#JeanPaulSartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#JeanPaulSartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ekim 2018 Perşembe

Jean-Paul Sartre - Vaoluşçuluk

Varoluşçuluk:
''İnsanda -ama yalnız insanda- varoluş özden önce gelir. Bu demektir ki, insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı.? Şöyle; Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler (tayin eder). Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır..'' (Sayfa: 6)
*
(..Varoluşçuluk, adı geçen durumu yerine göre hem yansıtan hem de ona tepki gösteren bir felsefedir. Bundan ötürü, varoluşçu yazarlar çağımız kişisinin (kimine göre bu kişi büyük burjuva, kimine göre işçi, kimine göre küçük burjuva, kimine göre ise bütün insanlıktır) bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. Bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar..)
(..Tehlikeden kurtulması, Sartre'a göre, sorumluluğunu yüklenmesine, durumunu kavramasına bağlıdır. Madem ki kişioğlu dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur.. Nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine (action'una) göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini gerçekleştirecektir. Gerçekleştirmelidir.) (Sayfa: 8-9)
***
İnsan Tepeden Tırnağa Sorumludur
*
Gelgelelim gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur öyleyse. İşte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omuzuna yüklemektir. Ne var ki biz, ''insan sorumludur'' derken, yalnızca ''kendinden sorumludur'' demek istemiyoruz, ''bütün insanlardan sorumludur demek istiyoruz. Görülüyor ki iki ayrı anlamı var öznelcilik sözcüğünün. Bakıyorum da, düşmanlarımız hep bu çifte anlamlılık üzerinde oynayıp duruyorlar. Oysa öznelcilik, bir yandan bireysel öznenin ( sujet'nin) kendi kendini seçmesi, öbür yandan da insancıl öznelliği aşmanın kişioğlunun elinde olmaması demektir. Varoluşçuluğun derin anlamı bunlardan ikincisinde gizlidir.
***
Seçiş
*
''İnsan kendi kendini seçer'' dediğimizde, herbirimizin kendi kendini seçmesini anlıyoruz bundan. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Hiçbir edimimiz yok ki, olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde.
Öte yandan, bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur. Şöyle ya da böyle olmağı seçmek, bir bakıma, seçtiğimiz şeyin değerli olduğunu belirtmek demektir. Çünkü, hiçbir zaman kötüyü seçmeyiz. Hep iyiyi (iyi sandığımızı) seçeriz. Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz.
***
İnsan Bütün İnsanları Seçerken Kendini De Seçer
*
Ayrıca, varoluş özden önce gelince ve biz, tasarımıza göre varlaşmak isteyince, bu tasarı herkes için, bütün çağımız için bir değer ve geçerlik kazanır. Böylece, sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş olur, giderek, sonunda bütün insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmağı değil de, bir hıristiyan sendikasına girmeği seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum: ''İnsana düşen, alın yazısına katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan için.!''
Gelgelelim, bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi bağlamış olmakla kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle bütün insanlığı da bağlamış olurum.

*
Çeviri: Asım Bezirci

3 Ekim 2018 Çarşamba

Jean-Paul Sartre - Bulantı


Tutkum ölmüştü artık. Yıllarca onunla dolup sürüklenmiştim, ama şimdi içim bomboştu. Bu yetmiyormuş gibi tatsız tuzsuz, koskoca bir düşünce de kayıtsızca durmuştu karşımda. Ne olduğunu pek bilmiyordum bunun, ama içimi öyle daraltıyordu ki bakamıyordum. Bütün bunlar Mercier'nin sakalının kokusuyla karışıyordu. Kanım başıma sıçramıştı. Kendimi toparlayıp kuru bir sesle, ''Size çok teşekkür ederim. Yaptığım geziler yeter sanırım. Artık Farnsa'ya dönmem gerekiyor,'' dedim.
Ertesi gün Marsilya'ya giden vapurdaydım.
