülmesiyle at başı gittiği olgusu vurgulanmış olur yalnızca.
Antik dünya sona ererken, eski dinler Hıristiyan dini tarafından yenilgiye uğratıldı. 18. yüzyılda, Hıristiyan düşünceler yerlerini aydınlanmacı düşüncelere bıraktığında, feodal toplum, o dönemde devrimci olan burjuvaziye karşı son savaşını veriyordu. Vicdan özgürlüğü, din özgürlüğü düşünceleri, bilgi anlamında serbest rekabetin egemenliğini vurgulamıştır yalnızca.
Ama denilecektir, ''dini, ahlaki, felsefi, siyasi ve hukuki düşünceler hiç kuşkusuz tarihin gelişmesi boyunca değişmiştir. Ne var ki, bu değişikliklerde din, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk hep ayakta kalmıştır.''
''Üstelik, özgürlük, adalet vb gibi bütün toplumsal düzenlerde ortak olan, her zaman için geçerli doğrular vardır. Oysa komünizm her zaman için geçerli doğruları ortadan kaldırıyor, dini ve ahlakı dönüştürecek yerde ortadan kaldırıyor ve böylece tarihin bugüne dek gösterdiği gelişmeyle çelişkiye düşüyor.''
Bu suçlama neye indirgeniyor? Toplumun günümüze dek olan tarihinin tümü, dönemlere göre değişik biçimlere bürünmüş olan sınıf karşıtlıklarından oluşur.
Ama bu karşıtlıkların büründüğü biçim ne olursa olsun, toplumun bir bölümünün bir başka bölüm tarafından sömürülmesi, geçmiş yüzyılların tümüne ortak bir olgudur. Bu nedenle, bütün geçmiş yüzyılların ortak bilincinin, onca değişikliklere ve ayrımlara karşın, ancak sınıf karşıtlıklarının tümüyle ortadan kalkmasıyla, tümüyle yok olacak kimi ortak biçimlerle davranmış olmasına şaşırmamak gerekir.
Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en köklü kopuştur; komünist devrimin, gelişmesi sırasında geleneksel düşüncelerle en köklü biçimde kopmasına şaşırmamak gerekir..) (Sayfa: 46-48)
*****
(..Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en köklü kopuştur; komünist devrimin, gelişmesi sırasında geleneksel düşüncelerle en köklü biçimde kopmasına şaşırmamak gerekir.
Fakat, burjuvazinin komünizme yönelttiği eleştirileri bırakalım burada.
İşçi sınıfı devriminin ilk aşamasının proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesi, yani demokrasi savaşının kazanılması olduğunu daha önce görmüştük.
Proletarya, sermayenin tümünü yavaş yavaş burjuvazinin elinden koparmak, üretim araçlarının tümünü Devlet'in, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve üretim güçlerinin miktarını büyük bir süratle artırmak için, siyasal üstünlüğünü kullanacaktır.
Hiç kuşkusuz başlangıçta bu ancak, mülkiyet hakkının ve burjuva üretim düzeninin zorbaca çiğnenmesiyle, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçersiz görünen ama hareketin gelişimi içinde kendilerini aşan ve üretim düzeninin tümünü tepe taklak etme aracı olarak gerekli olan önlemlerle gerçekleşecektir.
Hiç kuşkusuz bu önlemler ülkeden ülkeye değişiklik gösterecektir.
Yine de, en gelişmiş ülkelerde genellikle aşağıdaki önlemler uygulamaya koyulabilecektir:

*
1) Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve toprak gelirlerinin Devlet harcamalarında kullanılması.
2) Matrahın yüksekliği ile oranı büyük ölçüde artan vergilendirme.
3) Her türlü miras hakkının kaldırılması.
4) Başka ülkeye gidenlerin ve isyancıların mallarına el koyulması.
5) Kredilerin, sermayesi Devlet'e ait olan ve tekel oluşturan bir banka aracılığıyla Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
6) Bütün ulaşım araçlarının Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
7) Ulusal fabrikaların ve üretim araçlarının çoğaltılması, genel bir plan uyarınca ekilmeyen toprakların tarıma elverişli hale getirilmesi, ekilen toprakların ıslahı.
8) Herkes için eşit çalışma zorunluğu; özellikle tarım için olmak üzere, sanayi ordularının kurulması.
9) Kent ve köy ayırımının yavaş yavaş ortadan kalkmasını sağlamak için tarım ve sanayi uygulamalarının birleştirilmesi.
10) Bütün çocuklar için resmi okullarda parasız eğitim Çocukların bugün uygulandığı gibi fabrikalarda çalıştırılmasına son verilmesi, eğitimin sanayi üretimiyle birlikte yürütülmesi vb.
Gelişim boyunca sınıf ayrılıkları bir kez ortadan kalkınca, üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde toplanacağından, kamu iktidarı da siyasal niteliğini yitirecektir. Siyasal iktidar, gerçek anlamıyla bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş iktidarıdır. Eğer proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde, koşulların zorlamasıyla bir sınıf olarak birleşirse, bir devrim aracılığıyla egemen sınıf olursa ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zor kullanarak ortadan kaldırırsa, bu üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarının varoluş koşullarını da ortadan kaldırmış olur yani genel olarak sınıfların varoluş koşullarını ve bu arada sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırmış olur.
Sınıflı ve sınıflar arası çelişkili eski burjuva toplumunun yerini, her bireyin özgürce gelişmesinin, herkesin özgürce gelişmesinin koşulu olduğu bir birliktelik alır. (Sayfa: 48-50 )

*****
Proletarya, sermayenin tümünü yavaş yavaş burjuvazinin elinden koparmak, üretim araçlarının tümünü Devlet'in, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve üretim güçlerinin miktarını büyük bir süratle artırmak için, siyasal üstünlüğünü kullanacaktır.
Hiç kuşkusuz başlangıçta bu ancak, mülkiyet hakkının ve burjuva üretim düzeninin zorbaca çiğnenmesiyle, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçersiz görünen ama hareketin gelişimi içinde kendilerini aşan ve üretim düzeninin tümünü tepe taklak etme aracı olarak gerekli olan önlemlerle gerçekleşecektir.
Hiç kuşkusuz bu önlemler ülkeden ülkeye değişiklik gösterecektir.
Yine de, en gelişmiş ülkelerde genellikle aşağıdaki önlemler uygulamaya koyulabilecektir:

*
1) Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve toprak gelirlerinin Devlet harcamalarında kullanılması.
2) Matrahın yüksekliği ile oranı büyük ölçüde artan vergilendirme.
3) Her türlü miras hakkının kaldırılması.
4) Başka ülkeye gidenlerin ve isyancıların mallarına el koyulması.
5) Kredilerin, sermayesi Devlet'e ait olan ve tekel oluşturan bir banka aracılığıyla Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
6) Bütün ulaşım araçlarının Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
7) Ulusal fabrikaların ve üretim araçlarının çoğaltılması, genel bir plan uyarınca ekilmeyen toprakların tarıma elverişli hale getirilmesi, ekilen toprakların ıslahı.
8) Herkes için eşit çalışma zorunluğu; özellikle tarım için olmak üzere, sanayi ordularının kurulması.
9) Kent ve köy ayırımının yavaş yavaş ortadan kalkmasını sağlamak için tarım ve sanayi uygulamalarının birleştirilmesi.
10) Bütün çocuklar için resmi okullarda parasız eğitim Çocukların bugün uygulandığı gibi fabrikalarda çalıştırılmasına son verilmesi, eğitimin sanayi üretimiyle birlikte yürütülmesi vb.
Gelişim boyunca sınıf ayrılıkları bir kez ortadan kalkınca, üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde toplanacağından, kamu iktidarı da siyasal niteliğini yitirecektir. Siyasal iktidar, gerçek anlamıyla bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş iktidarıdır. Eğer proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde, koşulların zorlamasıyla bir sınıf olarak birleşirse, bir devrim aracılığıyla egemen sınıf olursa ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zor kullanarak ortadan kaldırırsa, bu üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarının varoluş koşullarını da ortadan kaldırmış olur yani genel olarak sınıfların varoluş koşullarını ve bu arada sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırmış olur.
Sınıflı ve sınıflar arası çelişkili eski burjuva toplumunun yerini, her bireyin özgürce gelişmesinin, herkesin özgürce gelişmesinin koşulu olduğu bir birliktelik alır. (Sayfa: 48-50 )

