9 Ekim 2018 Salı

Aziz Nesin - Demokrasi

Aziz Nesin - Anıtı Dikilen Sinek


Murat, evdeki konuşmalardan, dedesinin şiir yazdığını öğrenmişti. Ama şiirin ne olduğunu bilmiyordu.
Bir ilkyaz sabahı kahvaltıdan sonra dedesiyle balkondaydılar. Dedesi gazete okuyordu.
Murat,
- Dedeciğim, sen şiir mi yazıyorsun? diye sordu.
Başını gazetesinden kaldıran dedesi,
- Evet, aradasırada şiir yazarım... dedi.
Murat, meraklandı. Şiir nasıl birşeydi? Annesi, babası şiir yazmıyordu. Ama dedesi şiir yazıyordu. Öyleyse bütün insanlar şiir yazmıyorlardı. Neden herkes şiir yazmıyordu? Belki de şiir yazmasını bilmiyorlardı. Okula gidip okuma-yazma öğrenince kendisi de şiir yazacak mıydı? Murat'ın kafasını, işte bunlara benzer birsürü soru doldurdu. Merakını yenemedi.
- Dedeciğim, şiir nedir? diye sordu.
Dedesi yine gazeteden başını kaldırdı, gülümseyerek gözlük camlarının üstünden torununa baktı.
- Anlatmak zor... dedi.
Murat kendine güvenle,
- Sen anlat, ben anlarım... dedi.
Dedesi,
- Sen elbette anlarsın, ama benim anlatmam zor... dedi.
Murat, her zamanki gibi üstüste sormaya başladı:
- Neden zor?
- Çünkü şiiri herkes başka türlü tanımlıyor da ondan...
- Öyleyse sen kendin nasıl anlıyorsan öyle anlat... dedi.
Murat'ın sorularından kurtuluş olmazdı. Dedesi Murat'ı kucağına alıp şöyle dedi:
- BANA GÖRE ŞİİR, DOĞRU OLAN BİRŞEYİ GÜZEL DUYGULAR BİÇİMİNDE SÖYLEMEKTİR.
Murat, bu sözden birşey anlayamadı. Ama anlamamış olmak ağır geldiğinden sustu, başka soru sormadı dedesine.
Başka bir günün akşam üzeri, Murat dedesiyle yine evin balkonundaydı. Dedesi,
- Hava kararıyor neredeyse gece olacak. Hadi içeriye girelim... dedi.
Murat, çoktanberi gece ile gündüzün ne olduğunu, niçin gündüz aydınlık, geceleyin de karanlık olduğunu merak ediyordu. Dedesinin sözünü fırsat bilip sordu:
- Dedeciğim, neden geceleri karanlık oluyor? Bu karanlıklar nereden geliyor? Gündüz nasıl aydınlık oluyor?
Dedesi,
-Anlatayım, dedi.
Birsüre düşündükten sonra,
- Anlattıklarımın içinde bilmediğin, anlayamadığın bir şey olursa sorarsın... dedi.
Murat,
- Peki, dedi.
Dedesi anlatmaya başladı:
- Gökyüzünde çok yakışıklı bir delikanlıyla bir d çok güzel bir kız var. Kız öyle güzel, öyle güzel ki, dünya güzeli... O yakışıklı delikanlının gözleri kapkara. Üstelik, yüzünü kara ipekten bir maskeyle kapamış. Giysisi de kapkara kadifeden. Ayaklarında pırıl pırıl parlayan kara deriden çizmeleri, ellerinde kara eldivenleri var. Bu delikanlının sırtında geniş etekli bir pelerin var. Pelerini de koyu kadifeden yapılmış.
Murat merakla sordu:
- O yakışıklı dlikanlı niçin öyle kapkara giyinmiş dede?