Yanılmıyorsam, üst üste yığılan bu işaretler, hayatımın yeniden altüst olacağını gösteriyorsa doğrusu korkuyordum. Korku, hayatımın serüvenli, dolgun ve değerli olduğundan değil. Ortaya çıkacak olandan, beni avucunun içine almasından, sürüklemesinden (Kim bilir nereye.?) korkuyorum. Araştırmalarımı, kitaplarımı, her şeyi yarıda bırakıp çekip gitmem mi gerekecek yine.? Birkaç yıl sonra, ezilmiş, umudu kırılmış olarak başka yıkıntılar içinde mi bulacağım kendimi.? İş işten geçmeden anlamalıyım bunu. (Sayfa: 21-22)
***
(.. Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir..) (Sayfa: 25)
***
(..Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.
Şimdi anlıyorum. Geçen gün deniz kıyısında, çakıl taşını elime aldığım zaman ne duyduğumu şimdi daha iyi hatırlıyorum. İçim bayılır gibi olmuştu. Ne tatsız şeydi bu. Bu duygunun çakıl taşından geldiğinden, ellerime ondan geçtiğinden kuşkum yok. Evet, evet ta kendisi, ellerde duyulan bir çeşit bulantı bu.
(Sayfa: 28)
***
''1787'de, Moulins yakınlarında bir handa, filozofların etkisinde yetişmiş ve Diderot ile arkadaşlığı olan bir ihtiyar ölmek üzereydi. Yöredeki papazlar, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı, ama çabaları boşa gitmişti. İhtiyar, dinin son gereklerinin yerine getirilmesini bir türlü kabul etmiyordu, çünkü tümtanrıcıydı. Hiçbir şeye inanmayan Bay de Rollebon da o yöredeydi. İhtiyarı iki saat içinde Hıristiyan dinine döndüreceğini söyleyerek, Moulins Papazı'yla bahse girişti. Papaz, bahsi kabul etti ve kaybetti. Rollebon, sabahın üçünde işe girişti, ihtiyar beşte günah çıkarttı ve yedide öldü. Papaz, 'Tartışma sanatında ne kadar güçlüymüşsünüz.! Bizi bile geçtiniz.!' dedi. Rollebon, 'Onunla tartışmadım, cehennemden söz açıp içine korku saldım,' diye karşılık verdi.'' (Sayfa: 35)
***
Duvarda beyaz bir delik var. Ayna bu. Bir tuzak. Bu tuzağa düşeceğim, biliyorum. Düştüm işte. Aynada gri bir şey beliriyor. Yaklaşıp bakıyorum, kurtaramıyorum kendimi.
Yüzümün yansısı bu. Yapacak işim olmadığı günlerde onu seyreder dururum. Gördüğüm bu yüzden, hiçbir şey anlamıyorum. Başkalarının yüzleri bir anlam taşıyor. Benimki öyle değil. Güzel miyoksa çirkin mi, bunu bile söyleyemem. Çirkin galiba. Çünkü böyle olduğunu söylediler. Bana dokunan bu değil. Yüzüme böyle nitelikler verilebilmesine şaşıyorum aslında. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel ya da çirkin demek gibi bir şey bu.
Yanakların yumuşaklığının ve alnın üzerinde öyle bir şey var ki, yine de insanın gözünü okşuyor. Tatlı kırmızı alevden bir taç gibi süslüyor başımı: saçlarım bu. Bakmaktan zevk alıyor insan. Ne de olsa net bir renk. Kızıl saçlı olduğumdan hoşnudum. İşte, karşıda, aynada, ışıyıp duruyor. Talihliymişim. Saçlarımın rengi, sarıyla kestane arasında ne idüğü belirsiz bir renk olsaydı yüzüm silik bir yüz olacak, baş dönmesi verecekti bana.
