#MilanKundera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#MilanKundera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2019 Pazar

Milan Kundera - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği
Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa'nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivelenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza kadar yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, sonsuza kadar yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir.
Sonsuza kadar yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.
Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır.?
Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.
İşi tersten ele alırsak; bu yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.
Hangisini seçmeli o halde.? Ağırlığı mı, hafifliği mi.?
Parmenides aynı soruyu MÖ altıncı yüzyılda atmıştı ortaya. Dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölünmüş görüyordu: Aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, sıcak/soğuk, varlık/yokluk. Karşıtlıklardan her birinin bir yarısını da olumsuz olarak nitelendiriyordu. Bu olumlu ve olumsuz kutuplaştırmasını çocukça denecek kadar basit bulabiliriz. Yalnız bir sorun var: Hangisi olumlu; ağırlık mı, hafiflik mi.?
Parmenides şu karşılığı veriyordu: Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz.
Doğru bilmiş miydi, bilmemiş miydi.? İş burada. Bir tek şundan emin olabiliriz; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır. (Sayfa: 13-14)
***
Eğretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eğretileme aşkı doğurabilir. (Sayfa: 19)
***
Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyulur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu). (Sayfa: 23)
#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği
İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir. (Sayfa: 36)
*
Çünkü sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada. Kişinin kendi acısı bile, başkasıyla başkası için hissettiği, imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekmez. (Sayfa: 41)
*
Her okullu oğlan, değişik bilimsel hipotezleri sınamak üzere fizik labaratuvarında deneyler yapabilir. Ama insan, yaşanacak hayatı yalnızca bir tane olduğu için, tutkusunun (sevecenliğinin) peşine düşsün mü düşmesin mi, bunu sınayacak deneyler yapamaz.
(Sayfa: 43)
*
Eğer anne, ''özveri''nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan ''kabahat''ti demek ki.
(Sayfa: 54)
*
Birbirinin tıpatıp eşi, ruhları görünmez olmuş bedenlerle dolu uçsuz bucaksız bir toplama kampından başka bir şey değildi yaşadığımız dünya. (..) ruhu -kederli, ürekek, göze görünmemek için elinden geleni yapan ruhu- bağırsaklarının ta derinliklerinde bir yere gizlenmişti, kendini göstermekten utanıyordu.
(Sayfa: 57)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği
Gereklilikten doğan, olmasını bekleiğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. Sadece rastlantı bir şeyler söyler bize. Onun diyeceklerini Çingenelerin kahve falı bakması gibi karineyle çıkarırız. (..) Gereklilik büyülü çözümler tanımaz -bunlar rastlantının işidir. Bir aşk unutulmaz olacaksa eğer, küçük rastlantılar Assissili Francesco'nun omuzlarına konan minik kuşlar gibi hemen o an kanat çırpa çırpa gökten aşağı doğru süzülmelidir. (Sayfa: 59-60)
*
Kendisi farkına varmasa da, birey en sıkıntılı anlarında bile güzelliğin yasaları uyarınca örer yaşamını. (Sayfa: 62)
*
Gündüzdü; akıl ve güç, ikisi de yerli yerindeydi. (Sayfa: 69)
* Gözü ''daha yükseklerde bir yerde'' olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. Nedir göz kararması.? Düşme korkusu mu.? Peki ama gözetleme kulesinin sapasağlam tırabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden.? Yok, göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız. (Sayfa: 70)
*
''Kaldırın beni,'' demek ister durmadan düşen bir kişi.
(Sayfa: 72)
*
Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.
(Sayfa: 86)
*
Göz kararmasına güçsüzlerin esrimesi de diyebiliriz. Güçsüzlüğün farkına varan bir kişinin güçsüzlüğüne karşı çıkmak yerine ona boyun eğmeye karar vermesi.. Güçsüzlükten sarhoştur, daha güçsüzleşmek ister, kentine en büyük meydanında herkesin gözü önünde yere yuvarlanmak, daha da alçalmak, aşağının aşağısı olmak ister. (Sayfa: 87)
*
İnsan henüz epeyce gençse ve yaşam denen müzik parçası hâlâ açılış notalarındaysa, yaşamın şurasını burasını değiştirip yeniden yazabilir, karşısındakiyle motif değiştokuşu yapabilir. (Sayfa: 99)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği

Kadın olmak Sabina'nın seçmediği bir yazgıydı. Seçmediğimiz bir şeye kendi erdemimiz ya da başarısızlığımız gözüyle bakamayız. Sabina, seçmediği yazgısına karşı en doğru tavrı almak gerektiğine inanırdı. Kadın olarak doğmaya isyan etmek ona göre bundan gurur duymak kadar aptalca bir şeydi.
(Sayfa: 100)
*
İlk ihanet onarılmazdır. Başka ihanetlerden oluşan bir zinciri harekete geçirir ve bunlardan her biri bizi ilk ihanetimizden uzaklara, daha uzaklara götürür. (Sayfa: 103)
*
''Gürültünün iyi bir yanı var. Sözcükleri boğuyor.'' (Sayfa: 105)
*
Müzik cümlenin olumsuzlanmasıyla, müzik, sözcüğün karşıtıydı. (Sayfa: 105)
*
Aşırı uçlar, ardında yaşamın sona erdiği sınırlar demektir ve sanatta da politikada da, aşırılığa duyulan tutku, ölüme duyulan örtük bir özlemdir aslında. (Sayfa: 106)
*
Ama onun için, karanlık sonsuzluk demek değildi; onun için, gördüğü şeyle uyuşmamak, gördüğü şeyin olumsuzlanması, görmeyi reddetmekti. (Sayfa: 106)
*
Her bir mezarın başucunda küçük evler, minyatür şapeller duruyordu bu mezarlıkta. Sabina, ölüler başuçlarına saray taklitleri kondurulmasından neden hoşlansınlar ki, diye düşündü. Mezarlık, kendini beğenmişliğin taşa dönüşmüş haliydi. Ölünce akıllanacaklarına, mezarlık sakinleri yaşadıkları zamankinden daha da ahmaklaşmışlardı. Anıtları, ne kadar önemli kişiler olduklarını belirtmek için dikilmişti. Burada gömülü olanlar babalar, kardeşler, oğullar ya da nineler değil, yalnızca kamusal önemi olan kişiler; unvanları, dereceleri, nişanları olan kişilerdi; şuradaki postacı bile seçtiği meslekle, toplumsal yeriyle -saygınlığıyla- gösteriş yapıyor, övünüyordu. (Sayfa: 137)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği

