21 Aralık 2024 Cumartesi

Terry Eagleton - Azizler ve Âlimler (İngilizceden Çeviren: Osman Akınhay)

 

Arka Kapak
*
Terry Eagleton, yazdığı bu ilk ve tek, epeyce de uçuk romanda gerçek kişilerden yola çıkıyor: Felsefenin ve dolayısıyla kendi hayatının bir işe yarayıp yaramadığı konusunda derin şüpheler besleyen Ludwig Wittgenstein, bu Orta Avrupalılara özgü krizini, Anglo-Saksonların hiçbirine, hatta çalışma arkadaşı Russell'a bile iletemediğini görünce Cambridge'i terk etmeye karar verir. 1916'da, yanına yakınlık duyduğu nadir insanlardan biri olan, uçarı, obur ve ‘şenlikli' Nikolay Bahtin'i de alıp İrlanda'nın batı kıyısında bir kulübeye kaçar. Kısa bir süre sonra aralarına İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun lideri, Katolik-Marksist James Connolly ve Joyce'un Ulysses romanından kaçıp gelen Leopold Bloom da katılır. Ve dördü, devrimin doğası, tarihin anlamı, ulusal ve kişisel kimlik, bir direniş yöntemi olarak kahkaha, dil ve felsefe hakkında tartışmaya girişirler..
Bu tartışmalar aracılığıyla Eagleton, 20. yüzyılda bütün dünyaya damgasını vuran yüzyıl başı Avrupa modernizminin, çoğunlukla gerçekleşmeden kalan siyasi, kültürel ve düşünsel imkânlarını
sorgular. Ama kitaba 'ağır' ve 'ciddi' bir roman gözüyle bakmak son derece hatalı olur. Aksine, Azizler ve Âlimler, filozofların birbiriyle kapıştığı, bol bol da küfür savurduğu, eğlenceli anekdotlarla dolu, keyifli ve oyuncul bir 'fikir romanı'. Fikirlerin can sıkıcı ve çatık kaşlı olmayan bir biçimde de sunulabileceğini bilen ve 'entelektüel keyif' arayanlar için..
*
“Eagleton'ın bu kitabı, kafalarımızı 'aydınlatmak' için değil, tam tersine 'karıştırmak' için yazılmış. Azizleri ve âlimleri felsefeyi ve filozofu 'ti'ye alan felsefi bir romandan başka bir şey de beklenemezdi zaten. Mutlaka okunmalı. Yoksa yaşadığımız hayat, küçük bir tebessüme ihtiyaç duyacak kadar 'ciddi' değil mi.?”
*
Şükrü Argın / Birikim
*
“Acaba biz hazır mıyız bir romanı okurken devrimin doğası, tarihin anlamı, ulusal ve kişisel kimlik, bir direniş yöntemi olarak kahkaha, dil ve felsefe hakkında zihinlerimizin kargışlanmasına.? Acaba biz hazır mıyız bir roman okurken yaşama karşı kendi tavrımızı ince bir eleştiri süzgecinden geçirmeye.? Sahi, gerçek bir romanı okuyacak kadar cesaretimiz var mı.?”
*
Erol Göka / İzlenim
*
*
*
''Wittgenstein bu hareketi düşünceli düşünceli birkaç defa daha tekrarladı; bazen elini yalnızca sallıyor, bazen de dirseğinden kuvvet alarak tavana hızlı hızlı V işaretleri yolluyordu. Keşfinden memnun olmuş görünüyordu. Bir parmağını öylesine hâlâ yukarı doğru tutarken, ayağa kalkıp Russell'in önünde beline kadar eğildi.
''King's Parade'de genç bir adamın bu işareti yaptığını gördüm. Caddede koşarak karşıya geçerken bir bisiklete çarptı. Ansızın geriye dönen bisikletliye bu işareti yaptı, öbürü de içgüdüsel sözleşme diyebileceğim bir şekilde ona aynı işaretle karşılık verdi. O zaman kendi kendime düşündüm: İşte dil bu.'' Dalgın dalgın sandalyesine gitti, parmağını nerede olduğunu unutmuş gibi hâlâ yukarı tutuyordu. Ani bir şaşkınlıkla sol kolunun ucuna bakarken ekledi: ''Bu yüzden orada ve o anda kendimi ö*ldürmeye karar verdim.''..'' (Sayfa: 22)
*
''..''Felsefe, her şeyin tıpkı olduğu gibi olduğunu görmemizi engelleyen bir şeydir yalnızca. Her şey göz önündedir, hiçbir şey gizli değildir. Temeller, özler, ilk ilkeler yoktur. Felsefenin kavrayamadığı şey, bu tür günlük hareketler.''..''