Bakışlarım sıkıntılı bir şekilde alından, yanaklardan yavaş yavaş aşağı iniyor. Sağlam bir şeye rastlamıyor, kuma batıyor sanki. Karşımda bir burun, iki göz, bir ağız olduğu belli, ama anlamı yok bunların, insansal bir anlatımları da yok. Oysa hem Anny hem Velines, canlı bir halim olduğunu söylerdi. Belki de yüzüme fazla alışmışımdır. Küçükken Bigeois halam bana şöyle derdi: ''Uzun zaman aynaya bakarsan, orada bir maymun görürsün.'' Daha da uzun zaman bakmış olmalıyım. Çünkü, gördüğüm maymundan beter. Bitkiler acununun sınırında, poliplerin katında bir şey. Canlı bu, tersini söyleyecek değilim. Ama Anny'nin düşündüğü canlılık, bu canlılık değil. Hafif titremeler, zonklayıp duran, genişleyen sakil bir et görüyorum. Yakından bakınca gözler pek korkunç. Camdan yapılmışlar sanki; yumuşacık, kör, kırmızı kenarlı bir şey. Balık pullarını andırıyor.
Çerçeveye bütün ağırlığımla yüklenip değinceye kadar aynaya yaklaştırıyorum yüzümü. Gözler, burun, ağız hepsi siliniyor. İnsansal hiçbir şey kalmıyor ortada. Titreyen dudakların her iki yanında yağız kırışıklar, çatlaklar, köstebek yuvaları. Yanakların çıkıntısını sapsarı ayva tüyleri kaplamış, burun deliklerinden iki kıl fırlamış, bir kabartma harita sanki. Ayın yüzeyini andıran bu dünya, yine de yabancım sayılmaz. Ayrıntılarını tanıyorum diyemem. Ama bütün olarak onu daha önce gördüm gibime geliyor. Bu sersemletiyor beni, neredeyse uyuyacağım.
Kendimi toparlamak isterdim. Canlı ve keskin bir duyum kurtarabilir beni. Sol elimi yanağıma dayıyorum, derimi çekiştiriyorum, ağzımı burnumu oynatıyorum. Yüzümün yarısı yaptıklarımın etkisinde kalıyor; ağzımın sol yarısı burkulup şişiyor, bir diş ortaya çıkıyor, göz çukuru pembe ve kanlı bir etin, beyaz bir yuvarlağın üzerinde açılıyor. Aradığım bu değildi. Bunlarda hiçbir yenilik, hiçbir sağlamlık yok; hepsi yumuşak, belli belirsiz ve daha önceden görülmüş şeyler. Gözlerim açık, uyuyorum. Aynadaki yüz gittikçe büyüyor, büyüyor.. Işığın içinde kayan kocaman solgun bir hâle bu.
Dengemi kaybetmem uyandırıyor beni. Bir sandalyenin üzerine yığılmışım. Sersemliğim hâlâ geçmedi. Yüzlerini yargılarken başkaları da benim kadar güçlük çekiyorlar mı acaba.?
Vücudumu nasıl sağır ve organik bir duyumla duyuyorsam, yüzümü de öyle görüyorum gibime geliyor. Peki başkaları.? Örneğin Rollebon.? Aynada yüzünü seyretmek ona da uyku getiriyor muydu.? Bayan de Genlis o yüzden şöyle söz ediyordu: ''Çiçek bozuğuyla çopurlaşmış, ufacık, ak pak, kırışık dolu bir yüz. Özel bir kötülük dile getiriyor. Ne yapsa başkalarının bunu fark etmesinin önüne geçemiyor. Saç tuvaletine düşkündür. Bir kere perukasız görmedim. Ama pek beceremediği halde, kendini tıraş etmekten vazgeçmediği ve sakalları sık olduğu için, yanakları karaya çalar mavi bir renk alıyordu. Yüzünü, Grimm gibi kurşun karbonatla yıkıyordu. Bay de Dangeville, bu beyaz ve mavinin onu Rokfor peynirine benzettiğini söylüyordu.''
