30 Aralık 2021 Perşembe

Alâeddin Şenel - Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi (1)


Arka Kapak

*
Bu yapıtta anlatılan insanlığın öyküsü ulusçu, dinci, batıcı tarihlerdekinden farklıdır. İnsanlığın tarihi, UNESCO'nun çok ciltli History of Humanity (İnsanlık Tarihi, İmge) yayını doğrultusunda, insan odaklı bir bakış açısıyla, tek ciltte kotarılmaya çalışılmaktadır.
*
Bu yolda, maddenin ''biyokimyasal evrimi'' ile başlanıp, genel olarak canlıların ''organik evrimi'' evresine geçilmektedir. Özel olarak insanın organik evrimi ise uzak hayvan anaataları olan ''prosimiyen kemirgen'' noktasından uzak insan anaataları sayılan, araç kullanan ''insanımsı=hominoid'' cinslerine dek izlenmektedir.
*
İnsanlığın ''kültürel evrim'' evresi, ''eşitlikçi-kararlı denge yasası'' uyarınca görece durağan yapılı ''ilkel topluluk'' ile giderek daha büyük bir artının üretilip aktarıldığı eşitsizlikçi, dinamik ''uygar toplum'' dönemlerine bölünerek incelenmektedir.
*
Uygar topluma geçişte göçebe çoban-yerleşik çiftçi topluluklar arası savaşçı ve barışçı alışveriş ilişkilerinin belirleyiciliği üzerinde durulmaktadır. Bunun ürünü olarak, ''talan, yağma, haraç, vergi'' evrelerinden geçilerek doğan ''kentli, sınıflı, devletli, ideolojili'' uygar toplumun iç ve dış dinamikleri ortaya konulmaktadır.
*
Uygarlığın ilk ve Afroavrasya'daki tek beşiği olan Aşağı Mezopotamya'dan, Sami, Hint-Avrupa, Moğol-Türk göçebe akınları, Hıristiyanlık, İslamlık akımları kanallarıyla dünyanın dört bir yanına yayılışı sergilenmektedir.
*
Toplumun kent devletlerinden dünya imparatorluklarına doğru gelişmesi, üretim ve savaş teknolojileri etkileşimi, kenttanrıcılıktan tektanrıcılığa, sihirsel düşünüşten, önce dinsel, sonra bilimsel düşünüşe geçiş koşulları vurgulanarak verilmektedir.
*
Yapıt, Haçlı Akınları ile başlayan çağdaş topluma geçilişini, Yeni Dünya uygarlıklarının yeryüzünden silinişini ve ''kültürkıyım'' üzerine kurulan ''köleci kapitalizm'' ile benzeri görülmedik çapta sömürgen ve dinamik bir düzenin gelişini açıklayan kesimle noktalanmaktadır.
*
Yazar, bölümler arasına serpiştirdiği ''Avdan dönenin mızrağı kırılsın'', ''Altaylardan inen yiğit'', ''Ayın altında dönen ilk tekerlekler'' gibi senaryolarla, okuru, bilimsellikten ödün vermeden, bir tarihsel film havasına çekmektedir. Ekli ''Addizin'' ve ''Andizin'' ise yapıttan yararlanmayı kolaylaştırmaktadır. Bu baskıya eklenen ''Bugün İçin Göbeklitepe Bilmecesi'' ise erken yorumlar kolaylığına kaçmaya karşı bir uyarıdır.

GİRİŞ
NEREDEN NEREYE.?

"Kalıtım bilimin bedensel varlığımızı ''organik evrim'' olgusuna borçlu olduğumuzu ortaya çıkarmasından günümüze koca bir yüzyıl geçti. Gene de kimilerimiz Âdem'in atamız olup gökten indiğine, kimilerimiz İsa'nın babasının yanına, göğe çıktığına inanmaktadır.!
*
Dünyaya gökten inmediğimiz gibi bir sabun köpüğü içinde değil, etene (plesenta) içinde geliriz. Ama sürgit etene içinde yalıtlanmış olarak yaşamayız. Bir toplumun içine çıplak dalış yaparız. Toplum içinde yaşayarız. O toplumdan hazır birçok davranışı ve düşünüşü kaparız. O toplum da onların birçoğunu kendilerinden önceki kuşaklardan almıştır. Demek ki kültürel varlığımızın pek azını kendimiz yaratırız. Pek çoğunu insan türünün ''kültürel evrim'' birikiminden almışızdır. Bir insanın kültürel varlığı büyük ölçüde insanlığın kültürel evriminin ürünüdür.
Neyi hazır aldığımızı, neyi yapıp yarattığımızı anlamak için insan türünün organik ve kültürel evrimine bakmalıyız.'' (Sayfa: 10)


İNSAN NEDİR.?
*
Eski Yunan filozofu Aristotales (İÖ dördüncü yüzyılda) insanı ''toplumsal hayvan'' (zoon politikon) olarak tanımlamıştır. Bu tanımın gücü, insanın hem hayvanlarla ortak hem farklı yanını birlikte gösterme çabasından gelmektedir.
İsveçli doğa bilgini Linnaeus (onsekizinci yüzyılın ortalarında) canlıları sınıflandırırken, insana Latince ile Homo sapiens adını vermiştir. ''Düşünen bir hayvan cinsi'' olarak çevrilebilecek bu kavramın önemi, daha sonra bilim çevrelerinde insan türünün bilimsel adı olarak benimsenmesinden kaynaklanmaktadır.
Aynı onsekizinci yüzyılın sonlarında, Amerikalı filozof, devlet adamı ve birkaç buluşu arasında paratoner de bulunan bilgin Benjamin Franklin, insanı, ''araç kullanan canlı cinsi'' diye çevrilebilecek bir kavramla, Homo faber olarak tanımlamıştır. Bu tanımıyla Franklin, ilginin, insanın organik evriminin (el gibi, dikilme gibi) araç yapıp kullanmasıyla bağlantılı noktalarına çekilmesine katkıda bulunmuş olur.
Alman filozofu ve İnsan Üstüne Bir Deneme adlı yapıtın yazarı Ernst Cassirer (yirmi birinci yüzyılın ikinci yarısında), insanın öteki hayvanlardan ayıran asal özelliğinin ''simgesel araçlar kullanan canlı türü'' (Homo symbolicum) olmasında yattığını ileri sürmüştür. Böyle bir insan kavramı, insanın kültürel evrimi araştırılırken simgesel araçların vurgulanmasına yol açmıştır.
İnsana endüstri devrimi ve kapitalizm açısından bakan çağımızın kimi yazarları (Adam Smith'in iki yüzyıl kadar önce ileri sürdüğü) Homo economicus kavramını benimsemişlerdir. Homo loquens ''konuşan hayvan'' ya da ''konuşan canlı'', Homo ludens ''oyuncu hayvan'', Homo religious ''tapınan hayvan'' vurguyu insanın çeşitli yönlerine koyan öteki insan tanımlarından bazılarıdır.''
*
Bir İnsan Tanımı Daha:
*
''İnsan kavramları arasında dördü: Zoon politikon, Homo sapiens, Homo faber, Homo symbolicum doğru sayılabilecek bir tanıma yöneltmeleri bakımından önem taşımaktadır. ''Hangisi daha doğru bir insan kavramına yöneltmektedir.?'' Bu sorunun yanıtı ''hiçbiri'' olacaktır. Ama hepsi birden alınırsa, oldukça doğru bir insan tanımına ulaşılabilir: ''İnsan, düşünen, araç yapan, simge kullanan bir toplumsal hayvandır.''..'' (Sayfa: 11)
*
''..''Araç yapıp kullanan canlı'' desek daha doğru olur. Gene de insanı, hayvanlardan kesin olarak ayırt eden bir ölçüt koymuş sayılmayız. Çünkü yuvayı da bir araç sayarsak, kırlangıcın balçıktan yaptığı yuvanın insanın çömleğinden nitel bir farkının bulunduğu söylenemez. Bir başka belgeselde, bir şempanzenin yapraklarını sıyırdıktan sonra ağaç kovuğuna soktuğu sapı ısıran karıncaları çekerek yiyişi gösteriliyordu. Al sana araç yapan bir hayvan daha.!''
*
''Z - ..insanların kullanıp hayvanların kullanmadıkları bir araç aramalıyız.
A - Ernst Cassirer bu konuda kullanışlı bir ölçüt önermiş. Bir araç türü var ki onu yalnızca insanlar kullanır demiş: Simgeler, simgesel araçlar.'' (Kültürel araç yapma yetisi)'' (Sayfa: 13)
*
''Örneğin Karl Marx, Kapital'de bazı hayvanların da araç yapabildiğini kabul eder. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şeyin, yapısını kurmadan önce kafasında kurması olduğunu söyler. Bu sözde insanın ''simgesel araçlar'' yapabilen canlı olduğu anlamı saklıdır. Böyle bir karşılaştırma ve düşünce içinde aynı zamanda insanın kafasında planını değiştirebilmesiyle yapıyı (aracı) da değiştirip geliştirebildiğini düşündürür. Oysa hayvanlar insanlar bildibileli hep aynı araçları yapmaktadır.'' (Sayfa: 14)
*
MADDENİN EVRİMİNİN BAŞLANGICI:
*
''Andizin (kronoloji) I: Büyük Patlama'dan günümüze (Zamanımızdan Önce ''ZÖ'')
- 13,7 milyar, Büyük Patlama ile maddenin evriminin başlaması
- 3,5 milyar, canlılığa geçiş ve tekhücreliler
- 1,2 milyar, cinsel yolla üremeye geçiş
- 700 milyon, ilk hayvanlar; bitki-hayvan farklılaşması
- 200 milyon, eski (arkaik) memeliler
- 100 milyon, yeni (eteneli) memeliler
- 70 milyon, kemirgenler (prosimiyen) ağaçsivrifaresi
- 60 milyon, iri beyinli yüksek memeliler (Primatlar)
- 30 milyon, antropoidler
- 20 milyon, insaanımsılar (Hominoidler)
- 15 milyon, kuyruksuz iri Eski Dünya maymunları (ape'lar)
- 5 milyon, insansılar (Hominidler)
- 3 milyon, insan cinsi (Homo) ve onun ilk türü (Homo habilis)
- 2,5 milyon, kültürel evrimin organik evrimin önüne geçmesi
- 2,5-2 milyon, Dikilen insan (Homo erectus) türü
- 1 milyon, Düşünen (belki konuşan) insan (Homo sapiens) türü
- 200 bin, Çağdaş Tipte Düşünen İnsan (Modern Homo sapiens)
***************************************************
- 2,5 milyon-15 bin, Paleolitik kültür evresi (Eski Taş Çağı)
- 15 bin-10 bin, Mezolitik kültür evresi (Orta Taş Çağı)
- 10 bin, Neolitik kültüre, asalaklıktan üreticiliğe geçiş
- İÖ 3 bin, , eşitlikçi ilkel topluluktan katmanlı uygar topluma geçiş
- İÖ 3 bin-İS 1500, tarımcı uygar toplumlar evresi
- İS 1500 sonrası, ticarete, endüstriye dayanan uygar toplumlar
- İS 1950 sonrası, bilişim teknolojisi-biyoteknoloji ile Yüksek Teknoloji Çağı (Sayfa: 15)
*
Bilimsel tarih ''mitos'' değildir:
*
''..mitos tarih değildir. Bilimsel tarih ise, az çok ampirik verilere dayanır, mitos değildir.'' (..) ''Bilimsel tarihin odağını insan-insan ilişkilerinin uzak geçmişi oluşturur. Tarihin öznesi ise, her zaman insanlar ve insan grupları olmalıdır.'' (Sayfa: 16)
*
Tarih ''kronoloji'' değildir:
*
Tarih (Gordon Childe'ın, eski arkeoloji anlayışı için söylediklerinden esinlenilerek denilebilir ki) geçmiş olayların pul koleksiyonu yapar gibi toplanmasıyla sınırlı değildir. Geçmişin olaylarının ''betimlenmesi'' yanı sıra, ''açıklanması'', aralarındaki neden-sonuç ilişkilerinin araştırılmasıdır. Vakanüvistlerin kayıtları, kuşkusuz tarihsel malzemelerden biridir, ama kendileri tarih değildir.'' (Sayfa: 17)
*
''Kahramanlar tarihi'' tarih değildir:
*
''Elbette tarihin içinde yöneticilerden, hanedanlardan, kahramanlardan söz edilecektir. Ama onlar tarihin ekseni olarak görülmemelidir. Tarihin onların istenci (iradesi) çevresinde döndüğü sanılmamalıdır.'' (Sayfa: 17)
*
''İnsanlık Tarihi'' doğuyor.!
*
''Yirminci yüzyılın ilk yarısında art arda patlak veren iki dünya savaşı insanlığı şaşırttı. Uygarlığa, hatta insanlığa duyulan güveni sarstı. Bunun üzerine, savaşları, hiç değilse dünya savaşlarını önleyebilmek düşüncesiyle, 24 Ekim 1945'te bir Birleşmiş Milletler örgütünün kurulması yoluna gidildi. Bu örgütün yardımcı organlarından UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) sözleşmesi, 4 Kasım 1946'da, tam 44 ülke temsilcilerince imzalanarak açıklandı. Sözleşmenin hemen başında şu sözler vardı: ''Savaşlar insanların kafalarında başlar. Öyleyse barışın savunma siperlerinin de insanların kafalarında kurulması gerekir.''
Bununla, savaşların çıkmasının ve yayılmasının nedenlerinden birinin insanların, halkların ulusların birbirlerine karşı düşmanca duyguları kışkırtan bilgilerle beslenmeleri olduğu belirtilmek istenmişti.
Belirtmekle yetinmeyip BM örgütüne yardımcı organlardan biri olarak, ülkeler arasında düşmanlık yerine hoşgörüyü ve sevgiyi geliştirme yolunda kültür alışverişini özendirecek bir örgüt (UNESCO) kurulmuştu.'' (Sayfa: 20-21)


Kemirgenlerden Asalaklara:
*
Kitabın üstbaşlığının ''Kemirgenlerden Sürüngenlere'' olarak seçilmesi salt kulağa hoş gelmesi için değildir. İnsanın tarihinin, organik evriminden alınıp kültürel evriminin içinde bulunduğumuz evresine (endüstrici kapitalist uygar yaşayış biçimine) dek getirileceğini göstermek içindir. Burada kullanılan ''kemirgenler'' kavramı, uzak hayvan anaatamız olduğu saptanan, yüksek memelilerin primat takımından maymunöncesi (prosimiyen) cinslerini belirtmektedir. Başlığa bu sözcük, evrim soyağacımızın (bugüne dek) dayandırılabildiği en uzak hayvan anaatamızın fosillerinin 70 milyon yıl kadar önce yaşamış (bir prosimiyen türü olan) ağaçsivrifaresinin, bildik adıyla bir ''kemirgen'' olmasına dayanılarak konmuştur. Kemirgenlerin organik evrimi sonucundadır ki insan (Homo cinsi) yeryüzüne ayak basacaktır. Yeryüzünde, üremeyi öğrenene dek, bitkiler ve hayvanlar üzerinde bir ''asalak'' gibi (avcı ve toplayıcı olarak) yaşayacaktır. (Sayfa: 22-23)
*
Üretkenlerden sömürgenlere
*
Üstbaşlıktaki ''sömürgen'' sözüyle ise, içinde bulunduğumuz çağın insanlığı nitelenmiştir. Onları iki anlamda, iki alanda sömürgen oldukları söylenebilir. Birincisi insan-insan ilişkileri alanında sömürgendirler. Başkalarının emeklerine ya da emeklerinin ürünlerine el koymanın yollarının yöntemlerinin kurumlaştırıldığı katmanlı toplumun başından beri sömürgendirler. İkincisi, insan-doğa ilişkileri alanında sömürgendirler. Kapitalist biçimiyle endüstri devriminden beri insanlar, insan ile doğa ilişkileri alanında birer sömürgen gibi davranmaktadırlar. Doğanın yenilebilen kaynaklarını, yenilenme hızlarının ötesinde tüketmektedirler. Ve doğanın yenilenemeyen (fosil enerji yatakları gibi) kaynaklarını, bitirip yok etme anlamında ''tüketme'' yolunda almış başlarını gitmektedirler. Bu nedenle ''sömürgen'' adını hak etmektedirler. (Sayfa: 23)


Doğa Tarihi
*
Doğa Tarihi bizi Güneş Sistemi'nin oluşmasına, dolayısıyla ''Astronomi'', ''Jeoloji'', ''Coğrafya'' bilimlerine başvurmaya götürecektir. Örneğin on iki milyon yıl kadar önce oluşan, büyük bir fay oluşturan Rift Vadisi Homo sapiens türünün ortaya çıkmasına uygun çevreyi (yağmur ormanlarını) ve genetik yalıtlanmayı sağlamıştır. Buzul çağları ile buzularası dönemlerde kıtalararası kara köprüleri oluşmuş ya da sulara gömülmüştür. Bunun insan türünün yayılmasındaki, ırkların ve kültürlerin oluşmasındaki rolünü doğa tarihi bilgileriyle anlamış bulunuyoruz. Doğa tarihinin içine, doğadaki canlıların oluşması, bitkilerin ve hayvanların evrimi de girmektedir. Bunlar, insanlık tarihiyle, doğa tarihi gibi dolaylı değil doğrudan ilgili konulardır. (Sayfa: 23-24)
*
Normatif disiplinler ve etik değerler:
*
''Örneğin, insanlık tarihine eşitlikçi değerlerle baktığınızı düşünün. Bu durumda, insanlığın kültürel, hatta organik evriminin öncülüğünün hiçbir coğrafyanın ya da hiçbir halkın tekelinde kalmadığını kavrama olasılığı artacaktır. Kültürel evrimde öncülüğün, değişen coğrafya ve tarih koşullarına koşut olarak, olmayarak, bir yerden bir başka yere, bir halktan bir başka halka geçtiği görülecektir.
''Böyle bir gözlem, geribesleme yoluyla, bizi eşitsizlikçi ideolojilerden etkilenmekten koruyacaktır. Evrensel değerlere sahip çıkmamızı destekleyecektir. Bu bakımdan İnsanlık Tarihi, diyebiliriz ki bize, ''insanlığı'' da öğretecektir. Böyle bir tarih ve toplum anlayışı , insana, öteki insanların davranışlarını ve düşüncelerini yargılamadan önce, yapılanların ''nedenlerini'' araştırıp onları ''anlama'' alışkanlığı kazandıracaktır. Öyle ki ''onun yerinde, onun içinde bulunduğu koşullar içinde ben bulunsaydım, ben de öyle davranabilirdim'' demeyen ne insanı anlayabilir ne de insanlık tarihini.!'' (Sayfa: 26)
*
CANSIZ MADDENİN EVRİMİ, Fiziksel ve Kimyasal Evrim:
*
Yüz, yüz elli yıl kadar önce, insanların iskelet yapılarının da (öteki canlılarla birlikte) zaman içinde değiştiği anlaşıldı.
Demek ki insanlar, öteki canlılarla birlikte ''organik evrim'' geçirmişlerdi. Genel eğilim, canlıların yapılarının giderek daha karmaşıklaşması yönünde olmalıydı. Çeşitli amaçlarla yerkabuğunda yapılan sondajlarda bulunan fosiller de bunu gösteriyordu. Ne kadar alt katmanlara inilirse, o kadar yalın yapılı organizmaların fosilleriyle karşılaşılıyordu. Öyle ki sonunda (''azoik'' denen) fosilsiz (tortul) katmanlara ulaşılıyordu. Bu veriler, düşünceleri ister istemez, canlılığa cansız maddelerden geçilmiş olabileceği sonucuna götürdü. O zaman (yaradılış inancı yerine) cansız maddelerin de zamanla karmaşıklaşmış olabileceği düşüncesi doğdu. Canlıların yaratılışlarının (proteinlerin, amino asitlerin) çok karmaşık kimyasal bileşikler olduğu anlaşılmıştı. Öyleyse canlılığın başlangıcında bunlar ya da bunların daha az karmaşık biçimleri vardı. Laboratuvar çalışmaları bu varsayımı doğruladı. Öyle ki arkeolojik, jeolojik, paleontolojik (eskivarlıkbilimsel) veriler dünyasında geriye doğru gidilebildiğince gidilirken, şaşırtıcı bir sonuca ulaşıldı: En yalın canlının bittiği yerde en karmaşık cansız madde bulunmaktaydı.
(..) ..madde de evrim geçirmişti. Bugün artık kültürel evrim kadar, organik evrim kadar maddenin evriminden söz ediliyor. Bunlar aynı zincirin birbirine bağlanmış halkaları gibi önümüzde duruyor.'' (Sayfa: 33-34)
*
I. Kesim'in Dip Notu: I.I/2:
*
''Çok büyük bir olasılıkla her şey [yaşam] kimyasal evrim tarafından üretilmiş ve her biri 10-15 [farklı] amino asit kodlayabilen 30-50 [arası] nükleidli [DNA-RNA parçalı] küçük sıralamalarla başladı.''
*
François Jakob, Mümkünlerin Oyunu, Çeviren Turhan Ilgaz, İstanbul, 1996, Kesit Yayınları, Sayfa: 78 (Sayfa: 114)
*
I. Kesim
*
ANTROPOGENESİS: İNSANOLUŞUMU
*
1. Bölüm
*
CANSIZ MADDENİN EVRİMİ
*
Fiziksel ve Kimyasal Evrim
*
BÜYÜK PATLAMA'DAN BÜYÜK SIÇRAMA'YA:
*
''Canlılığa geçilebilmesi, yalın cansız ''maddelerin'' (elementlerin) Büyük Patlama ertesinde oluşup yapılarının zamanla karmaşıklaşması ile gerçekleşmiştir. ''Karmaşıklaşma'', giderek çeşitli elementlerin ''bileşikler'' oluşturmaları yönünde sürmüştür. Söz konusu bileşiklerin zamanla daha karmaşık ''örgütlü'' biçimler alması ise varlığı, cansız durumdan canlılığa sıçramasının eşiğine getirmiştir. ''Evrim'' denilen şey de yalın yapılardan, durmaksızın daha karmaşık yapılara geçilmesi değil midir.? Öyleyse evrim söcüğü, uzun zaman araları söz konusu olduğunda, cansız maddelerin yapılarının değişmesi için de kullanılabilir.'' (Sayfa: 34)
*
Büyük Patlamanın Kanıtları:
*
'''Amerikalı astrofizikçi Edwin Powell Hubble (1869-1953) Yerküre'mizden giderek daha çok uzaklaşan gökcisimlerinin ışıklarının ''kızıla kayma'' eğilimi gösterdiğini 1929 yılında saptadı. Uzaklaşma hızını ölçüp ''Hubble sabiti'' olarak formülleştirdi.'' (Sayfa: 35)
*
'Bilginler bu akılyürütme, ölçme ve hesaplamalarla, gökcisimlerinin zamanımızdan 15 milyar yıl kadar önce aynı noktada birlikte, birleşik durumda bulunup, bir patlamayla boşluğa yayılmış olacakları sonucuna ulaşmışlardı.'' (Sayfa: 36)
*
Evrenin yaşı:
*
''Bilimsel ''varoluşçular'' diyebileceğimiz bilginlerin kestirimleri bu denli farklılıklar gösterebiliyor. Oysa kimi Hıristiyan ''yaratılışçılar'' bu konuda çok daha kesin.! konuşuyorlar: Göklerin, Yerküre'nin, canlıların ve insanların yaratılışı (6 gün sürmek üzere) İÖ 4004 yılında başlamıştır. Yaratılış, İslam bilginlerine (anlaşılan Hıristiyan bilginlerinden etkilenerek verdikleri tarihlere) göre ise, zamanımızda 6 ile 10 bin yıl arasında bir tarihte gerçekleşmiştir. Onlardan kimine göre zamanımızdan 6 binyıl, kimine göre 10 binyıl önce her şey olup bitmişti. Dahası evren ve canlılar bugünkü yetkin (''kâmil'') durumlarıyla yaratılmışlardı.'' (Sayfa: 36)
*
''..(yarıyaş hesabına) dayanılarak, yeryüzündeki radyasyonu en düşük uranyum örneğinin 7 milyar yaşında olduğu belirtilmişti. Söz konusu uranyum, Yerküre'nin Güneş'ten kopmasından önce oluşmuş bulunacağına göre, yineleyelim, bu, ne Büyük Patlama'nın ne Güneş'in zamanımızdan değil 7 binyıldan 7 milyardan az yaşlı olmayacağının kesin, bilimsel, dolaysız kanıtını oluşturur.'' (Sayfa: 37)
*
I. Kesim Notları: I.I/7:
*
''İslam ''ilim'' kaynaklarına (İbnül Mukaffa'ya ve Taberi'ye dayanan kimi tarihçilere) göre Âdem ile Muhammed arasında 6013 yıl varmış.''
*
(bak. Abdurrahman Dilipak, İnsanlığın Tarihi, İşaret ve Fersat ortak yayını, s. 17) (Sayfa: 115)