Dedesi, bu soruyu şöyle yanıtladı:
- Çünkü o, dünya güzeli kızı seviyor. Hep o kızın arkasından gidiyor, kızı izliyor. Görünmeden yaklaşıp kızı tutmak istiyor. Kız, kendisini görmesin diye de kapkara giyinmiş. Gizlenerek kızın ardından gidiyor. Kapkara giyinmiş ama, giysisi, pelerini, maskesi, hep kadifeden, ipekliden, atlastan... Eldivenleri yumuşacık deriden. Pelerininin etekleri öyle geniş, öyle geniş ki, dünyanın yarısını kaplıyor. Bu yüzden işte, o yakışıklı delikanlının pelerininin eteklerini sürüye sürüye o dünya güzeli kızın arkasından koştuğu için, kendisiyle birlikte karanlık da yürüyüp gidiyor. Böylece yeryuvarlağının öte yanlarında da gece olmaya başlıyor.
Yakışıklı dlikanlı kapkara giyinmiş ama giysisinde, pelerinin de altın düğmeler var. Yakasına, yenlerine sırmalar işlemiş. Göğsüne de altın ve gümüş nişanlar takmış. Pelerininin etekleri pırıl pırıl pullarla süslenmiş. Beline altın ve gümüş bezeli bir kemer takmış. Kemerin tokası da kocaman elmestan. Çizmelerinin gümüş mahmuzları incilerle süslü.
Geceleyin gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar, yıldız kümeleri, samanyolu var ya, işte bütün onlar, o kapkara giyinmiş yakışıklı dlikanlının giysisindeki takılar, süsler, altınlar, pırlantalar, elmaslar... Bu delikanlı, o dünya güzelinin arkasından koştukça, karanlığı da kendisiyle birlikte götürüyor. Böylece gece, yeryuvarlağını dolaşıyor.
Murat coşkuyla sordu:
- Ya gündüzler nasıl oluyor dedciğim?
Dedesi gündüzün nasıl olduğunu da şöyle anlattı:
- Bu kapkara giysi içindeki delikanlının yakalamaya çalıştığı kız nasıl? Öyle güzel, öyle güzel ki, dünyada ondan daha güzel kız olamaz. Güzelliğine bakanın gözleri kamaşıyor. Saçları ipek gibi ve altın sarısı. Apak ipekliden bir giysi giyinmiş. Sırtında yine ak atlastan bir harmani var. Boynunda, işlemeli ak tüldn bir atkı... Beline ak bürümcükten bir kuşak dolamış. Ayakkabıları ak kadifeden... Yumuşacık ak deriden eldivenleri, ak ipekten mendili var. Ak çiçeklerle donanmış bir başlığı var; o başlığı kimileyin başına koyuyor, kimileyin çıkarıyor. Başlığını çıkardığı zaman o altın sarısı saçlarını çevreleyen taç görülüyor. Ama nasıl bir taç?... Tacının taşları öyle parlak ki, öyle ışılışıl, öyle pırılpırıl ki, insan bakamıyor. Bu apak giysiler içindki dünya güzeli kızın ak harmanisinin etekleri de öyle geniş, öyle geniş ki, yeryuvarlağının öbür yarısını örtüyor. Delikanlının kara pelerininin eteklerinin örttüğü dünyanın bir yarısı nasıl karanlıkta kalıp oraları gece oluyorsa, dünya güzeli kızın ak harmanisinin eteklerinin kapladığı dünyanın öbür yarısı da aydınlıkta kalıp oraları da gündüz oluyor.
Delikanlı kovalıyor, kız kaçıyor. Gece kovalıyor, gündüz kaçıyor. İşte böylece dünyayı dönüp duruyorlar. Onlar döndükçe, yeryuvarlağının bir yanı gece, öbür yanı gündüz oluyor.
Murat,
- Ama dedeciğim, geceleri her zaman kapkaranlık değil ki... dedi.
Dedesi,
- Haklısın, dedi, kimi geceler lacivert, ya da mavi olur. Sen giysin kirlenince nasıl temizlemek için çıkarır, başka giysi giyersen, o gökyüzündeki delikanlı da, kara pelerini, kara giysisi kirlenince, lacivert ya da mavi giysilerini giyiniyor. O zaman gökyüzü lacivert ya da masmavi olur. Kimileyin de gökyüzü ya da çevren pembeleşir ya da kızıllaşır. Neden öyle olur? Çünkü, delikanlı çok yaklaşıp da tutacakmış gibi olunca, utancından, coşkusundan o dünya güzeli kızın yanakları al al olur, pembeleşir, kızarır. Yanağının alı, kızartısı bulutlara vurur. Çevrene yansır... Hele delikanlının eli eline değerse kız kıpkırmızı kesilir, gök de iyice kızıllaşır.
