27 Mart 2022 Pazar

Orhan Kemal - Nâzım Hikmetle Üç Buçuk Yıl


940 yılının kışı.. Hapishane kaleminde, sabıka defterlerinde çalışıyorum.

Bir sabah Kâtip, yeni gelen evrakları karıştırırken:
- Oooo.. dedi, gözün aydın.!
Ona hayretle baktım.
- Üstadın geliyormuş.!
Büsbütün şaşırdım. Benim üstadım falan yoktu..
Kâtip:
- Numara mı yapıyorsun.? dedi.
- Yooo.. dedim, benim üstadım filân yok ki..
- Canım, Nâzım Hikmet işte.. Senin de üstadın sayılmaz mı.? (Sayfa: 7)


''Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım.. Bir heykel sükûnu içinde , azametli bir mermer heykel bekliyorum..
Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze.. Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor.. Temiz, taze, sıhhatli, dost.!'' (Sayfa: 16)
*
''Ben, ilk tanıştığım herkesi, bilhassa meşhurları şiddetle yadırgarım. Bunun nedeni malûm şüphesiz, ama, Nâzım Hikmet'le nasıl hiç farkına varmadan senli benli oluverdiğime hâlâ şaşarım. İnsan onunla öyle kolay, öyle rahat konuşabiliyor ki..'' (Sayfa: 20)
*
''Nâzım Hikmet'in hapishaneye gelişiyle, şu ıslığa kadarki zaman iki saatten çok değildi. Ben bu iki saatlik zaman içinde onunla hem senli benli olmuş, hem de onu ve onun yakınlarını öğrenmiş bulunuyordum:
(..) Bu nasıl olmuştu.? Bilmem. Bunu kavrayabilmek için, herhalde Nâzım Hikmet'in samimiliği içine girmek lâzım. Çünkü, Nâzım düşmanları tarafından bile sevilen bir İNSAN'dır.'' (Sayfa: 21)


''Bir gün bir yerde -galiba bir akrabasında- misafirmiş, şiir yazacağı tutmuş, başlamış odanın içinde köşeleme gidip gelmeğe, perde perde heyecanlanarak söylenmeğe. Bunu gören hizmetçi kız, ''aman hanım'', diye koşmuş, ''küçük bey oynattılar galiba.!''
Diyebilirim ki, Nâzım, istediği zaman heyecanlanırdı. Gününü parçalara bölmüştü. Şu saatten şu saate kadar şiir mi yazacak, o saatte mutlaka ''heyecanlarının düğmesini'' çevirmiş ve işe başlamıştır.'' (..)
''..faydalı işler yapan mahkumların atelyelerine sık sık iner, fırsat bulursa çeşitli işler görürdü: tahta rendeler, bez dokur.. Bu hareketlerini herhangi bir maksada hamledenler bulunabilir, fakat bence bu yalnız ve yalnız onun İNSAN'a, kıymet yaratan'a istihsal seyrinde bilfiil rol alan'a karşı duyduğu saygıdan başka hiçbir şeye hamledilmemelidir. Zaten hemen şunu söyleyeyim ki, Nâzım, zannedildiği gibi, her fırsatta propaganda yapan, münakaşacı, haşin bir insan değildi. Herkesin fikrine azami saygıyı gösterir, mecbur edilmedikçe münakaşa etmezdi; hattâ çok defa mecbur edilse de..''
(..)
''Nâzım, inanmış insandı. Herhangi bir dâvaya inanmış kimselere saygısı vardı. Mehmet Âkif'e saygısı bundandı. Mehmet Âkif'in fikirlerinin doğruluğundan değil, dâvasına inanmış, ''karakter sahibi'' bir insan olduğundan dolayı takdir ederdi.
İnsanlar vardır, nazariyecidirler, bir takım kaideler, prensipler peşinde koştuklarını iddia ederler; fakat pratikte, nazariyetleriyle taban tabana zıttırlar. Nâzım, nazariye ve pratikte aynı olmağa çalışırdı.
İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir ''din'' haline getirmişti. Hele çocuklar.. Ağlayan bir çocuğu kucağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, tereddütsüz iddia edebilirim, her çocuk onunla ''ahbap'' olabilirdi.'' (Sayfa: 38-39)


