#ŞükranKurdakul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#ŞükranKurdakul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Şükran Kurdakul - Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (Broy Yayınları)


NÂZIM'IN BİLİNMEYEN MEKTUPLARI

*
''Nâzım Hikmet'in Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan, elimizde bulunan otuz dokuzu Bursa Hapishanesi'ndeki son beş yılına tanıklık ediyor. 1945-1950.
(..)
İçerde de içindeki özgürlüğü duyanlardan Nâzım.
Denizi, ormanları, şehirleri, yolculukları, eve dönüşleri, kadınları ile yaşamın uzağındayken bile, varlığının özünde saklı yaşamsal cevahir coşkusunu tazeliyor O'nun.
Sevgi ve coşku.. Görülmemiş iki kaynak gibi, her koşulda -karamsarlıkta bile- birbirini tamamlayacak soluğunu güçlendirme nedeni olup çıkıyor. Sevgi, inançla birlikte, hem düşünsel, hem duygusal bir dünya kurmuş içinde çünkü.
Kurulu düzenin olumsuzlukları, insanı yabancılaştıran etkilerden uzak bir dünya bu. O düzen ki, İkinci Dünya Savaşı'nın en zorlu, en çıkmaza düşüldüğü sanılan evrelerinde bile, Nâzım Hikmet'in kurduğu bu düşün ve duygu dünyasını karartmaya yetmiyor. Yitip giden milyonlarca insanın, yakılan kitapların, mahvolan şehirlerin acısını yüreğinde duyarak dünyasını korumasını biliyor.
İlk hastalandığı günlerde, Mehmet Ali Cimcoz'a elyazısı ile yazdığı mektup bu direnci somutluyor bize:
Hayat güzeldir, ümitlidir
ve hapishanede de olsa, anginle de olsa
aşk ve şevkle, bütün insanlıkla birlikte
yaşanmalıdır.
*
Aynı günlerde yazdığı anlaşılan başka bir mektup da şu satırlarla bitiyor:
Günler geçiyor dedim ya, bu sekiz sene hapislikte hiçbir şey öğrenemedimse sevmeyi, sabretmeyi, ümit etmeyi ve dünyayı olduğu gibi, ne fazla ne eksik görebilmeyi öğrendim. Böyle bir kazanç sekiz yıllık hapse değer. Şaka etmiyorum, sahi söylüyorum.
Hadi güle güle ve güzel günlere.!'' (Sayfa: 5-6)
*
Çok uzaklardan geliyoruz
----çok uzaklardan
Kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla
Bize hâlâ konduğumuz mirası hatırlatır
Bedrettin Simavi'nin boynuna inen satır.
Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik.
Biliriz
-----hangi pir aşkına biz
Sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik.
Çok uzaklardan geliyoruz,
Alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnaz edilen Galile'nin
-----dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
*
Okuduğumuz, çok genç yaşlarda yazdığı, Kablettarih (1929) şiirindeki dizelerde de görüldüğü gibi eskimeyen aşkıyle bütünleşmeye çalıştı.
Bir yazısında da bu konudaki görüşünü özetleyerek tarihsel olanın bütünlüğüne şöyle dikkat çekmişti Nâzım:
Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mâzi, mal, istikbal unsurlarıyle ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum.
*
(Her Ay, 20 Nisan 1937) (Sayfa: 7-8)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Annem geldi. Sevinçliyim. Gönderdiğin parayı aldım, teşekkür ederim. Sana yakınlarda perde yollayacağım, pencerelerine takarsın ve dışarıyı onun renkleri arasından görürsün. Sonra şimdi ben abajur da yapıyorum, sana bir tane de abajur göndereceğim.'' (Sayfa: 11)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Ben bildiğin gibiyim: çalışıyorum, yani tercüme yapıyorum. Manzaraları işliyorum, sevgililerimi düşünüyorum, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa ümitten ibaret bir halde, kâh öfkeden köpürüp, kâh keyiften ağzım kulaklarımda, kâh 15 yaşında bir delikanlı gibi içli ve lirik, kâh 60 yaşında bir bakkal gibi realist, kâh mâruf tabiriyle, kuşlardan hür, kâh ağaçlardan esir, kâh yirmi dört saati bir dakikada, kâh bir dakikayı yirmi dört saatte yaşayıp günlerimi geçiriyorum. Hakkım olan, benim olan şeyleri bekleyen, ayak seslerine kulak vermiş, gözleri uzakları, yakınları, dört bir yanı araştıran, dehşetli seven, korkunç derecede nefret eden bir hâlim var. Bazan yüreğimde, gözlerini bile görmediğim milyonlarca insanın acısı, ümidi, bazan bir tek kadının yumuşak, sıcak dudakları var. Hâsılı, sana kendimi tarif edeyim diye bir yığın şey yazdım, yine de tarif edemedim, meğerse bendeniz ne komplike bir mahluk imişim.'' (Sayfa: 17)