*
''Bir mesleğim yokmuş gibi geliyor bana. Felsefe.! Hamal da benim kadar felsefe biliyor. Bildiğini bilmiyor, ama işte bunun için biliyor. Hamal basit biridir, Russell.. Basit olmak nedir.? Bir süpürge basit midir.? Yoksa, sapı ve fırçası var diye karışık mıdır.?''
*
''..''Metafizik kaşıntı, Russell'' diye fısıldadı Wittgenstein. ''Bilme isteği. Hastalık bu. Cennetin çürük elması. Kesinlikle hiçbir şey bilmiyorum ben. Olanın olduğunu biliyorum. Her sabah saat sekizde temizlikçi bu odaya girer, halıyı süpürür ve çeker gider. Ama felsefeye bu kadarı yetmez. Ayıklayıp eşelememiz, halıların özünü ve süpürme ediminin içsel yapısını açığa çıkarmamız gerekir. Temizlikçim bu saçmalığı bilmeksizin kavrar. İnsanlar hiçbir zaman bilgiyi aramazlar. Sadece ne yaparlarsa onu yapar, hareketlerinin masum apaçıklığı içinde yaşarlar.''..'' (Sayfa: 23)


''Soyut bilgi masum değildir. Zehirdir: Karanlık, şiddet dolu, acımasızdır. Yaşamdan kopuk olmakla kalmaz, yaşamı terörize eder, kanla canla beslenir. (..) Bu korkunç bilgi isteğinin nerede biteceğini biliyor musun.? Yaz bir kenara. Bir tarlada korkuluk olarak bitecek.''
(..)
''Gördüklerimizin görülebilecek bütün her şey olması. Bunu hazmedemiyoruz Russell; son nefesimize kadar bununla savaşıyoruz. Sahnedeki dram amatörce ve derme çatma olduğu için gözlerden uzakta temsil edilen daha saf, daha güzel bir oyun seyredebilir miyiz, diye sahne arkasına göz atmaktan kendimizi alamıyoruz. Ama sahne bomboş, görmüyor musun.? Mezarı açtılar, boş çıktı. Asıl vahiy buydu işte. Şeylerin nasıl olduğu değil, ne oldukları: Giz bu. Söyle bana, Russell: Hiçbir şey olmayabilirdi, öyleyse neden var.?''
*
Wittgenstein devam ediyordu: Bir derinlik hayaline saplanmış budalalar olduğumuz için gizli olanı arıyoruz. Gerçekliğin dayanılmaz buradalığını görmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Bunu bir an kafamıza kazıyabilsek, kurtuluruz. Belki de deliririz. Oysa fikirlerin arkasına sığınıyoruz. Fikirler.! Domuzların bile fikri olabilir.!''
(..)
''Eğretileme yapıyordum. Filozoflar çoğunlukla domuzdur. Hegel bir domuzdu. Her şeyin aslında başka bir şey olduğunu göstermek isterler. Kafayı ''Bütün'' karamına takmışlar. Hangi düşünür bununla boğuşmamış ki. Bütün diye bir şey yok Russell; sadece bir parça şundan, bir parça bundan, bir parça da ötekinden var.'' (..) ''Hegel'i okumadığını sanıyordum'' diye yüklendi Wittgenstein'a.
