18 Haziran 2019 Salı

Anne Frank'ın Hatıra Defteri

Anne Frank, 12 Haziran 1942 ile 1 Ağustos 1944 tarihleri arasında günlük tuttu. Anne, 1944 baharında sürgündeki Eğitim Bakanı Bolkenstein'ın Oranje radyosunda yaptığı konuşmayı duyana kadar yazıları sadece kendisi için yazmıştı. Bakan konuşmasında, Alman işgali altındaki Hollanda halkının acılarına tanıklık eden her şeyin kamuoyuna açık hale getirileceğini söylüyordu. Örnek olarak, tutulan günlükleri de sayıyordu. Bu konuşmanın etkisinde kalan Anne Frank, savaştan sonra bir kitap yayımlamaya karar verdi. Günlüğü, bu kitap için temel oluşturacaktı.
Anne, günlüğünü yeniden yazmaya ve üzerinde çalışmaya başladı, daha iyi bir hale getirdi, ilginç bulmadığı bölümleri çıkardı ve hafızasında kalmış olan yenilerini ekledi. Aynı zamanda, 1986 yılında Bilimsel Versiyon A adıyla yayınlanan ilk günlüğü de elinde tuttu ki bu versiyon, B versiyonu olarak adlandırılan ve üzerinde çalışılmış olan ikinci günlükten oldukça farklıydı. Anne'nin son yazısı 1 Ağustos 1944 tarihini taşıyordu. 4 Ağustos'ta, Arka Ev'deki sekiz kaçak Yeşil Polis tarafından ele geçirildi.
Miep Gies ve Bep Voskuijl, tutuklanmanın olduğu gün notları güvence altına almayı başardılar. Miep Gies, notları bürosunda muhafaza etti ve onları okumadan Anne'nin babası Otto H. Frank'a teslim etti. Bu sırada Anne'nin artık yaşamadığı bilgisi kesinlik kazanmıştı.
#AnneFrankınHatıraDefteri
#AnneFrankınHatıraDefteri

Şimdiye dek karşılaştığım babaların en tatlısı babam, henüz 36 yaşındayken, o sırada 25 yaşında olan annemle evlenmiş. Ablam Mergot 1926'da Almanya'nın Frankfurt şehrinde doğmuş. 12 Haziran 1929'da onu ben takip etmişim. Dört yaşıma kadar Frankfurt'ta yaşadım. Safkan Yahudi olduğumuz için babam 1933'te Hollanda'ya gitti. Reçel imalatı işi yapan Hollandalı Opekta Mij şirketine müdür oldu. Annem Edith Frank-Hollaender de Eylül ayında Hollanda'ya gitti, Margot ile ben büyükannemizin yaşadığı Aken'e gittik. Margot aralık ayında Hollanda'ya gitti, bense Margot'un doğum günü hediyesi olarak masaya oturtulduğum Şubat'ta.
Kısa bir süre sonra Altıncı Montessori okulunun ana sınıfına başladım. Altı yaşıma kadar orada devam ettim ve ardından birinci sınıfa geçtim. Altıncı sınıfta müdire Bayan Kuperus'un sınıfına düştüm. Okul yılının sonunda birbirimizden acıklı bir biçimde ayrıldık ve ben Margot'un da gittiği Yahudi Lisesi'ne alındığım için her ikimiz birden ağladık.
Almanya'da kalan aile üyelerimiz Hitler'in Yahudi kanunlarından kurtulamadıkları için yaşamımız zorunlu bir gerilim altında geçti. İki amcam, annemin erkek kardeşleri 1938'de saldırılardan sonra kaçtılar ve güvenli bir biçimde Kuzey Amerika'ya ulaştılar; büyük büyükannem bize geldi. O sırada 73 yaşındaydı.
