31 Aralık 2018 Pazartesi

Bilge Karasu - Ne kitapsız Ne Kedisiz

Ne Kitaplı Ne Kitapsız, 1987
*
''Okun/a/mayan kitap, ölü bir nesnedir, bir yüktür. Ne yazık ki okunmuş kitapların birçoğu da zamanla böyle bir ölü yük olmaya adaydır.
*
(şimdi, aldıktan otuz, hatta kırk yıl sonra okuduğum kitaplardan söz edebiliyorum. İşin tuhafı, bu okumaların hemen hemen hiçbiri ''geç kalmışlık'' duygusu vermedi bana. -Verecek olan kitapları zaten okumuyor muyum ne.?- Tersine, ancak kırkına ellisine gelindiğinde okunması gereken kitaplar hiç de az değilmiş diye düşündüğüm çok oldu. ''Birçok kitabın, yazar kaç yaşında yazmışsa o yaşta okunması galiba pek yerinde olur,'' dedim sık sık). Ama artık nesne-kitaptan değil, metinden söz etmekteyim.
*
Yazarın avuncu, 3200 yılı aşkın bir süre önce, bir papirüs üzerinde şöyle dile getirilmiş:
''.. İnsan ölür, gövdesi yeniden toz olur
benzerlerinin hepsi toprağa döner yeniden
ama kitap, anısının ağızdan ağıza iletilmesini sağlar.
Bir kitap, sağlam bir evden yeğdir
ya da Batı'da bir tapınaktan,
bir kaleden de yeğdir..'' (Chester Beatty IV, arka yüz)
*
Temel ilkem, herhangi bir kitabı, herhangi bir anda, istediğim için, istek duyduğum için okumak. İstek duymadığım bir kitap, karşımda duruyorsa, beni rahatsız bile edebilir. (Sayfa: 9-14)
*****
İmge Üretiminde Roman Hâlâ İlk Sırada, 1983
*
Yolculuk bir yola vurmaktır kendini; karşı yakaya ulaşmanın bütün hazlarıyla acılarını, güçlükleriyle kolaylıklarını yaşatacak bir yola.. Kendimizi sınayıp tanıyacağımız, çeşitli yol arkadaşlıkları kurabileceğimiz ya da yalnız, yapayalnız kalacağımız bir yola..
*
İmgelerimizde değişiklik yapmağa hiç katlanamaz gibiyizdir. Oysa, yaşayabilmek için bu imgeleri durmadan düzeltebilmemiz gerekiyor, değiştirebilmemiz, ''zenginleştirebilmemiz'' gerekiyor. Yaşamak, yaşlanmak, dünyaya, insanlara, olup bitene her gün yeniden bakabilmek, bütün bunların her gün yeniden anlam taşıyabilir olması, ancak bu değişme ile olanak kazanır.
*
Okuma, bir bakıma ''alışveriş'' değildir; yazıyla, yazının yazarıyla ''tartışır'' görünsek de, kendi kendimizle tartışmaktayızdır bu açıdan bakıldıkta. Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın imge üretme gücü ölçüsünde, küçük ya da büyük olacaktır. Okuma yaşantısı diyebileceğimiz süreçtir bu.
*
Doyurucu dediğimiz okumalar, boşlukları, eksiklikleri, aykırılıkları duyurmakla başlayıp bunları giderek, dolduran, gideren, ''düzelten'' okumalarımız olsa gerek. (Sayfa: 15-26)
***
İletişimin Güçlükleri Üzerine Yerli Yersiz Sözler, 1982
*
Birinin konuştuğu bir dilden söz ederken ''anadili'' demek, nasıl bir toplum yapısının ürettiği bir deyimi kullanmaktır.? Hangi aşılmaz duygusal sınırlar içerisinde kalmaktır.?
*
Bir dili bilmek dendiği zaman, o dilde düşünebilmektir usuma gelen. Yani, anadilimizi kullanırken yaptığımız ilk işi o dilde de yapabilmektir.
*
Kolaylıkla dilimizin ucuna geliverdiği için, belli durumlarda herkese bir şeyler anlatacağına inandığımız için, kullanıverdiğimiz birtakım deyimler vardır dile ilişkin: ''Bunun Türkçesi şudur..'' deriz, bir kalıp, bir deyiş biçimi atarız ortaya; ''dil dehası''ndan söz eder, bir yabancı terimin ne güzel bir Türkçe karşılık buluverdiğini söyleyerek seviniriz; ''çeviri kokuyor'' diyerek (haklı, haksız) bir deyiş biçiminin Türkçe'nin alışılagelmiş deyiş kalıplarına aykırı düştüğünü ileri süreriz.
Bunun altındaki varsayım, değişmemiş bir dünyanın değişmez durumlarını dile getirmekle değişmez kalıplar kullanılması gerektiği olabilir mi.? (Bir dili kendi dışındaki bir dille karşılaştırırken bile işin içine değiştirici bir etmen kattığımızın farkına, her zaman, varır mıyız.?)
*
Dilin, dilin yarattığı bir dünyayı-kavrama biçiminin, yeni öğeleri etkilemesi, onları belli bir dilin açısından dile getirilir kılması kadar, dilin de bu yeni öğelerin etkisiyle, bir ölçüde, değişikliğe uğraması, sürekli olarak göz önünde tutulmalı sanırım. Ancak, yeni öğeler gitgide büyüyen, genişleyen kavram çerçeveleri ya da yaşantı yorumları biçimini aldıkça, yani düşünce dili, sanat dili gibi özel alanlarda devinilmeğe başlandıkça, söylem özelleştikçe, bildiğimiz kalıplar, yapılar yetmemeğe başlar.
Güçlük de burada başlar.
*
Dil yalnız bir kurallar dizgesi, daha doğrusu, belli kurallar uyarınca oluşmuş bir dizge değildir; bir esneklikler dizgesidir de.
(Sayfa: 27-38)
***
''Yeni'' Dediğimiz Üzerine, 1986
*
YENİ ÜZERİNE, yenilik üzerine söylenecek şeylerin yeni olması güçtür. Ama gerekli midir, bu sözlerin yeni olması.?
*
Dünyayı bir açılma olanağı, bir çeşitlilik kaynağı olarak gören çağın karşısında, insanın kendi içine kapanmağa, gedikleri elden geldiğince yamamağa, büzülerek, dünyaya açtığı yüzeyi daraltmağa, azaltmağa çalıştığı bir çağdır bu.
*
Dilin sayıya gelmez olanakları içinden birini, birkaçını işleten bir yazarın o güne dek kullanılmamış bir biçimi ortaya koyması yadırganabilir. Öyle olsa bile, dilin bu olanağı içinde taşıdığını görmek gerekir. Dilin gücül bir olanağının gerçekleşmesini ''güzel'' bulanlar da olacaktır, bulmayanlar da. Ancak, bir kez gerçekleşmiş, yazılmış bir biçim, bundan sonra herkesçe kullanılabilecektir. Dilin biçimlerinden biri de bu olacaktır. Olagelmişin ürettiği bu devinim, bu değişiklik, ancak tarih içinde, ancak ''tarih''le vardır.
*
Geçmişi okuma biçimi olarak; bir okuma biçimi olarak da bu tarih, çağına sıkı sıkıya bağlı olacaktır: Çağının kaygılarına, düşünme doğrultularına, bilgi birikimine uyarak, ya da, ona karşı bir tutum takınarak.. Tarih -ister iyimser, ister kötümser davranarak- bu yeniliği geçmişte okurken onu, zaman içerisinde geriye doğru giderek kuracaktır. (Andre Gide, ''Kalpazanlar''ın Günlüğü'ne 20.11.1924 günü şöyle bir şey yazmış: Bir kuşağın davranışlarından birçoğu, bir sonraki kuşakta açıklamasını buluyor.. İletmekle yetiniyorum.) O zaman bu yeni, daha önce de ulaşılabilecekken -mantıksal olarak daha önce de ortaya çıkmış olabilecekken- daha önce gerçekleşmemiş, bir çok etmenin bir arada işe karışmasıyla ancak o belli noktada gerçekleşebilmiş bir şey olarak görülebilir; dağınık birtakım ''başlatıcı öğeler''in hiç beklenmedik bir yolda bir araya getirilip geliştirilmesi olarak da.
*
Bir tarih, bir yeniliği ''görmüyor'' ya da ''görmemiş'' olabilir, bir başka tarih ise görür, görebilir.. Bu da tarihin hangi çerçeveye uyarlanmış olduğuna bağlıdır sanırım.
*
Çağımızda, duruk bir dünya ''görüşü'' egemen olabilir mi bir yerlerde.? Burada ''duruk'' derken, kendini tutucu olarak gösteren bir toplumu, bir devleti, bir devletler topluluğunu düşünmüyorum elbet. Yeniliğin, değişmenin, ilerlemenin (ya da gerilemenin), ''daha iyiye (ya da kötüye) gitme''nin, buna benzer yüzlerce deyimin tamamıyla dışında kalan, kendini bunların tümünden sıyırmış ya da bunların hiçbirini tanımamış bir yer olabilir mi.? Kuramsal olarak böyle bir yer düşünebiliriz gene de: Hiçbir yeniliğin, değişikliğin tasarlanamadığı, tasarlanamayacağı bir yer.. Merak ettiğim, böyle bir yerde herhangi bir tarihin yazılıp yazılmayacağı, yazılırsa da nasıl yazılacağı.. Merak bu ya.!
(Sayfa: 39-55)
***
Bir Hayvanla Yaşamak, 1992-1993
*
Cinayetleri, çoğu zaman, ''kavramlar'' işletir. Cinayetler, hep, ''kavramlar'' adına savunulur.
Cinayet işlemek zorunda değiliz ki.! (Sayfa: 64-72)
***
''Dostlarım Üzerine'' Diye Söze Girişerek.., 1982
*
..bir ilişkide, ''konuşmak'' zorunda kalmadan düzeltilebilen şeyler çok azalıyorsa, karşımdaki kişinin arada bir (daha sonra, sık sık) gidiverdiğini, yerine bambaşka bir insanın geliverdiğini duyuyorsam, gidenle mi gelenle mi dostluk ettiğimi kestiremez hale geliyorsam bu ilişkinin ''serüvenliliği'' pek fazla gelmeğe başlar. İlişkinin içinde de yeni bir denge kurulması gerekebilir bu durumda, gerekir..
*
Kişilik, ''değişmezliği'' içinde, her ilişkiye göre, değişik bir kalıba girer, her ilişkiden biraz değişmiş çıkar.
*
Dondurulmuş duyguların kokusu çıkmaz ya, dondurmaktan vazgeçmeyegörün, kokuları yeri göğü tutar.! (Sayfa: 73-90)
***
Bilge Karasu Adlı Birinin 50. Yaşı Üzerine Metin Taslağı, 1981
*
Oysa böbürlenmek neye yarar.? Ölümün eşitleyiciliğini unutmağa, olsa olsa.
*
Bu adam, soyunmak, (çok gerekli, vazgeçilmez sayılabilecek üç dört parça şey dışında evini, çevresini dolduran her şeyden) sıyrılmak ister.. Kimi zaman sevgilerinden, sevdiklerinden bile. Kısacası, ardında artık bırakmamış bir ölü olmak ister. Çırpınır; ama bunu başarmak pek güç olacağa benzer.
Bilge Karasu - Ne kitapsız Ne Kedisiz
Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım, kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu ânın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, ulaştığımız bu ânı geçmişe yansıtıp yaşamak, yanlış bir iş, der oldu Karasu.
*
Bir adamı anlatmak: Sayfalar, kitaplar, şeritler dolusu; ya da birkaç tümce, birkaç çizgi.. Ne biri yeter, ne öbürü.. Belki ikisi de gevezelik. Okuyan karar verir; elbet, kendi hesabına.
(Sayfa: 91-100)
Bilge Karasu