Nâzım dilimizin sadeleşmesini sempatiyle karşılar, bununla beraber, aşırılıklara düşmemeğe de çalışırdı.
''..Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamağa bilhassa dikkat etmeli'' derdi. Meselâ, en sevdiği yeni kelimelerden birisi ''olağanüstü'' idi. Bu kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı. Halkın kendi dil kuralına uydurduğu, kendi dil bünyesinin şekil verdiği -Arapça, Farsça- kelimelerin atılıp, yerlerine Fransızca, Çağatayca, bilmem nece, veya ''uydurmasiyonca'' kelimeler alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin tepeden inme emirlere değil, sanatçılar tarafından işleneceğine kani idi sanıyorum. Bununla beraber, tepeden inme emirlerle empoze edilmek istenen kelimelerden bir çoğunun tuttuğunu, bir çoğununsa kendi kendine tasfiye olduğunu, binaenaleyh, bu tarz tepeden inmelerin pek de faydasız olmadığını, söylerdi.
Yeni şiir akımlarıyla da yakından ilgilenir, genç şairleri sempatiyle karşılamakla beraber, yaptıkları, daha doğrusu, yapmak istedikleri şeyin yeni olmadığını söylerdi.
Vezni, kafiyeyi, ahengi, resmi, hatta manayı atmak suretiyle de şiir yazılabileceğini, daha ileri gidip, yazıyı da atıp, sadece şiir düşünülebileceğini kabul ederdi; ''..fakat'', derdi, ''ne lüzum var bu kadar tasfiyeye.? Asırlardan beri gelişe gelişe bugüne varan şiirin kazandığı imkanlardan niçin faydalanmamalı.? Bu sadece, şekli zorlamakla yeni şeyler yapılabileceğini zannetmektir. Mesele şekilden çok muhtevada, muhtevanın yeniliğindedir. Yeniciler ümidi kırılmış, idealini kaybetmiş, dejenere olmuş veya olmağa doğru giden bir sınıfın bezginliğini, dünyadan kaçmak özleyişini -ki gerçekler karşısında yenilmekten gelir- bilhassa ''ölüm''ü bol bol terennüm ediyorlar.. Bir acaip egzotizme kaptırmışlar kendilerini, insanlığın büyük davalarıyla ilgilenmiyorlar, yahut cesaretleri kafi gelmiyor.! Tek müsbet tarafları dilleri.. Dili iyi tasarruf -bu da mahdut olmakla beraber- ediyorlar. Onların şiirleri, kocaman bir eserden dökülmüş parçalar..''
Nâzım Hikmet, şiirle nesir arasındaki sınıra daima dikkat ederdi. Memleketimden İnsan Manzaraları isimli eserinde, şiiri nesre alabildiğine yaklaştırdığı ve şiirin şimdiye kadar kazandığı imkanlardan istifade ettiği görülecektir. (Sayfa: 41-42)


Dokunan yatak çarşafları, havlular yahut bezler Dokuma Kooperatifine gönderilip teslim ediliyor, biz sadece dokuma ücreti alıyorduk. İmalâtımız Kooperatife teslim edilip, paralar geldiği günler Nâzım fevkalade ciddi bir muhasebecidir; geçer masanın başına, çok defa gözünde gözlük, elinde kalem, önünde defter, başlar bir takım hesaplara.. Kılı kırk yararak, herkesin payını kuruşu kuruşuna kadar hesaplar, ilk fırsat ve en hızlı vasıta ile Piraye yengeyle Kemal Tahir'in paylarını postaya ulaştırırdı.
Adı ''Patron''a çıkmıştı..
- ..Üstat, işi büyüttün ha.! Nasıl.? Ya.. Para böyledir işte..
Filân falan..
O, bütün bunları hoş karşılar, gülerdi:
- Tabii canım tabii, derdi, ben patron oldum artık, bozuldu tabiatım benim.
- Artık hayır kalmadı sizden.. diye takılmıştım.
- Evet, demişti, maalesef öyle oldu, kalmadı hayır bende.. Beş para etmem ben artık..
Nâzım, birlikte çalıştığı arkadaşlarının bütün ihtiyaçları ve dertleriyle ilgilenirdi. Tezgâhlarda bez dokuyan Batı Anadolulu delikanlıların gönüllerini kendine çekmişti. Bu hal, diğer tezgâh işletenlerden bazılarını, nedense, kuşkulandırmış. Ama, Nâzım tınmıyordu bile.. Bildiğini okuyor; metre metre bezler dokunuyordu.
Bir ara işittik ki, bilmem ne köylü bilmem ne ağa, Nâzım'ın aleyhinde bir tertip hazırlamakla meşgulmüş, onu bıçaklatacakmış.!
İşin hoşu, para zoruyla elde edilen çingene bilmem kim, Nâzım'a gelmiş, ''Nâzım abi.. Böyle böyle de, ben boş verdim abim. Öyle mangizleri çok gördük biz, yazık değil mi Nâzım abime. Keriz, beni haybeci zannetti.. Sıkıysa kendin vursana.!'' gibilerden, fısıldamış..
Hele bir gün, daha müthiş bir tasavvurdan haberdar edilmiştim: Nâzım hapishane bahçesinde, Memleketimden İnsan Manzaraları üzerinde çalışıyor; ana duvarın orada yukarı aşağı gidip geliyor, eliyle, koluyla hareketler yaparken, kısa kesik dönüşler, mırıltı, homurtu..
Bu sırada, hapishanenin en üst katındaki Tecrit'lerden birinde, ayaklarında demir, üç adam -bunlar üç gün önce hapishanede esrar ticareti yüzünden bir adam öldürdükleri için ayaklarına demir vurulmuş, Tecrit'e atılmışlardı- Nâzım'ı seyrederken, aşağı yukarı şöyle konuşmuşlar:
- Bunu görüyor musun, bunu.? Bunun adı tarihlere geçmiş dinime imanıma..
- Tabii geçer oğlum, herif kafalı adam, okumuş..
- Aklıma ne geliyor biliyor musun, şeytan diyor, öldür şunu.. Neden dersen, insan öldürünce böylesini öldürmeli. Biz, ne.. Vuruyoruz bir fasaryayı, yat Allah yat.. Amma bunu öldürdün mü, bütün dünya gazeteleri yazar, hem de namın tarihlere geçer..
- Yok canım, demiş üçüncüsü, Nâzım Ağabey o.. Adamın eli varır mı vurmaya.?
Bunu bana, o kısmın temizliğine bakan Âdem Baba haber vermiş:
- ..Aman Kemal abi, söyle Nâzım abiye, kollasın kendini.. Dönmüş nevirleri enayilerin, çakarsın ya.! demişti.
Bunları Nâzım Hikmet'e anlattığım zaman:
- Bak sen, diye gülmüştü, adı tarihlere geçsin diye, herif beni vuracak.. Geçse bari.. Tarihlere geçmek için yapacak başka iş kalmadı da..
Şunu kısaca belirteyim: Bu üç adam, birkaç gün sonra Anadolu'nun muhtelif hapishanelerine sürgün edilmişlerdi. Hatırımda kaldığına göre, her üçü de gittiklerinden birkaç gün sonra bıçaklanıp öldürülmüşler.. Bu haberi aldığımız zaman, onlara en çok Nâzım Hikmet acımış, malta boyunda uzun uzun dolaşmıştı. 
(Sayfa: 47-48)