1940 Mayıs'ından sonra iyi günler tepetaklak oldu: Önce savaş, ardından teslimiyet, Almanların egemenliği ve biz Yahudiler için sıkıntılar başladı. Yahudi kanunları birbirini izledi ve özgürlüğümüz epey kısıtlandı. Yahudiler Davut Yıldızı taşımak zorundalar, Yahudiler bisikletlerini teslim etmeliler, Yahudiler tramvaya binemezler, Yahudiler -özel dahi olsa- bir arabaya binemezler, Yahudiler sadece öğleden sonra üç ile beş arasında alışveriş yapabilirler, Yahudiler yalnızca Yahudi bir berbere gidebilirler, Yahudiler akşam sekizden sabah altıya kadar sokağa çıkamazlar, Yahudiler tiyatro, sinema ve diğer eğlence yerlerinde duramazlar, Yahudiler yüzme havuzuna, hatta tenis kortuna, hokey ve diğer spor alanlarına gidemezler, Yahudiler kürek çekemezler, Yahudiler halka açık yerlerde spor yapamazlar, Yahudiler akşam sekizden sonra tanıdıklarıyla bile bahçelerinde oturamazlar, Yahudiler Hıristiyanların evine giremezler, Yahudiler Yahudi okullarına gitmek zorundalar ve buna benzer şeyler.Hayatımız 'o yasak, bu yasak' diye böyle devam etti. Jacque bana her zaman şöyle der: ''Artık bir şey yapmaya cesaret edemiyorum, çünkü yasak olmasından korkuyorum.'' (Sayfa: 17-18)
#AnneFrankınHatıraDefteri
#AnneFrankınHatıraDefteri
Bana rahat vermeyen birçok sorudan bir tanesi de, geçmişte ve şimdi toplumlarda kadınların, erkeklerin gerisinde yer alması. Herkes bunun haksızlık olduğunu söyler ama bu yanıt bana yeterli gelmiyor. Ben bu büyük haksızlığın nedenlerini bilmeyi çok isterdim. Belki başlangıçtan beri erkeğin büyük beden gücünden dolayı kadına hükmetmiş olduğu düşünülebilir. Parayı erkekler kazanıyor, çocukları erkekler yapıyor, erkekler her şeyi yapabiliyor.. Bütün kadınların kısa bir süre öncesine kadar sessizce her şeye katlanmış olmaları büyük bir aptallıktı, çünkü ne kadar uzun çağlar bu kurallar yaşanmışsa, o kadar fazla kökleşmiş. Yine de şansımıza okul, iş ve eğitim kadınların gözlerini açmasını sağladı. Birçok ülkede kadınlara eşit haklar verildi. Birçok insan, öncelikle kadınlar, ama erkekler de şimdiye değin dünyadaki paylaşımın ne kadar yanlış olduğunu artık anlıyorlar. Modern kadınlar tam bağımsızlık hakkı istiyorlar.
Ama sadece bu kadar değil: Kadının değeri verilmeli.! Her yerde erkekler yüceltiliyor, kadınlar neden bu değerlere ortak edilmiyor.? Askerlere ve savaş kahramanlarına saygı gösteriliyor ve övgüler yağdırılıyor. Kâşifler ölümsüz bir şöhret elde ediyorlar, şehitlere tapılıyor. Ama kim kadını da bir savaşçı olarak görüyor.?
'Strijders voor het leven' (Hayat İçin Savaşanlar) kitabında beni çok etkileyen bir şey yazıyor, buna benzer bir şey: kadınlar sadece doğum yaparak herhangi bir savaş kahramanından daha çok acı, hastalık ve sefalet çekiyor. Ve kadın bu başarı için ne görüyor.?
Doğumdan dolayı deforme ve çirkin olmuşsa bir köşeye itiliyor, bir süre sonra artık çocuklar da ona ait olmuyorlar, güzelliği de geçmiş oluyor. Kadınlar insanlığın devamını sağlamak uğruna çok acıya katlanan birçok çenesi düşük özgürlük kahramanlarından daha yürekli, çok daha gözüpek ve çok daha fazla savaşan askerlerdir.
Bunları söylerken, kadınlar çocuk doğurmaya karşı ayaklansınlar demiyorum, tersine bu doğanın düzeni ve böylesi iyi olmalı. Ben sadece erkekleri ve bütün dünya düzenini, kadınların yaşadıkları bu büyük zorluklarla ama kısmen güzelliklerle de, toplumda nasıl bir görevleri olduğu konusunda hiç hesap vermedikleri için yargılıyorum.