29 Aralık 2018 Cumartesi

Robert Louıs Stevenson - Dr. Jekyll ile Bay Hyde

Arka Kapak:
*
Stevenson yinelenen kâbuslarında çifte yaşam sürüyor; gündüzleri saygın bir doktor olarak çalışırken geceleri sokaklarda geziniyordu. Dr. Jekyll ile Bay Hyde işte bu kâbuslardan doğdu. 1886'da yayımlandığında İngiltere ve Amerika'yı kasıp kavuran yapıt, çok sayıda tiyatro ve sinema uyarlamasıyla bir popüler kültür efsanesine dönüşerek günümüze kadar geldi. Victoria döneminin değerlerine uygun olsa da, olay örgüsü günümüzün toplumsal ve psikoloik kaygılarına denk düşecek biçimde yeniden işlenebilmesine elveriyordu. Bir yandan da, bunca şan şöhretin gölgesinde kalan edebi derinliği ve çokkatmanlılığıyla farklı düzeylerde okunabilecek bir metin olarak varlığını sürdürdü. Ruhla bedenin arzuları arasındaki ezeli çatışmadan söz ederken Victoria toplumunun ikiyüzlülüğünü yeren ve psikoloji alanında Freud'un kuramlarını haberleyen gelişmelerle kan bağı bulunan, çağının ötesinde bir başyapıt olarak..
***
Robert Louıs Stevenson
*
(1850-1894): Edinburg'da dünyaya gelen yazar, hukuk öğrenimi gördü. Üniversite yıllarında yaz tatillerini Fransa'da geçiren Stevenson'ın An Inland Voyage (1878; İç Kesimlere Yolculuk) ve Travels with a Donkey in the Cevennes (1879; Eşek Sırtında Cevennes Yolculuğu) adlı kitapları bu gezilerin ürünüydü. Yazar 1879'da, âşık olduğu Amerikalı Fanny Vandegrift Osbourne'un ardından ABD'ye gitti. Bu yolculuğu daha sonra The Amateur Emigrant (1895; Amatör Göçmen) ve Across the Plains (1892; Düzlükleri Geçerken) adlı yapıtlarında anlattı. 1880'de Fanny ile evlendi. ABD'de terk edilmiş bir gümüş madeni yakınlarında geçirdikleri balayı yazarın The Silverado Squatters (1883; Gümüş Avcıları) adlı yapıtının konusunu oluşturdu. Yazarın en bilinen yapıtları arasında Treasure Island (1881; Define Adası) ve Kidnapped (1886; Kaçırılan Çocuk) sayılabilir.

Dostoyevski - İnsancıklar

Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Dostoyevski -İnsancıklar
Arka Kapak:
*
İnsancıklar, St. Petersburg'da bir devlet dairesinde çalışan orta yaşlı ve alçak gönüllü kâtip Makar Devuşkin ile uzaktan akrabası, yirmili yaşlarının başında genç bir kadın olan Varvara Dobroselova arasındaki mektuplaşmalardan oluşan bir eserdir. Dostoyevski'nin henüz 24 yaşındayken kaleme aldığı; yoksulluk, dostluk ve sanat sevgisi gibi temalarla örülü bu roman, dönemin eleştirmenlerince adeta göklere çıkarılarak yazarın edebiyat çevrelerine bir yıldız gibi girmesini sağlamış ve çok parlak bir ''toplumsal roman'' olarak nitelendirilmişti.
*
''Sahip olduğu ilham perisiyle çatı ve bodrum katlarında yaşayanlara hayat veren genç şairi tebrik ediyorum. Yaldızlı köşklerde yaşayanlara ''yoksullar da insan, onlar da kardeşlerimiz,'' diye haykırıyor. '' Visairon Belinski
Dostoyevski -İnsancıklar

26 Aralık 2018 Çarşamba

Dante Alighieri - Yeni Hayat

I- Bellek kitabımın, öncesinde pek az şeyin okunabildiği o bölümünde, şöyle bir başlık var: Incipit vita nova (Yeni hayat başlıyor). Tümünü olmasa da, en azından özlerini bu kitapçığa aktarmak istediğim sözcükleri yazılı buluyorum bu başlığın altında.