Hoş bir hali vardı herhalde. Ama Bayan de Charrieres'in gözüne hoş görünmemişti. Onu, perişan bir adam olarak görmüştü sanırım. İnsanın kendi yüzünü anlayabilmesi belki de elinde değil Belki de tek başıma yaşadığım için böyle oluyor. Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım yok. Tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi.? Buna insansız.. Evet, insansız doğa denebilir. (Sayfa: 36-38)


İçerisi ağzına kadar dolu. Islak elbiselerden tutan buhar ve içilen sigaralar yüzünden hava, masmavi kesilmiş. Kasiyer kadın yerinde. İyi tanırım onu; benim gibi kızıl saçlıdır, bir karın hastalığı çekiyor. Ayrışan gövdelerin kimi zaman çıkardıkları menekşe kokusunu andıran üzüntülü bir gülüşle orada, etekliklerinin altında çürüyüp duruyor. Tepeden tırnağa titriyorum, o... evet, beni bekleyen oydu. Tezgâhın arkasında, dimdik duruyor, gülümsüyordu. Bu kahvenin içinden bir şey gerilere, pazar gününün dağınık anlarına gidip onları birbirine yapıştırıyor; onlara bir anlam veriyor. Bütün bu günü, burada bitirmek, alnım şu cama dayalı, nar rengi bir perde üzerinde beliren şu incecik yüzü görmek için yaşadım. Her şey durdu, hayatım durdu işte. Şu koca cam, su gibi mavi şu ağır hava, suyun dibindeki şu etli ve beyaz bitki ve kendim, kıpırdamayan dopdolu bir bütün oluşturuyoruz. Mutluyum.
Kendimi yeniden, Redoute Bulvarı'nda bulduğum zaman içimde acı bir pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştı. Şöyle diyordum: ''Yeryüzünde şu serüven duygusu kadar bağlı olduğum başka şey yok belki. Ama bu duygu istediği zaman geliyor, sonra hemen kaçıp gidiyor. Gittiği zaman nasıl bomboş kalıyorum. Yoksa hayatımı boşa harcadığımı anlatmak için mi bu kısa ve alaycı ziyaretleri yapıyor bana.?''
Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lâmbaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi bu. (Sayfa: 90-91)
***
Var olmak için onun bana, kendi varlığımı hissetmemek için de benim ona gereksinimim vardı. Ben, hammaddeyi, yeniden satmak zorunda kaldığım, ne yapacağımı bilmediğim şu maddeyi, yani varoluşu, kendi varoluşumu veriyordum. Ona düşen iş, ortaya koymaktı, yansıtmaktı. Marquis karşımda duruyordu ve kendi hayatını bana yansıtmak için benim hayatımı ele geçirmişti. Var olduğumu fark etmiyordum artık; kendimde değil, onda varoluşuyordum. Onun için yemek yiyor, onun için nefes alıyordum. Her hareketimin anlamı kendi dışımda, orada, tam karşımda, onda bulunuyordu. Kâğıdın üzerine harfler yazan elimi de, yazdığım cümleyi de görmüyordum artık. Ama kâğıdın ardında, ötesinde, bu hareketi istemiş olan ve bu hareketle varoluşunu uzatıp pekiştiren Marquis, varlık nedenim olmuş, beni kendimden kurtarmıştı. Peki şimdi ne yapacağım.?
En önemlisi kıpırdamamak, kıpırdamamak.. Ah.!
Şu omuz hareketinin önüne geçemedim..
Bekleyip duran şey toparlandı, üzerime atıldı, içime akıyor, dopdoluyum. Bir şey değilmiş, bekleyip duran şey kendimmişim. Özgürlüğe kavuşmuş, bağlarını koparmış varoluş üstüme taşıyor. Varoluşmaktayım.
Varoluşmaktayım. Tatlı; öyle tatlı, öyle ağır bir şey ki bu.! Hem de hafif, sanki kendi kendine havalarda uçup duruyor. Kıpraşıyor. Her yanda eriyip kaybolan değişler sanki. Öyle tatlı, öyle tatlı ki.! Ağzımda köpüklü bir su var. Yutuyorum, boğazımdan aşağı kayıyor; okşuyor beni. İşte yeniden doğuyor, dilime değip geçen küçük beyazımsı bir su birikintisi (yerli yerinde) eksilmiyor ağzımdan. Bu birikinti de benim. Dil de, boğaz da benim.