*****

SOSYALİST VE GERİCİ YAZILAR
*
1) GERİCİ SOSYALİZM

*
a) Feodal Sosyalizm

*
Fransız ve İngiliz soyluları, toplumsal konumları nedeniyle, çağdaş burjuva toplumuna karşı yergiler kaleme almak durumunda olmuşlardır. Temmuz 1830 Fransız Devrimi sırasında, İngilizler seçim reformu hareketinde soylular, tüylerini diken diken eden bu yeni türediler karşısında bir kez daha yenilgiye uğramışlardı. Onlar için artık ciddi bir siyasal mücadele söz konusu olamazdı. Ellerinde yalnızca yazıyla mücadele yolu kalmıştı. Ama Restorasyon döneminin eski yavelerini yinelemek, artık olanaksızdı. Kendisini sevimli kılmak için, soylular sınıfının kendi çıkarlarını göz önüne almıyormuş gibi davranması ve yalnızca sömürülen işçi sınıfının çıkarlarını dikkate alarak burjuvaziye suçlamalar yöneltmesi gerekiyordu. Böylece, yeni efendilerine alaycı türküler yakmanın ve onların kulaklarına oldukça uğursuz kehanetler fısıldama cesaretini göstermenin keyfini çıkarabilecekti.
Yakınmalarla yergilerin, geçmişin yankılarıyla geleceğin tehditlerinin birbirine karıştığı feodal sosyalizm işte böyle doğdu. Acı, iğneleyici, alaycı eleştirileri kimi kez burjuvaziyi yüreğinden vursa da, çağdaş tarihin gidişini anlama konusundaki kesin yetersizliği, onu hep gülünç kılıyordu.
Bu soylular halkı peşlerine takabilmek için, proleterlerin sadaka torbasını bayrak gibi dalgalandırıyorlardı. Ne var ki halk onların peşine takıldığı her seferinde hemen gerilerini süsleyen eski feodal armaları gördü ve katıla katıla gülerek dağıldı.
Fransız yasalcılarının bir bölümü ile Genç İngiltere bu gösteriyi sundular.
Feodalite yandaşları, kendi sömürü düzenlerinin burjuva sömürüsünden değişik olduğunu kanıtlarken, feodalitenin sömürüyü bugün artık ortadan kalkmış olan bambaşka durum ve koşullarda uygulamış olduğunu unuturlar. Feodal düzende çağdaş proletaryanın var olmadığını öne sürerken de, çağdaş burjuvazinin onların toplumsal örgütlenmelerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu unuturlar.
Üstelik eleştirilerinin gerici niteliğini öylesine az gizlerler ki, burjuvaziye yönelttikleri başlıca suçlama, burjuva düzeninde eski toplumsal düzenin tümünü yerle bir edeck bir sınıfın geliştiğini söylemeleri olur.
Burjuvaziyi ayrıca, genel olarak proletarya yerine devrimci bir proletarya yaratmış olmakla da suçlarlar.
Bu nedenle, siyasal yaşamın uygulanmasında işçi sınıfına yönelik her türlü baskı önlemine etkin bir biçimde katılırlar. Günlük yaşamlarında ise, şatafatlı konuşmalarına karşın, sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamaya, doğruyu, sevgiyi, onuru, koyun yünü, şeker pancarı ve ispirto ticaretiyle trampa etmeye çok iyi ayak uydururlar.
Rahiple feodal senyörün hep el ele yürümüş olmaları gibi, kilise sosyalizmi de feodal sosyalizmle yan yana yürür.
Hıristiyan çileciliğine sosyalist bir görünüş vermekten daha kolay hiçbir şey yoktur. Hıristiyanlığın kendisi de özel mülkiyete, evliliğe, Devlet'e karşı çıkmamış mıydı? Bunların yerine yardımseverliği, yoksulluğu, bekârlığı ve nefsini köreltmeyi, manastır yaşamını ve Kilise'yi önermemiş miydi? Hıristiyan sosyalizmi, rahibin onunla soyluların öfkesini kutsadığı, kutsanmış sudan başka bir şey değildir..) (Sayfa: 51-55)

Yakınmalarla yergilerin, geçmişin yankılarıyla geleceğin tehditlerinin birbirine karıştığı feodal sosyalizm işte böyle doğdu. Acı, iğneleyici, alaycı eleştirileri kimi kez burjuvaziyi yüreğinden vursa da, çağdaş tarihin gidişini anlama konusundaki kesin yetersizliği, onu hep gülünç kılıyordu.
Bu soylular halkı peşlerine takabilmek için, proleterlerin sadaka torbasını bayrak gibi dalgalandırıyorlardı. Ne var ki halk onların peşine takıldığı her seferinde hemen gerilerini süsleyen eski feodal armaları gördü ve katıla katıla gülerek dağıldı.
Fransız yasalcılarının bir bölümü ile Genç İngiltere bu gösteriyi sundular.
Feodalite yandaşları, kendi sömürü düzenlerinin burjuva sömürüsünden değişik olduğunu kanıtlarken, feodalitenin sömürüyü bugün artık ortadan kalkmış olan bambaşka durum ve koşullarda uygulamış olduğunu unuturlar. Feodal düzende çağdaş proletaryanın var olmadığını öne sürerken de, çağdaş burjuvazinin onların toplumsal örgütlenmelerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu unuturlar.
Üstelik eleştirilerinin gerici niteliğini öylesine az gizlerler ki, burjuvaziye yönelttikleri başlıca suçlama, burjuva düzeninde eski toplumsal düzenin tümünü yerle bir edeck bir sınıfın geliştiğini söylemeleri olur.
Burjuvaziyi ayrıca, genel olarak proletarya yerine devrimci bir proletarya yaratmış olmakla da suçlarlar.
Bu nedenle, siyasal yaşamın uygulanmasında işçi sınıfına yönelik her türlü baskı önlemine etkin bir biçimde katılırlar. Günlük yaşamlarında ise, şatafatlı konuşmalarına karşın, sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamaya, doğruyu, sevgiyi, onuru, koyun yünü, şeker pancarı ve ispirto ticaretiyle trampa etmeye çok iyi ayak uydururlar.
Rahiple feodal senyörün hep el ele yürümüş olmaları gibi, kilise sosyalizmi de feodal sosyalizmle yan yana yürür.
Hıristiyan çileciliğine sosyalist bir görünüş vermekten daha kolay hiçbir şey yoktur. Hıristiyanlığın kendisi de özel mülkiyete, evliliğe, Devlet'e karşı çıkmamış mıydı? Bunların yerine yardımseverliği, yoksulluğu, bekârlığı ve nefsini köreltmeyi, manastır yaşamını ve Kilise'yi önermemiş miydi? Hıristiyan sosyalizmi, rahibin onunla soyluların öfkesini kutsadığı, kutsanmış sudan başka bir şey değildir..) (Sayfa: 51-55)
*****
(..b) Küçük Burjuva Sosyalizmi