Nâzım
- Bu şahlanan irtica muvaffak olursa, diyordu, insanlık ve insanlığın bugüne kadar kazandığı terakkiler en az bin sene geriye gidebilir.!
Ve ilave ediyordu:
- Fakat, Almanlar yenilecekler.. Çünkü, bu tarihi bir zaruret.
Zaman zaman işitiyorduk: Belgrad'a giden Almanlar, genç kızları kerhanelere takım takım sevk etmişler.
Yahut: zaferin neş'esiyle sarhoş Alman subayları, bilmem nere hapishanesinde mahpusları hapishanenin içinde tellere asmışlar, veya, Gestapo mensupları, tabancalarla endaht talimleri yapıyorlarmış. Hedef: Mahpuslar.! (Sayfa: 50)
*
Nâzım Hikmet etrafındakilere iyilik etmekten zevk duyardı. Meselâ, ondan borç para isterlerdi. Çok defa borç verecek parası olmadığı halde, gider başkalarından borç alır, getirir, verirdi. O kadar ki, bazı gardiyanların bile ona borçlandığını hatırlıyorum. (Sayfa: 53)
*
943 yılının eylül ayı sonlarında çıkacaktım ve çıkma günüm yaklaşıyordu. Bir gün işten dönmüştüm, koğuşta genç irisi bir köylü çocuğu.. Nâzım ona bir şeyler anlatıyordu. Bir ara çocuk, cebinden bir not defteri çıkardı, Nâzım'ın söylediklerini yazmağa başladı:
- ..Bir, iki, üç numara fırça, yağlıboya fırçası, üstübeç, tutkal..
- Başka.?
- Şimdilik bu kadar.
Çocuk, defterini cebine soktu. Zeki bakışları vardı.
- Peki üstadım, dedi, yarın görüşme günü, babam köyden gelir, ısmarlarım..
Çocuk gittikten sonra Nâzım anlattı:
Bir tarla yüzünden, biraz da babasının teşvikiyle komşu tarla sahibini öldürmüş, on beş seneye mahkûmmuş. Kara kalemle ve murabba usulüyle şunun bunun fotoğrafını büyütürmüş.. Gelmiş yanına, ''sana çıraklık etsem bana yağlıboya öğretir misin.?'' diye sormuş. Anlaşmışlar.. Yarın veya öbür günden itibaren başlayacakmış. Nâzım:
- Gördün ya, demir gibi çocuk.. dedi, ne esrar, ne afyon, ne bıçak, ne kumar..
Çocuk her sabah gelir, Nâzım resim yaparken yanında oturur, ona çıraklık ederdi: fırçalarını yıkar, paletine boya sıkar, tutkal ve üstübeçle resim bezi hazırlar, bilhassa, iri gözlerini büyük bir dikkatle Nâzım'ın fırçasına dikerek, dinç bir sabırla bakar, bakardı.
Günler bu suretle gelip geçiyordu. Her sabah işe çıktığım için, nasıl çalıştıkları hakkında bilgim yok. Yalnız Nâzım sık sık ''bu çocuktaki şayânı hayret kabiliyet''ten bahsederdi. (*)
*
* Ressam Balaban (Sayfa: 71)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...