Masanın üzerinde açılmış elimi görüyorum. Yaşıyor; o da ben. Açılıyor; parmaklar ayrılıp düzeliyorlar. Tersine dönmüş.Tombul karnını gösteriyor bana. Sırtüstü düşmüş bir hayvanı andırıyor. Parmaklar bacakları. Ters dönmüş bir yengecin ayakları gibi onları hızla hareket ettirip eğleniyorum. Yengeç öldü; bacakları çekilip toplanıyor, elimin karnı üzerinde birleşiyorlar. Tırnakları görüyorum. Canlı olmayan tek parçam onlar. Bir kere daha. Elim dönüyor, karınüstü yayılıyor, sırtını gösteriyor şimdi. Gümüşlenmiş biraz parlak bir sırt. Parmak boğumlarında tüyler olmasa bir balık diyeceği geliyor insanın. Elimi hissediyorum. Kollarımın uzunda hareket edip duran bu iki hayvan da benim. Elim, bir ayağının tırnağıyla öteki bacaklarından birini kaşıyor. Benden bir parça olmayan masanın üzerinde, elimin ağırlığını hissediyorum. Bu ağırlık izlenimi sürüp duruyor, bir türlü kaybolmuyor. Kaybolması için sebep yok. Uzayınca dayanılmaz bir şey oluyor bu.. Elimi, çekip cebime koyuyorum. Ama kumaşın ardındaki baldırımın sıcaklığını duyuyorum birden. Elimi cebimden hızla çıkarıyorum, iskemlenin arkalığına dayayarak sallandırıyorum. Kolumun ucunda, ağırlığını duyuyorum şimdi. Biraz aşağı çekiyor, buna çekmek demek zor; tembel, uyuşuk, yumuşak bir çekiş. Elim varoluşmakta. Üzerinde durmuyorum bunun, çünkü nereye koysam varoluşmaya devam edecek, ben de onun varoluştuğunu duyacağım. Ortadan kaldıramam onu. Gövdemin geri kalan bölümlerini, gömleğimi kirleten yaş sıcaklığı, sanki birisi kaşıkla karıştırıyormuş gibi tembelce dönen şu sıcak yağlılığı da; içimde dolaşıp duran, gidip gelen, yanlarımdan koltuk altlarıma yükselen ya da her zamanki köşelerinde sabahtan akşama kadar körü körüne yaşayıp giden izlenimlerimi de ortadan kaldıramam.
İrkilerek ayağa fırlıyorum. Düşünmemin önüne geçebilsem, hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar. Sonra, düşüncelerin içinde kelimeler var; tamamlanmamış kelimeler, eksik kalmış cümleler. Durmadan geri gelirler. ''Bitirmem gere.. Varolu.. Ölüm.. Bay de Rollebon öldü. Değilim.. Varolu..'' Böyle sürüp gidiyor, bitmek bilmiyor bir türlü. Bu hepsinden kötü, çünkü kendimi bu işe katışmış ve sorumlu buluyorum. Sözgelimi şu çeşit acılı geviş getirmeye benzeyen varoluşmaktayım yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet ben. Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm. Varoluşmaktayım. Varoluşmakta olduğumu düşünüyorum. Şu varoluşma duygusu ne kıvıl kıvıl bir şey.! Onu ben sürdürüyorum yavaşça. Düşünmemi durdurabilseydim.. Çabalıyorum buna, başarıyorum. Kafamın içi dumanla doluyor gibi.. ama işte yeniden başladı. ''Duman.. düşünmemek.. Düşünmemek istemiyorum. Düşünmek istediğimi düşünüyorum. Düşünmek istemediğimi düşünmemem gerek.'' Bitmek bilmeyecek mi bu.?