*
Feodal soyluluk burjuvazi tarafından yıkılan, varoluş koşulları çağdaş burjuva toplumunda solup, sona eren tek sınıf değildir. Ortaçağ'ın burjuvaları ve küçük toprak sahibi köylüleri çağdaş burjuvazinin öncüleri olmuşlardır. Sanayi ve ticaretin daha az gelişmiş olduğu ülkelerde, bu sınıf, palazlanmakta olan burjuvazinin yanında hâlâ varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Çağdaş uygarlığın geliştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında salınan ve burjuva toplumunun tamamlayıcı bir bölümü olarak durmadan kendini yenileyen yeni bir küçük burjuva sınıfı oluşmuştur ama bu sınıfı oluşturan bireyler, rekabet nedeniyle sürekli olarak proletaryaya doğru itilirler ve üstelik büyük sanayinin aşama aşama gelişmesiyle, çağdaş toplumun özerk bir bölümü olarak varlıklarının tümüyle ortadan kalkacağı saatin yaklaştığını ve ticarette, el işçiliğine dayalı üretimde ve tarımda onların yerini gözeticilerin ve kâhyaların alacağını görürler.
Köylülerin, nüfusun yarısından çok daha fazlasını oluşturduğu Fransa gibi ülkelerde, burjuvaziye karşı proletaryanın davasını benimseyen kimi yazarların, burjuva düzeni eleştirilerine küçük burjuva ve küçük toprak sahibi köylü ölçütlerini uygulamış ve küçük burjuvazinin görüş açısından işçilerin yanında yer almış olmaları doğaldır. Küçük burjuva sosyalizmi böyle doğmuştur. Bu okulun başı, yalnız Fransa'da değil, İngiltere'de de Sismondidir.
( Jean Charles Leonard ( Sismonde de) Sismondi ( 1773-1842): Küçük burjuva sosyalizmi temsilcisi, İsviçreli tarihçi ve İktisatçı. Kapitalizmin büyük üretiminin ilerici eğilimlerini anlayamayan Sismondi, sanayinin örgütlenmesinde eski korporasyonların izinden gidilmesini, tarımda da, değişen ekonomik koşullara hiç uymasa da, eski ataerkil tarımın örnek alınmasını önererek eski uygulamaları ve gelenekleri gündeme getirir.)
Bu sosyalizm çağdaş üretim düzenine ilişkin çelişkileri büyük bir titizlikle incelemiştir. İktisatçıların ikiyüzlü övgülerini gözler önüne sermiştir. Makineleşmenin ve iş bölümünün, sermayenin ve toprak mülkiyetinin belirli sayıdaki kişilerin ellerinde toplanmasının, üretim fazlasının, bunalımların, küçük burjuvaların ve küçük toprak sahibi köylülerin önlenemez çöküşünün, proletaryanın sefaletinin, üretimdeki kargaşanın, zenginliklerin dağılımındaki apaçık eşitsizliğin, çeşitli uluslar arasındaki, karşısındakini yok etmeye yönelik sanayi savaşının, eski geleneklerin, eski aile ilişkilerinin, eski ulusal özelliklerin çözülüşünün ölümcül etkilerini, karşı çıkılamaz bir biçimde göstermiştir.
Bununla birlikte, bu sosyalizmin olumlu içeriği ya eski üretim ve değişim araçlarını ve onlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu yeniden kurmayı amaçlar ya da çağdaş üretim ve diğişim araçlarını, onlar tarafından kaçınılmaz olarak paramparça edilmiş olan eski mülkiyet düzeninin sınırları içine yeniden zorla sokmayı amaçlar. Her iki durumda da, bu sosyalizm hem gerici hem ütopyacıdır.
Son sözleri şöyledir: El işçiliğine dayalı üretimde loncalar, kırsal kesimde ataerkil ekonomi.
Daha sonraki gelişmesinde, bu eğilim sarhoşluk ertesi sabahlarının iğrenç çöküntüsüne uğradı..) 

Çağdaş uygarlığın geliştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında salınan ve burjuva toplumunun tamamlayıcı bir bölümü olarak durmadan kendini yenileyen yeni bir küçük burjuva sınıfı oluşmuştur ama bu sınıfı oluşturan bireyler, rekabet nedeniyle sürekli olarak proletaryaya doğru itilirler ve üstelik büyük sanayinin aşama aşama gelişmesiyle, çağdaş toplumun özerk bir bölümü olarak varlıklarının tümüyle ortadan kalkacağı saatin yaklaştığını ve ticarette, el işçiliğine dayalı üretimde ve tarımda onların yerini gözeticilerin ve kâhyaların alacağını görürler.
Köylülerin, nüfusun yarısından çok daha fazlasını oluşturduğu Fransa gibi ülkelerde, burjuvaziye karşı proletaryanın davasını benimseyen kimi yazarların, burjuva düzeni eleştirilerine küçük burjuva ve küçük toprak sahibi köylü ölçütlerini uygulamış ve küçük burjuvazinin görüş açısından işçilerin yanında yer almış olmaları doğaldır. Küçük burjuva sosyalizmi böyle doğmuştur. Bu okulun başı, yalnız Fransa'da değil, İngiltere'de de Sismondidir.
( Jean Charles Leonard ( Sismonde de) Sismondi ( 1773-1842): Küçük burjuva sosyalizmi temsilcisi, İsviçreli tarihçi ve İktisatçı. Kapitalizmin büyük üretiminin ilerici eğilimlerini anlayamayan Sismondi, sanayinin örgütlenmesinde eski korporasyonların izinden gidilmesini, tarımda da, değişen ekonomik koşullara hiç uymasa da, eski ataerkil tarımın örnek alınmasını önererek eski uygulamaları ve gelenekleri gündeme getirir.)
Bu sosyalizm çağdaş üretim düzenine ilişkin çelişkileri büyük bir titizlikle incelemiştir. İktisatçıların ikiyüzlü övgülerini gözler önüne sermiştir. Makineleşmenin ve iş bölümünün, sermayenin ve toprak mülkiyetinin belirli sayıdaki kişilerin ellerinde toplanmasının, üretim fazlasının, bunalımların, küçük burjuvaların ve küçük toprak sahibi köylülerin önlenemez çöküşünün, proletaryanın sefaletinin, üretimdeki kargaşanın, zenginliklerin dağılımındaki apaçık eşitsizliğin, çeşitli uluslar arasındaki, karşısındakini yok etmeye yönelik sanayi savaşının, eski geleneklerin, eski aile ilişkilerinin, eski ulusal özelliklerin çözülüşünün ölümcül etkilerini, karşı çıkılamaz bir biçimde göstermiştir.
Bununla birlikte, bu sosyalizmin olumlu içeriği ya eski üretim ve değişim araçlarını ve onlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu yeniden kurmayı amaçlar ya da çağdaş üretim ve diğişim araçlarını, onlar tarafından kaçınılmaz olarak paramparça edilmiş olan eski mülkiyet düzeninin sınırları içine yeniden zorla sokmayı amaçlar. Her iki durumda da, bu sosyalizm hem gerici hem ütopyacıdır.
Son sözleri şöyledir: El işçiliğine dayalı üretimde loncalar, kırsal kesimde ataerkil ekonomi.
Daha sonraki gelişmesinde, bu eğilim sarhoşluk ertesi sabahlarının iğrenç çöküntüsüne uğradı..) 
(Sayfa: 55-57)
*****
(..c) Alman Sosyalizmi ya da Gerçek Sosyalizm