II- Onu nasıl adlandıracağını bilmeyen çoğu kimsenin Beatrice dediği an'ımın ışıl ışıl kadını gözlerime ilk göründüğünde, doğumumun üzerinden dokuz yıl geçmiş, ışık göğü yörüngesinde dokuz kez devinerek hemen hemen aynı noktaya gelmişti. Onun bu hayatta bulunduğu sürede yıldızlar göğü oniki evin doğusuna doğru, bir derecenin onikide biri kadar kaymıştı; öyle ki, dokuz yaşına yeni basmıştı bana göründüğünde. Çok soylu renkli, yalın ve onat, kankırmızı giysilerle göründü; gencecik yaşına uygun giyinmiş, kuşanmıştı. İşte o an, yemin ederim, yüreğimin en gizli odasında oturan hayat tini öyle şiddetle titremeye başladı ki, en güçsüz nabızlarımda tüm dehşetiyle görünür oldu.
''Ecce deus fortior me, qui veniens dominabutur michi'' (İşte bana hükmedecek, benden güçlü bir tanrı) diyordu titreyerek.


O an, tüm duyu tinlerinin algılamalarını ilettikleri, yukarı odada oturan ruhsal tin büyük şaşkınlık içinde, özellikle görme tinlerine yöneldi ve şöyle dedi: 
''Apparuit iam beatitudo vestra'' (İşte mutluluğunuz görünüyor size).
Bunun üzerine, beslenmemizin yöneltildiği bölgede oturan bitkisel tin ağlamaya başladı ve,
''Heu miser, quia frequenter impeditus ero deinceps.!'' (Eyvahlar olsun, bundan böyle sık sık derde girecek başım.!) dedi ağlayarak. O andan başlayarak hemen Aşk'la bütünleşen ruhum onun buyruğuna girdi, ve imgelemimin verdiği güçle üzerimde öyle etkinlik ve egemenlik kurmaya başladı ki Aşk, tüm arzularına eksiksiz uymak zorunda kaldım.
(..)
III- Günler günleri kovalamış, bu soylular soylusu kadının yukarıda sözünü ettiğim görünmesi üzerinden tam dokuz yıl geçmişti; bu günlerin sonuncusunda, bu ışıl ışıl kadın bembeyaz giysiler içinde, ondan yaşça büyük, iki soylu kadının arasında göründü; bir sokaktan geçiyorlardı ki benim korku içinde, allak bullak durduğum tarafa doğru çevirdi gözlerini, ve bugün, bengi hayatta ödüllendirilen o tanımlanamaz inceliğiyle selamladı beni; öyle erdem yüklüydü ki o selam, o an mutluluğun doruğuna ulaştığımı sandım. Bu çok tatlı selamın bana ulaştığı saat o günün dokuzuncu saatiydi kesinlikle, ve de sözlerinin kulaklarıma varmak üzere ilk kez harekete geçişinden olacak, öyle bir tatlılık yayıldı ki içime, esrik, ayrıldım insanlardan, ve odamın ıssızlığına çekilerek bu çok incelikli kadını düşünmeye koyuldum. (..)


Her tutkun ruh ve soylu yürek,
ki bu deyişi bulur karşısında,
ne düşünür, yanıtlasın beni diye,
selam ona efendisi, yani Aşk'ın adına.
Çoktan üçlemişti saatler,
her yıldızın ışığıyla balkıdığı zamanda,
birden karşımda gördüğümde Aşk'ı,
özünü anımsamak korku veriyor bana.
Neşeliydi Aşk sanki, tutarken
elinde yüreğimi, kollarında kadınım,
bir örtüye sarılı uyuyordu.
Uyandırdı sonra onu, ve yedi kadın
o yüreği alev alev, uysal ve ürkek:
Gittiğini gördüm ağlayarak sonra. (Sayfa: 17-19)