Kitap yazarı Paul De Kruif, erkekler, dünyanın kültürlü saydığımız kısımlarında, bir doğumun artık doğallıktan ve normal bir olay olmaktan çıktığını öğrenmek zorundalar demesi, bence son derece haklı. Erkekler çok kolay konuşuyorlar, onlar kadınların katlandıkları rahatsızlıkları hiçbir zaman çekmediler ve çekmek zorunda da kalmayacaklar.
Çocuk doğurmanın kadınların görevi olduğu görüşü, sanırım gelecek yüz yıl içerisinde değişecektir. Bu görüş yerini, homurdanmadan, büyük sözler söylemeden yükü omuzlamış olanlara duyulan, saygı ve hayranlığa bırakacaktır.
*
Dostun Anne M. Frank (
Sayfa: 315-317)
#AnneFrankınHatıraDefteri
Tüm zamanların en önemli kitaplarından biri." (The Guardian)
*
“Yıllarca, yazarlık hayatımda Tennessee Williams’ın Sırça Kümes adlı eserinin etkisi olduğunu iddia ettim. Ancak, şimdi dönüp baktığımda aslında Anne Frank’ın Hatıra Defteri’nden daha çok etkilendiğimi görüyorum.. Peşimi hiç bırakmayan, büyük bir etki.” (Selim İleri)
*
“Günlüğünü okuyana dek bunca derin düşünceye sahip olduğunu anlayamamıştım. Bu hem şoke olduğum hem de çoğu ebeveynin çocuklarını gerçekten tanıma fırsatı bulamadığını düşündüğüm, korkunç bir andı.”
(Otto Frank, Anne'nın babası)
*
“Hayatta kalma şansı bulduysanız, bunu başaramayanlar için konuşmak görevinizdir. Umarım dünya tarihinde böylesi bir zulmün tekrarlandığını asla görmeyiz.!”
(Nanette Konig, Anne'nın çocukluk arkadaşı)

16 Haziran 2019 Pazar

Jean Jacques Rousseau - Dillerin Kökeni Üstüne Deneme

Söz insanı öbür hayvanlardan ayırır: dil ulusları birbirlerinden ayırır; bir insanın nereli olduğu konuştuktan sonra anlaşılır. Kullanım ve gereksinim sonucu herkes ülkesinin dilini öğrenir; ama bu dilin başka bir ülkenin değil de o ülkenin dili olmasını sağlayan nedir.? Bunu söyleyebilmek için yerele dayanan ve geleneklerin de öncesine giden bir tür nedene uzanmak gerekir: İlk toplumsal kurum olan söz, biçimini sadece doğal nedenlere borçludur.
Bir insan başka biri tarafından hisseden, düşünen ve kendine benzeyen bir varlık olarak tanındığı anda ona kendi hislerini ve düşüncelerini iletme arzusu ya da gereksinimi, bunun araçlarını aramaya yöneltir. Bu araçlar, bir insanın başka bir insan üzerinde etkide bulunabilmesinin tek aletleri olan duyulardan çıkabilir sadece. İşte size düşünceyi anlatmak için kullanılan duyulur işaretlerin kuruluşu. Dili bulanlar bu akıl yürütmeyi yapmamışlardı ama içgüdü onlara bu sonucu esinledi.
Başkasının duyuları üzerinde etkide bulunabildiğimiz genel araçlar iki tanedir, bunlar hareket ve sestir. Hareketin eylemi dokunma ile dolaysız ya da jest ile dolaylıdır; kolun uzunluğuyla sınırlı olan ilki uzaktan iletilemez, ama öbürü gözün uzanabildiği kadar uzağa erişir. Böylece sadece görme ve işitme dağınık haldeki insanlar arasındaki dilin edilgin organları olarak kalırlar.
Jest dili de sesli dil de eşit derecede doğal olsalar da, ilki daha basittir ve uzlaşımlara daha az bağlıdır: çünkü kulağımıza çarpanlardan daha çok nesne gözümüze çarpar ve biçimler seslere göre daha çeşitlidir; aynı zamanda daha zengin anlamlıdırlar ve daha az zamanda daha çok şey söylerler. Resim sanatını bulanın aşk olduğu söylenir. Sözü de bulmuş olabilirdi, ama daha az mutlu bir biçimde. Sözden pek az hoşnut olan aşk onu hor görür, kendisini ifade edecek daha zengin yolları vardır. Sevgilisinin gölgesini böylesine bir hazla resmeden, ona bir şeyler söylesin.! Fırçasının o hareketini dile getirmek için hangi sesleri kullanırdı.?