Miller-Urey-Bada deneyleri:
*
Birleşik Amerikalı bilginler olan Stanley Miller ve Harold Urey 1952'de ''Miller-Urey deneyi'' olarak bilinen araştırmayı gerçekleştirdiler. Yaptıkları, amino asitleri oluşturan, ilksel atmosferde ve ilksel okyanusta bulundukları düşünülen elementleri (CHOPN=Karbon, Hidrojen, Oksijen, Fosfor, Nitrojen) içeren hidrojen, metan, amonyak, su buharı karışımı hazırlamaktı. Bu karışımı, iki ucunda elektrotlar bulunan kapalı bir deney tüpüne kapatmaktı. Sonra yeryüzü soğurken, yerkabuğu oluşurken bulunduğu düşünülen koşulları laboratuvarda yaratmaktı. Tüpün içindeki karışımı, bir hafta süreyle, 60 bin voltluk gerilim ürünü elektrik deşarjlarına açık bırakmaktı. Böylece o dönemin şimşeklerininkine ya da radyoaktif ışınlarınkine benzer etkiler yaratmaktı. Bir hafta sonra, tüpte çökerdiğini gördükleri maddeler arasında ''organik'' bileşikler saptandı. Gerçekten, oluşan maddenin içinde glisin, alanin, aspartik asit ve glutamik asit gibi dört ''anino asit'' türünün bulunduğu görüldü. Aminoasitlerin proteinlerle, proteinlerin etle, etin canlılıkla ilişkisini belirtmeye gerek yok. Benzeri bir deneyi (Miller-Urey deneyi hakkında eleştirilen ''oksijenli ortam''dan soyutlayarak) 1983'te Jefferey Bada başarıyla yineledi (ancak sonuçları, nedense, 2001'de açıklandı). (Sayfa: 39)
*
Yerkürenin Evrimi:
*
''Başka bazı kuramlara göre, canlılığa geçiş, yaşamın başlaması, ilksel okyanusun dibindeki volkanların yarattığı radyoaktif kaynarsu bacalarında gerçekleşmiştir. Öte yandan, yoğun radyasyona yol açan yanardağ patlamaları döneminden buzul çağlarının gelip gidişine dek, Yerküre'nin evriminin birçok evresi, canlıların mutasyonlarla çeşitlenmelerinde, yani evriminde etkili olmuştur.
Yerküremizin güçlü yerçekimiyle uzaya kaçmasını önlediği su buharı yüzünden yaşam, önce sular içinde gelişmiştir. Hayvanlar devinim enerjilerini, gene onun güçlü yerçekimiyle uzaya savrulup dağılmasını önlediği atmosferdeki oksijeni kullanarak sağlamışlardır.
Yerküre'nin evriminin kronolojisine bir göz atmak, onun insanlığın evrimindeki rolünün önemini kavramamıza yeter. Güneş sistemi 5 milyar yıl kadar önce oluşmaya başlamıştır. Yerküre Güneş'ten 4,5 milyar yıl kadar önce kopmuştur. Ay (belki.!) Yerküre'den 4 milyar yıl kadar önce ayrılmıştır. Yerküre'nin soğuyup kabuk bağlaması, 4 milyar öncesinden başlayarak milyonlarca yılı almıştır. Soğurken oluşan çukurlarda denizler, göller, tümsekliklerde dağlar, yaylalar oluşmuştur.'' (Sayfa: 41)
*
Eski Dünya ile Yeni Dünya'nın farklılaşması:
*
''Yerküre'nin evriminde, zamanımızdan 40 bin yıl kadar önce üçüncü Buzul Çağı'nda Asya ile Avustralya kara köprüsü kurulunca insanlar Avustralya'ya geçmiştir. Buzul çağının sonunda buzlar eriyip denizler yükselince bu kara bağlantısı kopmuştur. Bu yüzden Avustralya Yerlileri, Eski Dünya'nın Asya kıtasında görülen kültürel gelişmelerden yalıtlandıkları için, Avrupalılar gelene dek taş çağında kalabilmişlerdir.'' (Sayfa: 43)
*
1. Kesim Notları, Birinci Bölüm:
1.1/20:
*
''1940'larda, deniz suyunun içindeki oksijen 16 ve oksijen 17 izotopların oranının suyun sıcaklığının artışına ve azalışına orantılı olarak değiştiğinin saptanması oldu. Kırılan buzulların 1400 metre kalınlığa ulaşabilen kesitlerinden alınan örneklerindeki bu izotoplara bakılarak, yeryüzünde sıcaklığın ne zaman artıp ne zaman azaldığı anlaşılabildi. Buna bağlı olarak deniz yüzeyinin ne zaman ne kadar alçalıp, ne kadar yükseldiği kestirilebildi. Bu bilgilere dayanılarak insanın ZÖ 40 bin yıl önce (deniz yüzeyinin 10 metre kadar alçalmasıyla oluşan kara köprüsünden) Avustralya'ya geçtiği sanılıyor. (bak. Özbek, Dünden Bugüne İnsan, s. 347'de, son araştırmalara göre insanın Avustralya kıtasına, 50 binyıl önce deniz avcıları ve toplayıcıları olarak geçtiğinin anlaşıldığını yazıyor.) (Sayfa: 116)
*
2. Bölüm
*
CANLILARIN EVRİMİ
*
Organik Evrim:
*
''Evrim kuramı artık bütün ''ağırbaşlı'' çevrelerce benimsenmiş durumdadır. Onu destekleyen dolaylı, dolaysız kanıtlar, ampirik gözlemler ve deneyler, bugün evrimin bir kuram olmaktan çıkıp bir ''olgu'' olduğunu gösterecek dereceye ulaşmıştır.'' (Sayfa: 45)
*
1. Kesimin Notları, 2. Bölüm:
*
1.2/22: Özbek, Dünden Bugüne İnsan, s. 92 sonrası, söz konusu ''ağırbaşlı çevreler'' içine 2000'li yılların başında, Kilisenin evrim kuramına karşı çıkma yolundaki geleneksel tutumunu bırakıp onu, ''belli bir değer'' olarak gören Papa II. Jean Paul ile Papalık da girmiş bulunmaktadır. (bak. Simonnet, ''Giriş'', Dünyanın En Güzel Tarihi, s. 33) (Sayfa: 116)
*
*
Organik Evrimin Kanıtları, Dolaylı Kanıtları:

''Organik evrimin (dolaylı da olsa) en önemli kanıtlarından biri, embriyogenez (embrıyogenesis) sürecinde, yani embriyon oluşumunda, filogenez (phylogenesis), yani bir canlı türünün oluşumu sırasındaki metamorfoz (biçim değiştirme) evrelerinin (yani o canlı türünün evriminin) bir bakıma ''özetlenmiş'' bulunuşudur. Gerçekten, örneğin insanın da içine konduğu memelilerin primat takımının, rahme düşüşlerinden doğuşlarına dek gösterdikleri değişmelerde, evrimin insan türüne varan belli başlı aşamalarını çağrıştırabiliyoruz.'' (..)
''Beslenme sonucunda sindirilen cansız maddeler (besinler) sentezlenerek üreme hücreleri üretilir. Bunlar soma (beden) hücreleri gibi kendi kendilerine bölünerek çoğalma yetilerini (kromozomlar soma hücrelerindeki sayının yarısına düştüğü için) yitirmiştir. Bu noktada, cinsel yolla üremeye geçilen tekhücreliler evresini temsil ettikleri söylenebilir. Bilim dilinde sperma ve ovüm denen bu hücreler birleşip kromozomlarını tamamlayarak eksiksiz bir tekhücreli canlıya dönüşürler. ''Zigot'' denen çılgınca üreme gizilgücüne sahip bu ''tekhücreli'' rahmin çeperlerine yapışır. Buradaki kan damarlarından beslenerek üremeye başlar. Geometri biliyormuşçasına birken iki, ikiyken dört, dörtken sekiz gibi ''geometrik dizi'' ile çoğalır. Böylece bir ''koloni oluşturma'' evresi yaşanır. Koloni belli bir sürede belli bir hücre sayısına ulaştıktan sonra (19. günde) ''farklılaşma'' evresine geçilerek ''organ oluşumu'' (farklılaşmış çokhücrelilik) başlar. Fetüs, sanki yaşamın sularda başlayıp ilk biçimlerinin sularda çeşitlendiğini kanıtlarcasına, plesenta (etene) sıvısı içinde gelişip erimiş oksijeni kullanabilir. Doğumla, ''kara'' yaşamına geçip havadaki serbest oksijeni solumaya başlar.'' (Sayfa: 46)
*
Andizin III. Tekhücrelilerden çokhücrelilere evrim
*
*
3,5 milyar - canlılığa geçiş
3,0 milyar - prekaryotlar (çekirdeksiz tekhücreliler)
2,0 milyar - ökaryotlar (çekirdekli tekhücreliler)
1,2 milyar - cinsel yolla üreyen canlıların ortaya çıkışı
700 milyon - bitkiler ile hayvanların farklılaşması
600 milyon - deniz çokhücrelileri (omurgasızlar)
500 milyon - yaşamın karalara geçişi (omurgalılar)
400 milyon - balıklar (soluk alıp veren hayvanlar)
225 milyon - yeryüzünde sürüngen (dinazor) egemenliği
200 milyon - eski memeliler
100 milyon - yeni eteneli (plesentalı) memeliler
70 milyon - prosimiyen (ağaçsivrifaresi) kemirgen memeliler
65 milyon - çevre bunalımı (dinazorların yok oluşları)
60 milyon - primat'lar (iri beyinli ''yüksek memeliler'')
55 milyon - adapiforme'ler (''Karşıtbaşparmaklılar'')
50 milyon - simiyen'ler (maymunlar)
40 milyon - haplorhin'ler (göz çukurları önde olup üç boyutlu görebilen primat türleri - ''Öndengözlüler'')
30 milyon - antropoid'ler (insana yaklaşan yüksek primatlar)
25 milyon - catharhin'ler (insanınkine benzer diş yapısı bulunanlar)
20 milyon - Hominoid'ler (İnsanımsılar)
15 milyon - Ape'lar (kuyruksuz Eski Dünya iri maymunları)
7,5 milyon - Pongit'lerin (Orangutan, Gibon) soyağacının ayrılması
6,0 milyon - Panida'ların (Goril, Şempanze) soyağacının ayrılması
5,0 milyon - Hominid'ler (insansılar)
4,5 milyon - Hominiyan'lar (iki ayaklı hominidler)
3,0 milyon - Homo (İnsan) cinsleri ve onun Homo habilis türü
2,5-2 milyon - Homo erectus türü
1,0 milyon - Homo sapiens (Arkaik) türü
230 bin - Homo neanderthalensis türünün görünüşü
200 bin - Çağdaş Tipte Homo Sapiens (bugün var olan tüm ırkları)
35 bin - Homo neandarthalensis türünün soyunun görünmez oluşu.
(Sayfa: 48)
*
*
Mutasyondan ''doğal ayıklanma'' sürecine:

Nautilus

''İlk canlının oluşumu da son canlının üreyişi de kimyasal tepkimeler ortamına girdiğinde kendinin bir kopyasını oluşturabilme gizilgücüne sahip örgütlü karmaşık (biyo) kimyasal bileşiklerin bu gizilgücünün açılımıdır. Günümüzün tekhücrelileri, ilk canlıların belki hiç evrim geçirmemiş (hiç değişmemiş), belki pek az evrim geçirmiş kopyaları (soyları) olabilirler. ''Canlı fosil'' denen Nautilus adlı deniz kabuklusunun yapısının 500 milyon yıldır değişmediği biliniyor. Buradan çıkarılabilecek sonuç, evrimin her canlı türünde her koşulda, her zaman geçerli (genel çekim yasası türünden) bir doğa yasası olmadığıdır. Doğru çıkarsama, onun, koşullara bağlı (birçok nedenin bir araya gelmesine dayanan) bir doğa yasası olduğudur. (Sayfa: 49)
*
''..''Canlılık hiç rastlantıya bağlanabilir mi.?'' diyenlere verilecek yanıt şudur; Birçok etmenin (nedenin) kasıtsızca bir araya gelmelerinin (örneğin şapkanın evde unutup çıkılması ile havanın açmasının) yol açtığı sonucun gerisinde (örneğin deri kanseri oluşumunda) ''yasalılıklar'' vardır; bu, bir. Canlılığı oluşturan, sürdüren, evrindiren yalnızca bu ''rastlantı'' değildir; aynı zamanda o rastlantı sonucunda doğan değişikliğin kopyalamayla, tepkimenin doğa (kimya) yasaları uyarınca durmaksızın yinelenmesidir; bu, iki.'' (Sayfa: 49)
*
Virüslerden, bakterilerden bitkilere, hayvanlara:


Bilindiği gibi, genetik malzemesi olup hücresi bulunmayan, salt ''çekirdek'' sayılabilecek karmaşık örgütlü moleküllere ''virüs'' denmektedir. Cansız ile calı arası varlıklar olan virüslerin, yüzbinlerce yıl ''uyuyup'', hücresini kullanabilecekleri bir canlıya (rastlantıyla) girince ''uyandıkları'' da biliniyor. Bu ''uyanma'', girdiği hücredeki hazır örgütlü molekülleri kullanarak kendi kopyalarını oluşturmasıyla gerçekleşir. Yani uyanmaları üremeye başlamaları anlamına gelir. Böyle özellikleriyle virüsler, varlığın, karmaşık (ama ''örgütlü karmaşık'') cansız maddelerden canlıya geçiş ''olanağının'' bir başka dolaysız kanıtı sayılabilir.
Bakteriler ise, eşeysiz üremeyle (bölünerek) çoğalabilen tekhücreli canlılardır. Virüslerle bakterilerin cinsiyetlerinden söz edilemez.
Çokhücrelilere gelince, onlar eşeysiz ve eşeyli üreyebilen canlı türlerine ayrılarak, evrimin daha ileri karmaşıklaşma basamaklarını temsil ederler. Ayrıca (zamanımızdan 700 milyon yıl kadar önce) bitkiler ile hayvanlar olarak, birbirlerinin yaşamına katkıda bulunan sonuçlar doğuracak yönde farklılaşmışlardır. (Sayfa: 52-53)
*
Yaşam çemberinin dönüşü:


Bitkiler ile hayvanların farklılaşmasının organik evrim üzerinde önemli etkisi olmuştur. Bu etki kendisini, yeryüzündeki yaşam döngüsünün büyük bir çember oluşturacak biçimde düzene girmesinde göstermiştir. Canlı yaşama geçişi sağlayan koşullar ile onu yinelenen bir döngü biçiminde devindiren itici güçler şöyle çizelgeleştirilebilir. (Sayfa: 53)
*
Etçillik-otçulluk farklılaşması:
*
''Etçillik ile otçulluk ''farklılaşması (?) yaşam çemberinin bir gereği gibi görülebilir: ''Hayvanların beslenmesi için bitkiler, insanların beslenmesi için de hayvanlar gereklidir'' diye düşünenler çıkabilir. Böyle bir akıl yürütmede ''gereklidir'' sözcüğünün yerine ''yaratılmıştır'' sözcüğü konursa, onun, yaşama nedensel, bilimsel değil, dinsel ereksel bir bakış açısının ürünü olduğu anlaşılacaktır. Doğru olup olmadığının sağlaması içinse, ''bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların yemesi için yaratılmışsa (cüzzam, frengi gibi hastalıklar anımsanarak) insanlar da bakterilerin, virüslerin yemesi içmesi için mi yaratılmıştır.? sorusunu sormak yeter.'' (Sayfa: 55)


''Evrimde sıçramalar (devrimler) kadar duraklamalar olmuştur. Pek çok canlı türü çıkmaz sokaklara sapıp yok olup gitmiştir. Aşırı irileşen sürüngen türleri bunun en iyi bilinen örneğini oluşturur. Hatta (kimi evrimcilerin, genel gidişi vurgulamada haklı olarak ''evrimin geri vitesi yoktur'' demelerine karşın) organik evrimde (ender de olsa) çıkmaz sokaklardan olduğu kadar anayoldan geri dönüşler görülmüştür. Deniz yıldızlarının bir zamanlar sahip oldukları beyni yitirmeleri gibi, ender de olsa, gerileme örneklerinden söz edilmektedir.'' (Sayfa: 56)
*
I. Kesim Notları, 2. Bölüm, 1.2/ 29:
*
Organik evrim ile kültürel evrim etkileşiminde mutasyon önce gelir, onun yol açtığı organın bilinçli ve erekli kullanılması sonra (öğrenmeyle) gerçekleşir. Söz konusu etkileşim şöyle örneklendirilebilir: Boğanın boynuzları bu canlının kendini savunması ya da saldırması ereğiyle gelişmiş, yapılmış, yaratılmış değildir. Önce bir mutasyon sivri boynuzlara yol açmıştır. Sonra hayvan, boynuzlarını oraya buraya çarparken onları kullanmayı ''öğrenmiştir''. Daha sonra yavrular, yetişkinleri taklit ederken boynuzlarını erekli kullanmayı onlardan öğrenirler. Giderek popülasyonda boynuzlu olanların yaşama, üreme şansları artar. Popülasyonda zamanla yalnızca boynuzlular kalır. (Sayfa: 117)
*
3. Bölüm
*
İNSANIN EVRİMİ
*
İnsanın Organik Toplumsal Kültürel Gelişmesi
*
İnsana varan organik evrim, bilimsel adıyla ''antropogenesis'' (insanoluşumu) zamanımızdan 3-3,5 milyon yıl kadar önce başlamıştır. Başlangıç noktası olarak geniş anlamda ''insan'' adını hak eden ''Homo'' cinsinin ilk türleri alınır. İnsanoluşumu bu tarihten, ''Çağdaş Tipte Homo sapiens'' alttürünün (bilinen) ilk ırkı olan ''Cro-magnon İnsanı'' ZÖ 50 binyıl kadar önce yeryüzünde görülene dek sürmüştür. (Sayfa: 57)
*
Ağaç/orman yaşamı
*
Ağaçsivrifaresi kemirgeninin, 70 milyon yıl önce ortaya çıktığı (fosillerinden) anlaşılıyor. Onun soyunun (adına uygun olarak.!) ağaçlar üzerinde, ormanda elli milyon yıl kadar yaşadığı sanılıyor. Ama bu süre içinde kemirgenlikten çıkıp ağaç maymunluğuna geçtiği saptanmış bulunuyor. Sürenin sonunda ağaç yaşamını bıraktığında ise onun Ramapithecus ve Shivapithecus (maymun benzeri) cinslerine dönüşmüş bulunduğu düşünülüyor. Türden türe atladığı bu evrimi boyunca, bedeni irileşmiş; iskeleti dikilebilme yönünden gelişmiş; parmakları, nesneleri güçlü bir biçimde kavrayabilecek gelişme göstermiş; gözleri üç boyutlu görme olanağı veren bir evrimle, yüzün yanlarından önüne kaymış; beyni nicel ve nitel değişikliklere uğramıştı. (Sayfa: 59)
*
Dikilme: bipedal lokomasyon devrimi:
*
Öyle ya da böyle sonuçta insanın hayvan anaatasının iki ayağının üzerinde yere sağlam basabildiğini görüyoruz.
Fosil anaatalarımızın iskeletlerindeki ayak kemerlerinin durumu, bacak kemiklerinin leğen kemiğiyle eklemleniş biçimi, omuriliğin kafatasına girdiği deliğin (foramen magnum) kafatasının altına kayışı bunu gösteriyor. Volkan tüfleri üzerindeki, üzerine basıldıktan sonra bir nedenle sertleşerek zamanımıza kalabilmiş ayak izleri ve daha birçok bulgu ve olgu da bunu gösteriyor.
Birinci Bölüm'de ''devrim'' olayının evrimin bir biçimi olduğu belirtildi. Organik evrim süresinde devrimci değişikliklerin görülebileceği söylendi. İki ayak üzerinde dikilme bir ''organik devrim'' sayılabilir. Çünkü dikilmenin (ayak sayısını yarı yarıya azaltmak gibi özürleri yanı sıra) insanın anaatalarını ve insanın soyunu, hem organik hem toplumsal hem kültürel evrim yolunda geniş ve derin uzantıları olmuştur. Alekseyev gibi kimi yazarlar, hominid karakteristik özelliklerden en eskisi olan dikilmenin ZÖ 3 milyon dolaylarında gerçekleştiğini ileri sürmüştür. Bugün, yeni buluntular, bu tarihi ZÖ 4-5 milyonlara dek gerilere çekmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, dik yürümenin öteki (ellerin ve beynin gelişmesi yolundaki) hominid karakteristik özelliklerden önce kazanıldığı görüşü pekiştirilmiş olmaktadır.
Antropologlar, dikilmenin en önemli sonucunun, önayakların bedenin yükünü taşıma ''tutsaklığından'' kurtulması olduğunu söylüyorlar. Ön ayakların ağır bir yükten kurtarılıp, nesneleri evirip çevirme (manupülasyon), taşıma, onları araç olarak (örneğin yumruk atmada) kullanma yolunda ''özgürlüğe kavuşması'' olduğunu belirtiyorlar. Bu gelişme, hominid anaatalarımızın nesnelerle ilişkisinin yoğunlaşmasının fizyolojik altyapısını döşemiştir. Onları, nesneleri yönlendirmeye, nesneler üzerinde daha başarılı bir denetim kurmaya götürmüştür. Böyle gelişmeler, insanın yakın hayvan anaatalarını, giderek daha ''sistemli'' biçimde ''araç kullanan canlı'' durumuna getirmişti.
Öte yandan, özgür kalan eller ve kollar, ananın yavru ile ''ilişkilerini'' yoğunlaştıracaktır. Aralarındaki ''duygusal'' etkileşimi (okşamayla) pekiştirecektir. Bütün bu gelişmeler, yakın hayvan anaatalarımızın uzaak insan anaatalarımıza doğru evrim göstermesi anlamına gelir. (Sayfa: 66)

1. Kesim Notları, 3. Bölüm, 1.3/51:
*
Bak. Lewin, Modern İnsanın Kökeni, s.9'daki ve McKie, Apeman, s.10'daki fotoğraflar ve açıklamalar. Ünlü arkeolog Mary Leakey ve ekibi, 1976'da Tanzanya'nın Leotoli bölgesinde, volkan tüfleri üzerindeki ayak izlerini ortaya çıkardılar. Tüfler üzerinde yüründükten sonra izler yağış üzerine sertleşmiş, bir sonraki patlamada inen tüfler, kalıba dökülen ergimiş metal gibi izlerin içini doldurduktan sonra aynı biçimde sertleşmişler. Biri büyük biri küçük ayaklı iki hominid volkana doğru yürürken 54 iz bırakmışlar. Ayak izlerinin incelenmesi onların 3,6 milyon yıl öncesinden kaldığını gösterdi. (Benzeri bir doğa ve insan olayının ayak izlerinin bir örneği -çok daha sonralardan gelmekle birlikte- Manisa'nın Sipil Dağı eteklerinde bulunup Ankara (MTA) Tabiat Tarihi Müzesi'ne getirilen 10-15 binyıllık kalıpta görülebilir) idi. Ne yazık ki bu müze kapatılmış bulunuyor.
Mary Leakey, bu ayak izleri ile ilgili olarak National Geographic dergisine yazdığı yazıda dikilmenin insanlık tarihindeki önemini şu sözlerle vurguluyordu: ''Bu belki insanın atalarını öteki primatlardan ayıran en önemli noktadır. Öteki primatlarda görülmeyen bu eşsiz yeti, elleri, yük taşıyacak, araç yapacak, en incelikli manipülasyonları (elle yönlendirmeleri) başaracak, böylece binlerce olanak sağlayacak biçimde özgür bırakmıştı. Gerçekten tüm çağdaş teknoloji bu gelişmeden yararlanmıştır. (bak. McKie, Apeman, s. 12-14) (Sayfa: 120)
*
Araç Devrimi'nin elin evrimi ile atılan fizyolojik temelleri:
*
''Elin evrimi, daha önce gerçekleşmiş üç boyutlu görebilen gözlerin evrimi ve daha sonra gerçekleşecek olan, sınırsız sayıda simge işleyebilecek kalın bozmaddeli beynin evrimi ile birleşince, tansıklar (harikalar) yaratacaktır. Bu üçünün işbirliğinin ürünü olarak gerçekleşecek ''araç devrimi'' olayında el başrolü oynayacaktır. Uzak insan anaatalarımızı, araç kullanan canlı, yani geniş anlamda insan (Homo) olmaktan öteye taşıyacaktır. Yakın insan anaatalarımızı ''sistemli olarak araç yapıp kullanan'' canlılar anlamıyla insan (Homo sapiens) türü konumuna yükseltecektir.'' (Sayfa: 67)
*
Cinsel demorfizm: erkek-dişi ikibiçimliliği:
*
''Fenotipteki ve genotipteki irilik ve ufaklık biçimindeki farklılaşmanın oluşmasında memeliliğe (200 milyon yıl kadar önce) geçişin büyük etkisi olmuş olsa gerek. Çünkü ikibiçimlilik (kuşlar, balıklar gibi) yumurtlayarak üreyen canlılardan çok doğuranlarda göze çarpar derecelere ulaşabilen bir olgudur. Gene de ikibiçimlilik (erkek ve dişi atların, köpeklerin fenotiplerinde gözlemlenebileceği gibi) memeliliğin evrensel bir gerçekliği değildir.'' (Sayfa: 70)
*
1. Kesim Notları, 3. Bölüm, 1.3/63:
*
Bu gerçeğin ayrımına Platon 2400 yıl adar önce varmıştı. Devlet adlı yapıtında (554e paragrafında) kadın-erkek eşitliğini savunurken, ilgiyi erkek ve dişi çoban köpeklerinin sürüyü aynı derecede başarıyla korumalarına çekmişti. (Sayfa: 122)
*
Bebekliğin uzamasıyla taklidin ve öğrenmenin yoğunlaşması:
*
''..Öğretme memelilerde yoğunlaşmıştır. Ve güçlü bir belleğe sahip olan insanın anaatalarında (dil öncesinde) ''dayakla'' (acıyla) koşullandırma biçimini alabilmiştir. Dilden sonra ise, bu kötü alışkanlığın yanı sıra, sözle öğretme gelişecektir. Öyle ki ''sözle koşullandırarak'' öğretme biçimini alacaktır. Acıyla ve öcüyle koşullandırma.! Böylece sistemli ideolojik koşullandırmaya dek varacaktır.'' (Sayfa: 72)