Gündüzleri havanın biraz kızardığı da olur. O zaman dünya güzeli kız üzülmüş, yüzü gölgelenmiştir d bulutlar karamış, çevren kapanmıştır.
Şimdi anladın mı geceyle gündüzün ne olduğunu?
Murat,
- Anladım... dedi.
Dedesi,
- Bu anlattığım geceyle gündüzün masalıdır... dedi.
Murat geceyle gündüz masalına bayılmıştı. O günden sonra, her fırsat buldukça dedesine bu masalı yinelettirdi. Öyle çok dinlemişti ki bu masalı, artık ezberlemişti. Kimileyin de geceyle gündüz masalını kendisi dedesine anlatıdı.
Aradan bir yıl geçti. Murat büyüdü. Okula başladı. Birinci sınıftan ikinci sınıfa, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçti. Çalışkan bir öğrenciydi.
Birgün derslikte öğretmen gece ile gündüzün nasıl oluştuğunu ve gündüzün neden aydınlık, geceleyin de neden karanlık olduğunu anlattı. Dünya, güneşin karşısında durmadan dönüyordu. Dünya böyle dönerken, güneşe dönük olan yanı aydınlanıyor, orası gündüz oluyordu. Dünyanın güneşi görmeyen yerleri de karanlık kalıyor, oraları da gece oluyordu. Böylece yeryüzünün her yeri sırayla ışıkta ve karanlıkta kalıyordu. Geceyle gündüzün birbirini izlemesi yeryuvarlağının dönmesinden ileri geliyordu.Yeryuvarlağı, kendisini aydınlatan güneşe göre sürekli değişik konumlar alıyor ve ona göre aydınlanıyordu. Bu yüzden kutuplarda gündüzler altı ay, geceler altı ay sürüyordu. Ekvator bölgesindeyse, gecyle gündüz hep eşit uzunluktaydı. Ekvatorda geceler uzayıp kısalmıyordu.
Öğretmen, salt anlatmakla kalmamış, karatahtaya tebeşirle dünya ile güneşi çizip, gecyle gündüzün nasıl olduğunu resimle göstermişti.
Murat, öğretmenini şaşkınlık içinde dinledi. Öğretmenin anlattığı gündüzle gece, dedesinden dinlediği geceyle gündüz masalına hiç benzemiyordu. Murat düşkırıklığına uğramıştı. Çünkü, dedesinin anlattığı geceyle gündüz masalı, öğretmenin anlattığı gündüzle gecenin oluşundan çok daha güzeldi.
Öğretmeni, çalışkan öğrencisi Murat'ın bakışlarındaki şaşkınlığı ayrımsamıştı. Öğrencilere,
- Anladınız mı? diye sordu.
Arkadaşları,
- Anladık efendim... diye yanıtladılar.
Murat sesini çıkarmadı.
Öğretmeni,
- Sen anlamadın mı Murat? diye sordu.
Murat biraz sıkılarak,
- Anladım ama, dedi, dedem bana geceyle gündüzü başka türlü anlatmıştı.
Öğretmeni,
- Nasıl anlatmıştı deden? Gel buraya da, dedenin anlattığı gibi anlat bize... dedi.
Murat karatahtanın önüne geldi. Yıllardan beri dedsinden dinlediği, kendisinin de sıksık anlattığı geceyle gündüz masalını arkadaşlarına anlattı. Öyle güzel anlatmıştı ki, arkadaşları çıt çıkarmadan onu ilgiyle dinlemişlerdi.
Öğretmeni Murat'a sordu:
- Sen bunlardan hangisine inanıyorsun?