(..)
Eskiler en canlı biçimde söylediklerini sözcüklerle değil işaretlerle anlatırlardı; söylemezler, gösterirlerdi.
(..)
Benzer biçimde, kulaklara olduğundan daha iyi gözlere konuşulur. (..) En belagatlı söylemlerin de içlerinde en çok imge barındıran söylemler olduklarını, seslerin de hiçbir zaman renklerin etkisini yarattıklarındaki kadar güçlü olmadıklarını görürüz.
Ama kalbi harekete geçirmek ve güçlü duygulanımları alevlendirmek söz konusu olduğunda, durum bambaşkadır. Üst üste darbelerle vuran söylemin sürekli izlenimi, bir bakışta bütünüyle gördüğümüz nesnenin kendisinin karşımızdaki varlığından çok başka bir duygu verir. Çok iyi bildiğiniz bir acı durumunu düşünün; acı çeken kişiyi görerek ağlayacak kadar etkilenmeniz zordur; ama ona bütün hissettiklerini size anlatması için zaman verin, o zaman kısa sürede göz yaşlarına boğulursunuz. Trajediler de etkilerini başka türlü yaratamazlar zaten. Tek başına söylemsiz pantomim sizi neredeyse dingin bir halde bırakır; jestle olmaksızın söylem ise göz yaşlarınızı sizden çeker çıkarır. Güçlü duyguların jestleri vardır, ama vurguları da vardır, ve bizi ürperten bu vurgular, sesinden ayıramadığımız bu vurgular o sesle kalbimizin derinine dek işlerler, onları çekip çıkartan hareketleri bize rağmen ortaya taşırlar ve duyduğumuz şeyi hissetmemizi sağlarlar
(..)
Bu bana şunu düşündürüyor: eğer sadece doğal gereksinimlerimiz olsaydı, çok büyük olasılıkla hiç konuşmayabilirdik, ve sadece jestlerin diliyle eksiksiz olarak anlaşabilirdik. Bugünkülerden pek az farklı, hatta amacına doğru daha iyi ilerlemiş toplumlar kurabilirdik; yasalar koymuş, önderler seçmiş, sanatları icat etmiş, ticareti kurmuş, ve kısaca, nerdeyse sözün yardımıyla yaptığımız her şeyi yapmış olabilirdik.
(..) 
Chardin Hindistan'daki aracıların, birbirinin elini tutarak ve kimsenin fark edemeyeceği bir biçimde tutuşlarını değiştirerek, herkesin içinde ama gizlice, tek bir söz etmeden bütün işlerini gördüklerini anlatır. Bu aracıların kör, sağır ve dilsiz olduklarını düşünün, kendi aralarında daha az anlaşmış olamazlardı. Bu da gösteriyor ki bir dil oluşturmamız için, etkin olduğumuz iki duyudan sadece biri yeterlidir.
Aynı gözlemlere dayanarak söyleyebiliriz ki düşüncelerimizi iletme sanatının icadı bu iletişimi bize sağlayan organlardan çok, insana özgü bir yetiye bağlıdır, bu yeti onun organlarını bu iş için kullanmasını ve eğer bunlar onda yoksa başka organlarını aynı iş için kullanabilmesini sağlar. İnsana dilediğiniz kadar incelikten uzak bir organ yapısı verin: elbette edineceği düşünceler daha az olacaktır; ama onunla benzerleri arasında, birinin eylemde bulunacağı, öbürünün de hissedeceği herhangi bir iletişim aracı olmaya görsün, en sonunda sahip olabildikleri bütün düşünceleri karşılıklı olarak iletmeyi başarırlar.