23 Aralık 2018 Pazar

Hermann Hesse - İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez

Hermann Hesse - İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez
Arka Kapak
*
''Açıklık ve doğruluk (hakikat), yaklaşık aynı anlama geliyormuş gibi pek sık olarak yan yana söylendiği işitilen sözcüklerdir. Gelgelelim, birbirinden apayrı içerikleri niteler bunlar.! Doğru'nun açık olduğu seyrek, pek seyrek, açık'ın doğru olduğu daha da seyrektir. Doğru hemen her zaman karmaşık, karanlık ve çokanlamlıdır; her sözcük özellikle ''açık söz'' doğru üzerinde uygulanan bir zorbalıktır. ''Açıklık'' her zaman için zorba nitelik taşır, çokyönlü olanı sadeleştirmeye, doğal olanı anlaşılır, hatta akla uygun kılmaya yönelik zorbaca bir girişimdir. Açıklık, özdeyişlerde bir erdemdir; özdeyişlerdeki cümleler sevimlidir, değerlidir, eğiticidir, espri yüklüdür, anlamlıdır; ne var ki, asla bir doğruluğu içermezler, çünkü her özdeyişinin tersi de doğrudur.''
*
Bozkırkurdu'ndan Boncuk Oyunu'na yazını süreğen bir iç yolculuk çizgisinde okunabilen Hermann Hesse, politikadan kültüre, kitaplardan sevgi, mutluluk, ölüm temalarına açılan ''palet''iyle özlü düşüncelerini bir araya getirdiği bu kitabında izlenimci bir ressam yalınlığıyla sesleniyor okura.
***************************************************************************************
>>>>>Politika<<<<<
*
Bilindiği üzere en koyu atavizmler, çağdaş ve ilerici bir kılık altında görünmeye en çok gereksinim duyanlardır.
*
Faşizm denemesi geriye yönelik, yararsız, budalaca ve bayağı bir denemedir. Komünizm ise, insanlığın el atmak zorunda olduğu, o aptalca ''proletarya diktatörlüğünü'' değil, buruvazi ile proletarya arasında adalet ve kardeşliği sağlamak için tekrar tekrar başvurulması gereken, insanlık dışı bir uygulamaya hazin şekilde saplanıp kalmış olmasına karşın yine de dönüp dolaşıp el atılması gereken bir denemedir. Faşizm ve komünizmin çalışma yöntemlerindeki benzerlikten dolayı bu gerçek kolay unutulur. (Sayfa: 11)
***
''Gelecekte şimdiden ''daha iyi'' bir insanlığın var olacağını sanmıyor, insanlığın falan zamanda daha iyi, filan zamanda daha kötü olduğuna inanmıyorum. İnsanlık nasılsa öyle kalmıştır hep. Ne var ki, kimi dönemler yaşanmış, şeytansal güçler cani ve psikopat kişilerin içine el altından sızmış, kimi dönemlerde ise söz konusu sızma açıktan açığa ve büyük ölçüde gerçekleşmiş, siyaset sahnesinde boy göstererek bütün ulusları önüne katıp sürüklemiştir.
*
En çocukça, hatta en hayvanca politik heves ve dürtülerin kendilerini nasıl ''dünya görüşleri'' vb. kılığında açığa vurduğunu, hatta bu arada dinlerin davranış ve tutumlarını takındığını bundan böyle anlayışla değil, hayretlle izliyorum. Söz konusu görüşlerin; çok daha zekice kotarılmış Marksist sosyalizmle ortak bir yanı varsa; o da insanı adeta sınırsız ölçüde politize edilebilir bir yaratık saymasıdır. Oysa böyle biri olmaktan uzaktır insan. Ben, günümüz dünyasının çırpınışlarının büyük çapta böyle bir yanılgıdan kaynaklandığına inanıyorum. (Sayfa: 13)
***
Her insanın kendisinden çok şey beklemesini anlıyor ve onaylıyorum. Ama aynı şeyi başkalarından da beklemesini ve yaşamını iyi uğrunda sürdürülen bir ''savaşa'' dönüştürmesini anlayışla karşıladığımı ve onayladığımı söyleyemem; çünkü savaş, eylem ve muhalefet en küçük bir değer taşımıyor gözümde. Dünyayı değiştirmeye yönelik her istemin savaşa ve şiddete yol açacağını bildiğimi sanıyorum. Dolayısıyla şu ya da bu muhalefet cephesine katılmam olanaksızdır; çünkü bunun doğuracağı sonuçları uygun görmüyor, yeryüzündeki haksızlık ve kötülüğü ortadan kaldırabileceğine inanmıyorum.
Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz gereken şey bizleriz, biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız, manevi alandaki bencilliğimiz, incinip kırılmalarımız, sevgi ve hoşgörü noksanlığımızdır. Bunun dışında dünyayı değiştirmeye yönelik her görüş, en iyi niyetle yola çıkıyor da olsa yararsızdır bence. (Sayfa: 14)
***
Komünizmi yalnız haklı değil, aynı zamanda doğal buluyorum. Biz hepimiz karşı çıkmış olsaydık da komünizm yine gelecek ve işin içinden zaferle çıkacaktı. Kim bugün komünizm safında yer alıyorsa, geleceğe olumlu gözle bakıyor demektir. Belki bana sorabilirsiniz şimdi: Madem komünizmin doğruluğuna inanıyor ve ezilenlerin iyiliğini istiyorum, ne diye onların yanında savaşa katılmıyor, kalemimi partilerinin hizmetine vermiyorum. Bu soruyu yanıtlamak biraz güç doğrusu; çünkü ortada benim kutsal gözüyle bakıp bağlayıcı bildiğim, ama sizin için pek var olmayan şeyler söz konusudur. Kardeş ve yoldaşlarla bir arada bulunmak, aynı görüşteki insanların oluşturduğu bir topluluk içinde yer almak her ne kadar çekici bir şeyse de, partiye üyeliğin ya da yazarlığımı belli bir programın hizmetine vermenin düpedüz ve kesinlikle karşısındayım.
***
İnsanlığın geleceği için kotarılmış program olarak komünizme inanıyor, onu kaçınılmaz ve vazgeçilmez buluyorum. Ama yaşamın büyük sorunlarına komünizmin geçmişteki herhangi bir bilgelikten daha olumlu yanıtlar vereceğini de sanıyor değilim. İnancım odur ki, yüzyıl süren bir kuram döneminden ve Rusya'daki büyük devrimden sonra komünizm dünyada uygulama alanına geçirilmeyi hak etmekle kalmamış, bu aynı zamanda onun üzerine düşen bir görev niteliği kazanmıştır. Ve şuna içtenlikle inanıyor ve umuyorum ki, komünizm yeryüzündeki açlığı ortadan kaldırmayı ve üzerlerindeki büyük bir karabasandan insanları kurtarmayı başaracaktır. Ne var ki, bununla geçmiş bin yıllardaki dinlerin, yasaların ve felsefelerin üstesinden gelemediği şeyi başarabileceğine de inandığım yok doğrusu. Her insana hakkı olan ekmek ve saygınlığı sağlaması dışında bir uygulamaya hak sahibi olduğuna ve geçmişteki herhangi bir inanış biçiminden daha iyi sayılacağına da inandığımı söyleyemem. Komünizmin kökleri, on dokuzuncu yüzyılda bilgiç, hayal gücünden yoksun ve sevgisiz bir profesörler topluluğunun alabildiğine kuru, kendini dev aynasında gören us egemenliğinin toprağında yatmaktadır. (Sayfa: 15-16)
***
Bir partiye üye olmaması gerektiğini kimseye salık vermem, ama herkese şunu söylemek isterim ki, kişi pek erken yaşta bir partiye üye olmakla çevresinin dava arkadaşlarıyla kuşatılmasından duyacağı hazza karşılık kendine özgü yargı yeteneğini elden çıkarma tehlikesiyle yüz yüze gelecektir. Herkesin, kendi oğullarımın da dikkatini çekmek istediğim bir başka nokta da şu: Bir programa ve partiye bağlılık oyun olarak görülmemeli, tam bir geçerlilik taşımalıdır, yani bir devrimin safında yer alan kişi, kendisini canıyla kanıyla davasının hizmetine vermekle kalmayıp öldürmelere, makineli tüfek ve zehirli gaz kullanmalara da kararlı ve yetenekli olmak zorundadır.
***
Faşizm ve bolşevizm her ne kadar birbirine düşman kardeşlerse de, kardeştirler sonunda; biri filizlenip yeşerirken toprağı ötekisi için gübreleyip hazırlar ve onu da yeşerip filizlenmeye çağırır.
***
Politikanın her türlüsü uzak bana, yoksa çoktan bir devrimci olup çıkardım.
***
Çok daha büyük boyutluluğu bir yana bırakılırsa, Marx'la benim aramdaki fark şudur: Marx dünyayı değiştirmek ister, bense insanı. Marx kitlelere yönelir, bense bireylere. (Sayfa: 16