Nâzım Hikmet, Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan ikisinde Mayakovski'den etkilendiği yolundaki savlara şöyle değinmiştir:
*
Ben Mayakovski'yi şahsen tanıdım. Bir kere, bir yılbaşı gecesi, bir şairin evindeki toplantıda kendisine takdim edildim. Sonra şiir okurken de dinledim, fakat hâlâ en az tanıdığım şair O'dur. Sonra tersine, üstadı bizde tercüme etselerdi, aramızda ne kadar az benzerlik olduğu o zaman meydana çıkardı. Kısaca söyleyeyim: Üstad, bir çeşit müstezatlı aruzla yazar, bendeniz böyle müstezatlı bir ölçü kullanmam. Üstatta kafiye meselesi, edindiğim, edinebildiğim bilgiye göre ön planda geliyor, bendeniz ise bunu ancak gerektiği zaman bir unsur olarak kullanırım. Hazrette ferdiyetçilik de vardır, yani bir tarafı anarşisttir galiba, bendeniz değilim. Ama bütün bunlara rağmen, üstadın ve soydaşlarının dilinden henüz yirmi kelime bilirken, o devirde bilhassa onun yarattığı; sanat havasının ve sosyal muhitinin içine, ömrümün en büyük talihi, saadeti olarak düşmüş bulunmamın elbette ki üzerimde, çok şükür, büyük tesiri olmuştur.
*
Elyazısı ile yazdığı başka bir mektubunda da Tolstoy'dan etkilendiği yolundaki savları tartışırken gene anar Mayakovski'nin adını:
*
Gelelim Tolstoy'a, sana tuhaf bir şey söyliyeyim mi, ben Tolstoy'u şöyle sindire sindire ancak şu Harp ve Sulh romanını tercümeye başladıktan sonra okumuş oldum. Yani demek istediğim, üzerimde, tesiri olmuşsa ancak şu son senelerde olmuştur. Mamafi bunu da zannetmiyorum. Yalnız bir mesele var: Tolstoy'dan sonra yazı yazan ve insanları, sanat hokkabazlıklarına başvurmadan ve sade şekiller içinde oldukları ve hattâ olacakları gibi vermeğe çalışan her yazıcıda, Tolstoy'u isterse hiç okumamış olsun mutlaka izlerini bulursun. Çünkü bu dehşetli adam bir sanat devrinin başlangıcıdır, hem de kemale ermiş bir başlangıç. Bilmem derdimi anlatabildim mi.? Mesela başka bir bakımdan, şiirde Mayakovski de öyledir. Fakat değil mi onu da ancak şu sıralarda ara sıra okuduğum halde, aynı şeyi, yine onun tesiri altında kaldığımı da söylediler. Halbuki muayyen bir devirde, tabir caizse akıl için yol bir, benim ve daha bir sürü yazıcının talihsizlikleri Tolstoy'dan ve Mayakovski'den sonra yazı yazmaya başlamış olmalarıdır -eğer bu meselede talihsizlik mevzu bahis ise. Şimdi sana daha tuhaf bir itirafta bulunayım. Ben eğer Tolstoy'u ve Mayakovski'yi meselâ bundan on sene evvel şöyle iyice, derinden derine okumuş olsaydım ve tesirleri altında kalmak, yani onlardan bir kültür ve sanat kaynağı olarak faydalanmak bahtiyarlığına ulaşsaydım, belki de çok daha iyi bir yazıcı olurdum. (Sayfa: 25-26)
*
''İnsan hasrete erince sükûti oluyor.'' (Sayfa: 27)