Modern helalarda klozetler yerden yukarı doğru beyaz nilüferler gibi yükselir. Beden ne kadar değersiz olduğunu unutsun, insan sifondaki su, bağırsaklarından çıkan artıkları silip götürdükten sonra bu artıkların başlarına gelenleri bilmezlikten gelsin diye mimar elinden geleni yapar. Lağım boruları yapışkan kollarıyla evlerimizin ta içine dalsa da, özenle gözlerimizden gizlenir bunlar ve bizler banyolarımızın, yatak odalarımızın, dans salonlarımızın ve parlamentolarımızın altında yatan bu görünmez bok Venediklerinden habersiz memnun mesut yaşarız. (Sayfa: 170)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği

Orta Avrupa'daki komünist yönetimlerin sadece mücrimlerin eseri olduğunu düşünenler temel bir gerçeği göz ardı ediyorlar demektir; suç üzerine kurulu bu yönetimler mücrimler değil, cennete giden tek yolu bulduklarını sanan coşkulu yandaşlar tarafından kurulmuştur. Bu yolu öylesine yiğitçe savundular ki bunlar, sürüyle insan öldürmek zorunda kaldılar. Sonraları ortada cennet filan olmadığı anlaşıldı, demek ki coşkulu yandaşlar birer katilden başka bir şey değildiler.
Derken herkes komünistlere bağırmaya başladı: Ülkemizin başına gelenlerden (yoksullaşmış, çoraklaşmış ülke), onun özgürlüğünü kaybetmesinden (Rusların eline düşmüştü), adalet önünde işlenen suçlardan sizler sorumlusunuz.!
Suçlananlar cevap verdi: Bilemedik.! Aldatıldık.! Bizler gerçekten inananlardık.! Yüreklerimizin derinliklerinde bizler masumuz.!
Sonunda tartışma gelip tek soruya dayandı: Gerçekten bilememişler miydi, yoksa öyleymiş gibi mi yapıyorlardı yalnızca.?
Tomas tartışmayı yakından (On milyon Çek'le birlikte) izliyordu; yaşanan acımasızca olaylardan habersiz olmayan komünistler vardı mutlaka (devrim sonrası Rusya'sında işlenen ve hâlâ işlenmekte olan korkunç suçlardan habersiz olamazlardı) ama o, komünistlerin çoğunluğunun gerçekten bunlardan habersiz olduğu görüşündeydi.
Ama, diyordu kendi kendine, haberli ya da habersiz olmaları değil asıl sorun; asıl sorun, insanın habersiz olduğu için masum sayılıp sayılamayacağı. Tahta çıkmış bir budala sırf budala olduğu için bütün sorumluluklardan arınmış mı demekti.?
Diyelim ki, 1950'li yılların başında masum bir adamın idamını isteyen Çek savcısı, Rus gizli polisi ve kendi ülkesinin yönetimi tarafından oyuna getirilmiş olsun. Ama şu anda hepimiz suçlamaların saçma olduğunu idam edilen kişinin masum olduğunu bildiğimize göre, nasıl olur da bu savcı kalkıp yumruğunu göğsüne vurarak, ''Benim vicdanım temiz.! Bilmiyordum.! Ben inananlardandım.!'' diyerek kalbinin temizliğini öne sürebilir.? Bu, ''Bilmiyordum.! Ben inananlardandım.!'' sözlerinin ta kendisi değil midir onarılması imkânsız suçunun temelinde yatan.?
Tomas, Oidipus hikâyesini bu bağlamda görüyordu işte; Oidipus anasının yatağına girdiğini bilmiyordu ama olup bitenlerin farkına varınca, kendini suçsuz saymadı. ''Bilmeyerek'' neden olduğu felaketleri görmeye dayanamadığı için gözlerini kör etti ve o kör haliyle Tebai'den çıktı gitti.
Tomas, komünistlerin kalbimiz temiz diye bağırarak kendilerini savunduklarını duydukça kendi kendine, ''Sizin 'bilmemeniz' sonucu bu ülke özgürlüğünü kaybetti, daha da yüzyıllarca kazanamayacak belki, hâlâ kalkmış kendinizi suçlu bulmadığınızı nasıl söyleyebiliyorsunuz.?'' diyordu. ''Yaptıklarınızı görmeye nasıl dayanabiliyorsunuz.? Nasıl oluyor da dehşete kapılmıyorsunuz.? Görecek gözünüz yok mu.? Gözünüz olsaydı, gözünüzü kör eder, Tebai'den çıkar giderdiniz.!'' (Sayfa: 190-191)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...