***
Komünizmi benimsemek; düşünsel alanda kendi kendisinden bunun hesabını soran kişi şu soruyu yanıtlamak durumundadır: ''Devrimi istiyor ve onaylıyor muyum.? Başka insanların durumu belki biraz daha düzelecek diye insanların öldürülmesine rıza gösterebilir miyim.?'' Düşünsel sorun işte burada yatıyor. Ben, devrim ve öldürme hakkını kendimde göremiyorum. Ancak bu, dünyanın bir yerinde başkalarını öldüren, çaresizlik içinde, hırsa kapılarak ateş püsküren bir halk yığınına suçsuz gözüyle bakmamı engellemez. Ne var ki, ben de böyle bir eylem içinde yer aldım mı kendimi suçsuz sayamam, çünkü benimsediğim ve kesinlikle kutsal gözüyle baktığım az sayıdaki ilkelerden birini yadsımış olurum söz konusu eyleme katılmakla.
***
Devrim savaştan başka bir şey değildir, tıpkı savaş gibi ''politikanın değişik araçlarla'' sürdürülmesidir.
***
Komünizm iktidar ve mülkiyetin herkese adil olarak dağıtımını değil, ''proletarya diktatörlüğünü'' amaçladığı sürece, Marx'la onun öğretisiyle karşılaştırıldığında bir geri adım oluşturur. Halk değil, parti kodomanlarından küçük bir azınlık bundan yarar sağladığı sürece komünizm üzerinde pek fazla konuşmaya değmez.
***
İnsanlardan çoğunun görüş ve düşünceleri kişisellikten uzak, mensup oldukları sınıfların görüş ve düşünceleridir. Gerek kapitalistlerin, gerek sosyalistlerin yüzde doksan dokuzu, doğruluklarını sınamaya zekâlarının asla el vermediği görüş ve düşünceleri benimser.
***
Şimdiye kadar pek çok ülkeden pek çok kişi tanıdım; bunlardan şaşılacak kadar azının siyasal görüşü, okuduğu gazetelerin başyazılarında açığa vurulan görüşlerden önemli ölçüde arlıyordu. Bu yüzden, siyasal görüş ve düşünceye kişiliğin gerçekten belirleyici bir özelliği olarak bakmak gibi bir eğilimden uzak bulunuyorum. Beni daha çok ilgilendiren, söz konusu görüş ve düşüncelerin gerisinde saklı yatan şey, yani insanların kendileridir.
***
Devlet ve benzeri güçler karşısında çaresiz durumda olduğumuz görüşünde haklısın. Ama böyle bir görüşten yola çıkarak kendimizi ''amansızca'' savunup buna karşılık vermemiz gerektiği gibi bir sonuç çıkarman durumunda bana göre tamamen haksız konuma düşersin. Bizim, özellikle bizim yapmamız gereken bir şey varsa, insanın gözünün yaşına bakmadığı için dünyaya veriştirmekle yetinmeyip kendimize de aynı şekilde acımasız davranmaktır. En başta vicdanımızın sesine kulak vermemiz, her şeye yapılmasında sakınca olmayan bir davranış gözüyle bakmamamız; kin ve nefrete kapılmayarak öldürmelerden ve diğer kirli işlerden kendimizi uzak tutmamızdır ki, bizlerin ayrıcalığını ve soyluluğunu oluşturur.
O kaba ''tüküreyim her şeyin içine'' tavrı sizin bir icadınız değildir, tarihte yüzlerce kez sergilenmiştir; bu tavır, güçsüz ve eğitimsiz insanların o acımasız üstün güç karşşısında açığa vurdukları tepki olarak hoşgörüyle ve anlayışla karşılanabilir, ama onaylanamaz, doru sayılmaz asla.
***
İster emekçiler çalıştıkları fabrikaların patronlarını öldürsün, ister Ruslar ve Almanlar birbirlerinin üzerlerine silahlarını doğrultsun, sonuç mülkiyetin el değiştirmesidir sadece. (Sayfa: 18-19)
***
''Kişilik'' sözcüğü, günümüzde örneğin Goethe zamanındaki gibi bir ideal niteliğini korumaktan kesinlikle uzaktır. Gerek burjuva, gerek proletarya cephesi kişilik sahibi bireyi bugün varılacak amacın kendisi olarak kabul etmiyor; deha sahibi bireyler değil; normal, sağlıklı ve becerikli sıradan insanlar yetiştirmeye bakıyor. Fabrikatörlerin keyfine ise diyecek yok. Ama çok geçmeden Almanya'da görüldü ki; yalnızca yüce ruhlu bireylerde karşılaşılabilecek dinamizm, sorumluluk duygusu ve içsel arınmışlık olmadı mı, bütün yaşamsal işlevleri sıkıntıya giren halk ölümcül bunalımlara sürüklenecektir. Siyasette, parti yaşamında ve parlamentarizmde kendini açığa vuran yozlaşma, aksaklığın nereden kaynaklandığını açıkça gözler önüne seriyor. Biraz ayrımlaşmış insanların bünyelerinde barınmalarını olanaksız kılan aynı partiler, bu kez de o ''güçlü insanın'' peşine düşüyor, arıyor onu. (Sayfa: 19)
***
Benim için biri politik, biri entellektüel olmak üzere iki ayrı insanlık tarihi bulunuyor. İlerleme gibi bir şey her ikisinde de saptanamamaktadır. Ha Samson eline geçirdiği kemik parçasıyla Filistinlileri haklamış, ha Hitler İngiltere'yi füze yağmuruna tutmuş olsun, fark yok arada. Öte yandan, upanişadlar felsefesinden Heidegger'e kadar da bir ilerleme algılanır gibi değildir. Ama yine de her iki insanlık tarihi birbirinden hayli ayrılmaktadır. Dünya tarihinin hangi bölümüne göz atılırsa atılsın, çirkin, acımasız ve şeytani nitelik taşıdığı görülecektir. Oysa dillerin, düşünce tarzlarının, sanatların tarihinin her evresi güzel ve sevimli tablolarla, çiçeklerle dolup taşar. (Sayfa:20)
**********
>>>>>Toplum ve Birey<<<<<
*
Herkes neyi yapabileceğini, neyi yapmasının kendisi için yasaklandığını arayıp bulmak zorundadır. Bir kişi yasak hiçbir eylemde bulunmamasına karşın yine de yeterince alçak biri olabilir. (Sayfa: 50)
***
Cesaret ve karakter sahibi insanlara, ötekiler her zaman tekin sayılmayan kimseler gözüyle bakar. (Sayfa: 51)
***
Doğada normal insanlar kadar kötü, vahşi ve zalim bir başka yaratık yoktur.
***
İnsan yeryüzünde hükümranlığı ele geçirmişse de, iyi bir hükümdar olduğu söylenemez. Ne var ki, uyanık ve iyi niyetli kişilerin yine de üzerlerine düşeni yapmaları, ama bunu öğretilerle ve vaazlarla değil, kendi çevrelerinde anlamlı bir yaşamı sürdürerek başarmaları gerekir. (Sayfa: 52)
***
Bence servetlerini ansızın kaybetmeleri ve paranın kutsallığına olan inançlarının sarsıntıya uğraması, ağır ruh hastası pek çok insan için asla bir felaket sayılamayacağı gibi en güvenilir ve akla gelebilecek tek kurtuluş yoludur. Ve yine bugünkü yaşamımızda iş ve paranın biricik kült aşamasına yükseltilmesi karşısında ân'ın oyunundan zevk almayı, rastlantılara kapıları açmayı düpedüz arzu edilmeye değer bir şey görüyorum ve hepimiz de bunun eksikliğini duyuyoruz. (Sayfa: 53)
***
Bana düşen, nesnel bakımdan en iyi olanı değil, benim olan şeyi elden geldiği kadar saf ve yalansız biçimde başkalarına vermektir. (Sayfa: 54)
***
Her çöküş büyük şeylerin ciddiye alınıp, küçük şeylerin ciddiye alınmamasının pek doğal görülmesiyle başlar. İnsanlığın ululanması, ona hizmette bulunanlara ise eza ve cefanın reva görülmesi, vatana, kiliseye ya da partiye kutsal gözüyle bakılıp günlük işlerinse baştan savma ve üstünkörü yapılmasıyla başlar ahlâk bozukluğu. Bunların önlenmesinde tek bir eğitici çare söz konusudur: gerek başkalarında, gerek insanın kendisinde zihniyet, dünya görüşü ve vatanseverlik denen ciddi şeyleri ilkin tümüyle bir kenara kaldırıp olanca ciddilikle küçük, en küçük şeyler üzerine eğilmek, içinde yaşanılan ân'a hizmet etmek. (Sayfa: 55-56)
***
''Dünyaya ayak uyduramayan'' kişi, kendi kendini bulmaya yakın olandır. Dünyaya ayak uyduran kişiyse kendini bulamaz, ama parlamentoda bir milletvekili olabilir. (Sayfa: 56)