Murat, yanıtı zor bir soru karşısında kalmıştı.
Öğretmeni onlara her zaman ''Doğru olana, size doğru gelene inanın!'' derdi. Bu yüzden Murat,
- Doğru olanına, dedi.
- Sence hangisi doğru? diye yine sordu öğretmeni.
Birsüre düşündükten sonra Murat,
- Sizin anlattığınız bana daha doğru geliyor ama... deyip durdu.
Öğretmen,
- Evet? diye sorunca Murat,
- Dedemin anlattığı daha güzel. Keşke, dedemin geceyle gündüz masalı doğru olsaydı... dedi.
O zaman öğretmeni, dedsinin anlattığı geceyle gündüz masalıyla, kendi anlattığı gündüzle gecenin oluşması arasında öyle bir ayrım olmadığını söyledi. İkisi arasındaki ayrım, anlatış biçiminden ileri geliyordu. Murat'ın dedesi bu olayı süsleyip, masallaştırıp, güzelleştirip, benzetmelerle anlatmıştı. Geceyi, kara giysili, yakışıklı bir delikanlıya, gündüzü de aklar giyinmiş dünya güzeli bir kıza benzetmişti.
Öğretmen ise, doğada olanları olduğu gibi doğruca anlatmıştı.
Okuldan evine dönünce Murat, hemen dedesinin odasına girdi. Öğretmeninin o günkü derste gündüzle gecenin oluşmasını nasıl açıkladığını anlattı. Yine öğretmeninin, ddesinin anattığı gecyle gündüz masalıyla kendi anlattığı arasında özde bir ayrım yok, dediğini söyledi.
Dedesi,
- Evet, dedi, öğretmenin başka biçimde anlatmış, ben başka biçimde anlatmışım, ama ikimizde aynı olayı anlattık.
Biraz durduktan sonra, dedesi şöyle dedi:
- Anımsıyor musun, bana birgün ''Şiir nedir?'' diye sormuştun. O zaman daha küçüktün. Ben de sana '' Şiir, doğru olan bir şeyi, güzel duygular biçiminde anlatmaktır'' demiştim.
Evet, aradan üç yıl geçmişti ama Murat dedesinin o sözünü anımsıyordu. O zaman anlayamadığı o sözü, işte şimdi anlıyordu. Şiir, doğru olan birşeyi, güzel duygular biçiminde söylemekti. Dedesi, öğretmeninin anlattığı bir doğruyu, güzel duygularla masal biçiminde anlatmıştı. Dedesi şairdi.
O günden sonra, Murat da şiir yazmaya çalıştı.


''Bir kurt bilgin şöyle dedi:
- Her şeyden önce, onları rahatça yiyebilmemiz için, koyunları bir araya toplamamız gerekir.
Başka bir kurt bilgin de,
- Çok doğru, dedi, bütün canlılar gibi, koyunlar da ancak bir tehlike karşısında kalınca bir araya gelir, toplanırlar. Bunun için, bir tehlike uydurmalıyız. Gerçekte var olmayan bir tehlike, var olan tehlikeden çok daha korkunç olarak anlatılabilirdi. Çünkü, var olan bir şey az ya da çok bilinir ama var olmayan bişey bilinmez. Koyunları tehlikede olduklarına inandırmalıyız. Örneğin bu tehlike Galapintop olabilir.'' dedi. Dinleyen kurtlar, Galapintop tehlikesinin ne olduğunu sordular. Kurt bilgin, böyle bir şeyin olmadığını, uydurduğunu söyledi.'' *
#AzizNesin #AnıtıDikilenSinek
#BüyükKoyunİmparatorluğu

Yannis Ritsos - Barış



Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
*
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte.
*
Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
yangının eritip tükettiği yüreklerde
ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
barış budur işte.
*
Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.
*
Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun
gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! - diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
barış budur işte.
*
Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
bir kök olduğu zaman
gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.
*
Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya
kuracağız demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.
*
Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
büyük karanfilini alacakaranlığın...
barış budur işte.
*
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.
*
Ve toprakta derin izler açan sabanların
tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.
*
Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...