Australopithecus: yakın hayvan anaatalarımızın kuzeni:
*
''Australopithecus cinsi içine sokulan irili ufaklı türlerin kafatası parçalarının ve iskelet kemiklerinin bulunuşu sürdü gitti. Bunlaradan en coşku yaratanı (1974'te) Fransız Maurice Taieb ile Amerikan Donald Johnson'un yönettiği ekibin buluntusuydu. Böylece ''Lucy'', Doğu Afrika'da, Etyopya'nın Hadar bölgesinde bulundu. Bu ad ona, bulunuşunu kutlamak için o akşam verilen şölende dinlenen, Beatles grubunun bir müzik parçasında geçen kızın adından esinlenilerek verilmişti: ''Lucy şimdi yıldızlar arasında''. Çünkü buluntu, yetişkin yaşta ölmüş bir dişinin (neredeyse eksiksiz) iskelet kemiklerinin fosilleriydi. Daha sonra Australopithecus afarensis bilimsel adı konacak olan Lucy, 3,7 milyon yıldır gün ışığına çıkarılmayı beklemişti.'' (Sayfa: 76)

Homo erectus: ayakları yere sağlam basan yakın insan anaatamız:


''Arkaik Homo erectus alttürünü temsil eden buluntuların en ilginci Kenya'nın Turkana Gölü bataklıklarında (1984'te) bulundu. Bu nedenle ''Turkana Oğlanı'' denen fosil, 1,6 milyon yıl öncesinden kalma ''eksiksiz'' bir iskelettir. On bir-on iki yaşında bir erkek çocuğunun bu iskeleti (yetişkinliğe erince 180-190 cm'yi bulabilecek uzunlukta) 160-165 cm olarak ölçüldü. Ağırlığı 35 kg dolayında olmalıydı. Bu şaşırtıcı sayılar yanı sıra beyninin 880 cm küp sığasında olması çeşitli tartışmalara yol açmakta.''
*
''Bulunduğu yerin adından gidilerek ''Nariokotome Oğlanı'' da denen kişinin kan zehirlenmesinden öldüğü sanılıyor. Ölüm acıları içinde nereye gittiğini bilmeden yürürken bataklığa saplanmış. Bataklık, bakterilerin cesedini sıfırlamasını önlemiş. Böylece insanlığın bir kaybı, İnsanlık Tarihi'nin bir kazancı olmuş. Eksiksiz iskeleti, erectus hakkında kesin bilgilerimizin kaynağını oluşturmuş. ''KNM-WT-1500'' olarak bilinen bir başka erectus fosilinin ise fazla karaciğer yemekten kaynaklanan Hypervitaminosis A (Avitamini fazlalığı) hastalığından öldüğü saptanmış. Bu bilgi ise topluluğunun etle beslenmekten öte avcı olduğunu gösterir.'' (Sayfa: 79)
*
''Kenya'daki erectus topluluklarının 1 milyon yıl önce arkalarında bıraktıkları izlere göre, Homo erectus, ateş kullanmış, elbaltaları, bolataşları gibi (standart) araçlara geçiş yapmıştır. Ve insanlığın barınak olarak kullandığı ilk yapıların kurucusu olmuştur. Damaktaki kubbeleşme belirtisine bakılarak (kesin olmamakla birlikte) konuşabildiği ileri sürülüyor. Richard Leakey, ana babasının bakımı olmadan yaşayamayacak derecede ''kendine yetersiz bebek'' olgusunun onunla başladığı kanısında.'' (Sayfa: 80)
*
''Homo erectus türünün ''yeni'' alttürünün ''Sinanthropus'' ırkının 40 kadar üyesinin kemiklerinin incelenmesi sonucunda, haklarında bildiklerimize yeni ve önemli bilgiler eklendi: Ancak 20-30 yaşlarına dek yaşayabildikleri anlaşıldı. İçlerinde çok az sayıda kişinin 50 yaşına ulaşabileceği çıkarsandı. İyi avcılar oldukları (mağaralarındaki 3 bin geyik kemiğinden) anlaşıldı. Bundan gidilerek ''takım avı'' örgütledikleri sonucu çıkarıldı. Cinsel ikibiçimlilik gösterdikleri saptandı. Buna dayanılarak avcılığı erkeklerin üstlendiği sonucuna varıldı.
Homo erectus türü, eldeki verilere göre, zamanımızdan 1 milyon yıl önce Arkaik Tipte Homo sapiens türüne, o da 200 binyıl ile 150 binyıl öncesi arasında evrim göstererek Çağdaş Tipte Homo sapiens alttürüne dönüşmüş.'' (Sayfa: 81)
*
Homo neanderthalensis kuzenimiz:
*
''Neanderthalensis'in Orta Paleolitik döneminden Molodovo ve Teşiktaş buluntularıyla ilgili olarak Alekseyev, Molodovo I'deki mamut kemiklerinden 10*7 metrelik bir barınakta bulunan 15 ocağın dizilişinden topluluğun aileler biçiminde örgütlendiğini, ama toplu yaşadığını çıkarıyor. Kemiklere kazıdıkları stilize hayvan figürlerinin yukarı Paleolitik sanatın kökenini oluşturduğu gibi, simgesel düşünüşünün belirtisi olduğunu söylüyor. Teşiktaş'taki iskeletin çevresine dağ keçisi boynuzları dizilişini gömü töreni kalıntısı sayıyor.'' (Sayfa: 85)
*
1. Kesim Notları, Üçüncü Bölüm, 1.3/109:
*
Valery P. Alexeev [Alekseyev], ''The Territory of the Former USSR during the Middle Paleolithic'', History of Humanity, c. I, s. 149-151 (Sayfa: 126)
*
I. Kesim Notları, 3. Bölüm, 1.3/112:
*
''California, Berkeley, Mark Stoneking Üniversitesi öğretim üyeleri Allan Wilson ve Rebacca Cann ekibinin yaptıkları araştırma, yeryüzündeki bütün insanların soyağacının varıp 200 binyıl kadar önce Afrika'da yaşamış bir topluluğa dayandığı sonucunu verdi. (bak. McKie, Apeman, s. 170) Bunu hücrenin çekirdeğinde değil stoplazmasında bulunan bir genetik malzeme olan ve yalnızca kadından kadına kalıtılan ''mitokondriya'' denen genetik malzemedeki farklılıkları ve mutasyonları araştırarak başardılar. Yeryüzündeki çeşitli etnik grupları temsil eden 171 kadının plesanta (etene) sıvılarından sağladıkları mitokondriya genlerini karşılaştırdılar. Aralarındaki farkları yaratan her mutasyon için gerekli kalıtım sayısını ve zamanını göz önüne alarak yaptıkları hesaplar onları, ''Mitokondriyal Havva'' adını verdikleri ortak anaatalarının 150-300 binyıl kadar önce Afrika'da yaşadığı sonucuna götürdü.'' (Sayfa: 126)
*
Çağdaş Tipte Homo sapiens örneği: Cro-magnon insanı:
*
''Son bilgilerimize göre Çağdaş Tipte Homo sapiens 200 binyıl kadar önce Afrika'da geliştikten sonra, 100 binyıl önce oradan dünyaya yayılmıştı. ''Göç Yolları Haritası''na göre:
- 65 binyıl kadar önce Çin'e dek Asya'ya
- 50 binyıl önce Yeni Gine'ye dek Avustralya'ya,
- 40 binyıl önce (Anadolu'dan geçerek) Avrupa'ya,
- 20 binyıl kadar önce Amerika'ya ulaşmıştı.
Çağdaş Tipte Homo sapiens'in bu farklı çevrelerdeki evrimi ve birbirine çok uzak popülasyonlarının (görece) yalıtlanması ise, ırkların farklılaşmasına yol açmıştı.
- 200 binyıl önce arkaik tiple başlayan ırksal farklılaşma sürecinin
- 20 binyıl önce Mongoloid
- 10 binyıl önce Negroid ırkların belirginleşmesiyle noktalandığı sanılıyor. (Sayfa: 88)
*
İçgüdüler:
*
''Saldırganlıkta, ırklarla ilgili duygularda ve düşüncelerde ise, içgüdüsel (genetik) nedenlerin etkisi ya hiç yoktur ya belirleyici değildir. Varsa da ( cinsel açlık koşullarında ideolojik koşullandırma işe karışmadıkça karşı cinsten kişinin karşı ırktan oluşunun hiçbir etkisinin olmamasında gözlemlenebileceği gibi) tutkudan, sevgiden yana işler.'' (Sayfa: 90-91)
*
''..bir türün, bir ırkın, bir ulusun, bir kültürün varlığını, saflığını sürdürme içgüdüsünden söz edilemez. Onlar düşünme ve kültürel koşullandırılma ürünleridir.'' (Sayfa:91)
*
I. Kesim Notları, 3. Bölüm, 1.3/122:
*
''Primatologlarca 1950'lerden beri yoğun gözlenen, birkaç adada yaşayan Japon maymunları, küçük sürüler (trup) biçiminde örgütlenmişlerdir. Gözde besinlerinden biri de primatologlarca sunulup benimsenen, yemeden önce, topraklarını elle temizledikleri patates yumrularıdır. Bir gün genç bir dişi, topladığı patateslerden birini (belki kazayla düşürüp) çayda yıkayarak yer. Yıkanmış patatesin (topraksız) tadı hoşuna gitmiş olmalı ki daha sonra patatesleri hep yıkadıktan sonra yemeye başlar. Bu davranış, grubun öteki üyelerinin onu taklit etmeleriyle yaygınlaşır. Derken kaynağa uzak, denize yakın yerlerde toplananlar denizde yıkandığında, daha çeşnili olduğu anlaşılınca ''tuzlu patates'' çağı (!) başlar.'' (Sayfa: 128)
*
Büyük sürü davranışı-grup davranışı farkı:
*
''Kitle iletişim araçlarının ''bilinçsizce taklit'' davranışını kışkırtan ''standartlaştırıcı'' etkisini alın. Ona, insanları görüntüle (düşler) dünyasında yaşatarak ''bilinçsizleştirici'' etkilerini ekleyin. O zaman görülecektir ki insanlık, geçmişinde bile görülmedik derecede ''sürüleşme'' tehlikesiyle karşı karşıyadır. Böyle bir kuşkunun aşırı duyarlılık ürünü olduğunu düşünenlere, burnumuzun dibindeki Birinci ve İkinci Dünya Savaşı başlarında sendikalı işçilerin ve barışçı (!) ''bireylerin'' davranışlarını anımsatmak yeterlidir.'' (Sayfa: 93)

Geçmiş ve gelecek zaman kavramları:


''Diyebiliriz ki insanlar, bir şey yaparken (hayvanlardan farklı olarak) aslında iki şeyi birlikte ve aynı anda yapmaktadırlar: Birisi, bir gözlemde ya da bir eylemde bulunurlar. Ötekisi, söz konusu gözlemin ya da eylemin imgelerini, simgelerini belleğe işleme eyleminde bulunurlar. Böylece insanlar ''nesneler dünyası'' yanı sıra, kurdukları bir ''simgeler dünyası'' içinde yaşarlar. Simgeler dünyasına neredeyse, nesneler dünyası kadar tepki verirler. Bu nedenle, hayvanlar daha çok ''an'' içinde yaşarken, insanlar aynı zamanda hem ''an'' (eylemleri) hem geçmiş zaman (anıları) hem ''gelecek zaman'' (düşlemeleri) olmak üzere, üç boyutlu bir zaman içinde yaşamaktadır.'' (Saya: 97)
*
Maddesel araçlardan simgesel araçlara:
*
''Yaşama, sonsuz sayıda simge üretip işleme ''gizilgücü'' taşıyan ''boş'' bir beyinle geliriz. Bu, insanın düşünsel evriminin, kalıtım yoluyla değil, eğitim yoluyla ve bilgilerin ''kültürel kalıtım'' diyebileceğimiz ''kültürel aktarma'' yollarıyla kuşaktan kuşağa geçirilirken birikmesiyle (''kültürel birikim'' sağlamasıyla) gerçekleştiğini gösterir.'' (Sayfa: 104)
*
Kendini Yaratan İnsan
*
İlk maddesel aracını yontarken, kafasında onunla birlikte ilk simgesel aracını yaratan canlı artık sıradan bir hayvan değildir. Kuramda ''sistemli olarak maddesel ve simgesel araçlar yapıp kullanan ve bu araçlarını değiştirip geliştiren'' bir canlı türü tanımı içine girmiştir. Açıkçası, dar anlamıyla hayvanlıktan insanlığa geçmiştir. Bu bakımdan ilk maddesel aracını yontarken, bir yandan da ilk simgesel aracını yaratan canlı denebilir ki, aynı zamanda kendini yaratmış olur.'' (Sayfa: 104)
*
Tutsaklaştırıcı etkileri:
*
''Bilindiği gibi, Eski Yunan mitolojisinde cinsel sevgi, çıplak, güzel bir kız biçiminde gösterilen Afrodit ile simgelenmiştir. Âşık olma ise, elinde yay ve oku ile insanları yüreklerinden vuran bir bebek biçimindeki Eros ile simgelenir. Demek ki somut varlıklar (nesneler) olan ana ve çocuk simgelerine, bir de cinsel sevgi ve âşık olmak gibi genel, soyut duyguları simgeleme işlevi yüklenmiştir.'' (Sayfa: 105)
*
''Ne var ki simgeler nesnelerle, düşünceler olgularla ilişkilerini bir kez gevşettiklerinde, bu eğilim durmaz. Nesneler ile simgeler arasındaki bağlantının tümden kopmasına dek varabilir. Bu ise, düşüncelerimizi ve ilişkilerimizi özgürleştirici sonuçları kadar, tutsaklaştırıcı sonuçlar doğuracaktır. Şöyle ki soyut, genel bir olguyu (cinsel tutkuyu) bir genç kız (Afrodit) ile simgelemek, o ilişki kategorisine, gerçek kişiler dışında, onlardan özerk bir kişilik, özerk bir istenç (irade) yüklemeye varabilir. Sevgi duygusunun bir genç kız ile simgelenmesi (amaç bu olmasa da) kimi kimselerce böyle bir öznenin varlığı biçiminde algılanabilir. Ki, bu da nesnel karşılığı olmayan bir kişi (özne) yaratmaya yönelinmesi demektir. Yakın insan anaatalarımızın insan-insan ilişkileri kadar insan-doğa ilişkileri alanında da böyle sanal özneler yaratma eğilimi iyi bilinir. Bu yolda işi nasıl ''aşkınözneler'' yaratma noktasına dek götürebildikleri, ileride görülecek. O zaman insan kendi yarattığı tanrıların düşünsel kulu olabilecektir.'' (Sayfa: 106)
*
Etkileşimleri:
*
''Olanlara ve olacak olanlara tarihsel bir perspektiften bakınca şu söylenebilir: ''insanın evrimi, uzak geçmişte organik evrimin kültürel evrimi belirlediği bir noktadan, etkileşimde rollerin değişip, kültürel evrimin organik evrimi belirleyeceği sanal bir yakın gelecek doğrultusunda gidiyor görünmektedir.''..'' (Sayfa: 113)
*
II. KESİM
*
İLKEL TOPLULUK
*
4. Bölüm
*
İLKEL TOPLULUĞUN EŞİTLİKÇİ YAPISI
*
''Günümüzün ilkel toplulukları ve tarihte gelip geçmiş ilkel topluluklar, tarihin uygar toplumları ile karşılaştırıldıklarında, şaşırtıcı bir farklılık gösterirler. Sömürgecilik döneminde, Yeni Dünya'da ve Eski Dünya'nın kıyısında köşesinde karşılaştıkları ilkel topluluklar karşısında, Batılılar büyük bir şaşkınlık yaşamışlardı. Uygar toplumlardan, genel insan psikolojisinin belirlediği davranışlar dışında hemen her alanda görülen söz konusu kültürel farklılıklarının temelinde ilkel toplulukların ''görece yalın'' ve ''kabaca eşitlikçi'' bir toplumsal yapıya sahip olmaları yatmaktadır. ''İlkel'' sözcüğü toplum bilimlerinde ''yalın yapılı'' anlamına gelmektedir. Ve yalın toplumsal yapılarda üyeleri arasında eşitsizlikler gelişemez.'' (Sayfa: 133)
*
''Eksik etekler''
*
''Pantolon, erkeklerin giysi kültürüne, birkaç milyon yıl sonra (İÖ yedinci yüzyılda) İnsanlık Tarihi'nde ''atlı (süvari) devrimi'' diye bilinen olguyla birlikte yerleşecektir. Avrupa'ya yayılmasıysa Bizanslılar kanalıyla olacaktır.'' (Sayfa: 139-140)
*
''Erkekler daha çok topluluğu ''koruma'', kadınlar çocukları ve topluluğu yiyecek hazırlayarak ''besleme'' işlerini üstleneceklerdir. Bu yöndeki farklılaşma ileride daha da gelişerek ''av işleri'' ile ''ev işleri'' ayırımı biçimini alabilecektir. Aslında uygar topluma dek, kadınların toplayıcılık yanı sıra av dışında her işi yaptıkları sanılıyor. Uygar toplumdan sonra ise, ev dışında tarım işleri yanı sıra ev içinde her işi üstlenecekleri bir durum söz konusudur. Bu bir açıdan, kadınların üstüne daha çok işin yükleneceği anlamına gelip, onlar adına bir olumsuzluktur. Öteki açıdan, uzmanlaşmanın ve yabancılaşmanın olumsuz etkilerine erkeklerden daha az açık kalmaları demektir.'' (Sayfa: 140)
*
Geleneğin zorbalığı:
*
''Duyarlılık ve esneklik, geleneklerin taşıyıcıları olan yaşlılardan beklenebilecek erdemler değildir. Bu, geleneklerin zorba bir yöneticiden farklarının olmayabileceği anlamına gelir. Geleneklerin zorbalığına, kendini uygar toplum dönemleri içinde bile sürdürebilen ''kan davası gütme'' ile ''töre cinayeti'' örnek gösterilebilir.'' (Sayfa: 142)
*
Androkrasi eğilimi:
*
''Av önderliği rolü erkeklerde buyurma, eşgüdüm sağlama, istenen sonuçlara gerekli görüldüğünde güç, şiddet kullanarak ulaşma gibi alışkanlıklar kazandıracaktır. Bu alışkanlıklarla kazanılan deneyim ve bilgi birikimi, kuşaktan kuşağa aktarılan bir ''erkek kültürü'' oluşturacaktır. Böyle bir kültür ileride, geniş aile ve kabile örgütlenmesinde patriarşiye (baba yönetimine), kabile birliklerinde şefliğe, sınıflı toplumlarda ise gerontokrasiye (yaşlı erkekler yönetimine), timokrasiye (askerler yönetimine, aristokrasiye (''iyi soylu'' erkekler yönetimine, plütokrasiye (varsıl erkekler yönetimine) varabilecek açılımların tohumlarını taşıyacaktır. Bunların hemen hepsi ''erkek yönetimi'' olmakla birlikte, kullanılan kavramlar (patriarşi dışında) bu olguyu belirtmemektedir. Dolayısıyla hepsini içine alacak ortak bir ada, yeni bir kavrama gereksinim vardır. Ve bugüne dek, örneğin ''androkrasi'' gibi bir kavram önerilip benimsenmiş değil. ''Erkek kültürü'' ve ''erkek egemenliği'' deyişleriyle yetinilmekte.'' (Sayfa: 143-144)
*
Sözcük dilleri:
*
''..davranış, hatta düşünüş geleneklerinin, sözlü eğitim yolundan çok, küçüklerin büyükleri ''taklit'' etmeleriyle geçirildiğini düşünebiliriz. Buna, büyüklerin taklit edilmesini istedikleri ve istemedikleri şeyleri küçüklere, acı ile koşullandırarak (vurarak, döverek) öğretmeleri eklenmelidir. Bunda, dayağı cennetten çıkaranların öğrenmeleri gereken dersler vardır.! Açıkçası, dayak, dil öncesinin, acıyla koşullandırarak öğretme yolundaki ''ilkellik'' kalıntısıdır.'' (Sayfa: 145)
*
Düşmanca dış ilişkiler:


''İçte böylesine eşitlikçi, dostça insan-insan ilişkilerinin yürütüldüğü kandaşlığın ve geleneklere saygının, dıştaki görünümü farklıdır. Etolojik, etnolojik, antropolojik çıkarsamalar bizi tarihsel ilkel (avcı ve toplayıcı) toplulukların da (çağımızın ülkelerinde gözlemlendiği gibi) öteki toplulukların insanlarına karşı büyük korku duyduklarını gösterir. Onlara karşı büyük bir düşmanlık duygusu içinde yaşamış olabileceklerini düşündürür.
Bunun çağımız ilkel topluluklarındaki çarpıcı örneği (enden görülse de) ''kafatası avcılığı'' geleneğidir. Antropologlarca saptanan bir olguyla, uygar toplumun yönetimi altına alınan böyle topluluklarda bu gelenek yasaklanınca, yaşama şevklerini yitirdikleri görülmüştür.!'' (Sayfa: 147)
*
II. Kesim Notları: II.4/18:
*
Örneğin Childe, Tarihte Neler Oldu, s. 17'de, (Kırmızı Y, s. 31'de) antropolog W.H.R. Rivers'ın, Eddystone (Tasmanya) halkının, yabancı (İngiliz) yöneticilerinin kafatası avcılığını yasaklamaları üzerine, yaşama ilgisiz duruma gelip nüfuslarının azaldığı saptamasını aktarmıştır. (..) (Sayfa: 209-210)
*
Yaşarkalma gücü:
*
Tarihsel ilkel topluluklar, geri maddesel ve simgesel kültür düzeylerine, durağan yapılarına karşın, varlıklarını yüzbinlerce yıl sürdürebilmişlerdir. Çağımızın ilkel toplulukları onların soyudur. Bu şaşılası yaşarkalma gücünün gizemi (sırrı) nedir.? Nedenlerinden biri, kolektif eylem, bölüşme ve dayanışma gelenekleridir. Açıkçası ''ilkel komünizm'' denen olgudur.'' (Sayfa: 149)
*
Avcılık ve Toplayıcılık:
*
''Avcılık ve toplayıcılıkla birlikte, cinsel farklılığa dayanan işlevsel farklılaşma da başladı. Kadınlar, ikibiçimliliğin (kaslarının daha küçük, erkek kadar hızlı koşmasını engelleyen leğen kemiğinin daha geniş olmasının) gebeliğin, bebek bakımının etkileriyle, ava pek katılmamışlardır. Böylece toplayıcılık daha çok kadınların işi olmuştur. Kadınlar toplayıcılıkta, erkekler avcılıkta uzmanlaşmışlardır. (..) ..kendi alanında uzmanlaşan bir kimsenin (uygar toplumda olduğu gibi) öteki uzmanlık alanlarından tümden bilgisiz kalması gibi bir yabancılaşma da söz konusu değildir.'' (Sayfa: 152)
*
Su avcılığı ve toplayıcılığı:
*
''Avcılık ve toplayıcılık, ilk insan popülasyonlarının bulundukları iklim ve coğrafyaya göre farklılıklar göstermiştir. Söz konusu geçim etkinliğinde, ırmak, göl, deniz kıyılarında, yöreye uyarlanıp yörenin olanaklarına göre uzmanlaşılmıştır. Buralarda kara avcılığından ve toplayıcılığından önemli farklar gelişecektir. Öyle ki, toprağa değilse de belli bir toprak parçasına ilk yerleşmelerin, bitkilerin evcilleştirilmesinden, hatta yabanıl tahıl toplayıcılığından önce, bol balık ve öteki su ürünlerinin bulunduğu yerlerde görüldüğü ileri sürülmektedir.'' (..) ''..su avcılığının ve toplayıcılığının önemli bir yan ürünü ''su ulaştırması'' olup (gerek çeşitli kültürlerin etkileşmesi, gerek ileride pazar ekonomisinin gelişmesi bakımından) çok büyük etkileri olacaktır. İleriki sayfalarda incelenecek olan ''deniz imparatorlukları'' noktasına varacak gelişmenin bir ucu su avcılığı ve toplayıcılığına uzanır.'' (Sayfa: 153)
*
II. Kesim Notları, II.4/25: Somut bir iki örnek vermek gerekirse, Jean Guilanne ''İktidarın Keşfi'' Langarey ve başkaları, Dünyanın En Güzel Tarihi içinde, s. 97'de anılan Güney Afrika'da Klasies Irmağı'nın denizle buluştuğu yerde, bol martı, penguen ve (karaya vurmuş) balinanın yenip, midye toplanıp, ayı balıklarının kafalarına sopalarla vurularak öldürülmüş olmalarının saptanması ile, Valoch ''Archaeology of the Neanderthalers..'', History of Humanity, c.I, s. 111'de anılan (Kafkaslar'daki) Kudaro Mağarası'nda bulunan 26 bin kemik parçasından %75'inin sombalığı artıkları oluşunun, böyle yerleşmelerin kanıtı olarak yorumlanması gösterilebilir. (Sayfa: 211)
*
5. Bölüm
*
PALEOLİTİK KÜLTÜR
*
Eski Taş Çağı
*
Paleolitik kavramı
*
Paleolitik (Eski Taş Çağı) kavramı İnsanlık Tarihi'ne Kopenhag Müzesi yöneticisi C. J. Thomsen, tarafından (1836 yılında yayımlanan yapıtıyla) kazandırılmıştır. Kazandırdığı, bir kavramdan öte bir anlayıştır. Daha önce arkeolojik buluntular, müzelerde, araçların ya da malların türüne göre (örneğin silahlar birarada, kaplar birarada) sergileniyordu. Thomsen, evrimci bir tarih görüşüyle ve derin bir sezgiyle bunu değiştirdi. Buluntuları, yapıldıkları nesnelere göre sınıflandırıp sergiledi. Taş araçları biraraya, çömlek kapları biraraya, metal araç gereçleri biraraya getirdi. O zaman, en eski tarihlerde taştan yapılmış araçların, sonra balçıktan yapılmış kap kacağın ağır bastığı görüldü. En yakın tarihlerde ise metal araç gereçlerin kullanılmaya başlandığı daha iyi anlaşıldı. Daha doğrusu Thomsen, böyle bir kültürel evrim anlayışıyla onları böyle bir tarih sırasına koymuştu. Daha önceki kazılardaki buluntular kadar daha sonraki kazılarda bulunanlar da bu sıralamanın yanlış olmadığını ortaya koydu.'' (Sayfa: 157-158)
*
AŞAĞI PALEOLİTİK:
*
''Aşağı Paleolitik kültür, dünyanın ''Eski Dünya'' olarak bilinen (birbirine bitişik üç kıta olduğu için bazen ''Afro-Avrasya'' denen) Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarında yaşanmıştır. Avustralya ve Amerika kıtalarına insan, Orta Paleolitik kültür sırasında geçecektir.'' (Sayfa: 159-160)
*
II. Kesim Notları, 11.5/32: Villa, ''Europe.. Archaeology'' gene, s. 48 Veli Sevin, Anadolu Arkeolojisinin ABC'si, İstanbul, 1991, Simavi Yayınları, s. 8'dde, Türkiye'de Aşağı Paleolitik ile ilgili tek arkeolojik yerin zamanımızdan 400-500 binyıl öncesine tarihlenen katmanlarından tek bir insan dişi yanı sıra çakmaktaşı araçların bulunduğu İstanbul, Küçükçekmece Gölü kıyısındaki Yarımburgaz Mağarası olduğunu söylemektedir. Sayısı (kanıt oluşturma değeri bakımından) küçümsenebilir, ama diş olması küçümsenmemeli. Organik evrimin birçok halkası, türlerde çok tipik farklılıklar gösteren ve memeli iskeletinin zamana en dayanıklı olan bu organının buluntularına (güvenle) dayandırılmaktadır. (Sayfa: 212)
*
ORTA PALEOLİTİK:
*
''Orta Paleolitik (Orta Taş Çağı) uzmanlarca, zamanımızdan (ateşin denetimli kullanımının başladığı sanılan) 500 bin yıl öncesinden başlatılır.'' (..) ''Orta Taş Çağı topluluklarında gerçekleşen, araç sayılabilecek nitelikte önemli bir kültürel evrim de ateşin denetime alınışıdır. Denilebilir ki ''ateşin evcilleştirilmesi'' olayıdır. Ateş ile birlikte, Orta Paleolitik kalıntılar arasında az çok kalıcı sayılabilecek konutlarla karşılaşılır. Bu konutların bulunduğu yerler az çok kalıcı yerleşme yerleri kabul edilebilir.'' (Sayfa: 163)
*
Ateşin denetime alınması:
*
''Ateşin denetimli kullanılması demek olan ateş yakmanın ipuçları soğuk ülkelerde aranacaktır. Gerçekten, Orta Paleolitik'ten kalma böyle mağaralarda ve kamp yerlerinde, ateş yakmakta kullanılan Pirit (ottaş) kalıntıları bulunmuştur. Çin'de Çokutiyen Mağarası'nda ateşin bilinçli (av etini pişirme amaçlı) ve denetimli (ocaklarda) kullanımının ipuçları vardır. Söz konusu ipuçları bu işin, zamanımızdan 500 binyıl kadar önce (bir Homo erectus ırkı olan) Sinanthropus tarafından kotarıldığını gösteriyor. Bir başka soğuk kıta olan Avrupa'da ise, Fransa'daki Terra Amata Mağarası'ndaki yalın yer ocakları da Orta Paleolitik'ten (ZÖ 300 binyıl öncelerinden) kalmadır. Ve bu ocaklardaki yanmış kemik kalıntıları da ateşin (denetimli) kullanıldığını göstermektedir.'' (Sayfa: 164)


Venüsler:
*
''Yukarı Paleolitik topluluklarda Venüs yontucukları, nesneler dünyası ile simgeler dünyasını birleştiren halkayı oluşturmaktadır. Gravetiyen sanatta görülen şişman, analık organları abartılmış, böylece (belki) gebeliğin simgelendiği yontucuklar, varlıklarını daha sonraki Yukarı Paleolitik kültürlerde de sürdürmüşlerdir. Mezolitiğe de geçecek olan bu gelenekte Venüsler ''doğurganlık muskaları'' olarak kullanılmış görünürler. Böyle bir yorum, çağımızın ilkellerin davranışından (hatta günümüzün uygar toplumlarında bir türlü çocuk sahibi olamayan kimselerin inançlarından) destek görmektedir. Bu yorum, çocuk sahibi olabilme umudunu yatırlara bez bebek bırakmaya bağlamış kimselerin davranışlarının altındaki gerçekliği de yansıtmaktadır. Öyleyse Venüslerin büyü amacıyla yapıldıkları söylenebilir. Burada, bir sihir (büyü) işlemiyle ''sihirsel düşünüş'' biçiminin ilk örneklerinden biriyle karşı karşıyayız demektir.'' (Sayfa: 179)
*
Taşınmaz ''sanat'' yapıları: * ''..taşınır sanat nesnelerinde hayvanlar kadar insanlar (kadınlar) işlenmişken taşınmaz sanatta insanın ender görülmesine ne demeli.? Bugüne dek ortaya çıkarılabilmiş tüm (350) sığınak ve mağara arkeolojik yerlerindeki onbinlerce şekilden (yirmisi eksiksiz olmak üzere) ancak yüz kadar (cinsiyeti çoğu örnekte belirsiz insan resmi ayrımlanabilmiştir.'' (Sayfa: 182) * Mağara ve kaya gravür resimleri:


''Rusya'nın Avrupa-Asya sınırındaki Kapova Mağarası'nda mamuti at ve gergedan çizilmiş. Fransa'daki Lascaux Mağarası'nın en eski resimleri 17 binyıllıktır. En güzellerinin 15 binyıllık olduğu söyleniyor. Boğa, at, geyik resimleriyle burası (Chauvet Mağarası'nın 1994'te bulunuşuna dek) mağaraların en bezenmişiydi. Lascaux'da [''Lasko'' okunur] resimler yanı sıra taş, kemik nesneler, örneğin mızrak fırlatıcısı bulunmuştu. Gene Fransa'da (Ane bölgesindeki) Tuc d'Audoubert [Tuk d'Odobe okunur] yerinde, zamanımızdan 15 binyıl önce yapılmış resimler sergilenmektedir. Neresinde.? Mağaranın girişinden kilometrelerce içerisinde.! Duvarında kayalara yaslanmış gibi duran iki bizon. Yerde, çocukların bıraktıkları yalınayak izleri ve balçık yontucuklar. Fransa'nın sınırları içindeki bir başka resimli mağara, Niaux [Nio okunur]. Resimlerinin 13 binyıl öncesinden kalma olduğu sanılıyor. ''Kara Salon'' adı verilen yerdeki at ve bizon resimlerinin görülebilmesi için meşaleyle 1 km gidilmesi gerekmiş. Bu ''salonda'' bir de bizon-insan karşımı bir şekil var. Benzeri bir resim (Fransa'da) ''Trois-Freres [Troa-Frer okunur] büyücüsü'' olarak adlandırılan 30 cm yükseklikte kaya gravüründe görülüp Magdalenyen kültür ürünü sayılmaktadır.''(Sayfa: 182-183) * II Kesim notları, 4. Bölüm, II.5/ 86: Söz konusu resim için bak, Bandi, ''The Origins of Art'', ''History of Humanity, c. I, s. 187 ve öteki birçok kaynak. Bu resim, İnsanlık Tarihinde Yukarı Paleolitik toplulukların rekonstrüksiyonunda yararlanılan çeşitli öğeleriyle (hayvan insan karışımı oluşu, bacakları arasından fırlamış erkeklik organının görünüşü, elinde yay ya da müzik aracı olabilecek bir nesneyi tutuşu gibi özellikleriyle) büyük önem taşımaktadır. Aynı mağaradan ''Büyücü'' diye adlandırılan, geyik boynuzlu, erkeklik organları bacakları arasından kuyruğuna doğru fırlamış, insan ayaklı, yarı dikilir durumda insan-hayvan karışımı resim için bak. Lewin, Modern İnsanın Kökeni, s. 199 ve başka birçok kaynak. (Sayfa: 218)


''İspanya'daki Altamira Mağarası 1879'da, amatör bir arkeoloğun kızı tarafından bulunmuş. Önceleri, Picasso'nun resimlerini anıştıran çizgileri nedeniyle, yakın tarihlerde uçuk biri tarafından çizildiği sanılmış. Sonra, 12 binyıl öncesinden kaldığı anlaşılınca, coşku ve sansasyon yaratmış. İçinde 25 bizon, 3 erkek yabandomuzu, 3 dişi geyik ve 1 kurt; sarı, siyah, yeşil renklerle boyanmış. Şenlikli ve renkli bir mağara.!
Bu ''tipik'' denebilecek mağara sanatı örnekleri bulunan mağaraların dışında, çeşitli bakımlardan sıradışı özellikleri olan şu mağaralara bakın: Perch-Merle [Perş-Merl] mağarasında, at resimleri yanı sıra negatif el baskıları bulunmaktadır. Bunların, ağza sulu boya ya da yağlı boya alınıp elin üstüne püskürtülmesiyle oluşturuldukları anlaşılıyor. Fransız Pyrene Dağları'ndaki Gargas Mağarası içindeyse böyle 200 el izi saptanmış. İzlerin birçoğunda birkaç parmak eksik.! Bu durum taş araç yontuculuğunun ve avcılığın gerçeğini yansıtıyor olabilir. Ama Avustralya Yerlileri'nde saptanan (yiten her bir yakının anısına parmaklardan bir kıvrım uçurmanın (ampütasyonun) ürünü olmaları olasılığı da var. Aynı mağaradan Venüs'lerin ele geçirilmiş olması, onu kullanan topluluğun oldukça yoğun bir tinsel kültüre sahip olduğunu gösteriyor.
Pozitif ve negatif el izleriyle, Avrupa Yukarı Paleolitik topluluklarının konakladıkları yerler dışında, dünyanın çeşitli bölgelerinde karşılaşılıyor. Avrupa'dakilerle hiçbir fiziksel ya da kültürel bağlantısı düşünülemeyecek bir yerdeki, Arjantin'in Santa Cruz bölgesindeki Rio Punturas resimleri bunlardan biri.
Güney Afrika'da Klasies Irmağı'nın denize ulaştığı koyda su altından girilen Cosquer Mağarası resimleri zamanımızdan 25 binyıl ile 17 binyıl arasına yerleştiriliyor. En eski resmin ise 31 binyıllık olduğu saptanmış. Bunun anlamı Yukarı Paleolitik kültürün ilk temsilcilerinin Avrupa'da değil Afrika'da ortaya çıkmış olabileceğidir. Cosquer Mağarası'nın resimlerinin denizaltı faunasını (deniz hayvanlarını) göstermesi kara avcılığı ve toplayıcılığı ile su avcılığı ve toplayıcılığının maddesel kültürlerindeki farkın simgesel kültürlerindeki yansımasıdır. Bu mağaranın resimleri içinde en çarpıcı olanı (çoğu mağara resimlerinde yansıtılan, genellikle hayvana yönelik şiddeti değil) insanın insana yönelik şiddetini yansıtanı: Ölümüne yol açan silahlarla birlikte gösterilmiş vurulmuş bir insan resmi.! (Sayfa: 183-184)


Müzik, dans ve mitos:
*
''..derinin altına çizilip boyanması tekniği olan döğmelerin somut kanıtını da Neolitik'ten (ileride ele alınacak olan, Tiroller'de 4-5 binyıl önce donarak buzul içinde zamanımıza kalabilmiş ''Ötzi'' olarak adlandırılan buluntudan) elde etmiş bulunuyoruz.'' Bu göreneğin geçmişinin de Aşağı Paleolitik'e kadar dayanmış olabileceği düşünülebilir.'' (Sayfa: 185)