Hayvanların organ yapısı bu iletişim için yeterli olandan da fazladır, ama hiçbiri bunu kullanmamıştır. İşte bu bana son derece belirleyici bir fark gibi görünüyor. Bunların içinde toplu halde çalışanlar ve yaşayanların, kunduzların, karıncaların, arıların aralarında anlaşmak için doğal bir tür dilleri var, bundan hiç kuşkum yok. Hatta kunduzların ve karıncaların dillerinin jestlerden oluştuğuna ve sadece göze seslendiğine inanmamız da yersiz olmaz. Ne olursa olsun, bundan dolayı bu dillerin her biri doğal olsa da, edinilmiş değildirler; bu dilleri konuşan hayvanlar onlara doğuştan sahiptirler; hepsi bunlara sahiptirler, ve her yerde aynı dile sahiptirler; onu hiç değiştirmezler, en küçük bir ilerleme de göstermezler. Uzlaşımın dili sadece insana aittir. İşte bu nedenle insan, iyi yönde olsun kötü yönde olsun, ilerleme gösterir, ve bu nedenle hayvanlarda ilerleme hiç görülmez. (Sayfa: 1-7)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
(..)
Bizim bildiğimiz en eski diller olan Doğu dillerinin ayırt edici niteliği, oluşumları hakkında düşünülen didaktik işleyişe tamamen ters düşmektedir. Bu dillerde yönteme ve akla dayalı hiçbir şey bulunmaz; bu diller canlı ve mecazlıdırlar. İlk insanların dillerinin geometricilerin dilleri olduğu söylenmiştir bize, bununla birlikte görüyoruz ki bu diller şairlerin dilleriydi.
Böyle olmuş olmalıdır. İnsan düşünmeye başlamadan önce hisseder. İnsanların gereksinimlerini ifade etmek için konuşmayı buldukları ileri sürülür; bu düşüncenin savunulabilir bir tarafını görmüyorum. Temel gereksinimlerin doğal etkisi insanları birbirinden ayırmak olmuştur, onları birbirine yaklaştırmak değil. İnsan türünün yayılması ve yeryüzünün çok hızlı bir biçimde insanlarla dolması için bu gerekliydi de; yoksa insan türü dünyanın bir köşesinde sıkışıp kalırdı ve geri kalan bölgeler ıssızlaşırdı. (..)
Peki nerededir bu köken.? Ahlaki gereksinimlerde, güçlü duygulanımlarda. Yaşamını sürdürme zorunluluğu insanları birbirinden uzaklaşmaya zorlarken bütün güçlü duygulanımlar onları birbirine yaklaştırır. İnsanlardan ilk sesleri çekip alan açlık ya da susuzluk değil aşk, nefret, acıma, öfkedir. Meyveler elimizden kaçmazlar, konuşmadan da onları besin olarak kullanabiliriz; yiyeceğimiz avı sessizce izleriz; ama genç bir kalbi heyecanlandırmak için, haksız bir saldırganı püskürtmek için doğa vurguları, çığlıkları, yakınmaları dayatır: işte en eski sözcükler böyle bulunmuştur ve bu nedenle ilk diller basit ve yöntemli olmaktan önce şarkıyla söylenen ve güçlü duygulanımlarla dolu dillerdir. (Sayfa: 9-10)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme

Nasıl ki insanları konuşturan ilk güdüler güçlü duygulanımlar olmuşsa, insanın ilk ifadeleri de söz sanatlarıyla yüklü ifadeler olmuştur. İlk önce doğan dil mecazlı dildir, gerçek anlam en son bulunmuştur. İnsanlar şeyleri ancak asıl biçimlerinde gördükten sonra onlara asıl adlarını vermişlerdir. İlk başta yalnızca şiir biçiminde konuşuluyordu; insanlar akıl yürütmeyi uzun zaman geçtikten sonra düşünebilmişlerdir.
Bununla birlikte burada okurun beni durdurup bir ifadenin nasıl olup da gerçek anlama sahip olmadan mecazlı olabileceğini sorduğunu hissediyorum, çünkü mecaz, anlamın taşınmasından ibarettir aslında. Bunu kabul ediyorum, ama beni anlamanız için güçlü duygulanımın bize tanıttığı düşünceyi, yerini değiştirdiğimiz sözcüğün yerine koymak gerekir; çünkü sözcüklerin yerlerini değiştirebiliyorsak, bu ancak düşüncelerin de yerlerini değiştirebildiğimiz içindir, yoksa mecazlı dil hiçbir anlam taşımazdı. Buna bir örnekle yanıt vereyim.