*
Egemen bir burjuvazinin baskısı altında doğan ve bu egemenliğe yazıyla başkaldırışın dile getirilmesi olan Fransız sosyalist ve komünist edebiyatı, Almanya'ya burjuvazinin tam feodal mutlakiyetçilikle mücadeleye başladığı sırada sokuldu.
Alman felsefecileri, sözde felsefecileri ve okumuşları büyük bir açgözlülükle bu edebiyatı benimsediler ama Fransa'daki yaşama koşullarının, Fransa'dan Almaya'ya getirilen bu yazılarla eşzamanlı olarak Almanya'ya gelmemiş olduğunu unutuverdiler. Almanya'nın yaşama koşulları karşısında, Fransız edebiyatı her türlü güncel uygulama anlamını yitirdi ve yalnızca edebi bir görünüme büründü. Gerçek toplum üzerine, insanın yaptıkları üzerine yararsız bir kurgu gibi görünmek zorunda kaldı. Böylece, 18. yüzyıl Alman felsefecilerinin gözünde, birinci Fransız devriminin istekleri, genel olarak yalnızca ''uygulamalı aklın'' istekleri olma anlamına geliyordu ve devrimci Fransız burjuvazisinin iradesinin açığa vurulması da, onların gözünde saf iradenin, olması gerektiği gibi iradenin, gerçekten insana özgü iradenin yasalarından başka bir şey değildi.
Alman yazarların tek çalışması, yeni Fransız düşünürleri ile kendilerinin eski felsefi vicdanları arasında uyum sağlamak, daha da doğrusu kendi felsefi görüşlerinden yola çıkarak, Fransız düşüncelerini sahiplenmek olmuştur.
Bu sahiplenme, bir yabancı dil çeviri yoluyla nasıl sahiplenilirse öyle olmuştur.
Keşişlerin, çok tanrılı eski çağların klasik yapıtlarının el yazmalarını, Katolik ermişlerin tatsız tuzsuz öyküleriyle nasıl doldurdukları bilinir. Alman yazarlar da, din dışı Fransız edebiyatı karşısında bunun tersini uyguladılar. Fransızca özgün metnin altına, kendi felsefi budalalıklarını yazdılar. Söz gelimi, mal varlığı ilişkileri konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''insan doğasının bozulması'' yazdılar, burjuva devleti konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''soyut evrensellik egemenliğinin kaldırılması'' yazdılar ve böyle sürdürdüler.
Fransız tarih eleştirisinin yerine geçirdikleri bu felsefi saçmalıklara ''eylem felsefesi'', ''gerçek sosyalizm'', ''Alman sosyalizm bilimi'', ''sosyalizmin felsefi temeli'' gibi adlar taktılar.
Fransız sosyalist ve komünist edebiyatı, böylece kesin olarak iğdiş edilmiş oldu. Bu edebiyat Almanların elinde bir sınıfın bir başka sınıfa karşı savaşını vurguluyor olmaktan çıkınca, Almanlar Fransızların tek yanlılığını aştıklarının, gerçek gereksinmelerin değil gerçeklik gereksinmesinin, proletaryanın çıkarlarının değil, insan doğasının, genel olarak insanın, hiçbir sınıfa ya da hiçbir gerçekliğe ait olmayan insanın, ancak felsefi imgelemenin sisli gökyüzünde var olan insanın çıkarlarını savunduklarının bilincine vardılar.
Beceriksiz okul ödevlerini bunca gösterişli bir biçimde ciddiye alan ve bunca gürültülü bir şarlatanlıkla bunların borazancılığını yapan bu Alman sosyalizmi, ne var ki ukala masumiyetini yavaş yavaş yitirdi.
Alman burjuvazisinin, özellikle de Prusya burjuvazisinin feodallere ve mutlak monarşiye karşı savaşı, tek sözcükle liberal hareket daha ciddileşti.
Böylece ''gerçek'' sosyalizm onca istediği gibi, siyasal hareketin karşısına sosyalist istekleri koyma , liberalizmle, temsili devlete, burjuva rekabetine, burjuva basın özgürlüğüne, burjuva hukukuna, burjuva özgürlüğüne ve eşitliğine karşı geleneksel lanetlemeler yöneltme ve halk kitlelerine bu burjuva hareketinin onlarca hiçbir şey kazandırmayacağını, tersine zarar vereceğini anlatma olanağını bulabildi. Alman sosyalizmi bu arada, yavan bir yankısı olduğu Fransız eleştirisinin, çağdaş burjuva toplumunu, gerekli maddi yaşama koşulları ve uygun bir siyasal yapıyla birlikte yani Almanya'da henüz elde edilememiş koşullarla öngördüğünü unutuyordu.
Gerçek sosyalizm, Almanya'nın, rahipleri, öğretmenleri, taşra eşrafını, bürokratları peşlerinde sürükleyen mutlakiyetçi hükümetleri için, burjuvazinin tehdidine karşı özlenen bir korkuluk oldu.
Bu hükümetlerin Alman işçilerin başkaldırılarına karşılık verdikleri acı kırbaç darbelerine ve tüfek kurşunlarına tatlımsı bir ikiyüzlülük ekledi.
''Gerçek'' sosyalizm böylece hükümetlerin elinde Alman burjuvazisine karşı bir silah olurken, ayrıca gerici bir çıkarı da, Alman kalın kafalılığının çıkarını da temsil ediyordu. Almanya'da 16. yüzyıldan miras kalan ve o zamandan bu yana durmadan yeni biçimlerde ortaya çıkan küçük burjuva sınıfı, Almanya için kurulu düzenin gerçek toplumsal temelini oluşturur.
Küçük burjuvazinin korunması, Almanya'da bugünkü düzenin korunması demektir. Büyük burjuvazinin sınai ve siyasal üstünlüğü, bir yandan sermaye birikimi bir yandan da devrimci bir proletaryanın ortaya çıkması nedeniyle, bu küçük burjuvaziyi yok olmakla tehdit eder. Küçük burjuvazi, ''gerçek'' sosyalizmle bir taşla iki kuş vurabileceğini sandı. Gerçek sosyalizm bir salgın hastalık gibi yayıldı.
Alman sosyalistleri, spekülatif örümcek ağlarından dokunmuş hafif bir kumaştan, tumturaklı sözcüklerinin çiçekleri işlenmiş, ateşli bir duygusallık çiyine batırılmış bol bir giysi dikip, bir deri bir kemik kalmış ''sonsuz gerçeklerine'' giydirdiler ve bu bol giysi, bu halk karşısında mallarının sürümünü artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
Öte yandan Alman sosyalizmi bu küçük burjuvazinin tumturaklı temsilcisi olma yatkınlığını gittikçe daha iyi kavradı.
Alman ulusunun örnek bir ulus olduğunu, Alman kalın kafalısının örnek insan olduğunu ilan etti. Bu örnek insanın her türlü alçaklığına, onu olduğunun tam tersi gösteren gizli bir anlam, yüce ve sosyalist bir anlam yükledi. Daha da ileri giderek, komünizmin ''hoyratça yıkıcı'' eğilimine karşı çıktı ve bütün sınıf savaşlarına yansız bir biçimde tepeden baktığını ilan etti. Almanya'da şu ara dolaşımda bulunan sosyalist ya da komünist olma iddiasındaki yayınlar, çok azı dışında, bu kirli ve sinir bozucu yayınlardır.

*
<<<1848'deki devrim fırtınası bu acınası okulu tümüyle temizledi ve yandaşlarını yine sosyalizm yapma zevkinden yoksun bıraktı. Bu okulun başlıca temsilcisi ve klasik örneği Karl Grün'dür. (Engels'in 1890 tarihli Almanca baskıda, küçük burjuva yayıncı Karl Grün (1817-1887) için yaptığı açıklama) >>>.
(Sayfa: 57-62)