Yukarı Paleolitik ''sanat'' yorumları:
*
''Mağara sanatı'' buluntularının, en güzellerinin en son yapılanlar olacağı (evrimci bakışla) düşünülmüştü. Bu görüşün ışığında, bu görüşü destekleyen tarihlemeler yapılmıştı. Resimle buna göre kronolojik bir sıraya sokulmuştu. Buna uygun yorumlar geliştirilmişti. Derken, 1994'te bulunan bir mağaranın resimleri, o zaman dek geliştirilen yorumları altüst etti.
Güney Fransa'nın Ardeche Geçiti'nde bulunan bu mağaraya bulucusunun adı verildi: Chauvet Mağarası. Chauvet'te [Şove okunur] gravür olarak kazınmış, kırmızı toprak boyası ile boyanmış ya da odun kömürü ile çizilmiş 300'den fazla resim durmaktaydı. Gösterilen hayvanların arasında gergedan, panter, aslan, yaban mandası (buffalo) ve geyik vardı. Ki bu hayvanlardan bazıları öteki Avrupa mağaralarındakiler arasında görülmeyen türlerdi. Bazıları ise o yörenin yerlisi değildi. Bu, oldukça yadırganacak bir durumdu. Daha şaşırtıcısı, bazılarının çiziliş tarihleri (resimlerden alınıp çözümlenen boya örneklerine göre) zamanımızdan 31 binyıl kadar gerilere gidiyordu. Uzmanlarına göre bunlar ''yalnızca en güzel değil, bilinen en eski resimler'' idi. En yenisi 13 binyıl önce yapılmıştı.
Bu durum, ünlü sanat eleştirmeni John Berger'i, Paleolitik sanatın kaba biçimlerinden incelmiş biçimlerine doğru geliştiği görüşünden kuşkulanmaya götürdü. Onu ''sanat kaba biçimleriyle başlamadı.. İlk resimlerin ve gravürlerin gözleri, elleri sonra çizileceklerinki kadar inceydi. Sanatta da başında incelik vardı'' görüşüne getirdi.'' (Sayfa: 185)
*
Koşut evrim yasası:
*
''Eski Dünya ile Yeni Dünya toplulukları, aynı kültür noktasındayken Yeni Dünya'ya göçle birbirlerinden kopmuşlardı. Bundan sonra bağlantılarının (İS onbeşinci yüzyılda) yeniden kurulmasına dek, birbirlerinden en az 15-20 binyıllık yalıtlanmışlık süresi yaşandı. Bu süre içinde her iki dünyada görülen gelişmelerden kültürel evrim adına çıkarılabilecek sonuçlar bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, ortak anaatalardan gelen aynı organik ve kültürel evrim düzeylerinde bulunan insan ırklarının ve topluluklarının, benzer koşullarda, benzer sorunlara (coğrafyaları farklı bile olsa) benzer çözümler üretebilmeleridir.(..) Benzer sorunlara, benzer kültürel birikimlerinin sınırları içinde (her zaman aynı çözümler değilse de) benzer çözümler bulabilmişlerdir. Aynı çözümler üretememelerinin nedeni (belki) çevrelerinin aynı olmayıp benzer olmasıdır. Bunun sonucu olarak, benzer kültürel evrim evrelerinden geçmeleridir.
Bu gerçeğin en güzel örneği ''konuşma'' olsa gerek. Konuşma dili, her iki dünyada, benzeri (organik evrim (?) ve) kültürel birikimler sonrasında, birbirinden bağımsız olarak gelişmiştir. Bu gerçek aynı zamanda, insanların Yeni Dünya'ya geçmeden önceki tarihlerde bir konuşma diline sahip olmadıklarını göstermektedir. Yeni Dünya topluluklarının dillerinden hiçbiri Eski Dünya dillerinin hiçbirine benzememektedir.'' (Sayfa: 194-195)
*
Avcılık ve toplayıcılık evresi:
*
''Yeni Dünya'da da, bitkilerin evcilleştirilmesi yolunda (Eski Dünya'dan iki üç binyıl sonra da olsa) ilk adımların atıldığı görülür. Bunun kanıtı; ''öğütme taşları'' (el değirmenleri) ile (bataklıklarda çürümeden zamanımıza kalabilmiş) ''dikeleç sopaları'' (İng. digging stick) denen araçların varlığıdır.'' (Sayfa: 197)
*
Analoji mantığı:
*
II. Kesim, 5. Bölüm Notları, II.5/120:
*
''Antropolog F. Sagard, Kuzey Amerika Yerlileri'ne Fransa'da bulunan bir hayvan türünün (tavşanın) orada da bulunup bulunmadığını sorabilmek için, yakılan ateşin ışığından yararlanıp, duvara tavşanın başını ve uzun kulaklarını andıran gölgeler düşürmeye çalışır. Yerliler, ertesi gün (rastlantı ya bu) her zamankinden fala balık tutarlar. Bunun üzerine Sagard'dan her balığa çıkışlarının öncesinde ayı şeyi yapmasını isterler.'' (Sayfa: 222)
*
Simgeyi etkileyerek nesneyi etkileme umudu:
*
''Örneğin çağımızın ilkellerinde (bazen uygarlıklarında.!) görüldüğü gibi, tarihsel ilkel topluluğun insanı da, gücü, kendisini yok etmeye yetmediği düşmanının (bezden ya da tahtadan yapılmış) bir simgesine iğne batırarak, çivi çakarak) onu yok edebileceğini umabilecektir. ''Düşmana diş geçiremeyen kuklasına şiş geçirir.''..'' (Sayfa: 204)
*
II. Kesim, 5. Bölüm Notları, II.5/128
*
Bize mantıksız, tutarsız görünen bazı düşünceler, ilkel topluluğun insanının kafasını rahatsız etmemiş olsa gerek. Nasıl ki benzeri tutarsızlıklar uygar toplumun kitlelerini rahatsız etmeyebiliyorlarsa. Çünkü mantıksal tutarlılık, uygar toplumun (bile) eğilimlerinde soyut düşünme alışkanlığı kazandırılmış kesimlerinin tasasıdır. Çağımızın kitle toplumunun insanında (bile)mantıksal tutarlılık tasası geliştirilmemiş olabiliyor, köreltilmiş bulunabiliyor. Çünkü o, içinde yaşadığı somut durumlara göre düşünmektedir. Kendi kültürümüzden örneklendirirsek, çevresindeki insanlar kendisi gibi ''Türk'' olduklarını söylüyorlarsa ve ''Müslüman'' olduklarına inanıyorlarsa, hem İslamlığı hem Türkçülüğü savunmada bir tutarsızlık görmeyebilmektedirler. Bu yüzden ''Türk-İslam'' sentezi kitlelerde yankı bulabilip yandaş toplayabilmektedir. Türlük ile İslamlık, ırkçılık ile ümmetçilik arasındaki (kuramsal) zıtlığı, çelişkiyi göremeyebilmektedirler. (Sayfa: 223)
*
III. Kesim
*
İLKEL TOPLULUKTAN UYGAR TOPLUMA GEÇİŞ
*
6. Bölüm
*
MEZOLİTİK KÜLTÜR
*
Soyutta ve Somutta Mezolitik Kültür:
*
''Dördüncü Buzul Çağı'nın sona erişini izleyen binyılların oluşturduğu katmanlarda, önceki katmanlardakinden farklı araçlarla karşılaşılmaktadır. Bunlar çoğunlukla, öncekilere göre daha küçük, sonrakilere göre ise daha cilalanmış araçlardır. Öyle ki bu küçülme, önceleri insanlığın kültürel evriminde görülen bir gerilemenin belirtisi olarak görülmüştü.
''Minitaşlar'' (mikrolitler) denen bu araçların bir gerilemenin değil, ilerlemenin kanıtları oldukları sonra anlaşıldı. Çünkü bunların çoğu, tek başlarına araç değil, birleşik (kompozit) araçların parçalarıydı. Gerçekten minitaşlar, ok uçları, devşirme bıçağı dişleri gibi birkaç parçadan oluşan araçların, sapları çürüyünce geriye kalmış bölümleriydi. Dolayısıyla maddesel kültürde bir gerilemenin değil, olsa olsa bir ilerlemenin belirtileriydi.'' (Sayfa: 228)
*
İklim değişikliklerinin etkisi:
*
''Dördüncü Buzul Çağı (Würm) sona erince çevresel koşullarda köklü değişiklikler doğdu. Avrasya'da buzulların çekildikleri yerlere ormanlar yerleşti. Otlaklar yok olunca buzul eteği bozkırlarının ve tundralarının iri memeli faunasının bir bölümü de yok oldu. Bir bölümü buzullarla birlikte kuzeye çekildi. Onlarla birlikte yöre homanasının geçim ve yaşayış biçiminde değişmelerin görülmesi kaçınılmaz bir sonuçtu.
Kuzeye çekilen otçul sürülerini izleyen topluluklar, günümüze dek uzanan kültürlerin kurucuları oldular. Deniz avcısı İnuitlerin (Eskimoların) kara avcısı (Sibirya) Yakut Türkleri ve Tunguzlar ile yarı evcil yarı yabanıl rengeyiği sürüleri güdücüsü Laplar'ın anaatalarını oluşturdular.
İklimdeki keskin değişmeye, Avrasya ormanlarının kuzeyinde böyle bir kültürel yanıt (tepki) gösterilmiştir. Orman kuşağının güneyinde kalan bölgede farklı bir iklim ve çevre oluştu. Buralardaki toplulukların tepkisi de farklı oldu. Büyük sürek avından küçük ava geçildi. Yay ile (iri kuş avcılığını da içeren) orman avcılığı ve balıkçılık ağırlıklı avcı ve toplayıcı kültürler geliştirildi.
Daha güneyde, Ortadoğu'da ise, buzulların Karadeniz'in üzerine çekilmiş olması, erimelerinden beslenen suların ırmaklarca Karadeniz'de tükenmesine yol açtı. Bir zamanlar Anadolu'ya kadar inen buzulların çekildiği yerlerde ve daha güneyde (kuzeye) görece kurak ve çorak bir iklim ve çevre gelişti. Yoğun ve yüksek otlu tundralar, ormanlar yerine, kuraklık koşullarında yaşam çemberini bir yılda tamamlayıp, tohumunu (gelecek yıla filizlenmek üzere) toprağa atabilen bitki türlerinin (ötekiler zararına) açılım gösterdiği bozkırlar belirdi. Floradaki (bitki tür ve varlığındaki) bu değişikliklere koşut olarak, fauna (hayvan türlerinde ve sayılarında) da değişmeler gerçekleşti. İri memeliler yerine, kısa yabanıl otlarla beslenebilen (yabanıl koyun, yabanıl keçi, ceylan gibi) türlerin sürüleri ortalığı kapladı.
Yörenin homonası, floradaki ve faunadaki bu değişikliklere kendini uyarladı. Önce (olasılıkla) küçük baş hayvan avcılığının ağır bastığı bir avcı ve toplayıcı yaşayış biçimine geçildi. Sonra, yabanıl tahılların daha güvenilir bir besin kaynağı oluşturduğu anlaşıldı. Bu anlaşılınca, toplayıcılığın ağır bastığı bir avcı ve toplayıcı yaşam başlatıldı. Böylece ileride (Neolitik'te) bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesine varacak yola girilmiş oldu.'' (Sayfa: 228-229)
*
Minitaşlar ve birleşik araçlar:
*
''..uygar toplum döneminde Sümerler'in (kendilerini göçebe barbar Samiler'den ayırt etmek için olmalı) ustura kadar keskin, jilet kadar küçük obsidyen yongası minitaşlarla tıraş olduklarını biliyoruz.'' (Sayfa: 230)
*
Yay ve torna:
*
''Yayın bir kullanımı da ''barışçı teknoloji'' alanında oldu. Belki bir rastlantı sonucunda yay ve okla sert nesneleri, kırmadan ve el tornasından daha etkili delik açabildiği anlaşılmış olmalı. Bunun için, bildiğimiz okun çomağı bildiğimiz yayın kirişinin çevresinde bir iki kez dolanacak biçimde sarılıyordu. Sonra ok, bir (sol) elle dibine yerleştirilen ortası oyuk bir yarı küre biçimli nesneyle bastırılırken, yere yatay tutulan yay öteki elle, sağa sola hareket ettiriliyordu. Böylece ekseni değişmeden ve hızla dönebilen okla üzerinden bastırmanın da etkisiyle, ucundaki ince sivri taş ''uç''un döner hareketiyle istenen nesnede düzgün delikler açılabiliyordu. Bu buluş (parçaları hareketli birleşik araç anlamında) ''insanlığın ilk makinesi'' sayılabilecek önemdedir.'' (Sayfa: 230)
*
Yayın artıları eksileri:
*
''..yay, doğada hiçbir zaman yan yana ve birleşmiş durumda bulunmayan iki (okun taş ucu ve yayın kirişi de düşünülecek olursa dört) nesneyi birleştiren ''yaratıcı düşünüş'' ürünü bir birleşik (''kompozit araç'') araç örneğidir. Gerçekten yay ile bir araç, doğa taklit edilerek değil, denebilir ki yoktan yaratılmıştır.'' (..)
Öte yandan, yaya barışçı bir etik açısından bakılırsa, etkili bir av aracı olduğu kadar etkili bir savaş silahı olmaya aday durumu unutulmamalıdır. (..) Veceteryan etiği açısından ise, mertlik, tüfeğin icadından çok önce, yayın icadı ile bozulmuştur denebilir.'' (Sayfa: 231)
*
İnsanlığın ilk canlı aracı: köpeğin evcilleşmesi:
*
''Evcil ve yabanıl kurtların fosillerinin ve kemiklerinin karşılaştırılması, kurdun (Yeni Dünya'da evrimleşip) Eski Dünya'da Mezolitik'te evcilleştiği sonucuna götürüyor. Bazı kurt ırklarının evcilleşerek, insanın ilk evcil hayvanı durumuna gelip, zamanla uysal köpeğe dönüştüğü biliniyor. Burada yaygın iki yanlışa da değinilmeli. Evcilleşen, köpek değil, evcilleşmiş ırklarına ''köpek'' (Canis familiaris) denecek olan ''kurt'' (Canis lupus) türüdür. Ayrıca kurt evcilleştirilmemiş, kendi evcilleşmiştir.'' (Sayfa: 233)
*
III. Kesim Notları, III.6/19:
*
''Son Buzul Çağı'nda Anadolu'nun göbeğinde megafaunanın yaşadığının arkeolojik kanıtı olarak, Ankara'daki Tabiat Tarihi Müzesi'ndeki, bulunduğu yerden gidilerek ''Maraş fili'' denen fosili (ve ötekilerini) görmek için bir müze gezisi yeter.! (Bugün eğer bu müzenin yerinde yeller esmiyorsa.)'' (Sayfa: 310)
*
Natuflu kültür:
*
''Natuf kültürlü köylerin, zamanımıza yuvarlak planlı temelleri kalmış kulübelerin köşelerinde ''tahıl çukurları'' ve ''ocaklar'' vardı. Mezra, köy çapında geniş barınak topluluklarının yakınlarında, oldukça geniş gömü yerlerinin varlığı ortaya çıkarıldı. Gömülerde, arkeologlarca ''gömü armağanı'' olarak adlandırılan kişisel süs eşyalarıyla da karşılaşıldı. Ayrıca armağanlar arasında nicelik ve nitelik farkları saptandı. Bunlar, özel sahipliğin (mülkiyetin) ve toplumsal sıradüzeninin (hiyerarşinin) başladığını gösteren ipuçları olarak yorumlandı.
Ancak ne evlerin ne gömülerin kalıntıları arasında çömlek kırıklarıyla karşılaşıldı. Öte yandan, Paleolitiğin (avcı topluluklarının) hayvan yontucukları geleneği varlığını Natuflu kültürde de sürdürüyordu.
Natuf kültürlü köyleri temsil eden (Filistin'deki) Eynan Mallaha yerinde, 4 m - 9 m arası değişen çaplarda iyi yapılmış evlerin bulunduğu bir temel kamp ortaya çıkarıldı. Böyle kamp yerleri, sayıları elliyi bulabilen evlerden kuruluyordu. Yanlarında geniş mezarlıklar bulunuyordu. Fırat kıyısındaki (Suriye içindeki) Mureybet (Mezolitik) köyü de Natuf kültürlü olup yuvarlak temelli küçük evlerden oluşuyordu.'' (Sayfa: 244)
*
7. Bölüm
*
NEOLİTİK DEVRİM
*
Neolitik devrim kavramı:
*
''Söz konusu geçiş, üretimle sınırlı kalmamıştı. Toprağa yerleşme, mülkiyet, toplumsal artı üretme gücü, nüfus artışı, katmanlaşma, hatta savaş gibi sonuçları da birliğinde getirmişti. Geçim biçiminde görülen bir yenilik, tüm bu sonuçlarıyla ''yaşayış biçimi'' üzerinde geniş çaplı ve derin değişikliklere yol açmıştı. Giderek, ileride ilkel topluluktan uygar topluma geçilmesini sağlayacak yolları döşemişti. Bu yüzden Neolitik, sıradan değil ''devrimci'' bir çağdı. Neolitik döneme görülen değişiklikler, kültürel evrimin sıradan ürünlerinden öte, bir ''devrim'' niteliğindeydi. Dolayısıla (Childe'a göre) ''Neolitik Devrim'' adını hak etmekteydi.'' (Sayfa: 247)
*
Üretime geçilmesinde kadının rolü:
*
''Kadınların bitkiler hakkında sorun çözücü düşünüş olanakları, erkeklerinkini aşacaktır. Gerek rastlantı, gerek yordamlama ürünü çözümleri, kadın kültürü ile kuşaktan kuşağa geçirilecektir. Böyle bir kültürel temel onları bitkiler konusunda uyanık kılacaktır. Kadınların bitkiler dünyası üzerinde odaklaşan ilgileri (erkeklerin gözünden kaçan) bazı olguların gözlerinden kaçmamasını sağlayacaktır. Bunlardan biri, sulak yerlerde yabanıl tahılların daha iyi gelişmeleridir. Bir başkası, tahılların kamp yerlerindeki çöplüklere (kazayla) döküldüklerinde hızla filizlenmeleridir. Böyle dökülenlerin, doğal bölgelerindeki otlardan daha önce, daha iyi gelişmeleridir. (..) Onların kafalarında, yabanıl tahılları böyle yerlere taşıma düşüncesi çakabilecektir.
Bitkilerle ilgili bütün bu deneyim, gözlem, bilgi birikimi sonunda kadınlar, devşirdikleri yabanıl tahılların bir bölümünü, sulak ve gübrelik yerlere serpiştirdiklerinde, insanlığı üretime geçiren ilk adımı atmış oldular.'' (Sayfa: 250)
*
Ön tarım:
*
''Tahılların evcil türlerinin saptanması (DNA çözümlemelerinden önce) morfolojilerine (biçimlerine) göre yapılmaktaydı. Evcil türler (iri taneli başakların tohumluk olarak ayrılması göreneğinden dolayı) yabanıllardan genellikle daha iri olmalarına bakılarak ayırt ediliyordu. Böyle ''seçici üretme'', özellikle de sulama, genetik yapılarda (zamanla) mutasyona yol açacak, evcil türleri yaratacaktır.'' (Sayfa: 252)
*
Tahılların evcilleştirilmesi:
*
''Taneleri inatçı kapçıklarından ayırmanın bir başka yolu bulunmuştur: demetleri ya da başkaları suya bastırmak. Bu, suyu emen tanelerin şişerek kapçıklarını çatlatıp kolayca ayrılmalarını sağlamıştır. Dahası, bu işlemin bir yan ürününün anaatalarımızın gözünden kaçmadığı anlaşılıyor. Su emen tanede, sıcaklık da yoğunsa, cücük (embriyon) canlanıp filizlenme (germinasyon) başlar. Bu sırada tanedeki karbonhidrat dönüşüp ''malt şekeri'' oluşur. Şekere ulaşan ya da bulaşan maya bakterileri, onu tüketirken alkol oluştururlar. İlk tarımcı topluluklar, biyokimyasal temelde bu olup bitenlerden bilgili değillerdi. Ama suya batırılan başaklar ya da taneler bekletildiğinde kendilerini ''bir hoş'' eden besinin oluştuğunu (herhalde) yordamlamayla kavradılar. Alkol ile böyle tanışmış olmalılar. Aslında bozuk ve zehirli bir besin olan alkol, insanlığın kanına, kimilerine göre kültürüne böyle girmiş olsa gerek.!'' (Sayfa: 253)
*
Küçük sulama tarımı:
*
''..küçük sulama tarımı (insanlığın ilk uygar topluluklarının kurulmasında büyük rolü olduğunu göreceğimiz) büyük sulama tarımına esin kaynağı olmuştur. Ve bir görüşe göre, ''ekmeklik buğday'' ırkı, sulamanın yol açtığı mutasyonun ürünüdür.'' (Sayfa: 261)
*
Büyük sulama tarımı
*
Saban tarımı ile birlikte gelişecek olan büyük sulama tarımı (uygar toplum incelenirken görüleceği gibi) toplumun altyapısında ve üstyapısında devrimci değişikliklere yol açacaktır. Kısacası, insanlığın uygar topluma geçişinde (fetih yanı sıra) başrollerden birini oynayacaktır. Kanal açma, set kurma, baraj yapma gibi su denetleme bayındırlık işlerini başlatacaktır. Bu tür etkinlikler ise, yöneticiliğinde uzmanlaşmayı gerektirecektir. İşlerin yönetimi, bu işlerde çalışan büyük emekçi ordularının da yönetilmesini, yani insan yönetimini getirecektir. Toplumda yöneten-yönetilen siyasal farklılaşması iyice yerleşecektir. Kamu yöneticisi kadrolarının oluşması ve kamu yönetiminin kurumlaşmasıyla ''devlet'' ortaya çıkacaktır. Devletsiz topluluklardan devletli toplumlara geçilecektir. Büyük sulama tarımının sahiplik (mülkiyet) ve savaş gibi öteki alanlardaki etkileri üzerinde yeri geldikçe (ileride) durulacak. (Sayfa: 263-264)
*
Kölelik:
*
''Toprağa yerleşmenin (uzak gelecekte görülecek) bir sonucu köleliğin nesnel koşullarını hazırlamasıdır. Söz konusu koşullardan biri, emeğin, emekçiyi beslemekten öte bir ''artı ürün'' üretebilecek verimlilik düzeyine ulaştırmasıdır. Ötekisi, emekçinin, uzmanlaştığı işi, emek döktüğü toprağı bırakıp kaçamayacak duruma gelmesidir.'' (Sayfa: 266-267)
*
Nüfus Artışı:
*
''Toprağa yerleşmenin bir başka sonucu, kendisini nüfus artışında göstermiştir. Avcılık ve toplayıcılık sırasında, her türlü doğa gücünün saldırısına açık topluluklarda ölüm oranları yüksekti. Göçer topluluklarda, ister doğanın etkisiyle ister insanların istencinin sonucunda olsun, fazla mal kadar fazla çocuk da taşınacak yük oluyordu. Bu yüzden ikisi de sınırlı tutuluyordu.
Toprağa yerleşmeyle çocuklar yük olmaktan çıkmıştır. Hatta ailelerin ve de topluluğun emek gücünü artıran olumlu etmen durumuna gelmiştir. Doğan her çocuk üretimde ve savunmada kolektif emeğe katkıda bulunacak yeni bir çift el olarak görülmeye başlanmıştır. Tarımsal ailelerde çok çocukluğun, hatta geniş aile geleneğinin temelinde yatan olgu budur.'' (Sayfa: 267)
*
Yurt:
*
''..bir toprak parçasını tarıma açmak, sanıldığı gibi aynı yıl içinde ondan, dökülen emeğe değecek bir ürün alınabileceği anlamına gelmez. Onun iyi bir ürün verebilecek duruma getirilmesi (yabanotlarının kökünden kurutulması, iri taşlardan arındırılması, düzleştirilmesi, çitlenmesi gibi işler) yılları alabilir. Dolayısıyla çiftçi, karşılaştığı ilk zorlamada tarlalarından ayrılmak istemeyecektir. Büyük bir zorlanmada, yeni toprakları tarıma açmanın güçlüğünü, bu ara aç kalma tehlikesini düşünerek, toprağını bırakmamakta, onu korumakta direnecektir. Kısacası toprağı ''yurt'' edinecektir.
İnsan ile toprak arasındaki bu ilişki devletli toplumların ''ülke'' ve ''vatan'' kavramlarının tohumunu oluşturacaktır. İnsan ile toprak arasındaki akılsal olduğu kadar duygusal olan bu bağ, zamanı gelince politikacılarca, ülke topraklarını savunma kadar genişletme amaçları için iyiye de, kötüye de kullanılabilecektir.'' (Sayfa: 269)
*
Kan bağından yer bağına geçiş:
*
''Toprağa yerleşmenin ilk biçimi olan köy topluluklarında, genellikle aynı soydan geldikleri (aynı anaataların çocukları, torunları oldukları) için ''kan bağı'' duyguları ve değerleri sürer. Ancak onun yanı sıra ''yer bağı'' da insanları birbirine, kişiyi topluluğuna bağlayan yeni bir bağ olarak işe karışır. Bu ikili bağ, köylerde günümüze kadar sürmüştür.
Göçebe çoban topluluklarında kan bağı pekişerek sürecek, babasoy çizgisi biçimini alacak, ''ata'' kavramı gelişecektir. Yer bağı ise gelişemeyecektir.
Uygarlığa geçişte, kentlerde kan bağı önemini yitirmeye başlayacaktır. Yer bağı öne çıkacaktır. Eski Yunan'da ''polis'', günümüzde ''hemşerilik'' bağları bu olgunun göstergeleridir. Bir başka gösterge, göçer toplulukların üyelerine hangi soydan, hangi boydan, hangi aşiretten olduğu sorulurken, yerleşik toplulukların üyelerine daha çok ''nerelisin hemşerim.?'' sorusunun yöneltilmesidir. Günümüzde ''toplumsal kimlik'' denen konum ve bilinç, biraz da bu sorularla ve bu sorulara verilen yanıtlarla öğrenilmekte, öğretilmektedir.'' (Sayfa: 270-271)
*
NEOLİTİK ZANAATLAR
*
''Bitkisel ve hayvansal besin üretimine geçiş, Neolitik köylerin ev ekonomisinde, bazı zanaatların geliştirilmesini gerektirmiştir. Köy topluluğu içinde gelişen ''Neolitik zanaatlar'' içinde ''ekmekçilik'' başta gelir. Çömlekçilik ve örücülük onu izlemiştir. Her üçü de kadınlarca başlatılıp yürütülmüş görünür.'' (Sayfa: 271)
*
Çömlekçilik ve yapıcılık:
*
''Çömlekçilik zanaatının uzun ve ilginç bir gelişme öyküsü vardır. Ama bizi burada ilgilendiren onun (çağımız ilkel topluluklarından yapılan analojiye dayanarak) Neolitik'te bir ev zanaatı olarak kadınlarca bulunup yürütülmüş olmasıdır. Çömlekçilik ancak uygarlıkta, öteki birkaç ev zanaatı ile birlikte uzaman zanaatçıların işi durumuna gelip erkeklerin eline geçecektir.'' (Sayfa: 272)
*
Örme ve dokuma zanaatları:
*
''Bitkilerin ve hayvanların Neolitik'te evcilleştirilmesi, örmeciliğe, keten, pamuk ve yün lifleriyle, yeni bir ivme kazandıracaktır. Örme, giderek ''örmenin makineleştirilmesi'' olan dokuma Neolitik ev zanaatları olarak görünür. İkisi de kadının tekelindedir. Örgü, insanın yaratıcılığının, kadınlar kanalıyla pratik ve estetik amaçları uzlaştırarak kendini sergilediği uçsuz bucaksız bir üretici etkinlik alanı olacaktır. Bir ev zanaatı olarak Neolitik'ten uygar topluma geçip zamanımıza dek süren engin bir kültürel birikim ve kültürel kalıt oluşturacaktır. Kadınların dokuma değilse de örme zanaatı üzerindeki tekelleri bugün de sürmektedir.'' (Sayfa: 272-273)
*
Ticaretin ve profesyonel zanaatların tohumları:
*
''Neolitik zanaatlar, ev zanaatları olarak kaldıkları sürece topluluğun yapısında bir farklılaşma yaratmayacaktır. Topluluk üyeleri arası ilişkilerde eşitsizliğe yol açmayacaktır. Ama Neolitik zanaatların çoğu, uygar toplum döneminde erkeklerin eline geçince, durum değişecektir. Kasabalarda, kentlerde ortaya çıkan uzaman (profesyonel) erkek zanaatçılar, zanaatların tarımdan farklılaşması olgusunun yaratıcıları olacaklardır. Çiftçilerce üretilen artı ürün ile beslenen katmanlardan biri olarak toplumda tacirler ve zanaatçılar boy gösterecektir.'' (..) ''Örneğin tarımla ilgili araçların yapımında kullanılan çakmaktaşı, obsidyen trafiği, Van Gölü kıyısındaki Süphan volkanik bölgesinden obsidyen götürülüp, Filistin bölgesindeki kaliteli çakmaktaşının Jericho'dan getirildiği 2.000 kilometrelik bir ticaret yolu oluşmuştur.'' (Sayfa: 273)
*
Dayıcılık evresinde vergi:
*
''..savaş gücü üstün bir göçebe çoban topluluk köyün yanına, hatta içine zorla yerleşebilecektir. Bir fetih eylemi ile birlikte böyle bir yerleşmeye ''fetih ve çöreklenme'' denmesini önermekteyim. Bunun sonucunda haraç alan ile veren aynı topraklar üzerinde yerleşik yaşam sürdürmeye başlarlarsa haracın niteliği değişir. Ona göğsümüzü gere gere ''vergi'' diyebiliriz. Çünkü onu alanlar, karşılığında, gerçek ya da göstermelik bazı görevler üstlenip bazı hizmetlerde bulunmaktan kaçınmayacak konuma girmişlerdir. Düzenli olarak vergi almaya başlayanların altın yumurtlayan tavuğu daha iyi korumakta çıkarları vardır. Bunda başarılı olamamaları, artık kendi sağlık ve varlıklarına da zarar verebilecektir. Yerleşip yönetici egemen katman durumuna gelmiş (eski göçebe) topluluk, kendini ora halkındanmış gibi görecektir. Böylece onlara (hem koruma hem de susturup pusturma anlamında) ''dayılık edecektir''. Egemen topluluğun bu erki daha sonra, kişisellikten uzaklaştırılıp kurumlaştırılarak ''devlet baba'' yaratılacaktır.
Göçebe çoban ile yerleşik çiftçi oyununda son perde de oynanmıştır. Talan ile başlayan öykü, yağma, haraç evrelerinden geçip vergi aşamasına ulaşmıştır.'' (Sayfa: 182)
*
Fetih, çöreklenme, toplumsal artı aktarımı:
*
''Aynı işi birkaç kez yineledikten sonra insan, o işi daha az çaba ile, daha kısa sürede, daha iyi sonuç alacak biçimde yapmasını öğrenir. Bu durumda, diyebiliriz ki emeğin verimliliği artmıştır. Çünkü ''emeğin verimliliği'' denen şey, aynı işi yapa yapa, bir süre sonra daha az enerji harcayarak yapmaktır. Ya da aynı enerji ile daha çok iş yapmak. Veya aynı işi, aynı enerji ile daha öncekinden daha kısa sürede yapmak. Emeğin verimi, emeğin bu doğasından dolayı, olduğu yerde saymaz, artar. Emeğin verimliliğinin (zamanla) artışından amaçlanan budur. İnsanlığın kültürel evriminin altında bu olgu yatmaktadır. Yoksa kültürel evrim, bazılarının sandığı ve sunduğu gibi arada bir çıkan yaratıcı bireylerin yapıtı değildir. (..) Gelişme, evrim, insanın yapısında, yani insanın emek etkinliğinde ortaya dökülen doğasında vardır. Dolayısıyla her bir insanda, her bir toplulukta, her toplumda gizilgüç olarak bulunmaktadır. Öyleyse kültürel evrimin, emeğin verimliliğinden dolayı, kaçınılmaz bir determinizm olduğu söylenebilir. Kimsenin isteğine, istencine bağlı, bağımlı değildir. İstense de istenmese de her insan, engellenmedikçe, kendini bu yönde ortaya dökecektir.'' (Sayfa: 285-286)
*
Neolitiğin Afrika'da yayılması:
*
''Afrika'nın Neolitik bilgimize bir katkısı da, insanların hayvanları evcilleştirme girişimlerinin her örnekte başarıya ulaşmadığını göstermesidir. Dönemin Mısır ve Sudan kaya resimlerine bakılırsa, sırtlan, gazel, antilop, devekuşu, turna hatta zürafa evcilleştirme girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Ama kedi, olasılıkla Güneybatı Afrika'da ya da Mısır'da (köpek gibi) erkeklere yardımcı olması amacının ürünüydü. Kimi yazarlara göre ise kedi, tahıl ambarlarını farelere karşı koruması için (Mısır'da) kadınlarca evcilleştirilmişti. Hangi nedenle ve hangi cins tarafından evcilleştirilmiş olursa olsun, Mısırlılar kedinin önemini kavramış olmalılar. Kediyi (uygar toplum döneminde) tanrılaştıracaklardır. Mumyalarını, yontularını, resimlerini (ötedünyada da kendilerine yardımcı olacağı umuduyla mı.?) mezarlarına koyacaklardır.'' (Sayfa: 293)
*
Neolitik bir yer: Çayönü (ZÖ 9500-6800):
*


''Batı Asya'da yabanıl tahıl devşiriciliğinden bitkisel besin üretimine geçilen ilk yerlerden biri Çayönü. Çayönü, Diyarbakır il sınırı içine, Toros Dağları eteğinde, Dicle'nin kollarından biri olan Boğazçay kıyısında konuşlanmış bir topluluğun yeriydi. Burası ''tümüyle yabanıl bitki ve hayvan türlerinden onların evcillerine geçişin izlenebileceği ilk yerleşme yeri'' sayılmaktadır. Bu yer, yapılarının sayısına bakılırsa, 600 kişilik bir köydü.'' (Sayfa: 303)
*
3. Kesim Notları: III.7/143: Robert J. Braidwood, H. Çamlıbel, C. L. Redman, P. J. Watson, ''Beginnings of Village-Farming Communities in Southern Turkey'', Proceedings of National Academy of Sciences USA, C. 68, NO. 6, S. 1237 (Sayfa: 321)