Başkalarıyla karşılaşan bir vahşi ilk başta korkar. Korkusu nedeniyle karşısındakiler ona kendisinden daha büyük ve güçlü görünürler; dolayısıyla vahşi, onlara ''dev'' adını verecektir. Ama birçok deneyimden sonra, bu sözde devlerin kendisinden na daha büyük ne de daha güçlü olduklarını gördüğünde boylarının dev sözcüğünün taşıdığı düşünceye hiç uymadığını görecektir. O zaman onlara ve kendisine uygun başka bir ortak sözcük bulacak, örneğin onlara ''insan'' adını verecek ve dev sözcüğünü yanılgı anında kendisini etkilemiş olan bu gerçek dışı nesneye bırakacaktır. Güçlü duygulanım gözlerimizi büyülediğinde ve bize sunduğu ilk düşünce hakikat düşüncesi olmadığında, mecazlı sözcük asıl addan daha önce işte böyle doğar. Sözcükler ve adlar için söylediklerim sözcük oyunları düşünüldüğünde kolayca anlaşılır. Güçlü duygulanımın sunduğu yanıltıcı imge kendini ilk olarak gösterdiğinde ona yanıt veren dil de ilk bulunan dil olmuştur; aydınlanmış zihin baştaki hatasını görüp de aynı ifadeyi sadece onu ortaya çıkaran aynı heyecanlarda kullandığında o da eğretilemeli dil olur. (Sayfa: 11-12)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme

Tarihe ve dillerin gelişimine kim bakarsa görecektir ki sesler tekdüzeleştikçe ünsüzler çoğalır, silinen vurguların, eşitlenen niceliklerin yerine dilbilgisel bileşimler ve yeni eklemelemeler konur: ama bu değişiklikler ancak zamanla gerçekleşir. Gereksinimlerin arttığı, işlerin karmaşıklaştığı, aydınlanmanın yayıldığı ölçüde dil de nitelik değiştirir: daha doğru ve güçlü duygulanımlardan arınmış hale gelir; duyguların yerine fikirleri koyar, artık kalbe değil akla seslenir. Bundan dolayı da vurgu yok olur, eklemleme yayılır, dil daha kesin, daha açık, ama daha cansız, daha donuk ve daha soğuk hale gelir. Bu ilerleyiş bana bütünüyle doğal görünüyor.
Dilleri karşılaştırmanın ve eskilikleri hakkında yargıya varmanın başka bir yolu da yazıdan geçer, bu da bu sanatın yetkinliğiyle ters orantılıdır. Yazı ne kadar incelikten uzaksa dil de o kadar eskidir. İlk yazı biçimi sesleri resmetmekten değil, ya Meksikalıların yaptıkları gibi doğrudan, ya da bir zamanlar Mısırlıların yaptıkları gibi alegorik figürlerle nesnelerin kendisini resmetmekten oluşur. Bu durum güçlü duygulanımlı dile karşılık gelir ve daha bu anda bile bir tür toplumu ve güçlü duygulanımların doğurduğu gereksinimleri varsayar.
(..)
Nesnelerin resmedilmesi vahşi halklara, sözcüklerin ve önermelerin işaretlerle gösterilmesi barbar halklara, alfabe de uygarlaşmış halklara uygundur. (
Sayfa: 17-18)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
İlk tarihler, ilk söylevler, ilk yasalar dizeler halinde yazıldılar; şiir düzyazıdan önce bulundu; böyle olmalıydı çünkü güçlü duygulanımlar akıldan önce konuştu. Müzikte de aynısı oldu; ilk başta ne melodiden başka müzik, ne de sözün değişen sesinden başka melodi vardı; vurgular şarkıyı, nicelikler ölçüyü oluştururdu, ve insanlar, doğal sesler ve ritimle olduğu kadar eklemlemeler ve onların eklemlediği seslerle de konuşurdu. Söylemek ve şarkı söylemek eskiden aynı şeydi, der Strabon, bu da gösteriyor ki, diye ekler, belagatın kaynağı şiirdir. İkisinin de aynı kaynağa sahip olduğunu ve başlangıçta bir ve aynı olduklarını söylemek gerekirdi. İlk toplumların ilişki biçimine bakıldığında, ilk tarihlerin dizelerle yazılmış olması ve ilk yasaların şarkı biçiminde söylenmiş olması şaşırtıcı mıydı.? İlk dilbilgicilerin sanatlarını müziğe tabi kılmış olmaları şaşırtıcı mıydı.?