*****
Alman yazarların tek çalışması, yeni Fransız düşünürleri ile kendilerinin eski felsefi vicdanları arasında uyum sağlamak, daha da doğrusu kendi felsefi görüşlerinden yola çıkarak, Fransız düşüncelerini sahiplenmek olmuştur.
Bu sahiplenme, bir yabancı dil çeviri yoluyla nasıl sahiplenilirse öyle olmuştur.
Keşişlerin, çok tanrılı eski çağların klasik yapıtlarının el yazmalarını, Katolik ermişlerin tatsız tuzsuz öyküleriyle nasıl doldurdukları bilinir. Alman yazarlar da, din dışı Fransız edebiyatı karşısında bunun tersini uyguladılar. Fransızca özgün metnin altına, kendi felsefi budalalıklarını yazdılar. Söz gelimi, mal varlığı ilişkileri konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''insan doğasının bozulması'' yazdılar, burjuva devleti konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''soyut evrensellik egemenliğinin kaldırılması'' yazdılar ve böyle sürdürdüler.
Fransız tarih eleştirisinin yerine geçirdikleri bu felsefi saçmalıklara ''eylem felsefesi'', ''gerçek sosyalizm'', ''Alman sosyalizm bilimi'', ''sosyalizmin felsefi temeli'' gibi adlar taktılar.
Fransız sosyalist ve komünist edebiyatı, böylece kesin olarak iğdiş edilmiş oldu. Bu edebiyat Almanların elinde bir sınıfın bir başka sınıfa karşı savaşını vurguluyor olmaktan çıkınca, Almanlar Fransızların tek yanlılığını aştıklarının, gerçek gereksinmelerin değil gerçeklik gereksinmesinin, proletaryanın çıkarlarının değil, insan doğasının, genel olarak insanın, hiçbir sınıfa ya da hiçbir gerçekliğe ait olmayan insanın, ancak felsefi imgelemenin sisli gökyüzünde var olan insanın çıkarlarını savunduklarının bilincine vardılar.
Beceriksiz okul ödevlerini bunca gösterişli bir biçimde ciddiye alan ve bunca gürültülü bir şarlatanlıkla bunların borazancılığını yapan bu Alman sosyalizmi, ne var ki ukala masumiyetini yavaş yavaş yitirdi.
Alman burjuvazisinin, özellikle de Prusya burjuvazisinin feodallere ve mutlak monarşiye karşı savaşı, tek sözcükle liberal hareket daha ciddileşti.
Böylece ''gerçek'' sosyalizm onca istediği gibi, siyasal hareketin karşısına sosyalist istekleri koyma , liberalizmle, temsili devlete, burjuva rekabetine, burjuva basın özgürlüğüne, burjuva hukukuna, burjuva özgürlüğüne ve eşitliğine karşı geleneksel lanetlemeler yöneltme ve halk kitlelerine bu burjuva hareketinin onlarca hiçbir şey kazandırmayacağını, tersine zarar vereceğini anlatma olanağını bulabildi. Alman sosyalizmi bu arada, yavan bir yankısı olduğu Fransız eleştirisinin, çağdaş burjuva toplumunu, gerekli maddi yaşama koşulları ve uygun bir siyasal yapıyla birlikte yani Almanya'da henüz elde edilememiş koşullarla öngördüğünü unutuyordu.
Gerçek sosyalizm, Almanya'nın, rahipleri, öğretmenleri, taşra eşrafını, bürokratları peşlerinde sürükleyen mutlakiyetçi hükümetleri için, burjuvazinin tehdidine karşı özlenen bir korkuluk oldu.
Bu hükümetlerin Alman işçilerin başkaldırılarına karşılık verdikleri acı kırbaç darbelerine ve tüfek kurşunlarına tatlımsı bir ikiyüzlülük ekledi.
''Gerçek'' sosyalizm böylece hükümetlerin elinde Alman burjuvazisine kaerşı bir silah olurken, ayrıca gerici bir çıkarı da, Alman kalın kafalılığının çıkarını da temsil ediyordu. Almanya'da 16. yüzyıldan miras kalan ve o zamandan bu yana durmadan yeni biçimlerde ortaya çıkan küçük burjuva sınıfı, Almanya için kurulu düzenin gerçek toplumsal temelini oluşturur.
Küçük burjuvazinin korunması, Almanya'da bugünkü düzenin korunması demektir. Büyük burjuvazinin sınai ve siyasal üstünlüğü, bir yandan sermaye birikimi bir yandan da devrimci bir proletaryanın ortaya çıkması nedeniyle, bu küçük burjuvaziyi yok olmakla tehdit eder. Küçük burjuvazi, ''gerçek'' sosyalizmle bir taşla iki kuş vurabileceğini sandı. Gerçek sosyalizm bir salgın hastalık gibi yayıldı.
Alman sosyalistleri, spekülatif örümcek ağlarından dokunmuş hafif bir kumaştan, tumturaklı sözcüklerinin çiçekleri işlenmiş, ateşli bir duygusallık çiyine battırılmış bol bir giysi dikip, bir deri bir kemik kalmış ''sonsuz gerçeklerine'' giydirdiler ve bu bol giysi, bu halk karşısında mallarının sürümünü artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
Öte yandan Alman sosyalizmi bu küçük burjuvazinin tumturaklı temsilcisi olma yatkınlığını gittikçe daha iyi kavradı.
Alman ulusunun örnek bir ulus olduğunu, Alman kalın kafalısının örnek insan olduğunu ilan etti. Bu örnek insanın her türlü alçaklığına, onu olduğunun tam tersi gösteren gizli bir anlam, yüce ve sosyalist bir anlam yükledi. Daha da ileri giderek, komünizmin ''hoyratça yıkıcı'' eğilimine karşı çıktı ve bütün sınıf savaşlarına yansız bir biçimde tepeden baktığını ilan etti. Almanya'da şu ara dolaşımda bulunan sosyalist ya da komünist olma iddiasındaki yayınlar, çok azı dışında, bu kirli ve sinir bozucu yayınlardır.
<<<1848'deki devrim fırtınası bu acınası okulu tümüyle temizledi ve yandaşlarını yine sosyalizm yapma zevkinden yoksun bıraktı. Bu okulun başlıca temsilcisi ve klasik örneği Karl Grün'dür. (Engels'in 1890 tarihli Almanca baskıda, küçük burjuva yayıncı Karl Grün (1817-1887) için yaptığı açıklama) >>>.
(Sayfa: 57-62)

*****

2) TUTUCU SOSYALİZM YA DA BURJUVA SOSYALİZMİ
*
Burjuvazinin bir bölümü, burjuva toplumunun varlığını güvence altına almak için, toplumsal aksaklıklara çare bulmak ister.
İktisatçılar, iyilikseverler, insanlıkçılar, çalışan sınıfların durumunu düzeltmek isteyenler, hayır işleri düzenleyenler, hayvanları koruyanlar, içkiyle savaş dernekleri kurucuları ve her renkten sahte reformcu bu takıma girer. Ve bu burjuva sosyalizmi eksiksiz sistemlere de dönüştürülmüştür.
Örnek olarak Proudhon'un Sefaletin Felsefesi'ni verelim.
Burjuva sosyalistler çağdaş toplumun yaşam koşullarını, bunların kaçınılmaz olarak doğurduğu kavgalar ve tehlikeler olmaksızın isterler. Bugünkü toplumu, onu devrimci kılan ve ayrıştıran ögelerden arındırdıktan sonra isterler. Burjuvaziyi proletarya olmaksızın isterler. Burjuvazi kendisinin egemen olduğu dünyayı, doğal olarak dünyaların en iyisi sayar. Burjuva sosyalizmi bu avundurucu düşünceyi az çok eksiksiz bir sisteme dönüştürür. Proletaryadan endi sistemlerini kurmasını ve Yeni Kudüs'e girmesini istediğinde, aslında ondan bugünkü toplumun içinde kalmasını ama bu topluma ilişkin kin dolu düşüncelerinden vazgeçmesini ister.
Daha az sistemli ama uygulamaya daha elverişli ikinci bir sosyalizm biçimi, şu ya da bu siyasal değişikliğin değil ama yalnızca varoluşun maddi koşullarında ve ekonomik ilişkilerde bir değişikliğin onlar için yararlı olabileceğini öne sürerek, işçi sınıfını her türlü devrimci eylemden soğutmaya çalışmıştır. Ama bu sosyalizm varoluşun maddi koşullarının değiştirilmesiyle, ancak devrim yoluyla gerçekleşebilecek burjuva üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını değil ama yalnızca burjuva üretimi temelinde yapılacak ve dolayısıyla Sermaye ile ücretli Emek ilişkilerinde hiçbir şeyi değiştirmeyen, olsa olsa burjuvazinin egemenlik giderlerini azaltarak devlet bütçesini rahatlatacak idari reformları öngörür.
Burjuvazi sosyalizmi en uygun anlamına, ancak sıradan bir sözbilim (retorik) nesnesi olduğunda erişir.
İşçi sınıfı yararına serbest ticaret ! İşçi sınıfı yararına koruyucu gümrük yasaları ! İşçi sınıfı yararına hücreli cezaevleri ! Burjuva sosyalizminin son sözü, ciddi olarak söylediği tek söz budur.
Gerçekten de burjuva sosyalizmi, burjuvaların işçi sınıfının yararına burjuvalar olduklarını öne sürer. 