***
Diyorsun ki, ben'i arama çabası insanın kendisiyle başkaları arasında doğru dürüst bir ilişki kurma çabası kadar önem taşımaz. Ama burada söz konusu olan hiç de iki ayrı şey değildir. Gerçek ben'i arayan kişi aynı zamanda yaşamın normunu arıyor demektir, çünkü bu en içsel ben insanların tümünde aynıdır. Tanrıdır bu, ''anlam''dır. Bunun içindir ki bir Brahmen gördüğü her yabancı varlığa ''tat tawam asi'' (Sen busun.!) der. Kendisine zarar vermeden başka bir varlığa zarar veremeyeceğini, bencilliğin bir anlam taşımadığını bilir. (Sayfa: 60)
***
İnsanları, halkları ve çağları birbirinden ayıran şeyin araştırıp incelenmesi konusunda pek çok çaba harcanmakta. Yeniden dikkatimizi insanları birleştiren şeyin ne olduğu konusuna çevirmemiz gerekiyor. (Sayfa: 60)
***
Kendi ruhunun kuşkularla dolup taştığını bilen biri, başkaları hakkında yargılar verip onları eleştirmeyi aklından geçirmez.
(Sayfa: 64)
***
Dünya, manevi değerlerle hiçbir alıp vereceği olsun istemiyor. Kendilerinden kibar bir maskeden daha fazla bir şey isteyen bir ideale, insanların bencilliği nefretle bakıyor. (Sayfa: 65)
***
Elli yıl sonra dünya bir makine gömütlüğüne dönüşecek ve uzay yolculuğuna çıkmış astronotun ruhu, kendi uydusunun kabiniyle özdeş duruma gelecektir. (Sayfa: 66)
***
Korkunun tek nedeni, insanın kendi kendisiyle bir birlikteliği gerçekleştiremeyişidir. (Sayfa: 69)
**********
>>>>>Bireyin Ödevleri<<<<<
*
Bana göre insan başkalarına değil, kendi kendisine karşı hoşgörüsüz olmalıdır. (Sayfa: 70)
***
Sonuna kadar yaşanıp çözümlenememiş her sorun, dönüp dolaşıp ileride yeniden karşımıza çıkar. (Sayfa: 71)
***
Gerçek erdemler insanları her zaman rahatsız eder, başkalarında kin ve nefret uyandırır.
***
Ne, Vita activa'dan (aktif yaşam) Vita contemplativa'ya (düşünsel yaşam) kaçıp sığınmalı; ne de tersini yapmalıyız. Her ikisinin arasında bir yol izleyerek bazen birinin bazen öbürünün yanında yer almalı, her iki etkinliğe de katılmalıyız. (Sayfa: 72)
***
Nereye bakılırsa toplucalık, nereye bakılsa biraradalık, nereye bakılsa yazgının yükünü sırttan atma çabası ve sıcacık sürü yakınlığına kaçıp sığınmalar.! (Sayfa: 73)
***
Açken tokkenkine göre adil olmanın insanı daha çok zahmete sokacağını anlayabiliyorum; ne var ki, insanın sıkıntıya düşmesinin ve durumunun kötüleşmesinin ahlak denen şeyi ortadan kaldırması gerektiğini kabullenemem. (Sayfa: 75)
***
Rahatlığın sona erip sıkıntının başladığı yerde, yaşamın bize vermeyi amaçladığı eğitim başlar. (Sayfa: 75)
***
Yalnızlık, yazgının insanı kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu yoldur.
***
İnsan olarak bize düşen, bir kezliğine kişisel yaşamımızda hayvandan insana doğru bir adım daha ileriye gitmektir.
(Sayfa: 76)
***
İnsanın dönüp dolaşıp canlı olana tutunması gerekiyor. ''Akıl'' çokluk yüzüstü bırakır bizi, sadece biraz sevgi ve sabra karşılık doğanın bize sunacakları kadar değer taşıdığı durumlar seyrektir. Bir kediyle oynamak, bir ateş yakmak ya da bulutları seyretmek, bunların hepsi öyle pınarlardır ki, bir tıklatmak yeter, hemen açarlar kapılarını. (Sayfa: 77)
***
Yazgıyı yenmenin tek yolu onu anlayıp kavramaktır.
***
Bazıları kendilerine ''kusursuz'' gözüyle bakar, bunun nedeni kendilerinden fazla bir beklentileri olmayışıdır. (Sayfa: 79)
***
Yazgı, kimin üzerine dışarıdan gelip çullanıyorsa, atılan okun avlanacak hayvanı yere sermesi gibi altında ezer onu. Yazgı, kimin içinden, öz benliğinin derinliklerinden çıkıp geliyorsa, onu güçlendirir ve Tanrı konumuna yüceltir. (Sayfa: 80)
***
Ne kadar değerli olursa olsun, hiçbir mücevher, onu değerli kılan pırıltıyı alışmışlık ve sevgisizlikten kendisinden koparıp alamayacağı kadar mutlak bir güzelliğe sahip değildir. Bu yüzden, benim edinilmeye değer bir hüner gözüyle baktığım bir şey varsa, uzağımızda bulunup, gözlerimizin görmediği güzelliklerden esirgediğimiz huşu ve sevgiyi yakınımızdaki alışılmış güzelliklere çok görmemektir. (Sayfa: 81)
***
Ancak eylem ve özverilere dönüşen düşünce ve görüşler ilgilendirir beni. Kendiminkine karşıt düşünce ve görüşü benimseyen, ama benim kendisinden hoşlandığım, beni etkileyen biri, benimle aynı düşünce ve görüşü paylaşan, ama belki korkak ve geveze birinden daha yeğdir benim için.
(Sayfa: 82)
***
İnsan bundan böyle değişmez, oluşum sürecini geride bırakmış, gelişimini tamamlamış, bir kezliğine, açık seçik belirginleşmiş bir varlık değil, oluşum sürecini yaşayan bir yaratıktır, bir deneme, bir sezgi ve gelecektir, doğanın yeni biçim ve olanaklarından yana bir atılımı ve özlemidir.
***
İtaat bir erdemdir. Ancak sorun, kime itaat edileceğidir. İnatçılık da bir erdemdir çünkü. Ama inatçılık dışında el üstünde tutulan diğer erdemlerin tümü, insanların koyduğu yasalara itaattir. Yalnızca inatçılıktır ki, söz konusu yasalara dönüp bakmaz. İnatçı kişi bir başka yasaya, kendi özündeki anlama itaat eder. (Sayfa: 83)
***
Sabır öğrenilmeye değer biricik şey, en zor şeydir. Tümüyle doğa, dünyadaki tümüyle büyümeler, gelişip serpilmeler, tüm güzellikler sabrı gerektirir, zamana bakar, sessiz bir ortama, uzun vadeli oluşumlara inanç ister. Öyle oluşumlar ki, bir insan ömründen daha uzun sürer, bir kişi tarafından pek kavranamaz, bütünlüğü içinde tek tek kişiler değil, halklar ve çağlar tarafından yaşanabilir. (Sayfa: 84)
***
Yaşam herkesin sırtına bir kezliğine değişik bir ödev yükler, dolayısıyla yaşamda doğuştan bir elverişsizlik diye bir şeyden söz edilemez; en güçsüz, en zavallı biri bile kendi konumunda değerli ve gerçek bir yaşamı sürdürebilir, yaşamdaki kendisinin seçmediği konumu ve kendisi için biçilmiş misyonu alıp kabullenerek ve gereğini yerine getirerek başkaları için bir önem taşıyabilir. Gerçek insanlık budur, esenliğe kavuşturucu soylu ışınlarını sürekli yayar çevresine; söz konusu misyonun sahibine herkes kimsenin yerinde olmak istemeyeceği biçarenin biri gözüyle baksa da bir şey fark etmez.
***
Yaşam anlamsız, acımasız, aptalca, ama yine de görkemlidir, insanla eğlenmez (bunun için us sahibi olması gerekir çünkü), öte yandan insana bir solucandan daha çok ilgi duymaz, özellikle insanın doğanın bir kapris ürünü ve zalim bir oyunu olduğu görüşü, insanın kendisini çok önemsediğinden içine düştüğü bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Bir kez biz insanların işinin doğadaki bir kuşun, bir karıncanınkinden daha zor değil, tersine daha kolay ve daha güzel olduğunu görmemiz gerekiyor. Bir kez bizler yaşamın acımasızlığını ve ölümün kaçınılmazlığını sızlanıp yakınarak değil, bu umarsızlığın tadını çıkararak kabullenip benimsemek zorundayız. Ancak doğanın tüm iğrençliğini ve anlamsızlığını benimsedikten sonra, bu hoyrat anlamsızlığın karşısına dikilip onu anlamlı bir nitelik kazanmaya zorlayabiliriz. Bu, insanın üstesinden gelebileceği en yüce ve biricik şeydir. Geri kalan şeyleri hayvanlar insanlardan daha iyi başarır.
Anlamsızlık nasıl bir solucan için bir üzüntü kaynağı oluşturmuyorsa, insanların çoğu için de asla bir üzüntü kaynağı sayılmaz. Ne var ki, bu üzüntüyü duyupbir anlam arayışına soyunan az sayıdaki kişiler insanlığın anlamını oluşturur. (Sayfa: 85)
***
İçimizdeki hayvan olmasa, iğdiş edilmiş meleklere benzerdik.
***
Genellikle kahramanlığa, dolayısıyla stao'ya daha çok kuşkuyla bakan biriyim, dolayısıyla kendi yaşamımda seyrek istisnaları saymazsak acılar dünyasının içinden geçecek en kısa yol olarak acılar içinden vurup geçen yolu görmüşümdür hep.