Düşüncem, ben'den başka bir şey değil. Bu yüzden duramıyorum. Düşündüğüm ile varoluşmaktayım. Oysa düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Şu anda bile ( korkunç bir şey) varoluşmaktaysam, bu, varoluşmaktan ürküntü duymamdan ötürüdür. Özlediğim hiçlikten kendimi çekip alan benim. Nefret ya da varoluşmak tiksintisi, kendimi varoluşturma, varoluşun içine oturtma biçimlerinden başka şey değil. Düşünceler, büyük bir baş dönmesi gibi ardımda doğuyorlar, başımın arkasında doğduklarını duyuyorum.. Karşı durmazsam, önüme geçiyorlar, gözlerimin arasına geliyorlar. Çoğu kere, karşı koyamıyorum, düşünce büyüyor, büyüyor ve birden sınırsızlaşarak, tepeden tırnağa dolduruyor beni, varoluşumu yeniliyor.
Tükürüğüm şekerli, gövdem ılık; tatsız duyuyorum kendimi. Çakım masanın üstünde. Açıyorum onu. Neden olmasın.? Hiç olmazsa biraz değişiklik olur. Elimi not defterimin üzerine koyup ayasına sallıyorum çakıyı. Sinirliydim, bu yüzden çakının ağzı yana kaydı; yara derin değil. Kanıyor. Peki sonra.? Ne değişti sanki.? Ama beyaz kâğıdın ve biraz önce yazdığım satırların üzerinde biriken ve artık ben olmaktan çıkan küçük kan birikintisine doygunlukla bakıyorum. Bir beyaz kâğıt üzerinde dört satır, bir kan lekesi, güzel hatıra dediğin budur işte. Üzerine şöyle yazmalıyım: ''Bugün Marquis de Rollebon ile ilgili kitabımı yazmaktan vazgeçtim.''
Elime bir şey sürecek miyim.? Duraksıyorum. Kanın yeknesak sızışına bakıyorum. İşte pıhtılaşmaya başladı. Bitti. Kesiğin çevresinde, derim paslanmış gibi bir renk aldı. Derinin altında ötekilere benzeyen, öteki de onlardan daha tatsız bir duyum kaldı geriye.
Saat beş buçuğu çalıyor şimdi. Kalkıyorum, bu gibi gömleğim etime yapışıyor. Çıkıyorum. Niçin.? Niçin mi.? Çıkmamam için sebep yok da ondan. Kalsam da, bir köşede sessizliğe gömülsem de kendimi unutamayacağım. Burada olacağım, ağırlığım döşemenin üzerine çökecek. Varım ben.


''Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.''
***
''Şimdilik, ölü tutkularımla çevrili olarak yaşıyorum. On iki yaşındayken, annemden dayak yediğim bir gün, kendimi üçüncü kattan aşağı atmama neden olan o korkunç öfkeyi yeniden bulmaya çalışıyorum..''
(Sayfa:214)
***
Duyduğum acıyı göstermemek yetmiyordu, acı duymamak gerekiyordu.
(Sayfa: 220)
***
Özgürüm: Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana; denediğim bütün nedenler beni bıraktı; başkalarını da tasarlayamıyorum. Daha genç sayılırım, yeniden başlamaya yetecek gücüm var. Ama nereden başlamalı.? En şiddetli korkulara, bulantılara düştüğümde beni kurtarır diye Anny'ye ne kadar güvenmiş olduğumu ancak şimdi anlıyorum. Geçmişim öldü, Bay de Rollebon öldü, Anny sadece bütün umutlarımı kırmak için geri geldi. Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüme benziyor biraz. (Sayfa: 230)
***
Gri gökyüzü altında, şu duvarlar arasında unutulmuş ve bırakılmış bilinç. Varoluşunun anlamı da şu: Bilinç, fazlalık olmanın bilincidir. Genişler, dört bucağa yayılır, koyu renkli duvarın üzerinde, lambalar boyunca ya da karşıda akşamın sisleri içinde kendini kaybetmeye uğraşır. Ama hiçbir zaman unutmaz kendini; Bu durumda bile kendini unutan bir bilinç olmanın bilincidir. Onun alın yazısı bu. (Sayfa: 249)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...