(Sayfa: 62-64)

*****
Örnek olarak Proudhon'un Sefaletin Felsefesi'ni verelim.

*
Burjuva sosyalistler çağdaş toplumun yaşam koşullarını, bunların kaçınılmaz olarak doğurduğu kavgalar ve tehlikeler olmaksızın isterler. Bugünkü toplumu, onu devrimci kılan ve ayrıştıran ögelerden arındırdıktan sonra isterler. Burjuvaziyi proletarya olmaksızın isterler. Burjuvazi kendisinin egemen olduğu dünyayı, doğal olarak dünyaların en iyisi sayar. Burjuva sosyalizmi bu avundurucu düşünceyi az çok eksiksiz bir sisteme dönüştürür. Proletaryadan endi sistemlerini kurmasını ve Yeni Kudüs'e girmesini istediğinde, aslında ondan bugünkü toplumun içinde kalmasını ama bu topluma ilişkin kin dolu düşüncelerinden vazgeçmesini ister.
Daha az sistemli ama uygulamaya daha elverişli ikinci bir sosyalizm biçimi, şu ya da bu siyasal değişikliğin değil ama yalnızca varoluşun maddi koşullarında ve ekonomik ilişkilerde bir değişikliğin onlar için yararlı olabileceğini öne sürerek, işçi sınıfını her türlü devrimci eylemden soğutmaya çalışmıştır. Ama bu sosyalizm varoluşun maddi koşullarının değiştirilmesiyle, ancak devrim yoluyla gerçekleşebilecek burjuva üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını değil ama yalnızca burjuva üretimi temelinde yapılacak ve dolayısıyla Sermaye ile ücretli Emek ilişkilerinde hiçbir şeyi değiştirmeyen, olsa olsa burjuvazinin egemenlik giderlerini azaltarak devlet bütçesini rahatlatacak idari reformları öngörür.
Burjuvazi sosyalizmi en uygun anlamına, ancak sıradan bir sözbilim (retorik) nesnesi olduğunda erişir.
İşçi sınıfı yararına serbest ticaret ! İşçi sınıfı yararına koruyucu gümrük yasaları ! İşçi sınıfı yararına hücreli cezaevleri ! Burjuva sosyalizminin son sözü, ciddi olarak söylediği tek söz budur.
Gerçekten de burjuva sosyalizmi, burjuvaların işçi sınıfının yararına burjuvalar olduklarını öne sürer. (Sayfa: 62-64)

*****

3) ELEŞTİREL-ÜTOPYACI SOSYALİZM VE KOMÜNİZM
*
Burada bütün çağdaş büyük devrimlerle proletaryanın isteklerini dile getirmiş olan yazılardan söz etmeyeceğiz ( Babeuf'ün yazıları vb.)
Proletaryanın, genel bir kaynaşma döneminde, feodal toplumun yıkılışı sırasında, kendi sınıf çıkarlarını kabul ettirmek için doğrudan yaptığı ilk girişimler hem proletaryanın kendisinin yeterince gelişmemiş olması hem de özgürleşmesi için gerekli ve ancak burjuva döneminin sağlayacağı maddi koşulların yokluğu nedeniyle, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğradı. Proletaryanın bu ilk eylemlerine eşlik eden yazılar zorunlu olarak gerici bir içeriğe sahiptir. Evrensel bir çilecilik ve ham bir eşitçilik önerirler.
Gerçek anlamıyla sosyalist ve komünist sistemler, Saint-Simon'un, Fourier'nin, Owen'in vb sistemleri, proletarya ile burjuva arasındaki mücadelenin yukarıda anlatılan az gelişmiş ilk döneminde ortaya çıktı.
Bu sistemlerin yaratıcıları sınıfların karşıtlığını ve egemen toplumun kendi içindeki çökertici ögelerin etkisini görüyorlardı. Ama tarihte proletaryaya ait hiç bir özerk etkinlik, proletaryaya özgü hiç bir özel siyasal eylem görmüyorlardı.
Sınıflar arasındaki karşıtlığın gelişmesi sanayinin gelişmesiyle at başı gittiği için, proletaryanın özgürleşmesinin maddi koşullarını da sezememişler, bu koşulları yaratmak amacıyla toplumsal bir bilim, toplumsal yasalar araştırmışlardır.
Toplumsal etkinliğin yerine kendi bireysel becerilerini, özgürleşmenin tarihsel koşullarının yerine uyduruk koşullar, proletaryanın aşamalı ve kendiliğinden bir sınıf olarak örgütlenmesinin yerine her parçası kendilerince üretilmiş bir toplum örgütlenmesi geçirirler. Onlar dünyanın geleceğinin tarihini, kendi toplumsal tasarılarının propagandasına ve uygulanmasına indirgerler.
Bu tasarıların hazırlanmasında, yine de her şeyden önce işçi sınıfının çıkarlarını koruduklarının, bu sınıfın en çok acı çeken sınıf olduğunun bilincindedirler. Onlara göre proletarya, ancak en çok acı çeken sınıf görünümü altında vardır.
Sınıf mücadelesinin az gelişmiş durumu ve kendi toplumsal konumları, onları, kendilerini her türlü sınıf çatışmasının üstünde saymaya yöneltir. Maddi yaşama koşullarını toplumun bütün üyeleri için, en ayrıcalıklılar için bile iyileştirmek isterler. Bu nedenle hiç bir ayrım gözetmeden toplumun tümüne, hatta öncelikle de egemen olan sınıfa seslenip dururlar. Çünkü sistemlerini anlamak, bu sistemin var olabilecek en iyi toplum için söz konusu olabilecek tasarıların en iyisi olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Böylece her türlü siyasal eylemi, özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçıl yollardan ulaşmak isterler ve örnekler aracılığıyla, doğal olarak başarısızlıkla sonuçlanan küçük deneylerle, yeni toplumsal İncil'e yol almayı denerler.
Proletaryanın henüz çok az gelişmiş olduğu ve dolayısıyla kendi konumunu gerçeklikten uzak bir biçimde ele aldığı bir dönemde, geleceğin toplumunun bu düşsel değerlendirilmesi, proletaryanın, toplumun tümüyle dönüştürülmesine ilişkin ilk içgüdüsel özlemlerinin karşılığını oluşturur.
Ama sosyalist ve komünist yazılar eleştirel ögeler de içerirler. Var olan toplumun temellerine saldırırlar. Bu nedenle işçilerin aydınlanması için çok değerli malzemeler sağlarlar. Geleceğin toplumuna ilişkin olumlu önerileri, örneğin kentle kırsal kesim arasındaki karşıtlığın yok edilmesi, ailenin, özel kazancın ve ücretli emeğin kaldırılması, toplumsal uyumun ilan edilmesi, Devletin yalnızca bir üretim yöneticisine dönüştürülmesi, bütün bu öneriler, o sıralarda sınıflar arasında yeni gelişmeye başlamış olan ve bu yazılarda henüz belirsiz ve bulanık ilk biçimleriyle ele alınan karşıtlığın ortadan kalkmasını vurgularlar. Bu nedenle de bu öneriler hala tümüyle ütopyacı bir anlam taşırlar.
Eleştirel-ütopyacı sosyalizmin ve komünizmin önemi tarihsel gelişmeyle ters orantılıdır. Sınıflar arasındaki mücadele geliştikçe ve biçimlendikçe, düş gücü aracılığıyla bu mücadelenin üstüne yükseliş, bu mücadeleye düşsel karşı koyuş, her türlü uygulama değerini, her türlü kuramsal geçerliğini yitirir. Bu nedenle, bu sistemlerin kurucuları, birçok açıdan devrimci olsalar da, çömezlerinin kurdukları topluluklar hep gerici olmuştur. Çünkü bu çömezler proletaryanın tarihsel gelişmesi karşısında ustalarının eski görüşlerini benimsemekte direnirler. Bu nedenle, kendileriyle tutarlı olarak sınıf mücadelesini yeniden köreltmeye ve karşıtları uzlaştırmaya çalışırlar. '' Phalanstere'ler oluşturma, ''ev kolonileri'' meydana getirme, bir ''Küçük İkarya''* (Yeni Kudüs'ün cep kitabı baskısı) kurma gibi toplumsal ütopyalarının deneysel olarak gerçekleşmesini düşlemeyi sürdürürler ve bütün bu boş düşlerin gerçekleşmesi için burjuva kalplerinin ve keselerinin hayırseverliğine başvurmak zorunda kalırlar.
Yavaş yavaş, yukarıda anlatılan gerici ya da tutucu sosyalistlerin konumuna düşerler ve artık onlardan yalnızca daha sistemli bilgiçlikleri ve toplumsal bilimlerinin mucizevi yetkinliğine besledikleri bağnaz ve batıl inançlarıyla ayrılırlar.
Böylece işçi sınıfının her türlü siyasal eylemine hararetle karşı çıkarlar, çünkü onlara göre böyle bir eylem ancak yeni İncil'e körü körüne inanma eksikliğinden kaynaklanabilir.
İngiltere'de Owen'cılar Charter'cılara, Fransa'da Fourier'ciler Reformculara* tepki gösterirler. 