***
Bize düşen, nasıl ki Güneş ve Ay, deniz ve kara birbirine pek yaklaşmazsa bizim de birbirimize yaklaşmamız değildir. Amacımız birbirimizi tanımak, her birimizin karşısındakini nasılsa öyle, yani kendi karşıtı ve kendisini bütünleyen parça gözüyle görmesi ve böyle biri kimliğiyle ona saygı beslemesidir.
(Sayfa: 87)
**********
>>>>>Kilise ve Din<<<<<
*
Tüm halkların bilgeliği tek ve aynı bilgeliktir, iki ya da daha fazla bilgelik yoktur. Dinlere yönelteceğim ilk itiraz, hoşgörüsüzlüğe karşı besledikleri eğilimdir. (Sayfa: 98)
***
Doğanın armağan ettiği yeteneklerle kendi kendisini gerçekleştirmeye çalışan bir insan, en yüceve biricik anlamlı davranışta bulunmuş olur.
***
Yetkin bir öğretinin değil, kendi kendini yetkinleştirmenin özlemini yaşatacaksın içinde. Tanrı sendedir, kavramlarda ve kitaplarda değil. (Sayfa: 99)
***
İnanç ve kuşku karşılar birbirini, birbirini bütünler. Kuşkunun olmadığı yerde, gerçek inançtan söz edilemez.
***
Her insanı İsa'ya benzetebiliriz; doğrulardan birinin esintisini içinde duyumsayan İsa, bundan böyle düşünmeyi yaşamdan ayırmaz olmuş, dolayısıyla çevresinde yalnızlaşmış ve herkesin düşmanlığını kazanmıştır. (Sayfa: 101)
***
Her insan yalnızca kendisi değildir, aynı zamanda bir kezliğine, tümüyle kendine özgü, her durumda önemli ve ilginç bir nokta oluşturur, dünyada gerçekleşen olaylar bu noktada birbiriyle kesişir, bir kezliğine bir karışımdır bu, bir daha aynı biçimde asla yinelenmez. Dolayısıyla, her insanın yaşamöyküsü önemlidir, sonrasız ve tanrısal nitelik taşır; bu yüzden insan yaşadığı ve doğanın istemini yerine getirdiği sürece olağanüstü ve her türlü dikkate layık bir varlıktır. Her insanda akıl bir surete bürünmüştür, her insanda ilkel yaratık acı çeker, her insanda kurtarıcı bir İsa çarmıha gerilir. (Sayfa: 102)
***
Savaşa, teknolojiye, para hırsına, şovenizme vb. değersiz gözüyle bakmakla insanların eline bir şey geçmez. Önemli olan, zamanın putlarının yerine gerçek bir inancı geçirmektir.
***
Ben belli bir kilise ve dinsel cemaatin mensuplarını inançları konusunda kuşkuya düşürmekten kaçınırım. İnsanların çoğunluğu için bir tapınağa ve dinsel bir inanca mensup olmak iyidir. Bu inançtan kendini sıyırıp alan kimse ilkin bir yalnızlıktan içeri doğru yol alır, derken bir an gelir aralarından bazıları yaşadığı eski cemaate gerisin geri dönmeyi özler. Ancak, izlediği yolun sonuna geldiğinde yeni, büyük, ama gözle görülmeyen bir cemaate ulaştığını anlar. Öyle bir cemaat ki, bütün halkları ve dinleri içermektedir. Söz konusu kişi tüm dogmaları, tüm şovenizmi çıkarır elden, tüm çağlara, uluslara ve dillere mensup seçkin kişilerle kardeş olur, dolayısıyla eskisinden daha zengin biri konumuna yükselir. (Sayfa: 104)
***
Dirimsellik taşıyan tüm bilginin, bir başka deyişle yaşam üzerinde etkisini duyuran bilginin tek bir konusu vardır. Binlerce kişi aşinadır bu konuya, binlerce değişik biçimde dile getirilir, ama hep aynı doğrudur. İçimizdeki dirimselin, içimizdeki gizli büyünün, her birimizin ruhunda taşıdığı gizli tanrısallığın bilgisi, varlığımızın en iç noktasından yola koyularak tüm karşıt kutupların ortadan kaldırılabileceğinin bilgisidir bu. Bir Hintli Atman der buna, bir Çinli Tao, İsa da rahmet der.
***
Doğu ve batı arasındaki ciddi ve verimli bir uzlaşma, zamanımızın yalnız siyasal ve sosyal alanda insanlara yönelttiği henüz yerine getirilmemiş büyük beklentisi değil, düşün ve yaşam kültürü alanında da karşılanması gereken bir beklenti ve çözümü gereken bir yaşam sorunudur. Bugün artık söz konusu olan, Japonları Hıristiyan, Avrupalıları Budist ya da Taoist yapmak değildir. Biz ne başkalarına kendi dinimizi kabul ettirmek, ne de başkalarının dinini kabul etmek durumundayız. Bizlere düşen, dünyamızın kapılarını yabancılara açmak, dünyamızın sınırlarını genişletmektir. Doğu ve batı bilgeliğini bundan böyle birbiriyle savaşan düşman güçler gözüyle değil, verimli yaşam sarkacının aralarında sallanıp durduğu karşıt kutuplar olarak görüyoruz. (Sayfa: 105)
***
Karşınızdakini anlamamayı, acıyı, anlamsızlığı insanlık için değer taşıyan her şeyi bir önkoşul olarak görmeyi öğrenin.! Daha sonra inancınızı nasıl açıkladığınız, Hıristiyan mı, yoksa bir başka dine mi mensup olduğunuz fark etmez. İnsanın kendi yarattığı Tanrı dışında bir başka Tanrı yoktur.
***
Korkunç bir sefalet ya da ince bir duygulanmışlık kulaklarımızı açıp kalplerimizi yeniden sevgilere güçlü kıldığı zaman anlar ve biliriz ki, Tanrı her birimizin içinde yaşamaktadır, yeryüzündeki her karış toprak bizim yurdumuz, vatanımız, her insan bizim yakınımız, bizim kardeşimizdir, insanların değişik ırklara, uluslara, zengin ve yoksullara, değişik dinlere ve partilere ayrılması bir hayal ürünü, bir aldatmacadır.
***
Kişi alnına yazılmışsa bir gün gelip kendisini öylesine yalnız, öylesine koyu bir yalnızlık içinde bulur ki, varlığının alabildiğine derinliğindeki ben'inin içine çekilmekten başka şey gelmez elinden.
Ama derken yalnızlığın sona erdiğini görür ansızın. Varlığımızın alabildiğine derinliklerindeki ben, us'un kendisidir. Tanrıdır, bölünüp parçalanmaz olandır. Böylece daha önceki yalnız kişi kendini yine dünyanın ortasında bulur, dünyanın bin bir türlü netameli nesnelerinden korunmuş durumdadır artık, çünkü dünyada ne varsa benliğinin derinliklerinde hepsiyle birlik ve beraberlik içinde duyumsar kendini. (Sayfa: 106)
***
İnsanın Tanrı'da kalması diye bir şey söz konusu olamaz. Dinginlik diye bir şey yoktur.! Var olan şey nefesle sonrasız, görkemli ve kutsal bir dışarı atılış ve nefesle içeri alınıştır. Yapılış ve yıkılıştır. Doğuş ve ölüştür. Çıkıp gidiş ve dönüp geliştir durup dinlenmeksizin, sonu gelmeksizin. (Sayfa: 108)
***
Ne Protestanlık, ne Katoliklik, ne Baküsçülük, ne de Wagnercilik bana göre değildir; kanımca yaşama ve tarihe gerçek anlam ve değerini kazandıran şey, Tanrının boyuna yeni kılıklarla kendini açığa vurduğu çokçeşitliliktir. Dolayısıyla, sık sık yakın dostlarımı kızdırsa da aynı tapınakta Buda'ya ve İsa'ya sempati ve saygı duyduğum gibi, Kant'ın yanında Spinoza'yı, Nietzsche'nin yanında örneğin Gerres'i seviyor ve anlamaya çalışıyorum. Bunu da kültürümün kapsamını genişletmek gibi bir dürtüyle ya da çokbilmişlik hevesine kapılarak yapıyor değilim; böyle davranışımın nedeni bir'in çokluğundan haz duymam; Aristotales ve Nietzsche, Palastrina ve Schubert arasında oynaşıp yaşamı bütün o nazlı güzelliği ve akılla kavranamaz çeşitliliğiyle donatan renk zenginliğini sevmemdir. (Sayfa: 110)
***
Çinlilerin uygarlık ideali bizim uygarlık idealimize öylesine karşıttır ki, yerkürenin öbür başında böyle saygıdeğer bir karşı kutba sahip olduğumuz için doğrusu sevinmeliyiz. Köle gibi boyunduruğu altına girmeden bu yabancı ruh karşısında, onsuz hiçbir şey öğrenip içe aktaramayacağımız saygıyı göstermekten geri kalmamalı, en azından Goethe'den bu yana Yakındoğu'da olduğu gibi bu en Uzakdoğu'yu da öğretmenlerimiz arasına katmalıyız. Konfüçyüs'ün hayli ilginç, zekâ kıvılcımlarıyla ışıl ışıl parıldayan konuşmalarını okuduk mu, bunları geçmiş çağlardan kalmış garabetler olarak görmemeli, Konfüçyüs öğretisinin bu devcileyin ülkeyi iki bin yıl ayakta tuttuğunu ve onu desteklediğini düşünmekle kalmayıp, bugün bile Konfüçyüs soyundan gelenlerin Çin'de yaşayıp onun adını taşıdığını ve Konfüçyüs bilgisini gururla içlerinde barındırdıklarını, bunların yanında Avrupa'nın en eski ve uygar soylu sınıfının çocuk denecek yaşta sayılacağını aklımıza getirmeliyiz. Lao Tse İncil'in yerini almamalı, ama benzer bir şeyin başka bir gökyüzü altında ve daha eski zamanlarda hayata gözlerini açtığını göstermeli, bu da insanlığın her şeye karşın bir birlik oluşturduğu ve ortak olanaklarla idealleri elinde bulundurduğu inancını içimizde güçlendirmelidir. (Sayfa: 111)