''Çayönü'nün (ZÖ 9500'lerden kalma) ilk katmanlarında karbonlaşmış yabanıl emmer buğdayı (Triticum dicocles) ile karşılaşılmıştır. Üst katmanlarda ise evcil emmer (Triticum dicoccum) bulunmuştur. Bu olgu, yabanıl türün burada üretilmeye başlanıp evcilleştirildiğinin kesin kanıtı olarak değerlendirilmektedir. Aynı biçimde, Güneydoğu Anadolu Projesi'nin botanikçisi Jack Harlan da einkorn buğdayı türünün burada evcilleştirilmiş olup, aynı zamanda emmer buğdayının dünyada ilk önce evcilleştirildiği yer olabileceği görüşündedir.
Çayönü'nde arpa, buğday gibi tarla ürünleri yanında (çay kıyısı konumundan yararlanılarak) bezelye, mercimek, nohut, bakla gibi bahçe tarımı ürünlerinin de yetiştirildiği kanıtlanmıştır. Yerin ZÖ 9500-8800 arasına tarihlenen katmanlarından çıkarılan dört nohut tanesi, bu bitkinin dünyada ilk kez Anadolu'da evcilleştirilmiş olabileceğini düşündürmektedir. Yabanıl keten (Linum bienne) tohumları ile (ZÖ 9000 katmanlarında karşılaşılmıştır. Bu buluntular, ketenden yararlanılmış olduğu, hatta evcilleştirilmiş olabileceği yolunda savlara yol açmıştır.
Yerin (Çayönü yeri'nin) alt katmanlarında, evcil hayvan adına köpekten başkasının kalıntılarıyla karşılaşılmamıştır. Bunun yanı sıra orta katmanlarında evcil koyun, keçi, domuz kemikleri fosillerinin bulunması, hayvanların evcilleştirilmesinin (ya da getirilmesinin.?) bitkilerinkinden sonra gerçekleştirildiğinin göstergesidir. Öte yandan (kalıntılara bakılırsa) avcılığın ve toplayıcılığın tümden yok olmadığı anlaşılıyor.
Tarım araçları adına Çayönü'nde, geyikboynuzundan bir sapa dizilmiş obsidyen yongalarından yapılmış bir orak çıkarılmıştır. Havanlar, düz el değirmeni taşları, cilalı taş balta başları (çapa.?) bulunmuştur. Bunlara, toprağa kazılmış tahıl çukurları ile ocak çukurları da eklenmeli. Çayönü'nde bulunan iğne gibi küçük metal nesneler (20 km yakınlardaki) Ergani doğal bakır yataklarından getirilen cevherle (soğuk dövmeyle) burada yapılmış olmalı. Yerleşme yerinde taş araçların yapıldığı işliklerin (atölyelerin) varlığı bunu gösteriyor.
Çayönü'nün tinsel kültürüne gelince, sihirselden dinsele geçişi yansıttığı söylenebilir. Üst katmanlarda ''tapınak'' olarak nitelenen geniş bir odanın varlığı saptandı. İçinde 2.5 cm küçüklükteki yontucuklar, doğurganlık (bereket) kültü ''muskaları'' olabilir. Gebe kadınlara benzer biçimleri bunu düşündürür. Kimilerince ''ana tanrıça kültü'' belirtileri olarak yorumlanmakta. Onları ''toprak ana'' kavramının varlığının ipuçları saymak daha uygun görünüyor. Çünkü Neolitik topluluklarda eşitsizlik, tanrı, tanrıça kavramlarına ulaşılabilecek denli gelişmiş olamazdı.
Gerçekten, önceki katmanlarda ölüler bütün olarak gömülmüşlerken, sonraki katmanlardaki gömülerde (46'sının) yalnızca kafataslarıyla karşılaşılması da bunu gösteriyor. Çünkü bedensiz kafatasları Filistin'deki Jericho (Eriha) Neolitiğinde saptanan ''kafatası kültü'' uygulamasını çağrıştırıyor. Kadın yontucukları ve (erkek.?) kafatası gömüleri ''ana'' ve ''ata'' (dini değil) kültleri düzeyinde bir inancın göstergeleri olsalar gerek. Sunak oldukları sanılan taşlarda hayvan kanı yanı sıra insan kanının varlığı saptanmıştır. Bir kazanın ürünü değilse (kafatasları da çağrıştırılınca) ''insan kurbanı'' olasılığını akla getirmekte.!'' (Sayfa: 304-305)
*
IV. Kesim
*
UYGAR TOPLUM
*
8. Bölüm
*
UYGAR TOPLUMA GEÇİŞİN KOŞULLARI
*
Aristotales'in ''Polis'' kuramı:
*
''Eski Yunan, uygarlığa geçilen ilk toplum değildi. Ama toplum üzerine, toplumların evrimi üzerine kuramsal düzeyde bilgiler üretilen ilk uygarlıktı. Yunan düşünüşünde ''Helen'' - ''barbar'' ayrımı yanı sıra, özgül olarak uygar toplumla ilgili kuramlarla karşılaşırız. Bunlardan Aristotales'in kuramı oldukça doyurucudur.
Aristotales (İÖ 384-324), ünlü Politika adlı yapıtında, insanı ''toplumsal hayvan'' (zoon politikon) olarak tanımlar. İnsanın toplumsal bir varlık olmasının nedeninin, içindeki ''yetkin (mükemmel) olana ulaşma ereği'' olduğunu söyler.'' (Sayfa: 327)
*
''..Aristotales, varlığın bir tür evrimci kuramını geliştirmiştir. Buna göre varlığın cansız maddelerden sonraki basamağında bitkiler bulunur. Erek, bitkilerde ''bitkisel ruh'' biçimine ulaşmıştır. Bitkisel ruh onları beslenme, çoğalma yoluyla devindirir. Bitkileri, bir üstündeki ''hayvansal ruh'' konumuna yükseltir. Hayvanlarda da bitkisel ruh ve bitkisel ruhun kazandırdığı beslenip çoğalma eğilimi vardır. Ama bunun yanı sıra onlarda, hayvansal ruhun kazanımı olan acı ve haz duyguları bulunur. Bu, onları acıdan kaçıp hazza yöneltir. Varlığın hayvanların da bir üzerindeki aşamasında, insanlar bulunmaktadır. İnsan bitkisel ve hayvansal ruhun kazanımları (beslenip üreme, acı ve haz duyma) yetileri yanı sıra ''akılsal ruh'' sahibi olarak düşünen bir varlıktır. Bu niteliğiyle insan, varlığın evriminin tanrıya en yakın konumundadır. Aristotales'e göre insanın tanrı ile ortak, ölümsüz tek yanı da bu akıldır.'' (Sayfa: 328)
*
''Aristotales uygar toplumun düzenini görmüştür. Onun düzeneğinin ne olduğunu (toplumsal farklılaşma ile eşitsizlikçi ilişkilerden oluştuğunu) kavramıştır. Görmediği ya da görmek istemediği, söz konusu eşitsizliklerin (söylediği gibi tanrısal, doğal değil) tarihsel, toplumsal oluşudur. Bu durumda Aristotales'in, maddesel gereksinimlerini karşılamak yolunda çalışmak zorunda kalmaksızın bilgiyle, felsefeyle uğraşmasını borçlu olduğu bir (köleci) düzeni ''doğal'' bulmasını ''normal'' mi karşılayacağız.? Onu doğal bulmakla kalmayıp ''doğru'', hatta yetkin bir düzen olarak görüp göstermesini eleştirmeyecek miyiz.? ''Uygar toplumun ilk dişe dokunur felsefi kuramını üretti'' diye Aristotales'in öteki yüzünü görmezden mi geleceğiz.?'' (Sayfa: 329)
*
Oppenheimer'in ''fetih'' kuramı:
*
''Oppenheimer, devletin doğuşunu, ''ilkel fetih devleti'' diye adlandırdığı oluşumu, cinsel üreme benzetmesi yardımıyla, şöyle açıklamaktadır: Tüm iki cinsli üremelerde, küçük aktif öğe ile büyük, aktif olmayan öğenin birleşmesini, olağanüstü bir gelişme, büyüme, bütünleşme ve farklılaşma izler. Bir sosyolojik döllenme ürünü olarak gördüğü devletin doğuşunu da, spermetazoon'a (sperma'ya) benzettiği, hareketli çobanların, ovüm'e (yumurtacığa) benzettiği, doğaları gereği tarlalarına bağlı, edilgin köylüleri fethedip, egemen sınıf olarak üzerlerine yerleşmeleri [çöreklenmeleri] ile açıklar. Bu ''döllenmenin'' sonucunda, Oppenheimer'a göre, ''organları bakımından daha tam bir farklılaşmaya uğramış, bütünleşmeleri çok daha eksiksiz olan daha yüksek bir toplumsal organizmanın olgunlaştığı görülür.'' Bununla amaçladığının, devletli ''uygar toplum'' olduğu söylenebilir.
Göçebe çoban topluluğun, yerleşik köylü topluluğu fethedip boyun eğdirmesinin amacı (Oppenheimer'a göre) onu ekonomik bakımdan sömürmektir. Örgütlenme yetenekleriyle vurucu güçlerini biraraya getiren hareketli çoban topluluklar, hareketsiz köylü topluluklarını yenilgiye uğratmakta zorlanmazlar. Onları kolaylıkla yenilgiye uğratabilirler. Yenilen tarımcı köylüler ise, tarlalarını, köylerini bırakamayıp, boyun eğmeye katlanabilirler. Fatihlerine haraç ödemeyi kabul edebilirler. Böyle bir haracı elde etme yolunda gerek duyulan örgüt ''devlet'' olacaktır.'' (Sayfa: 334-335)
*
UYGAR TOPLUMA SONUÇSUZ KALAN GEÇİŞ GİRİŞİMLERİ
*
Kentliliğe varamayan kasabalar: Jericho ve Çatalhöyük:


Batı Asya'da, biri uygarlığa yaklaşmış; ötekisi, neredeyse uygarlığın sınırına ulaşmış, ama aşamamış iki yer kazılmıştır. İkisi de varlıklarını sürdürememiş, dolayısıyla kentli yaşayış biçimine ulaşamamış, yarı yolda kalmış kasaba (kimilerine göre kent): Ürdün'de Jericho, Anadolu'da Çatalhöyük yerleri. (Sayfa: 346)
*
9. Bölüm
*
SÜMER'DE UYGAR TOPLUMA GEÇİŞİN KURGUSU:
*
''Onsekizinci yüzyıla dek ''ilk uygarlık'' denince akla Eski Yunan geliyordu. Ondokuzuncu yüzyılda insanlığın en eski uygarlığının Mısır olduğu sanılıyordu. Hititlerin varlığı ve Anadolu'da (Mezopotamya etkisiyle) parlak bir uygarlığın kurucusu oldukları, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru anlaşılabildi. Bu koşullarda, insanlığın uygar topluma ilk olarak İÖ 4. binyılda ''Sümer'' denilen Aşağı Mezopotamya'da geçtiği saptamasının ancak yirminci yüzyılın başında kesinleşmesine şaşmamalı. Artık bu konuda bilim çevrelerinde görüş ayrılığı yok.'' (Sayfa: 357)
*
Mezopotamya'da kentleşmeye varan gelişmeler:
*
''Aşağı Mezopotamya topluluklarının dillerinin Sami kökenli olmasına karşılık Sümercenin bir Sami dili olmaması anlamlıdır. Gerçekten, dil bilginleri Sümerceyi bilinen hiçbir eski dil ailesi içine sokamamaktadırlar. Bu durum, Sümerlerin yöre halkından olmayıp dışarıdan geldiğini gösterir. Dolayısıyla bir fethin ve onu izleyen katmanlaşmanın ipuçlarından birini verir.'' (Sayfa: 359)
*
SÜMER'DE UYGARLIĞA VARAN GELİŞMELER, Artı aktarımı:
*
''..aktarılan toplumsal artı ile egemen katman konumuna yükselmiş kesimler (dinciler ve savaşçılar) beslenebilecektir. Öte yandan artının bir bölümüyle egemen olsun egemenlik altında olsun tüm kesimleriyle toplum için (tapınak ambarlarında) ''yedek ürün'' biriktirebileceklerdir. Yedeklerin amacı, sel, kuraklık, yağma gibi olağanüstü durumları atlatıp toplumun yaşarkalmasını sağlamaktır. Böyle ikili işleve sahip artıyı, egemen katman ortak sahiplenmiş görünür. Çünkü artının tapınaklarda tanrı adına toplanıp biriktirildiğini biliyoruz. Gerçekten, uygar toplum boyunca ambarlar (yalnızca personelini değil, ötesini besleyebilecek genişlikleriyle) tapınakların onsuz edilemeyen (vazgeçilmez) eklentilerini oluşturacaktır. Tapınaklar ambarlarıyla, hem toplumsal yedeği yönetme, yani ''yeniden bölüştürme'' hem (ileride) birer ''finans kurumu'' (hazine) işlevi görecektir.'' (Sayfa: 363)
*
İş ve emek yönetimi:
*
''..uygarlıkta, Sümer dincilerinin (astrolojiye kayan) astronomi bilgileri şaşılacak düzeye ulaşmış bulunuyordu. Kariyerlerinin başında, yerleşme dönemi şamanları olarak gök bilgileri, bir ''tarım takvimi'' hazırlayabilecekleri derecede olmalı. Bunun ipuçları var elimizde.'' (..) ''Yıldız bilgisi (daha sonra ilm-i necim, yani astroloji olacak disiplin) onlardan beri birikegelen bilgilerin ürünüdür.'' (Sayfa: 364)
*
Düşünsel farklılaşma ve ideoloji
*
Kafa gücü-kas gücü işbölümü, düşünce üretiminin dinci kesimin tekeline geçeceği noktaya ulaşmıştır. Aynı zamanda kamu yöneticileri konumunda bulunan dinciler, tüm ustalıklarını, eşitsizlikçi ekonomik, toplumsal, siyasal düzeni destekleyen bir dinsel ideoloji üretmekte göstermişlerdir. Ve bu ideolojiyle, sınıflı uygar toplumun böldüğü, devletin kaba güçle bir arada tutmaya çalıştığı toplumun (insanlarda bir birlik duygusu, bir kimlik düşüncesi yaratılarak) ''gönüllü'' yollardan sürdürülüp yeniden üretilmesi noktasına varılmıştır. Bu noktaya varılınca da uygar toplum, altyapısıyla, üstyapısıyla, ideolojik çatısıyla tamamlanmış demekti. Kafa işi-kas işi işbölümüyle başlayan süreç, yöneten kesimlerin yönetilen kesimleri, kolluk güçleri yanı sıra ideolojinin gücüyle kafakola getirmesi anlamına gelir. (Sayfa: 367)
*
Andaçlar:
*
''Her bir andaç (token) belli bir malın belli bir tutarını (örneğin yumurta biçimlisi bir küp yağı) belirtmekteydi. Bu andaç, ötekileriyle birlikte bir toprak (bulla) içine konuyordu.* Belirttikleri mallarla birlikte alıcısına yollanıyordu. Alıcı, toprağı kırıp içindeki andaçları ''okuyunca'' malların kendisine eksiksiz ulaşıp ulaşmadığını anlayabiliyordu.'' (Sayfa: 373)
*
*IV. Kesim Notları: IV.9/78: Bu geleneğin gelişmiş uzantısı, Anadolu Uygarlıkları Müzesi, Hitit bölümünde, tacirler, krallar arasında iletişimde kullanılan çiviyazılı pişmiş tabletlerin kil zarflar içine konduktan sonra, üzerleri yazısız ya da yazılı olarak yollanan cep telefonu kadar küçük mektuplarla iletilen upuzun haberlerde görülebilir. Yazı neyse de, günümüzün mektup zarfının geçmişinin, kültürel evrimde bu kadar gerilere dayanabileceği, arkeolojik araştırmalar olmasaydı kimin aklına gelirdi.? (Sayfa: 453)
*
Hece yazısı fonogramlarına geçiş:
*
''Sümerler yazıyı (nesneleri, kişileri, olayları simgeleyen ideogramların arasına gramer imlerinin katılmasıyla) konuşmayı eksiksiz olarak tablete dökebilecek gelişkinlik düzeyine çıkarabildiler. Ancak, imlerin sayısını azaltma gereksinimi kendini şiddetle duyurmuş olmasına karşın, sayıyı bin yılda ancak yarıya indirebilmişlerdi. Sümerlerin kullandıkları, bilginlerce ''Elam çiviyazısı'' olarak adlandırılan yazılarında örneğin 600 karakter bulunmaktaydı.
Yazıda reform, Sami dili konuşan halkların, bölgede ağır basmalarıyla, İÖ. ikinci binyılın başında gerçekleştirilebildi. Aşağı Mezopotamya'nın (Sümer'in) Akadca olarak bilinen bir Sami dilini konuşan halkları arasından çıkmaya başlayan dincileri, kendi dillerini Sümer çiviyazısı ile yazmak durumunda kaldılar. O zaman Sami dili sözcüklerinin hecelerini Sümer imleriyle simgeleyerek seslendirmenin bir yolunu buldular. Örneğin, Sümer çiviyazısındaki ''gu'' sözcüğünü gösteren öküz imini, Sami dillerindeki gene ''öküz'' anlamına gelen ''ayef'' sözcüğünün, ama yalnızca ilk hecesini (a sesini) yazmada kullandılar. ''Ses yazısı'' ya da ''fonografik yazı'' böyle ortaya çıktı. Yirmi kadar sessiz iminin yanına, sekiz kadar sesli iminin konmasıyla, Akadcadaki ya da herhangi bir dildeki tüm heceleri, dolayısıyla tüm sözleri, tüm sözcükleri görece az sayıda (20*8= 160 kadar) imle kayda geçirebilme olanağı yaratılmış oldu.'' (Sayfa: 375-376)
*
Abece'ye kavuşma:
*
''Yazıda asıl büyük reform, hece yazısından (fonografik yazıdan) abece yazısına (alfabetik yazıya) geçilişiyle gerçekleştirildi. Filistin, Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları arasında kalmış bir ülkeydi. Bu nedenle ve deniz kıyısındaki konumuyla, yoğun alışveriş etkinliklerine aracı oluyordu. Burada, İÖ. 2. binyılın ilk yarısında Sami dili konuşan (Filistin'in o zamanki adıyla) Kenanlı tacirler, alfabetik yazının temellerini attılar. Bunu, kayıt sisteminin yalınlaştırılmasını gerektiren (ticaret) mesleklerinin sorunlarını çözmek için yaptılar. Onun yanı sıra, Sami dillerinin gramer yapısının bir özelliğinden yararlanarak başarmış olmalılar.'' (Sayfa: 376)
*
Filistin'de yazı (Mısır etkisiyle, ama Sümer kökenli imlerle) tabletlere değil, papirüs, parşömen (keçi derisi) gibi kuru gereçler üzerine yazılmaya başlandı. O zaman, çiviyazısının keskin çizgileri yerine, fırçayla, kalemle (ama resimsel imlere de geri dönmeden) imler, yumuşak kıvrımlar verilerek yazılabilecekti. Abece'nin harfleri böyle geliştirildi.'' (Sayfa: 377)
*
Abece'nin yayılışı:
*
''Yirmi dolayında sessiz harften oluşan abece, gene Sami dili ve kültürlü (Fenikeli) tacirler aracılığıyla Eski Yunan'a (İÖ 1. binyılın başında) geçirilmiştir. Yunanlılar, bu yazıyla, kendi sözcüklerini seslendirebilmek için seslilere gereksinim duydular. Bu gereksinimi, bazı sessizleri, gene sessizlerin yanına koyup onları seslendirmede kullanarak karşılamaya çalıştılar. Abece'ye aynı zamanda sesli harfler de eklediler. Ekleyince, abece'nin im sayısı 20 dolaylarından 30'a yaklaştı. Böylece oluşan abece, Yunan'dan Roma'ya, Roma'dan ''Latin Abecesi'' adıyla Ortaçağ Avrupası'na geçip, Avrupa dillerinden Türkçeye dek gelmiş oldu.'' (Sayfa: 377)
*
''İnsanlığın kültürel evriminde Mezopotamya - çağdaş Batı toplumlarının kültür geleneğinin önemli bir sayfasını oluşturan abece yazısının gelişmesi böyle oldu. Bu, insanlığın çağdaş, kültürel değerlerinin çoğunun bir kişinin, hatta bir halkın, bir dönemin (tek başına) yaratısının ürünü olmadığını gösteren güzel bir örnektir. Kültürel evrim, kültürel birikim, kültürel kalıt (miras) çeşitli coğrafyalarda, çeşitli halkların katkılarıyla oluşur. Önceki kuşaklardan alınan kültürel kalıta yapılan eklemelerle çıkarmalarla gelişir.'' (Sayfa: 378)
*
10. Bölüm
*
MEZOPOTAMYA ÖRNEĞİNDE UYGAR TOPLUMUN YAPISI VE GELİŞMESİ
*
Egemenliğin Sümerlerden Samilere Geçişi:
*
''Mezopotamya'da egemenliğin (ikonografide yüzleri ve bazen başları traşlı gösterilen) Sümerlerden (sakallı gösterilen) Samilere geçişinin en önemli sonucu, bir Sami lehçesi olan Akadcanın, günlük dil ve kamuyönetimi dili (resmi dil) olmasıdır. Bununla kalmayıp Akadca, Mısır, Levant, Anadolu, İran topraklarında kurulan (uygar) devletler arası yazılı iletişim (diplomasi) dili olarak benimsenecektir. Sümerce ise, halk ve yönetim çevrelerinde konuşulmaz olup, varlığını tapınaklarda (Ortaçağ'da Latincenin ve bizde Arapçanın göreceği işleve benzer biçimde) din dili, bir uzmanlık dili olarak sürdürecektir. Sonunda ''ölü diller'' arasına katılacaktır.'' (Sayfa: 385-386)
*
MEZOPOTAMYA UYGAR TOPLUMUNUN KATMANLARI
*
Köleler:
*
''Üstyapıya bakılırsa ilk uygarlık köleciydi. Kentin asıl yöneticisi sayılan koruyucu tanrısının en önemli niteliği ''efendi'' olmasıydı. Kentinin tüm insanları ise, onun karşısında ''köle'' (kul) konumundaydı. Öyle ki, İÖ 3 binyılın yazılı belgelerine göre, kent devletinin yöneticisi bile tanrının hem kâhyası (vekili) hem kulu sayılıyordu. Burada, kul (köle) sözcüğü ile her karşılaştığımız yerde onun gerçek anlamda bir kölenin varlığını göstermeyebileceği yolunda ilk uyarıyı alırız. Yönetici efendi nasıl köle olabilir ki.?*'' (Sayfa: 391)
*
IV. KESİMİN NOTLARI: IV. 10/97: Yöneticilerin, efendilerin bile (tanrı karşısında) kul (köle) sayılmaları, dinsel ideolojinin etkisini günümüze dek sürdüren en büyük numaralarından biridir. Bu, köle sahibi ile köleyi, yönetilen ile yöneticiyi aynı sıfat altında birleştirerek eşitsiz konumlarını ve eşitsizlikçi ilişkilerini örtmeye, hiç değilse önemsiz göstermeye yaramaktadır. Ayrıca Marksçı terminoloji ile söylenirse, efendiyi köle gibi göstererek, gerçekliği ''tepetakla'' ederek yansıtmaktadır. (Sayfa: 454)
*
Bağımlı ve bağımsız emekçiler:


''Gurus kesimi içine sokulan kişi, köle olabileceği gibi, her iki cinsten tapınağa, saraya (daha sonraki zamanlarda büyük aile işletmelerine) o ya da bu biçimde bağımlı emekçi (örneğin yanaşma, sığıntı) olabilirdi. Gurus içinde (özel sözcüğü ile arad denen) erkek kölelerin sayısı fazla olamazdı. . Çünkü çağın savaş geleneği daha çok (Sümer ve Mısır ikonografisinde çizilip metinlerde yazıldığı gibi) savaş tutsağı erkeklerin beyinlerinin patlatılarak öldürülmesi yönündeydi.'' (Sayfa: 392)
*
Zanaatçılar:
*
''Sümer bilginlerince ''Standart Meslekler Listesi'' olarak adlandırılan tabletlerde birçok meslek sayılmaktadır. İçlerinde bahçıvanlar, aşçılar, fırıncılar, Çömlekçiler bulunmaktadır. Bunlara daha sonra, metalurji zanaatçıları, değerli taş işleyicileri gibi yenileri katılacaktır.'' (Sayfa: 393)
*
Tacirler:
*
''Tacirler ise, tapınak adına yaptıkları alışveriş yanı sıra, kendi hesaplarına alışverişe gittikçe ağırlık vereceklerdir. Sonunda, tacirlerin de bir bölümü, bağımsız tacirlere dönüşecektir. Dönüşürken özel sahipliğin (özel mülkiyetin) kurumsallaşıp güçlenmesine katkıda bulunacaklardır. Dolayısıyla onları artık geçimlerini emekleriyle sağlayan katman içine sokmak güç. Çünkü ekonomik olanaklarıyla, kendi yararlarına ve adlarına bağımlı bağımsız emekçi çalıştırabileceklerdir. Bu, onların üretime hiçbir katkılarının olmadığı anlamına gelmez. Ancak toplumsal artı üreten kesimden çok, dincilerle savaşçılara (hatta tapınağa bağımlı tacirlerle ve zanaatçılarla birlikte) artı aktarılan katmanların içine sokulmalarını gerektirir.'' (Sayfa: 393)
*
Dinciler:
*
''Sümer'de dinciler (din adamları) katmanı da (tacirler gibi) üretici güçleri geliştiren bir kesimdi. Bununla birlikte, son kertede (son çözümlemede) artı aktarılan katmanlar arasında yerlerini almışlardır. Dinciler bu dönemde üretim araçlarının (özel) sahipleri değildir. Ama üretim araçlarının denetimini (kolektif olarak) ellerinde tutmaktadırlar. Böylece toplumsal artı aktarımını (savaşçıların da yardımıyla) sağlamaktadırlar. Üretimin (hiç değilse bir bölümünün) ''yeniden bölüşümü'' işini üstlenmişlerdir. Bu işi görürken, nalıncı keseri gibi kendilerinden yana yontmayacaklarını kimse söyleyemez. Tapınakların görkemi de bunu göstermektedir.'' (Sayfa: 393-394)
*
Savaşçılar:
*
''Üretici güçleri savunma ve genişletme, yaşamsal önemde bir sorun olarak uygar toplumun gündeminin başına yerleşecektir. Yerleşince (yazılı belgelerde) başdinci kadar başkomutanın da sözü edilmeye başlanacaktır. Ve koşullar olgunlaştığında, egemen katmanın savaşçılar kanadı, yönetimi ele geçirecektir. Yönetim biçimi, klerokrasiden timokrasiye dönüşecektir.'' (Sayfa: 395)
*
KATMANLI UYGAR TOPLUMUN BEDELİ:


''Mezopotamya sık sık 'uygarlığın beşiği' olarak nitelenir. Bugün tarım, yazı, devletler, kentler, yasa derlemeleri gibi kültür kalıtımızın bir parçası olarak görülen birçok karakteristik özelliğin geldiği yer olarak gösterilir. Ne var ki Mezopotamya uygarlığının (ya da herhangi bir başka uygarlığın) kazanımları bir bedel ödenmeksizin sağlanmış değildir.. Uygarlık damgasının vurulduğu toplumun üzerinde yarattığı yaralar bereler vardır. Ardından çoğu kez, onlardan da tatsız gelişmeleri getirir. Uygarlıklar, kendilerini oluşturan insan topluluklarının sömürülmelerinin ürünüdür. Varsıl, erkil kesimlerin yaşayış biçimlerini sürdürmeleri için gerekli kaynakları sağlayan, tarlaları süren, kumaşları dokuyan, anıtları yükselten geniş kesimlerin sistemli olarak sömürülmeleri üstüne kurulurlar.''
*
Pollock, Ancient Mesopotamia, s.218 (Sayfa: 396)
*
Düşünsel kulluk:
*
''Düşünsel kulluk, insanın (ayırt edici özelliğini oluşturan) simgesel araçlar üretme yetisini, düşünme özgürlüğünü kullanmaktan vazgeçirilmesidir. İnsanın, düşünme yerine, birilerinin ürettiği düşüncelerin doğruluğuna inanmasıdır. Benimsetilen inançların doğrultusundan hiçbir zaman kuşku duymamasıdır. Onlara iman edip, o düşüncelere hem düşünce hem eylem alanında hizmet etmesidir.'' (Sayfa: 404)
*
Venüs'lerden Toprak Ana'ya:
*
''Asalak yaşayış biçiminin yol açtığı sihirsel düşünüş biçiminde (anımsanacağı gibi) cancılık (animizm) olarak adlandırılan bir düşünsel eğilim vardı. Doğada her şey canlı sanılıyordu. Erk her şeye yayılmış görülüyordu. Üretime geçişle, bu anlayış da değişiklik geçirmişti. Daha çok tarımla ilgili doğa güçlerinin canlı olduğu düşünülmüştü. Erk onlarda yoğunlaştırılmıştı. Böylece söz konusu doğa güçleri can ve erk sahibi varlıklar olarak ''kişileştirilmiş'' bulunuyorlardı. Dolayısıyla, ilkel topluluktan uygar topluma geçiş (ara) evresinde (üretime geçişin başında, ama katmanlı uygar topluma geçilmeden önce) varılan nokta, tarımla ilgili doğa güçlerini ''özneleştirme'' idi. Bu anlayışla Venüs'ler de ''toprak ana'' özneleri olarak görülmeye başlanmış olmalı.'' (Sayfa: 405)
*
Tanrıların (yaratıcı) insanlara benzetilmeleri:
*
''Tanrı anlayışında yoktan var etme anlamında yaratma, tektanrıcılıkta, hatta onun ileri bir evresinde geliştirilen kavramdır. Mezopotamya mitoslarında (ileride) görüleceği gibi, ilk tanrıların ''yaratma'' eylemi, varlığın kaos durumuna biçim kazandırmadır. Tektanrıcılığın bile başında bilindiği gibi, Rab'bın insanı yoktan değil, balçığa biçim vererek ''yaptığı'' söylenir.* İnsanın da asıl yaratıcı eylemi, kafasında yarattığı bir simgeyi, emeğiyle nesneye istediği biçimi vererek, nesneler dünyasında o zamana dek bulunmayan bir araç (örneğin yay) biçiminde ortaya koyabilmesidir. Dinsel ideolojiyi formülleştirenlerin, insanın bu yaratıcı yetisini saptayıp onu tanrıya yüklediklerinin kanıtı da var: Bir Sümer mitosunda (ileride ele alınacağı gibi) Tanrıça Aruru'nun, Baştanrı En'in imgesini kafasında canlandırdıktan sonra balçığa ona göre biçim vererek insanı ''yapışı'' anlatılır.*'' (Sayfa: 407)
*
*IV. Kesim Notları: IV.10/118: Bak. Kitabı Mukaddes, ''Tekvin'', 2/7'de insanın ''yerin tozundan'' [herhalde suyla karılarak] biçimlendirilip yapıldığı yazılıdır.
*
IV. Kesim Notları: IV.10/119: Bak. Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, s. 37 (Sayfa: 457)
*
Tanrı adının konması:
*
''Sümerler yerleşik tarımcı uygar topluma geçerken, şamanları da nitelik değiştirip dincilere dönüşmüş olmalı. Bu yolda, yıldız bilginlerini bir tarım takvimi geliştirmede kullandıklarını biliyoruz. Bu takvimin yardımıyla, gökyüzünde yıldızların değişen dizilişlerine bakarak, ekim, biçim, taşkın zamanlarını (önceden) az çok doğrulukla saptayabilmişlerdir. Yıldızlar ile mevsimler arasındaki gölgeolaysal*, mevsimler ile tarım arasındaki ise nedensel bağlantıların saptanmasına dayanan bu bilgileri, üretimi artırıp, üretici güçleri geliştirecek değerdedir.'' (Sayfa: 408)
*
*IV. Kesim Notları: IV.10/120: Gölgeolay (epifenomen) hep bir olayla birlikte görülüp onu (gölge gibi) izleyen, onun ne nedeni ne sonucu olan (ama nedeni sanılabilen) türden olayların adıdır. (Sayfa: 457)
*
Bilimsel düşünüşün gelişi:
*
''Endüstri devrimiyle, bilindiği gibi, mal üretimi bitkisel ve hayvansal besin üretiminin önüne geçecektir. Üretim, tarlalardan, kırlardan çok, işliklerde, fabrikalarda, kentlerde yürütülmeye başlanacaktır. Buna koşut olarak, insanların yaşayış, sınıfların konuşlanış biçiminde de önemli değişiklikler olacaktır. Yaşayış biçiminin değişmesi, düşünüş biçimini geliştirecektir.'' (Sayfa: 411)
*
Enuma Eliş yaratılış destanı:
*
''Kan yaratacağım ve kemik olduracağım, sonra Lulu'yu çıkaracağım ortaya, insan olacak adı, yıkılacak tanrıların hizmeti... [onun sırtına].'' (Sayfa: 417)
*
Tufan mitosu:
*
''Bilindiği gibi, Gılgamış Destanı içinde, yardımcısı Enkidu ölünce Gılgamış'ın ölüm tasasına kapılışı anlatılmaktadır. Bunun üzerine kimi anaataları gibi ölümsüz olabilmenin yolunu arar. Tanrıların, kendilerine bağlı kaldığı için Tufan ile yok etmeyip, sonra da ölümsüzlük bağışlayıp ''Dilmun ülkesindeki güneşin bahçesi'' içine yerleştirdikleri atası Ziusudra'dan ölümsüzlüğün gizini öğrenmek için yollara düşer.
Ziusudra, ölümsüzlüğün gizini vermeden önce, nasıl ölümsüzlükle ödüllendirildiğini anlatırken Tufan mitosundan söz eder. Sümer tabletlerinde Gılgamış Destanı içinde anlatılan Tufan mitosunun kahramanının adı, mitos Babilonya tabletlerine geçirilirken Utnapiştim, Kutsal Kitap'a aktarılırken Noah, Kuran'da Nuh olur.!'' (Sayfa: 420)
*
Irmak uygarlıklarından kıyı uygarlıklarına geçilmesi:
*
''Irmak ve kara uygarlıklarından kıyı ve deniz uygarlıklarına geçiş süreci, İÖ. 2. binyılda Girit, İÖ 1. binyılda Yunan ile başlayıp, İS onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda Yeni Dünya kıtalarının ve Büyük Okyanus adalarının Batılı uygar toplumlarca ele geçirilişlerine dek sürecektir.'' (Sayfa: 437)
*
Kent devletlerinden imparatorluklara yöneliş:
*
''Uygarlığın yayılırken aldığı bir başka biçim, toplumsal, siyasal birimin kent devletinden imparatorluğa varacak yönde gelişmesidir. Bu olgunun altında kuşkusuz, uygarlığın daha büyük farklılaşma, daha geniş bütünleşme, daha fazla toplumsal artı aktarılması eğilimleri yatmaktadır.'' (Sayfa: 437)
*
''Ortadoğu imparatorluklarının sayısını teke indirenler (İÖ 1. binyılın birinci yarısında) Persler oldu. Onu Atina deniz imparatorluğu, Makedonya imparatorlukları ve hem bir kara hem bir deniz imparatorluğu olan (dolayısıyla ''dünya imparatorluğu'' sayılan) Roma izleyecekti.'' (..) ''İmparatorluklar, toplumsal artıyı hem karadan doğrudan hem denizden alışveriş, pazar düzenekleriyle dolaylı yollardan başkentlerine çekebilen eşitsizlikçi yapılardır. Bu yüzden insanlık tarihinin en büyük birikimlerini yapabilen, çağlarının kültürünün en parlak örneklerini sunabilen kuruluşlardır. Öte yandan, madalyonun öteki yüzüne bakılırsa, zamanlarında insanlığın en acımasız, en karanlık dönemlerinin yaşanmasının da sorumlusudurlar. Gerçekten, Roma İmparatorluğu'na dek hiçbir uygar toplumda ''köleci üretim ilişkileri'' egemen ilişki biçimini alıp ''köleci toplum'' sayılabilecek derecede geliştirilmemişti.!'' (Sayfa: 438)
*
MISIR UYGARLIĞININ DÖNEMLERİ:
*
''Mısır, bilindiği gibi, önce (İÖ 332'de) Makedonya, sonra (İÖ 30'da) Roma fethine uğramıştır. Her iki fetih sonrasında Firavunluk kurumları benimsenip sürdürülmüş olsa da Mısır, Mısır uygarlığı olmaktan çıkmıştır. Yunan, Roma, Mısır karışımı bir uygarlık biçimini almıştır. En sonunda (İS 642'de) İslam uygarlığına teslim olmuştur.
Burada, Eski Mısırlıların siyah ırktan olmadıkları gibi Arap ya da başka bir Sami halkı da olmadıkları belirtilmeli. Mısırlılar Araplaşmadan önce, Sami değil Hami dili konuşan, dolayısıyla Hami kültürlü bir halk sayılırlar.'' (Sayfa: 467)
*
V. Kesim Notları: V.12/19: Tevrat'ın (İÖ yedinci-beşinci yüzyıllarda) derlendiği dönemin Ortadoğu'sunun belli başlı dilleri ve kültürleri, Nuh'un üç oğlunun soylarından geldikleri söylenen halklara ilişkin bir gelenekle yansıtılmıştır. Buna göre Sam'ın soyundan Sami halkları (Araplar ve İbraniler), Ham'dan Hami halkları (Mısırlılar), Yafet'ten ise Yafetik halklar çoğalmıştır. Yafetik halklar denmesine yol açan benzer dilleri konuşan halklara, ondokuzuncu yüzyıl filolojisinde Hint, Fars ve Avrupa dillerinin ortak bir kökten geldiklerinin saptanmasından sonra Hint-Avrupa halkları denmeye başlanacaktır. (Sayfa: 569)
*
Hanedanlar öncesi (İÖ 2920 öncesi):
*
''Hanedanlar öncesi Dönem'i yansıtan arkeolojik buluntuların en önemlisi, Narmer'in (Menes'in) olduğu söylenen asa başlığıdır. Üzerinde Yukarı Mısır'ın kırmızı tacını taşıyan (Narmer olduğu sanılan) egemenin hem savaş utkularını hem tarımsal etkinliklerini gösteren kabartmalar bulunmaktadır. Örneğin Narmer, kürekle toprak kesip kanal açarken gösterilmektedir.'' (Sayfa: 468)
*
Erken Hanedan dönemi (İÖ 2920-2575):
*
''..(değil mi ki ancak Firavun'un kızıyla evlenen Firavun olabiliyor) Firavun oğullarının Firavun kızlarıyla (bazen kızkardeşleriyle) evlendirilmeleridir. Oysa kardeş evliliği Mısır toplumunda da tabudur. Ama Firavun tanrı olduğuna göre, uyruklara uygulanan kurallar onun için geçerli değildir. Hatta kimi firavunların (tanrısal yönetici soyuna yabancıların katılması olasılığını engellemek için olduğu sanılıyor) kızlarıyla evlendikleri görülmüştür. Gene de Firavunluk soyundan bir kadının kendisi tahta geçebilecektir. Onsekizinci Hanedan'dan Firavun Hatşepsut.! Ama erkek (Firavun) sanı alarak, yontusunda görüldüğü gibi, trensel erkek başlığı ve törensel sakal takarak ve erkek giysileri giyerek.!'' (Sayfa: 471)
*
Eski Firavunluk (İÖ 2575-2134):
*
''İlk (basamaklı) piramidin bulunduğu Sakkara'ya yakın bir yerdeki bu piramidler, yalnızca Firavunların görkemini değil, dönemin Mısır toplumunun sıradüzenli (piramitsel) yapısını da yansıtmaktadır.
Eski Yunan tarihçisi Herodotos, Gize'deki Keops piramidinin, her biri 2,5 ton ağırlığında, 2,5 milyon taşın, sürekli olarak çalıştırılan 100 bin kişilik bir köle ordusunun otuz yıl çalışmasıyla tamamlanabildiğini yazmıştı. Bu sayılar, günümüzün Mısır uzmanlarınca abartılı bulunsa da işin niceliği ve niteliği hakkında bir düşünce vermektedir.'' (Sayfa: 472-473)
*
Piramitler, tapınaklar, saraylar:
*
''Mısır uygarlığının gelişmesini sağlayan itici güçler kentlerde değilse, nerede üretiliyordu.? Piramitlerde, tapınaklarda, saraylarda. Bu kısa yanıt bile, Mısır uygarlığının niteliği hakkında ipuçları vermektedir. Toplumsal artı (Mezopotamya'da olduğu gibi kent ekonomisinde üretici güçleri geliştirici yatırımlardan çok) ölü yatırımlara dökülüp taşlarda donduruyordu. Bunun sonucu, büyük bir toplumsal kararlılık (istikrar) ile ağır bir kültürel gelişme ve tutucu bir kafa yapısı olacaktır.'' (Sayfa: 473)
*
Katmanlar savaşımı ve Birinci Ara Dönem (İÖ 2134-2040):
*
''Daha sonra Sami kültürlü halklarda görülecek ''peygamberlik'' geleneğine örnek olacak bilgelerin, durumdan ya da düzenden yakınan sözleri, yazıya geçirilince zamanımıza gelebilmiştir. Örneğin İÖ 2170 dolaylarında yaşamış ''Bilge Iphuver'' adıyla tanınan kişinin durumdan yakınmalarını dile getiren şu sözlerinde katmanlar savaşımı yansıtılmış olmaktadır:


''Kapı bekçileri gidip yağmalayalım derler.. Çölün kabileleri her yerde Mısırlı oldular.. Nil taşıyor, tarlaları süren yok.. Gerçekten, varsıllar yas tutuyor, yoksullar sevinç içinde. Her kasabanın halkı ''aramızdaki güçlüleri ezelim'' diyor. Evin hanımefendisinin çocuğu ile köle kızın çocuğu bir tutuluyor. Değerli taşlardan kolyeler köle kadınların boynunda.. Prensler aç, açık, sokaklarda dolaşıyorlar; hizmetçilerine hizmet ediyorlar.. Mısır'ın tahılı ortak mülk olmuş. Yargı salonunun yasaları [mahkeme kararları dosyaları.?] sokaklara atılmış çiğneniyor.'' (Sayfa: 478)
*
Tapınakların ve dincilerin yükselişi:

Harris Papirüsü

''..Yeni Firavunluk döneminde tapınaklar varsıllaşmış, dincilik babadan oğula geçirilir olmuştu. 20. Hanedan Firavunlarından III. Ramses (ya da Ramesses) yönetimi (İÖ 1194-1163) zamanından kalan ''Harris Papirüsü'' olarak adlandırılan belge bunu gösteriyor. Belgeye bakılırsa, tapınaklar Mısır'ın en büyük ekonomik gücü durumuna gelmişlerdi. Harris Papirüsü'nde yazılanlara göre, nüfusun %2'si tapınaklarda köle olarak çalışıyordu. Mısır'ın ekilip biçilen topraklarının %14'ü tapınakların elindeydi. Tapınakların elinde ayrıca 500 bin sığır, 88 parçalık bir filo, 53 işlik ve tekne yapılan dok bulunmaktaydı. Yani tüm Mısır'daki sığırların üçte biri, teknelerin yarısı tapınaklarındı. Bu nedenlerle ve dinciliğin babadan oğula geçirilir olması nedeniyle bazı kaynaklarda bir ''dinciler kastı'' olgusundan söz edilebiliyor.'' (Sayfa: 481)
*
Emperyalist açılım
*
Mısır'da dinciler, emperyalizm çağının ideolojisinin yaratıcısı olma şansını kaçırırlar. Ama Firavunlar, emperyalist açılım şanslarını kaçırmazlar. Yeni Firavunluk döneminde imparatorluğun hazinesi Nübye'deki altın madenleri ele geçirilerek doldurulur. Ordusu, yabancı kiralık savaşçılarla güçlendirilir. Firavunluğun ve tapınakların topraklarının, taş ocaklarının işletilmesi için iç kaynaklardan sağlanabilenin ötesindeki emek gereksinimi Suriye'ye yapılan askeri seferlerde elde edilen çok sayıdaki savaş tutsağı köleleştirilerek sağlanmaya çalışılır. Mısır'ın toplumsal yapısı, dönemin öteki Ortadoğu imparatorluklarınınkine benzeme yoluna girer. Burada, imparatorluklar ile kölelik kurumunun (kabaca) oranlı gelişme göstermesinin, insanlık tarihinin birçok döneminde, dünyanın birçok yerinde gözlemlenen bir olgu oluşturduğu belirtilmeli. (Sayfa: 484)

Mısır Mitolojisi


Avcı ve toplayıcı asalak yaşayış biçiminden uygar topluma geçirilen düşünsel kalıtın bir öğesi, hemen her yerde olduğu gibi Mısır'da da analoji (benzetme) mantığı olmuştu. Benzetmeci düşünüş alışkanlığı Neolitik dönemin bitkisel besin üretimi deneyimiyle birleşmiş olmalı. Sonuç; anaya benzetilen, tarım mevsimlerine koşut olarak her yıl yeniden doğan ve ölen bir ''doğa'' (sanal) öznesinin yaratılmasıdır.
Tarımla ilgili öteki doğa güçleri gibi tüm olarak bitkiler dünyasını temsil eden bu özne de, katmanlı uygar toplumda, ''aşkınözneleştirilme'' düşünsel sürecinden geçirilmiştir. Sonuçta insanlığın karşısına, her yıl doğan, ölen ve yeniden dirilen, üreyen, üreten ''doğa tanrıça'' olarak dikilecektir.
Erkek egemen uygar toplumun dinsel düşünüşü mitolojiyle (erkek dinci düşünürlerince) sistemleştirildikçe, doğup, ölüp, yeniden dirilen doğa tanrılığı rolü tanrıçalardan alınıp tanrılara verilmiş görünüyor. Sümer mitolojisindeki Ianna (ya da İnanna) ile Dumuzi mitosunda kendini ele veren bu ideolojik sürecin, Mısır uygarlığında Osiris ile İsis mitosunda yinelenmiş olması ilginçtir. (Sayfa: 484)
*
Hypatia: Aleksandria Kitaplığı yıkıntıları altında bir papatya


Hypatia, Mısır'ın Eski Yunan kültürünün etkisi altına girdiği dönemde Aleksandria'da yetişmiş bir felsefeci ve matematikçi olan Theon'un bilge kızıydı. Başkentteki Yeni Platoncu felsefe çevresinin başkanı oldu. Felsefeyi, Atina Yeni Platonculuğu olan Plotinusculuğun gizemci ve metafizik aşırıcılığından kurtarmaya çalıştı. Yeni Platonculuğa araştırmacı ve bilimsel denebilecek bir yön vermek için çok uğraştı.
Bu yöndeki etkinlikleri, bağnaz Hıristiyanları rahatsız etmiş olmalı. İS 415 yılının Mart aynın bir gününde faytonunun önü kesildi. Kışkırtılmış bir kalabalık tarafından linç edildi. Böylece insanlığın ilk önemli kadın matematikçisi, felsefecisi ve şehit bilgini olarak tarihe geçti. Geçti de, varlığından günümüzde kaç kişi haberli.? Adına, Türkçede daha kolay anımsanabilmesi için ''Papatya'' dense işe yarar mı.? (Sayfa: 489)

13. Bölüm
*
HİNT UYGARLIKLARI


İnsanlığın (önce Eski Dünya'da) uygarlığa geçişi, kültürel evriminde (üretici geçim biçimine geçilmiş olması gibi) bazı ''tarihsel koşullar'' gerçekleşince olanak içine girmişti. İlk uygarlıkların belli yerlerde doğuşunda, olgunlaşmış tarihsel koşulların üzerine ''özgül coğrafya koşulları'' etmeninin binişi belirleyici etkeni oluşturmuştu. Söz konusu çevre, taşkın ırmağı vadileriydi. Uygarlık yolunda Mezopotamya'da Dicle ile Fırat Vadisi (ilk) uygarlığını, Mısır'da Nil Vadisi'nde doğan uygarlık izlemişti. Onları (kendi aralarında binyıllık bir zaman farkı bulunsa da) Hindistan'ın İndüs uygarlığı ile Ganj uygarlığı izleyecekti, ''uygarlığın vadi kuramı''na uygun olarak. (Sayfa: 491)


Mohenjo-Daro: Ölüler Tepesi:
*
''Alçakkentteki çoğu evin eni, boyu ve yüksekliği birbirininkine yakındı. Birölçek büyüklükte tuğlalarla örülmüşlerdi. Ancak aralarında 800 metrekareyi bulan büyüklükte olanlar da vardı. Böyle büyük evlerin her birinin içinde tuvalet, banyo ve sarnıç bulunmaktaydı. Konak denebilecek bu yapılar, kanalizasyona ve atıksu sistemine bağlanmışlardı. Anlaşılan, egemen katmanın (kastın.?) varsıl ailelerinin evleriydi. ''Bunlar eğer yüksek kastın üyelerinin evleriyse, nasıl aşağı kastın evleri arasında olabilir ki.?'' sorusunun yanıtı bilinmiyor.
Irmağın yatağını değiştirmesi olasılığına karşı, halkın su gereksinimi düşünülerek, alçakkentte 600 kuyu açılmıştı. Birbirini dik kesen yollar, taşla ya da tuğlayla kaplı olmamakla birlikte, yanlarında akaçlama (drenaj) kanalları uzanıyordu. Öyle ki böylesi bir kentçilik anlayışı, ne Mezopotamya'da ne Mısır'da görülmüştü. Bir ölçüde (binyıl sonra) Hititlerin atıksu künkleri döşeli başkentleri Hattuşaş'da görülebilecekti.
Mohenjo-Daro yerindeki kent (İndüs'ün yöreyi geçmişte bastığı anlaşılan, gelecekte de basabileceği düşünülen taşkınlarından korunmak için) balçık ve tuğladan yapılmış geniş platformlar üzerinde kurulmuştu. Bunların yapılmasının gerektirdiği kitlesel emek; iş yönetimi, kamu yönetimi, örgütleme bilgi ve becerisi, Sümer'in ziguratlarınınkinden az olmasa gerek. İndüs uygarlığına da bu büyük çaplı ''su denetleme'' işlerinin yol açtığına, hiç değilse uygarlığını daha da geliştirdiğine kuşku yok.'' (Sayfa: 501)


Yontu Sanatı:
*
''En ünlüleri ''dinsel yönetici'' olarak yorumlanan 8 cm boyunda altı kırık bir büst. Küçüklüğüne karşın, şaşılası bir anlatım gücü, ustalık, incelik kendini dışavurabilmiş. Öyle ki insan Hindistan'da uygarlığın ileride (Ganj uygarlığı döneminde) tapınakların tüm yüzünü kaplayabilecek yontular cangılının tohumu ya da habercisi bir başyapıtla karşı karşıya bulunduğu duygusuna kapılabilir.
Ama konu, onun İndüs kültürünün neyini yansıttığı sorusuna gelince, ötekiler gibi bu yontu da sağır. Bir başdinci mi.? Dinsel yönetici mi, tanrı mı.? Tuniğinin, bir omuzu açık bırakarak tutturulmuş olması ve üzerindeki ağız ağıza vermiş üç ayçadan (hilalden) oluşan desenler ve de baş bandı Sümer ikonografisindeki etkisini düşündürüyor. Ama bir omuzda tutturulmuş giysi, dokumayı giysiye dönüştürmenin, birçok yerde (birbirinden bağımsız) karşılaşılan en kolay yolunun ürünü olabilir.'' (Sayfa: 505)


İndüs kültür kalıtı:
*
''İndüs buluntuları arasındaki düdükler ve tekerlekli oyuncak araba, çocuklara karşı ilginin niteliği ve niceliği hakkında ipuçları sunabilir. Pişmiş toprak zarlar, satranç tahtası ve taşları ile birlikte düşünüldüğünde, aylak bir egemen katmanın (ya da kastın) boş zaman kültürü hakkında bir düşünce verebilir. Zar, tek başına düşünüldüğünde ise, İndüs kültüründe olasılık kavramının varlığının kanıtı olarak gösterilebilir. İndüs düşünürlerinin olasılık kavramına sahip oldukları, kuşkusuz (rastlantı ürünü bulunmuş ve bilinçsizce oynanmış olabilecek zara dayanılarak) kesin olarak söylenilemez. Ama satrancın ileride insanlık kültürüne olumlu, zarın ve onun yol açabileceği kumarın İndüs uygarlığının insanlığa kalıtı olarak (ticaret ile birlikte yayılmış) olumsuz bir armağanı olabileceği söylenebilir. Kumarı olmasa bile zarı, İndüs insanına borçlu görünüyoruz.'' (Sayfa: 506-507)