EN MÜHİM MESELE
*
Yaprakları arslan pençeli çınarlar
--------------------------bin yıl yaşamakta
Kestaneler üç bin
Ve serviler beş bin sene ayakta.
Kavaklar bile yediyüz yıl yeşil ve beyaz-
Halbuki biz
-----ne kadar az yaşıyoruz, kardeşlerim,
----------ne kadar az yaşıyoruz,
---------------ne kadar az.
Beygirle bir ayardayız henüz
---------------bu en mühim meselede,
Hattâ onun kadar bile doyamıyor dünyasına
-----beygirden çok yük taşıyan çoğunluğumuz. (Sayfa: 27)
*
12 Ekim 1945
*
Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzere
dönüp baktığımızda son defa şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz:
''- Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
çalıştık gücümüzün yettiği kadar
--------------------seni bahtiyar
--------------------kılalım diye.''
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişim,
--------------------devam ediyor hayat..
İçimiz rahat,
Gönlümüzde hakkedilmiş ekmeğine doymuşluk,
Gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi
-------------------işte geldik gidiyoruz
---------------------şen olasın Halep şehri
*
Nâzım Hikmet Ran (Sayfa: 28)
*
''Şiir dediğin nesne yılan gibi olmalı, hem her parçası ayrı ayrı yaşayabilmeli, hem de bütünü bir kat daha kuvvetle hayatiyet kazanmalı.'' (Sayfa: 33)
*
''..söz söylenmeğe değer olacak, sonra bunu en uygun, en mükemmel kalıba döküp, o kalıbın mükabil tesirinden de faydalanarak söylenecek. Yani sahici, okunmağa değer ve ''bu yazılmasaydı yazık olurdu'', denilecek şiiri döktürmek çok zor iş. Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların hepsinin muhtevasını önceden iyice pişirdim, sonra en uygun şekillerini, ne çeşit kafiye ile, ne çeşit vezinle yazılacağını, uzunluğunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini peşinen kestirmeğe çalıştım, yani çok zor bir mesaiden sonra işe koyuldum. Bundan dolayı da iyice şiirlerim, maalesef, gayet azdır.'' (Sayfa: 40)
*
''..ne severim o şarkıyı; kış geldi firak açmadadır sinede yâre, şu bizim şehirli ve köylü halk sanatkârının ''yara''ya ''yâre'' demesi pek hoşuma gider.'' (Sayfa: 41)


''Bak sana bir şey söyliyeyim mi, hani ölmez sağ kalır da çıkmak nasip olursa, Hazreti Mevlana'ya taş çıkartan aşk şiirleri yazacağım.
Mamafi, Hazreti Süleyman kadar, bu işi beceremeyeceğimi itiraf ederim. Eğer çoktandır okumadınsa, Süleyman'ın neşideler neşidesini hemen bulup oku. Mehmet Ali'ye de söyledim ya, onun ayarında bir aşk şairi ne gelmiş ne gelecek.'' (Sayfa: 47)
*
''Nâzım Hikmet tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsedikten sonra bu felsefi görüşe karşı olan düşünür ve yazarları alaya alan yergi şiirleri yazmıştır. Bu kişilerden Berkley (Georges, 1685-1753) idealist felsefenin kurucusu sayılmaktadır. Madde'yi reddederek bilginin görevinin doğayı yaratanın (Tanrının) dilini çözmeye çalışmak olduğunu ileri süren Berkley'i, ''Behey onsekizinci asrın filozof piskoposu/felsefeden tüten günlük kokusu/başımızı döndürmek içindir.'' dizeleriyle yargılarken, ''filozof katil'', ''sermayenin altın sesi'', ''karar kuşaklı keşiş'', ''tilkilerin şahı tilki'', ''bir karış boyuna bakmadan Karpat'ları inkâr eden cüce'' vb. nitelemelerle mahkûm eder. (Berkley, 835 Satır).'' (Sayfa: 73)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...