***
Yaşamda bir anlamın varlığına ve insanın yüce misyonuna inanan herkes, hangi mezhepten, hangi inançtan olursa olsun, dünyanın bugünkü karmaşa durumunda değerli biridir.
(Sayfa: 112)
***
Ölümsüzlük mü.? Beş para etmez gözümde. Biz, güzel güzel ölümlü kalalım daha iyi. (Sayfa: 114)
**********
>>>>>Okuma ve Kitaplar Üzerine<<<<<
*
Kitapların ölümsüz dünyasını kendine az buçuk yurt edinmiş biri çok geçmeden onların yalnız içeriğiyle değil, kendileriyle arasında yeni bir ilişkinin kurulduğunu görecektir. Sadece okunmalarıyla yetinilmeyip kitapların satın alınmasının da gerektiği sık sık söylenir. Yaşlı bir kitap dostu ve küçük sayılmayacak bir kitaplığın sahibi olan ben, kendi deneyimlerime dayanarak şunu kesinlikle belirtebilirim ki, kitap satın almak kitapçılarla yazarların karınlarını doyurmalarını sağlamakla kalmaz, salt okumak değil, kitaplara sahip olmak da tamamen kendine özgü hazlar sunar insana, kendine özgü bir ahlakı içerir. Örneğin, çok kıt parasal olanaklara karşın, katalogları sürekli gözden geçirip halk için hazırlanmış en ucuz baskıları seçerek, akıllıca, yılmaksızın ve giderek artan bir beceriyle davranıp tüm güçlükleri yenerek kendine güzel, küçük bir kitaplık kurmak sevince boğar insanı, büyüleyici bir spor yerini tutar. Bunun tersini düşünürsek, varlıklı aydın biri için her sevilen kitabın en güzel baskısını satın almak, seyrek ele geçen eski kitapları toplamak, sonra onları sevgi taşan güzel ciltlerle donatmak, seçkin haz kaynaklarından birini oluşturur.
***
Neden kitaplarla sohbet edilmesin.? Kitaplar da çokluk insanlar kadar zeki, çokluk onlar kadar şakacıdır, onlar kadar insanın başına da tebelleş olmazlar. (Sayfa: 125)
***
Her edebiyat yapıtı en başta estetik bir değer taşır; estetiğe, yani güzel'in anlaşılmasına gelince, bu yoldaki tüm deneme ve çabalar bilim niteliği kazanamamıştır, başkalarına öğretilemez bilinenler ve birtakım yöntemler halinde saptanıp ortaya konamaz. Okulda öğretmenlerin belli bir şiir üzerine açıklamaları, o şiirin ikinci derecede önem taşıyan içerik ve değerleriyle, yani sosyolojik, yararlı, ahlaksal, pedagojik ya da dinsel yönleriyle ilgilidir. Şiirin asıl özü, birkezliğineliği ve güzelliği alabildiğine bir gizlilik içinde saklı yatıyor olabilir; söz konusu güzelliğin yanına yaklaştırmadığı kişi, şiirdeki ''içerikleri'' ne kadar ustalıkla ve zekice yorumlamaya çalışırsa çalışsın, şiirin asıl özünü asla ele geçiremez. Elbette istisnalar yok değildir. Şairin dehasına gerçekten denk bir deha sahibinin yorumu şiire tıpatıp uygun düşebilir. Ne var ki, ancak milyonda bir çıkar böyle biri. Ama yine de Alman dili ve edebiyatının ilgili yöntemleri öğrenmezlik yapılmamalıdır, yararlıdır bu yöntemler; ancak, şurası da hiç akıldan çıkarılmamalıdır ki, bir şiirin asıl özü ve olağanüstülüğü söz konusu yöntemlerle ele geçirilemez. (Sayfa: 126)
***
Edebiyat yapıtlarına kalıcılık bağışlayan ne düşünce içeriklerinin zenginlik ve yeniliği, ne de bir kezliğine sanatçı kişiliğinin sadece ağırlığıdır; edebiyat yapıtları sanatçının sanat çalışmalarının güçlükleriyle savaşmadaki başarısından ve zamanın moda akımlarına uyum sağlama ayartısına karşı savaşta ortaya koyduğu ustalık, sadakat ve sorumluluk derecesinden alır kalıcılığını. Söz konusu ustalık bir kez de ele geçirilmeye görsün, edebiyat yapıtlarını tek başına öylesine uzun bir ömürlülükle donatır ki, bu yapıtlar hayli zaman ihmal edildikten sonra dönüp dolaşıp tekrar ''güncellik'' kazanarak yeni kuşaklara mutluluk bağışlayabilir. (Sayfa: 127)
***
Değerini kanıtlamış eski edebiyat yapıtlarının zamanımız için yeni baskılarını yapmak, bazılarını seçip yayınlamak, üzerlerinde çalışmak, günümüz düşünürlerinin dünyaya ve yaşadığımız çağa ilişkin yorumlarından daha az değerli değildir. Bir kuşağın geçmişten devralınan manevi mirası kullanış biçimi, uygarlığın en önemli göstergelerinden biridir. (Sayfa: 128)
***
Yazarların bütün yapıtlarında karşılaşılır hep: Bir doğa gücü, sesine kulak kabartılan bir fırtına, bakışların üzerinde gezdirildiği bir deniz karşısında olduğu gibi, bir yazarın gerçek yapıtı karşısında da kendini kaybeder okur. Ancak çok sonraları, yatışıp sakinleşmiş, kitabı ikinci ve üçüncü okuyuşunda ondaki sanatsallığı keşfederek kıvanç duyar bundan, gerek ayrıntılardan, gerek bütünden keyif alır, sürekli yenilenen hazlarla kitaptaki büyük küçük sayısız güzelliklerin peşine düşer. (Sayfa: 129)
***
Yazıya geçen her şey kısa ya da uzun bir zaman dilimi içinde sönüp gider, silinir ortadan. Tüm yazıları ve tüm yazıların silinip gitmesini evrenin beyni okur, izler ve gülmeden duramaz. Bunlardan birkaçını okuyup anlamını sezmiş olmak iyidir. Tüm yazılardan kendini kaçıran, ama yine de yazı içinde gizli saklı yer alan anlam hep aynıdır. (Sayfa: 129-130)
***
Bugün pek çok genç insan görürüz, cıvıl cıvıl yaşam varken kitapları sevmeyi gülünç ve yakışıksız bullur, kitapları sevemeyecek kadar yaşamın kısalığından ve değerliliğinden dem vurur, öte yandan haftada sekiz gün kafeterya müziğini dinleyip dans etmekle pek çok saat harcamaktan geri kalmazlar.
***
Kitapların işlevi, bağımsız insanları daha da bağımsız yapmak değil, hele yaşama yeteneksiz kişilere ucuzundan, yalancı, gerçek yaşamın yerine yapay bir yaşam sunmak için değildir. Ancak insanlara yaşamın kapısını aralaması, yaşama hizmet etmesi, ona yarar sağlaması durumunda kitapların bir değeri vardır. Bir güç kıvılcımının, bir gençleşme sezgisinin, yeni bir tazeleniş soluğunun okurda doğmasını sağlamadı mı, okumakla geçirilen her saat boşa harcanmış demektir. (Sayfa: 130)
***
Hiçbir şey düşünmeden dalgın okumak, güzel bir kırda gözleri bağlı olarak gezmeye benzer. Kendimizi ve günlük yaşamımızı unutmak için değil, bilinçli ve olgun bir tutumla kendi yaşamımızı yeniden sağlam ellerimize almak için okumalıyız. Ürkek öğrencilerin, soğuk öğretmenlerin karşısına çıkışı, ipsiz sapsız birinin içki şişesine el atışı gibi yaklaşmamalıyız kitaplara. Kitapların karşısına çıkışımız, kaçaklar ve gönülsüz yaşayanlar gibi değil, dağcıların Alp'lere tırmanışı, savaşanların silah ve cephane deposuna koşuşu gibi olmalıdır. (Sayfa: 130 - 131)
***
Bir kitap okumak, iyi bir okur için tanımadığı birinin doğasını, karakterini, görüş ve düşünce tarzını bilip öğrenmek, onu anlamaya çalışmak, hatta belki onu kendine dost edinmektir. (Sayfa: 131)
***
''Klasikleri'' damıtım işlerinden geçiren bilim değil, okurlar olmuştur; bilim okurların pek çok adım gerisinde kalmıştır. (Sayfa: 132)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...