Gerçek anlamıyla sosyalist ve komünist sistemler, Saint-Simon'un, Fourier'nin, Owen'in vb sistemleri, proletarya ile burjuva arasındaki mücadelenin yukarıda anlatılan az gelişmiş ilk döneminde ortaya çıktı.
Bu sistemlerin yaratıcıları sınıfların karşıtlığını ve egemen toplumun kendi içindeki çökertici ögelerin etkisini görüyorlardı. Ama tarihte proletaryaya ait hiç bir özerk etkinlik, proletaryaya özgü hiç bir özel siyasal eylem görmüyorlardı.
Sınıflar arasındaki karşıtlığın gelişmesi sanayinin gelişmesiyle at başı gittiği için, proletaryanın özgürleşmesinin maddi koşullarını da sezememişler, bu koşulları yaratmak amacıyla toplumsal bir bilim, toplumsal yasalar araştırmışlardır.
Toplumsal etkinliğin yerine kendi bireysel becerilerini, özgürleşmenin tarihsel koşullarının yerine uyduruk koşullar, proletaryanın aşamalı ve kendiliğinden bir sınıf olarak örgütlenmesinin yerine her parçası kendilerince üretilmiş bir toplum örgütlenmesi geçirirler. Onlar dünyanın geleceğinin tarihini, kendi toplumsal tasarılarının propagandasına ve uygulanmasına indirgerler.
Bu tasarıların hazırlanmasında, yine de her şeyden önce işçi sınıfının çıkarlarını koruduklarının, bu sınıfın en çok acı çeken sınıf olduğunun bilincindedirler. Onlara göre proletarya, ancak en çok acı çeken sınıf görünümü altında vardır.
Sınıf mücadelesinin az gelişmiş durumu ve kendi toplumsal konumları, onları, kendilerini her türlü sınıf çatışmasının üstünde saymaya yöneltir. Maddi yaşama koşullarını toplumun bütün üyeleri için, en ayrıcalıklılar için bile iyileştirmek isterler. Bu nedenle hiç bir ayrım gözetmeden toplumun tümüne, hatta öncelikle de egemen olan sınıfa seslenip dururlar. Çünkü sistemlerini anlamak, bu sistemin var olabilecek en iyi toplum için söz konusu olabilecek tasarıların en iyisi olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Böylece her türlü siyasal eylemi, özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçıl yollardan ulaşmak isterler ve örnekler aracılığıyla, doğal olarak başarısızlıkla sonuçlanan küçük deneylerle, yeni toplumsal İncil'e yol almayı denerler.
Proletaryanın henüz çok az gelişmiş olduğu ve dolayısıyla kendi konumunu gerçeklikten uzak bir biçimde ele aldığı bir dönemde, geleceğin toplumunun bu düşsel değerlendirilmesi, proletaryanın, toplumun tümüyle dönüştürülmesine ilişkin ilk içgüdüsel özlemlerinin karşılığını oluşturur.
Ama sosyalist ve komünist yazılar eleştirel ögeler de içerirler. Var olan toplumun temellerine saldırırlar. Bu nedenle işçilerin aydınlanması için çok değerli malzemeler sağlarlar. Geleceğin toplumuna ilişkin olumlu önerileri, örneğin kentle kırsal kesim arasındaki karşıtlığın yok edilmesi, ailenin, özel kazancın ve ücretli emeğin kaldırılması, toplumsal uyumun ilan edilmesi, Devletin yalnızca bir üretim yöneticisine dönüştürülmesi, bütün bu öneriler, o sıralarda sınıflar arasında yeni gelişmeye başlamış olan ve bu yazılarda henüz belirsiz ve bulanık ilk biçimleriyle ele alınan karşıtlığın ortadan kalkmasını vurgularlar. Bu nedenle de bu öneriler hala tümüyle ütopyacı bir anlam taşırlar.
Eleştirel-ütopyacı sosyalizmin ve komünizmin önemi tarihsel gelişmeyle ters orantılıdır. Sınıflar arasındaki mücadele geliştikçe ve biçimlendikçe, düş gücü aracılığıyla bu mücadelenin üstüne yükseliş, bu mücadeleye düşsel karşı koyuş, her türlü uygulama değerini, her türlü kuramsal geçerliğini yitirir. Bu nedenle, bu sistemlerin kurucuları, birçok açıdan devrimci olsalar da, çömezlerinin kurdukları topluluklar hep gerici olmuştur. Çünkü bu çömezler proletaryanın tarihsel gelişmesi karşısında ustalarının eski görüşlerini benimsemekte direnirler. Bu nedenle, kendileriyle tutarlı olarak sınıf mücadelesini yeniden köreltmeye ve karşıtları uzlaştırmaya çalışırlar. '' Phalanstere'ler oluşturma, ''ev kolonileri'' meydana getirme, bir ''Küçük İkarya''* (Yeni Kudüs'ün cep kitabı baskısı) kurma gibi toplumsal ütopyalarının deneysel olarak gerçekleşmesini düşlemeyi sürdürürler ve bütün bu boş düşlerin gerçekleşmesi için burjuva kalplerinin ve keselerinin hayırseverliğine başvurmak zorunda kalırlar.
Yavaş yavaş, yukarıda anlatılan gerici ya da tutucu sosyalistlerin konumuna düşerler ve artık onlardan yalnızca daha sistemli bilgiçlikleri ve toplumsal bilimlerinin mucizevi yetkinliğine besledikleri bağnaz ve batıl inançlarıyla ayrılırlar.
Böylece işçi sınıfının her türlü siyasal eylemine hararetle karşı çıkarlar, çünkü onlara göre böyle bir eylem ancak yeni İncil'e körü körüne inanma eksikliğinden kaynaklanabilir.
İngiltere'de Owen'cılar Charter'cılara, Fransa'da Fourier'ciler Reformculara* tepki gösterirler. 
(..)
* Phalanstere, Fourier'nin tasarladığı sosyalist kolonilere verilen addır. Cabat da ütopik ülkesine, daha sonra da Amerika'daki komünist kolonisine İkarya adını vermiştir. (Engels'in 1888 tarihli İngilizce baskıya açıklaması.)
Owen örnek komünist topluluklarına home colonies ( ev kolonileri) adını veriyordu. Phalanstere'ler, Fourier'nin tasarladığı sosyalist saraylardı. Cabat'nın komünist kurumlarını açıkladığı düşsel ülkeye İkarya adı veriliyordu. (Engels'in 1890 tarihli Almanca baskıda yaptığı açıklama.)
* Charter'cılar: İngiltere'de 1838 yılında yayımlanan ve başta seçim sistemi olmak üzere yapısal yenilikler isteğini dile getiren People's Charter başlıklı belgeyle başlayan siyasal hareketin yandaşları. Büyük kitlesel eylemlerle başlayan ve 1850'ye dek aralıklarla da olsa varlığını sürdüren hareket, tutarlı bir devrimci yönetim kadrosu ve kesin bir programı olmadığı için başarılı olamamıştır.
Reformcular: Paris'te 1848-1851 yılları arasında yayımlanan ve cumhuriyeti ve toplumsal ve demokratik reformları savunan La Reforme gazetesinin yandaşları. 