Kast Sistemi:
*
''Hint (Ganj) uygarlığının, öteki eskiçağ uygarlıklarından, hatta insanlığın öteki uygarlıklarından önemli bir farklılığı vardır: Uygar toplumun kastlar biçiminde katmanlaşmış olması.! Yani toplumsal katmanlaşmanın, katman (tabaka, zümre) toplumunda görülenden, sınıf toplumunda görülecek olandan çok daha keskin çizgileriyle katı bir biçim alması. Dolayısıyla, katmanların birinden ötekine geçiş (dikey toplumsal devingenlik) olanağı verilmeyen bir toplumun ortaya çıkması.
Varlığını yirminci yüzyıla dek sürdürebilen kast düzeninde, bir kastın üyeleri başka kastlardan kimselerle evlenemezler. Onlarla birlikte yemek yiyemezler. Bazı kastların insanlarına değmek bile yüksek kasttakini ''kirletir''. Onlar parya (İng. untouchables), dokunulmayacak kimseler sayılır. Kazayla dokunulmuş olması bile arınma törenlerine başvurulmasını gerektirir. Bir kastın insanlarının, birbirlerine ve öteki kastların insanlarına nasıl davranacakları, kast kurallarıyla belirlenmiştir.'' (Sayfa: 508-509)

ARYAN ŞEFLİKLERDEN YABANCI HANEDAN İMPARATORLUKLARINA:
*
''Derlendiğinde neredeyse 100 bin dizeyi bulacak olan Mahapharata destanında, soylu savaşçıların birbirleriyle ve yerli çiftçilerle savaşları anlatılır. Anlatılanlardan, ''kentler yıkan'' bu soyluların kabilelerinin, çiftçi topluluklar üzerinde egemenlik kurarak, Hindistan'a Hint-Avrupa (Sanskritçe) dillerini ve kültürlerini yaydıkları anlaşılıyor.'' (Sayfa: 510)
*
''Yazıya geçirilen ilk sözlü geleneklerden birinde (Veda'larda) savaşlarla, savaşımlarla, tehlikelerle dolu, güvensiz yaşam koşullarının varlığı yansımaktadır. Bu güvensizlik psikolojisi, güven arayışını, aşkınöznelere (tanrılara) yöneltmiştir. Bu yolda tanrılardan beklenen dilekler karşılığında, tanrılara törenlerle adaklar, kurbanlar sunma önem kazanmıştır. Söz konusu törenleri bilen ve aracılık eden (Tanrı Brahma'nın temsilcileri olan) Brahman'ların önemi artmıştır. Öyle ki ileride kast toplumunu açıklayıp aklayan kuramı (Varna öğretisini) geliştiren Brahmanlar, kendilerini sıralamada baş köşeye yerleştireceklerdir. Kastlarını, savaşçı yöneticiler olan Ksihadriyalar kastının da üstünde sayacaklardır.'' (Sayfa: 511)
*
Merkezli monarşilere geçiş:
*
''Ganj vadisi topluluklarının uygar, devletli toplum düzeyine ulaştığı bu tarihlerde, onlardan binyıl önce uygarlığı yaşamış olan İndüs bölgesinin toplulukları, Aryan yıkımıyla düşürüldükleri Neolitik kültür düzeyinde pineklemekteydiler. Uygarlık İndüs'e İÖ altıncı yüzyılda Persler, İÖ dördüncü yüzyılda Ganj imparatorlukları eliyle (yeniden) getirilecektir. Bu olgu da insanlık tarihinde kültürün, uygarlığın öncülüğünün hiçbir ülkenin, hiçbir halkın tekelinde bulunmadığı yargısını desteklemektedir.'' (Sayfa: 512)
*
Magadha devleti ve Maurya imparatorluğu:


''Maurya imparatorluğunun en güçlü yöneticisi (Çandragupta'nın torunu) Asoka (MÖ 268'de) tahta geçer. Savaşçı ilişkilerinde fillerden, barışçı ilişkilerde kıyı ticaretinden yararlanarak imparatorluğunu geliştirir. Çıkardığı ''Asoka Fermanı'' olarak bilinen (İÖ 256 tarihli) bildirisi, Ganj uygarlığının ilk yazılı kaynağını oluşturmuştur. Asoka'nın kıyı ticareti yolları üzerinde denetim kurmasını sağlayacak olan Kalinga (bugünkü Orissa) bölgesini ele geçirdiği savaşta, 100 bin kişi ölmüş, 150 bin kişi Maurya imparatorluğu sınırları dışına sürülmüştür. Asoka böyle bir savaşın yarattığı acımasızlıktan ve acılardan etkilenmiş olmalı. Öyle ki savaşlara ve fetihlere son verir. Gençliğindekinin tam tersi bir tutumla, barışçılığı benimseyip Budacılığa geçtiği görülür.
Böylece Asoka, geriye kalan yaşamını ve egemenliğini Budacılığın yayılmasına adar. İnsanlara yeni yeni acılar yaratmak yerine, acılarını azaltabilmek için ülkenin her yerinde hastaneler yaptırmakla ve benzeri insancıl işlerle uğraşır. Ölümünden (İÖ 233'ten) önceki yıllarında, Budacılık yanı sıra ''imparatorluk ideolojisi'' sayılabilecek düşünceler geliştirip bunları yaymaya çalışır. Bu tutumu, imparatorluklarda görülen, sınırlarını pekiştirip düzeni yerleştirdikten sonra, başvurulan şiddetin dozu azaltılırken, hoşgörünün ve ideolojinin dozunu arttırma yönündeki genel eğilime uygundur.
Mauryalar İÖ 185 dolaylarında yıkılıp yerlerini Şunga Hanedanı'na bırakırlar.'' (Sayfa: 514)


Gupta imparatorluğu:
*
''Gupta döneminde, imparatorluğun kentlerine akan artıların sağladığı olanakla beslenen bilginler, hukuk, din, felsefe, astronomi, matematik alanlarında çalışmışlardır. Giderek, tüm dünyada kullanılacak olan sıfır sayısını bulmuşlardır. Sayısal imlemenin ondalık yerleştirme yöntemi de onların matematikçilerinin (belki daha önce tacirlerinin.?) başarısıdır. Avrupa'da ''Arap sayıları'' olarak yanlış bilinen ve kullanışlı olmayan Romen sayılarının yerini alan sayılar da ilk önce Gupta imparatorluğu dönemi Hintli tacirlerin ve matematikçilerin kullandıkları simgelerdi. Kara ve deniz ticareti kanalıyla tüm dünyaya yayılmaya, Guptalar ile başlamıştı. Kalidasa, oyunlarını, şiirlerini; Panini, Sanskritçe dilbilgisi kitabını Gupta döneminde yazdı. Mahabharata bu dönemde son biçimiyle yazıya geçirildi.
Gupta imparatorluğu (İS 450 dolaylarında) yerel başkaldırılarla zayıfladı. Orta Asya'dan kopup gelen Hunlar'ın bir dalının akınlarının vuruşlarıyla sendeledi. Ama yıkılmadı; parçalanmış da olsa varlığını bir beş yüzyıl daha sürdürebildi. Hindistan'ın Guptalar'dan sonraki yöneticileri, bilindiği gibi Müslüman Araplar ve Müslüman Türkler olacaktır.'' (Sayfa: 515)


Türk Kuşan egemenliği * Kuşanlar, Kuzeybatı Çin toprakları içinde yaşayan, Türkçe konuşan göçebe bir topluluktu. Güçlenince İÖ 128'de Hindukuş geçitlerinden Hindistan'a indiler. Bunu izleyen (İÖ birinci- İS üçüncü yüzyıl arası) üç yüzyıl içinde, hem İndüs Vadisi'ni hem Ganj Vadisi'ni ele geçirmeyi başardılar. Bir başka deyişle, Hindistan imparatorluğunu ele geçiren yabancı hanedanlardan birinin kurucusu oldular. İmparatorlukların belkemiğini oluşturan ülkelerarası (uzak) ticareti denetimlerine almak yolunda, Çin'i Akdeniz'e bağlayan ''İpek Yolu'' da ellerine geçti. İmparatorluklarını pekiştirmek için son bir girişimle, en ünlü yöneticileri Kanişka zamanında tacirlerin dünya görüşüne uygun bir değerler dizgesi olan (çıktığı Hindistan'dan kovulan) Budacılığı benimseyip onu Hindistan'da yaymaya çalıştılar. (Sayfa: 514-515)


Türk-Moğol imparatorluğu:
*
''Türk yöneticilerin önderliğinde bir Orta Asya Türk ve Moğol göçebe çoban kabileleri konfederasyonu (onbeşinci yüzyılın sonunda) oluşmuştu. Onaltıncı yüzyılın başında güneyin uygar toplumlarına yönelik akınları başlattı. Fetihleri, anasoyçizgisi Moğol Cengiz Han'a dayanıp, babasoyçizgisi Türk olan, Timur'un torunu Babür'ün Kabil'i (1504'te) ele geçirmesiyle hızlandı. Kabil'den gözünü Batı ve Güney Hindistan'a diken Babür, Afgan Sodi Hanedanı ordusunun Panipat'ta (1526'da) yenilgiye uğrattı. Başarısında, ateşli silahları Hindistan'a sokacak olan Türk topçuları büyük rol oynamıştı. Böylece (Mughal imparatorluğu da denen) Türk-Moğol Hindistan imparatorluğu kurulmuş oldu.
Babür, Hindistan'ı fethinin tarihsel öneminin bilincinde olmalı ki, Çağatay Türkçesi ile anılarını yazdı. Babürname içinde Hindistan hakkında şunları söylemektedir: ''Hindistan'ın fazla bir çekiciliği yok. İnsanları çirkin, birbirlerine [kast ayrımı nedeniyle olmalı, A.Ş] konukluğa gitmiyorlar; zeka ve yetenekleri yok; elişlerinde simetri, yöntem, kalite yok; üzüm, misk kavunu, iyi meyveler, soğuk su, pazarlarında pişkin ekmek yok; medrese yok, hamam yok, şamdan yok.!'' Öyleyse Hindistan'ı niye fethedip Türk Moğol Hindistan imparatorluğu hanedanını kurmuştu.? Kendi sözleriyle, ''insan [emek] ve ürünle dolu, altın ve gümüş hazinesi'' olduğu için.'' (Sayfa: 516-517)
*
V. Kesim notları: V.13/150:


Hintliler, İngiliz emperyalizmine yalnızca Gandi'nin ''edilgin direniş'' yöntemiyle karşı koymadılar. İngiliz Hindistan ordusundaki kiralık askerler olan Sepoy denen Hintliler, silahlı ayaklanmaya başvurmuşlardır.İngiliz emperyalizminin buna yanıtı, ayaklanmayı bastırdıktan sonra, yakaladıkları bu eski askerleri topların namlularının önüne bir bir bağlayarak törenle topa tutmak olmuştur; fotoğrafı için bak. Timelines of World History, s. 132 (Sayfa: 576)
*
V. Kesim Notları: V.13/154:

William Jones

McNeill Dünya Tarihi (17. baskı), s. 125. William Jones, Hindistan'da Yüksek Mahkeme yargıcı olup, öğrendiği yirmi sekiz dil arasına ölü dil durumunda bulunan Sanskritçeyi kattıktan sonra 1786'da onun Grekçe ile ortak kökten gelip Farsça (Persçe) ile ve çağdaş Avrupa dilleriyle benzer gramer yapısına sahip olduğunu anlayıp onu çözmüştü. Buna dayanılarak, Hindistan'dan, İran'dan Avrupa'ya dek çeşitli halklarca konuşulan dillerin ortak bir anaatadan gelerek farklılaştıkları düşünülüp bu dillere Hint-Avrupa dilleri, bu dili konuşan halklara Hint-Avrupa halkları denmiştir. (Sayfa: 577)
*
Ruhgöçü kuramı:
*
''Ruh, girdiği son hayvan bedeninde de sınavını verdikten sonra, insan bedenlerindeki sınavına, en alt kasttan (bir ceza değil, ödül olarak) başlar (ne güzel avuntu ama.!) ve sürdürür. Bu kastta sınavını verebilmişse, bedeninin ölümünden sonra, ölümsüz olan ruhu, ödüllendirilerek bir üst kasttan anababanın çocuğu olarak yeniden doğar. Yok sınavını verememişse (bu demektir ki kast yasalarına uymayıp kastının görevlerini yerine getirmemişse) yandı. Üst kasttakilerle yasak olan ilişkilere girip onları kirletmişse bokböceğine kadar yolu var.!'' (Sayfa: 523)
*
''Brahmacılık Hint (Ganj) uygarlığının tek dini değildi. Onun yanında, onunla kâh çakışan kâh çatışan inanç dizgeleri de vardı. Brahmacılık, Brahmanlar (dinciler) ve Ksihatriyalar (savaşçı yöneticiler) gibi üst kastların psikolojik gereksinimlerine yanıt verebildi. Karmaşık felsefi düşüncelerden tat alabilecek seçkinlere seslenebildi. Ama alt kastların insanlarının içine düşürüldükleri (günlük) güçlüklerin yol açtığı duygusal gereksinimlere de yanıt verebilecek inançlar üretemedi. Onlara yanıt vermeye aday, çilecilik, Budacılık, Caynacılık gibi inançlar türedi.'' (Sayfa: 524)
*
Upanishadlar, çilecilik, gizemcilik:
*
''Hint düşünüşünün ana çizgisini oluşturan ruhgöçü kuramını benimseyen kimi Hintli düşünürler, ruhun yeniden doğuşlar çemberinde uzayıp giden işkencelerden kurtulmasının (başka) yollarını aradılar. Bu yolu, bedenin (yemek, cinsellik gibi) isteklerinin horlanmasında ve köreltilmesinde bulduklarını sandılar. İnsanlara acılara katlanmayı öğrenmeleri için çile çekmeyi, hatta ruhlarını yükseltebilmeleri için bedenlerine acı çektirmeyi öğütlediler. Hint fakirliği ile Upanishad'ların gizemciliği, ''yaşamdan kaçış'' denebilecek böyle bir anlayışın pratiğinin ve felsefesinin örnekleridir.'' (Sayfa: 524)
*
Budacılık:


''Kendisine daha sonra ''aydın'' gibi bir anlama gelen Buda adı verilecek olan Siddharta, dinciler (Brahmanlar) kastından değil, Ksihadriyalar (savaşçı yöneticiler) kastından bir prens idi. Çevresi yüksek duvarlarla aşağı kastların insanlarının yaşam koşullarından yalıtlanmış bir sarayda doğmuştu. El bebek gül bebek yetiştirilmişti. Söylentiye bakılırsa, saraydan dışarı çıkmadan evlenme yaşına gelmişti. Bir çocuğu bile olmuştu. Gene de kendini mutlu duyumsamıyordu. Bir gün, dışarısını merak edip sarayın duvarına tırmandı. Duvarın ötesindeki insanların hayvanlardan kötü yaşadığını görünce sarsıntı geçirdi. Rahat yaşamını ve parlak (görünen) geleceğini bırakıp saraydan gizlice ayrıldı.'' (Sayfa: 525)
*
V. Kesim notları: V.13/167
*
Herman Hesse, Siddharta kitabı, çeşitli çevirmenlerce, çeşitli tarihlerde yapılan çeşitli çevirileri, Buda'nın yaşamı ve felsefesi hakkında, bir bilgin gerçekçiliğiyle olmasa da bir romancı duyarlılığıyla çekici bilgiler vermektedir. (Sayfa: 578)
*
''Bedeninin gereksinimlerini ne kadar çok yadsırsa, onların seslerini o kadar yükselttiklerini kavramıştır. Açken, derin düşüncelerle ruhunu yüceltmek şöyle dursun, hiç düşünemeyecek duruma düştüğünü düşünmüştür. Çileci yolun, kendi amaçlarına yaramadığı gibi, öteki insanları acılardan kurtarma davasına da bir hayrının dokunmayacağı kafasına dank etmiştir.'' (Sayfa: 525)
*
Sati yakısı ve kadının konumu:
*
''Eski Yunan kent devletlerinde de kadınlar, evlerin gynokonitis (harem) denen bölümlerine kapatılmışlardı. Böyle bir kültürden gelen Aleksadros (İskender) ve ordusundaki Yunanlılar bile Hindistan'a (İÖ 329'da) girdiklerinde, Brahman kastından biri ölünce karısının da yakılmasını buyuran göreneğe şaşkınlıkla tanık olmuşlardır. Bu göreneğin, İngiliz yönetimince (1840'ta) yasaklanıncaya dek sürebildiğini görüyoruz. Ne zaman başladığı ise kesin bilinmiyor.'' (Sayfa: 530)
*
''..Maratha Manu yasalarındaki şu sözlerdir: ''Çocukluğunda babasının, gençliğinde kocasının, kocası öldüğünde oğullarının buyruğu altında bulunan kadın hiçbir zaman başına buyruk bırakılmamalıdır.'' Hint uygarlığında, görevi, kocasına tanrıya hizmet ediyormuşçasına hizmet etmek olan kadın, yüksek kastlarda ev dışında çalışamazdı. Sokağa örtünerek çıkmak zorundaydı.
Ve Hint kültüründe kadın erkek eşitsizliğinin büyüklüğünün beşinci göstergesi, Hindistan'da kadına yakın zamanlara dek sahiplik ve yurttaşlık haklarının tanınmamış olmasıdır. Böyle bir kültürel gelenekli Hindistan'da, Pakistan'da, Srilanka'da, bağımsızlıklarından sonra, kadın başbakanların çıkmış olması açıkla bekleyen şaşırtıcı bir olgudur.'' (Sayfa: 531)
*
14. Bölüm, ÇİN UYGARLIĞI
*
Köken tartışması:
*
''..Uzakdoğu'nun ilk uygarlığı olan Çin, Eski Dünya'nın, uygarlığa elverişli olup uygarlığın kaynağına en uzak bölgesidir. Buna uygun olarak, Çin uygarlığı, ırmak boyu uygarlıklarının en sonuncusu olarak (İÖ 1400 dolaylarında) ortaya çıkmıştır. Ama uygarlığın Sümer'den yayılarak Çin'e ulaştığı görüşüne katılmayan yazarlar da vardır.'' (Sayfa: 534)
*
ÇİN UYGARLIĞININ NEOLİTİK KAYNAKLARI
*
Peiligan Kültürü evresinden Yang-şao Kültürü'ne:


''Yirminci yüzyıl arkeolojisinin ortaya çıkardığı Neolitik yerler, uzmanlarınca Peiligan, Cişan, Davidan, Yang-şao ve Long-şan kültürleri olarak kronolojik bir evrim sırasına konmuştur. Peiligan ile başlayan Neolitik kültürlern en iyi bilineni Yang-şao. ''Kara çömlek'' anlamına gelen bu ad ona, bu Çömlekli Neolitik (ÇN) kültürün çömleklerinin, kili pirinç kapçıklarıyla tavlandığı için, pişirildiğinde onların yanmasıyla siyah bir renk almasına dayanmaktadır. Böylece Çin kültürünün en seçkin zanaat ve sanat alanı olacak çömlekçiliğin Neolitik'te başladığı anlaşılıyor. Çin çömlek kapları ileride, duvarlarının inceliği ve dayanıklılığı bakımından, dünyanın ilk uygarlıklarının hiçbirinin ulaşamayacağı düzeye ulaşacaktır. Bu yolda geliştirilen porselen, uzun yüzyıllar Çin'in tekelinde bir giz olarak kalacaktır.'' (Sayfa: 539)
*
Long-şan Kültürü ve Erlitu Yüksek Kültürü:
*
''(1957 yılında Henan ili Yanşi ilçesinde bulunan) kültüre adı verilen Erlitu yeri, 370 bin metrekarelik bir alanı kaplamaktadır. İçinde, yaklaşık 100*100 metre boyutlu (Çin'de bulunan ilk saray sanılan) bir yapı vardır. Saray bölgesinin yanında, tunç döküm, çömlek yapım yerleri gibi alanların varlığı, zanaatların (tarımdan ayrılıp) farklılaşmaya başladığını göstermektedir. Bu, aynı zamanda, aktarılan toplumsal artıyla beslenebilen (profesyonel) zanaatçılar kesiminin oluştuğunun kanıtıdır. Sonuçta bu yerleşim yeri, artık bir köy değil, bir plana göre geliştirilmiş kent görünümündedir. Bu bakımdan Erlitu Yüksek Kültürü adını hak ettiği söylenebilir.'' (Sayfa: 540)
*
''Erlitu Yüksek Kültürü'nün, çoklu kalıplara dökülerek yapılan tunçlar geleneği yanı sıra, Şang kültüründe sürdürülecek bir başka özelliği daha vardır: Skapulimasi, yani ''kürek kemiği biliciliği''. Bu, kürek kemiğine sert bir cisimle bastırarak (ya da tavada kızdırılarak) oluşturulan çatlakların (rastlantısal değişken) durumlarına bakılarak gelecekten, olacaktan haberler alma sanatıdır. Şang zamanında (yöneticilerin biliciliğe (kâhinliğe) başvurmadan hiçbir önemli karar alamadıkları zamanlarda) bu kemiklere sorulan sorular ve yanıtları da çizgilerle, şekillerle imlenmeye başlanacaktır. Erlitu çömleklerinde benzeri imlerin saptanması üzerine, her ikisindeki imlerin gelişmekte olan bir yazı geleneğinin ilk adımlarını oluşturdukları ileri sürülmektedir. Böylece, Çin ideogram yazısı karakterlerinin, bilicilik (kehanet) kemiklerindeki imlerle birdenbire ortaya çıktığı yolundaki eski görüşe karşı çıkılmaktadır.'' (Sayfa: 541)
*
ÇİN UYGARLIĞININ HANEDANLAR DÖNEMİ:
*
''..öteki uygarlıklarda sihirciler dincilere dönüşüp (dinsel önderlik sözde egemende kalsa da) dinsel işlevler kurumlaşıp dincilerce yönetilmeye başlanmışken Çin'de durum farklıdır. Sihirci yerine biliciler çıkmış ve egemene bağlı kalmışlardır. Bir din kurumu ve dinciler kesimi gelişmemiştir. Bu durumda (din sayılabilecek) ''anaatalara saygı'' törenleri Çin tarihi boyunca egemenin yürüttüğü işlerden biri olarak kalacaktır.'' (Sayfa: 542)
*
Şang ekonomi politiği:
*
''Çin'de ipekböcekçiliğinin Neolitik dönemde başlamış olabileceğini gösteren ipuçları var. (..) Şang yerlerinde bulunan ipekli dokuma parçaları, sağılmış koza parçacıkları bunu gösteriyor.
Uzak ticaret kanalıyla elde edilmiş (bir tür deniz kabuklusu olan) cowrie (deniz salyangozu) kavkılarının, Şang zamanından başlayarak mal değişimini kolaylaştıran aracılar (bir tür para) olarak kullanıldığı ortaya konmuştur.
Şang uygarlığının ve devletinin bir odaktan yönetildiğini gösteren bir ölçek değişim aracı yanı sıra, başka göstergeleri de varddır: Bunlardan biri, ortak zaman ölçütü bir takvimdir. Ötekisi, ağırlık ve uzunluk ölçülerinin birölçekleştirilmiş (standartlaştırılmış) bulunmasıdır. (..)
Şang devleti çok sayıda şeflerden oluşan bir aristokrasinin başı olan kralla, ''aristokratik monarşi'' olarak görünür. Elinizdeki çalışmada benimsenen terminoloji ile ''timokrasi'' sayılabilir. Bu saptamanın nemi, Çin uygarlığının başında Mezopotamya'da ve Eski Dünya'daki ve Yeni Dünya'daki birçok eren devlette olduğu gibi dincilerce (klerokrasiyle) yönetilen bir evrenin yaşanmamış oluşudur. Bu durum, tüm tarih boyunca Çin kültürüne ve düşünüşüne yercil (laik) bir anlayışın egemen olmasında damgasını vuracaktır.'' (Sayfa: 545)
*
Sui (İS 581-618), Tang (618-907) ve Sung (960-1279) hanedanları:
*
''Çin'in köylü devrimi ile Maocu biçimiyle sosyalist düzene geçilmesinde önemli bir ekonomik ve kültürel atılımı (sonunda) başardığı biliniyor. İnsanlık tarihinde bu noktada katkıda bulunduğu unutulamamalı. Benzeri bir atılımı, küreselleşme çağında başarmakta olan Çin toplumunun gerisinde büyük bir kültürel birikim vardır. Söz konusu atılımları yaparken dayandığı, güç aldığı, kesintisiz (üç binyıllık) bir kültürel evrimin bulunduğu akıldan çıkarılmamalı. Böyle bir birikimin çapı hakkında bir düşünce edinmek için tek örnek bile yeterlidir: Birikmiş bilgilerin derlenmesi yolunda 1403'te başlatılan ansiklopedicilik akımı, Ming Hanedanı sonunda (1644'te) 11.000 cildi aşan bir noktaya ulaşmış bulunuyordu.*'' (Sayfa: 558)
*
* V. Kesim notları: V.14/265: Ahmad Yusuf Al-Hasan, ''Knowledge and Sciences'', ''History of Humanity, c IV, s. 96 (Sayfa: 583)
*
V. Kesim notları: V. 14/275:
*
''Yaşamın ne olduğu hakkında bile hiçbir şey bilmiyorsak, ölüm hakkında ne bilebiliriz ki.?''
*
Konfüçyüs (Sayfa: 583)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...