''Okumama gerek yok. Alman kafasının ne olduğunu bilirim, bende de bir tane var. Alman kafasının ne olduğunu biliyor musun.? Bütün dünyayı içine emen, açgözlülükten gözü körelmiş bir ağızdır. Arzudan çılgına dönmüş, doymak bilmez bir bebek gibi saldırır, önüne geleni ağzını şapırdata şapırdata çiğner. Felsefe delidir dostum. İnsanı delirten bir mikrop, bir virüs, aşkın bir hastalığıyız biz. Bu yüzden kendimizi ortadan kaldırmamız gerek.'' Başını eğdi ve ani bir ilgiyle sıkılı yumruklarına baktı. ''Gerekirse, şiddetle.''..'' (Sayfa: 24-25)
*
''İrlanda, diye düşündü kendi kendine; azizler ve âlimler, şehitler ve deliler ülkesi.'' (Sayfa: 27)
*
''Bir gün bir arkadaşı, senato binasının merdivenlerinde fotoğrafını çekerken, Wittgenstein ona nerede duracağını sordu. ''Ha, oralarda bir yerde'' diye yanıtlayan arkadaşı, rastgele bir yeri işaret etmişti. Wittgenstein odasına dönünce yere uzandı, heyecanla kıvranıyordu. 'Oralarda bir yerde'. Bu deyiş önüne koca bir dünyayı sermişti. ''Şu taşın beş santim solunda,'' değil, ''oralarda bir yerde''. İnsan hayatı kesin değil, yaklaşık ölçülerle sürüp gidiyordu. Bunu daha önce niçin anlamamıştı.? Dili belirsizliklerden arındırmak istemişti, oysa bu, fincanın kulpunu bir işçilik kusuru diye görmeye benziyordu. Esneklik ve belirsizlik kusur değil, işlerin yürümesini sağlayan şeylerdi.'' (Sayfa: 44)
*
''Felsefe gibi Tanrı da zihnimizin, kurtulamayacağımız bir hastalığı, olanaksız bir bütünlük düşüydü.'' (Sayfa: 45)
*
''Tarihe bakmamı istiyorsun. Sana tarihin ne olduğunu söyleyeyim mi.? Tarih, annesinin gözleri önünde yavaş yavaş kızartılan yeni doğmuş bir bebektir. Bir kere de değil, milyonlarca kere. Tarihçi, annenin gözlerinin içine bakar ve onun hikâyesini anlatır.'' (Sayfa: 85)
*
"Devrimin metaforu, lokomotifin yoldan çıkması değil, imdat frenine basılmasıdır." (Sayfa: 101)
*
"Trajedi konusunu unutun sevgili dostum; zenginlerin, bizi olduğumuz yerde tutmak için kurdukları bir komplo bu. Bana öyle geliyor ki çok görkemli bir komedide rol alan insanlarsınız siz." (Sayfa: 101-102)
*
''Kurtuluş bir yerlerde aranacaksa sözde aranmalıydı, ama sözün de kendi gerçekliği olmalıydı. Gizli kalmış zenginliklerini bulacağım diye sözü yağmalamanın bir yararı yoktu artık, söz neyse oydu. Arkasında hiçbir şey yoktu. O, sözcüklerinin arkasında değil, sözcükleri onun arkasındaydı.'' (Sayfa: 110)
*
''1793 ayaklanması bastırıldığı zaman as*ılan, hâlâ canlıyken vücutlarından bağırsakları çıkarılan ve gözlerinin önünde yakılan İngiliz uyruklulardan bahsediyorum. Geri kalanları da çarmıha gerilmiş, kafalarına içi yanan zift dolu keten başlıklar geçirilmişti. Ama açlık salgınına yardım için Avrupa'dan yiyecek yüklü olarak gelen gemiler, İrlanda limanlarından İngiltere'ye halkımızı iki kere doyurabilecek kadar tahıl ve sığır taşıyan ve kendilerinden altı kat daha fazla olan ticaret gemileriyle karşılaşıp da şaşkına dönerlerken, o büyük açlık döneminde bir milyon kadın, erkek ve çocuğun açlıktan ölmesinin yanında bu iş*kenceler hiç kalır. Ölüm ve göç o yıllarda İrlanda halkının üçte birini yok etmişti ve Victoria döneminde yerlerinden edilen köylülerin sayısı, İsviçre'nin nüfusundan daha fazlaydı. Bugün sığırlar bomboş kalmış çiftliklerde yetiştiriliyor, ıslahevleri ağzına kadar yoksullarla dolu; Dublin'de ö*lüm oranı Avrupa'nın bütün diğer şehirlerinden daha fazla. İngilizler bizim tarihimizi bir mezbahaya döndürmüş, topraklarımızı çalmış, halkımızı aç bırakıp kılıçtan geçirmiş, ağızlarımızı tıkamışlar.'' (Sayfa: 125)
*
''Dehşeti ne kadar kalın çizgilerle resmedersen, umudu o kadar söndürürsün.''
(..)
''Benim dinimin merkezinde kolu kanadı kırılmış bir beden vardır.'' (Sayfa: 127)
*
''İnsanları isyan ettiren şey, özgürleşecek torunları hakkındaki düşler değil, köleleştirilmiş ataların anılarıdır.''
(..)
''Devlet nihayetinde tek bir şeyden nefret eder, o da kahkaha sesidir. Şiddeti anlayabilir.'' (Sayfa: 128)
*
''Dünyaya boyun eğdiren bütün ülkeler kendilerini dargörüşlülüğe mahkûm ederler. Kendilerinin üstün olduğuna inanır ve onlara işin doğrusunun bu olmadığını söyleyebilecekleri için fikirlerden tiksinirler. En melez ulus, savaş gemileri her kıtada yayınlan ulustur.'' (Sayfa: 131)
*
''Eski bir Macar atasözü, diye utangaçça açıkladı. ''İnsanı hayvandan büyük yapan dildir. Trajedisi de budur.''..'' (Sayfa: 132)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...