*****

KOMÜNİSTLERİN ÇEŞİTLİ MUHALEFET PARTİLERİ KARŞISINDAKİ KONUMU
*
İkinci bölümde söylenenlerden, komünistlerin kurulu işçi partileriyle yani İngiltere'deki Charter'cılar ve Kuzey Amerika'daki Reformcularla ilişkilerinin ne olduğu kolayca anlaşılır.
Komünistler işçi sınıfının şimdiki amaçlarına ve çıkarlarına ulaşmak için mücadele ederler ama bugünkü hareket içinde aynı zamanda hareketin geleceğini de savunurlar ve temsil ederler. Fransa'da komünistler, tutucu ve radikal burjuvalara karşı, devrimci gelenekten kaynaklanan cümleleri ve yanılsamaları eleştirme haklarını saklı tutarak, sosyal-demokrat parti* ile işbirliği yaparlar.
İsviçre de radikalleri destekler ama bu partinin yarısının sözcüğün Fransızcadaki anlamıyla demokrat sosyalistler, yarısının da burjuvalar gibi çelişkili ögelerden oluştuğunu göz ardı etmezler.
Polonya'da komünistler, ulusal kurtuluşu bir tarım devriminde gören yani 1846'da Krakov ayaklanmasını gerçekleştiren partiyi desteklerler.*
Almanya'da komünist parti, burjuvazinin mutlak monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük burjuvaziye devrimci bir anlayışla her karşı çıkışında, onunla birlikte savaşır.
Ama işçilerde, burjuvazi ile proletarya arasında var olan düşmanca karşıtlık konusunda olabildiğince açık bir bilinç oluşturmayı ve geliştirmeyi bir an olsun ihmal etmez ki, zamanı geldiğinde Alman işçileri, burjuva düzeninin egemenliği sırasında yaratacağı siyasal ve toplumsal koşulları burjuvaziye karşı hemen silah olarak kullanabilsinler, Almanya'daki gerici sınıfların yıkılmasının hemen ardından burjuvazinin kendisine karşı mücadele başlayabilsin.
Komünistlerin dikkati özellikle Almanya'ya yönelmektedir, çünkü Almanya bir burjuva devriminin eşiğinde bulunmaktadır, çünkü bu devrimi Avrupa uygarlığının en gelişmiş koşullarında ve 17. yüzyıl İngiltere'si ile 18. yüzyıl Fransa'sına oranla çok daha gelişmiş bir proletarya ile gerçekleştirecektir ve böylece Alman burjuva devrimi bir proletarya devriminin doğrudan başlangıcı olabilecektir.
Kısacası, komünistler her yerde kurulu toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler.
Bütün bu hareketlerle, hareketin temel sorunu olarak, gelişmesinin hangi evresine ulaşmış olursa olsun, mülkiyet sorununu öne çıkarırlar.
Nihayet komünistler her yerde, bütün ülkelerin demokratik partilerinin birliği ve uzlaşması için çalışırlar.
Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye gerek görmezler. Amaçlarının ancak geçmiş bütün toplumsal düzenlerin zor kullanılarak devrilmesiyle gerçekleşebileceğini açıkça belirtirler. Egemen sınıflar bir komünist devrim düşüncesiyle titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.

İsviçre de radikalleri destekler ama bu partinin yarısının sözcüğün Fransızcadaki anlamıyla demokrat sosyalistler, yarısının da burjuvalar gibi çelişkili ögelerden oluştuğunu göz ardı etmezler.
Polonya'da komünistler, ulusal kurtuluşu bir tarım devriminde gören yani 1846'da Krakov ayaklanmasını gerçekleştiren partiyi desteklerler.*
Almanya'da komünist parti, burjuvazinin mutlak monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük burjuvaziye devrimci bir anlayışla her karşı çıkışında, onunla birlikte savaşır.
Ama işçilerde, burjuvazi ile proletarya arasında var olan düşmanca karşıtlık konusunda olabildiğince açık bir bilinç oluşturmayı ve geliştirmeyi bir an olsun ihmal etmez ki, zamanı geldiğinde Alman işçileri, burjuva düzeninin egemenliği sırasında yaratacağı siyasal ve toplumsal koşulları burjuvaziye karşı hemen silah olarak kullanabilsinler, Almanya'daki gerici sınıfların yıkılmasının hemen ardından burjuvazinin kendisine karşı mücadele başlayabilsin.
Komünistlerin dikkati özellikle Almanya'ya yönelmektedir, çünkü Almanya bir burjuva devriminin eşiğinde bulunmaktadır, çünkü bu devrimi Avrupa uygarlığının en gelişmiş koşullarında ve 17. yüzyıl İngiltere'si ile 18. yüzyıl Fransa'sına oranla çok daha gelişmiş bir proletarya ile gerçekleştirecektir ve böylece Alman burjuva devrimi bir proletarya devriminin doğrudan başlangıcı olabilecektir.
Kısacası, komünistler her yerde kurulu toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler.
Bütün bu hareketlerle, hareketin temel sorunu olarak, gelişmesinin hangi evresine ulaşmış olursa olsun, mülkiyet sorununu öne çıkarırlar.
Nihayet komünistler her yerde, bütün ülkelerin demokratik partilerinin birliği ve uzlaşması için çalışırlar.
Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye gerek görmezler. Amaçlarının ancak geçmiş bütün toplumsal düzenlerin zor kullanılarak devrilmesiyle gerçekleşebileceğini açıkça belirtirler. Egemen sınıflar bir komünist devrim düşüncesiyle titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.
*
BÜTÜN ÜLKELERİN PROLETERLERİ, BİRLEŞİN.!
*
* Bu parti o sırada Parlementoda Ledru-Rollin, yazar olarak Louis Blanc, günlük basında da Le Reforme tarafından temsil ediliyordu. Kendilerinin türettiği sosyal demokrat sözcüğüyle demokratik ya da cumhuriyetçi partinin, sosyalizmden oldukça farklı olan bölümünü vurguluyorlardı. ( Engels'in 1888 tarihli İngilizce baskıda yaptığı açıklama.)
* 1846 yılının Şubat ayında, Polonya'nın ulusal kurtuluşu için bir ayaklanma girişimi yapıldı. Bu ayaklanmanın öncülüğünü Polonya'lı demokrat devrimciler yaptılar.  (Sayfa: 69-71) 

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...