Sadece eklemlemeler ve bunların eklemlediği seslerden oluşan bir dil o halde zenginliğinin sadece yarısına sahip demektir; düşünceleri dile getirebilir, doğru, ama duyguları, imgeleri yansıtabilmek için bir ritme ve tek tek seslere, yani bir melodiye gerek duyar: işte Yunan dilinde olan ve bizimkinde olmayan şey. (Sayfa: 58)
#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
İnsanlar kulaklar için resim yapmayı bilmediklerinden gözler için şarkı söylemek akıllarından geçiyor.
(Sayfa: 73)
#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
Bu ilerlemeler ne rastlantısal ne de keyfidir, şeylerin değişikliğine bağlıdır. Diller insanların gereksinimleri üzerinde doğal olarak biçimlenir; bu aynı gereksinimlere göre değişir ve dönüşür. İknanın kamusal gücün yerini aldığı eski zamanlarda belagat gerekliydi. Kamusal gücün iknanın yerini aldığı bugün belagat ne işe yarayacaktır.? ''İsteğim budur'' demek için ne sanata ne de mecaza gerek duyarız. Toplanmış halk karşısında kullanılacak hangi söylemler kalıyor geriye.? Vaazlar. Bu vaazları verenler açısından ise halkı ikna etmenin ne önemi var, çünkü bundan kazançlı çıkan halk değildir. Halk dilleri de bizim için belagat kadar gereksiz hale geldi. Toplumlar en son biçimlerini aldılar; toplumda top ve para dışında bir yolla herhangi bir değişiklik yapmak olanaksızdır, ''para verin'' den başka halka söyleyecek hiçbir şey kalmadığından, bu ya sokak köşelerindeki tabelalarla ya da evlerin içine dalan askerlerle söyleniyor. Bunun için kimseyi bir araya toplamak gerekmez: tam aksine, kişileri dağınık halde tutmak gerekir, modern siyasetin ilk kuralı budur.
Özgürlüğe elverişli diller vardır, bunlar tınılı, prozodili, ahenkli, söylemi çok uzaktan ayırt edilen dillerdir Bizimkiler ise divan gevezelikleri için yaratılmıştır. Vaizlerimiz ne dedikleri hiç anlaşılmaksızın tapınaklarda kendilerini paralarlar, ter dökerler. Bir saat boyunca bağırmaktan tükenmiş bir hale geldikten sonra kürsüden yarı ölü halde inerler. Bu kadar yorgunluğa değmediği çok açıktır.
Eskilerde, kent meydanında insanlar düşüncelerini halka kolayca anlatırlardı; orada rahatsız olmadan bütün bir gün boyunca konuşulurdu. Generaller birliklerine seslenirlerdi; askerler onları dinler ve hiçbir biçimde bitkin düşmezlerdi. Bu söylevleri tarihlerine koymak isteyen çağdaş tarihçiler alay konusu olmuşlardır. Bir kişinin Vendôme meydanında Paris halkına Fransızca bir söylev çektiğini bir düşünün. Avazı çıktığı kadar bağırsın, bağırdığı duyulacaktır ama tek bir sözcük ayırt edilemeyecektir. Herodotos, tarihini açık havada toplanmış Yunan halklarına okurdu ve her yer alkışlarla çınlardı. Bugün, kamuya açık bir toplantıda bir çalışmasını okuyan akademisyen salonun arkasından çok zor anlaşılır. Eğer Fransa'nın meydanlarında, İtalya'dakinden daha az şarlatan varsa, bunun nedeni onların Fransa'da daha az dinlenmeleri değil, sadece o kadar iyi anlaşılamamalarıdır. Bay d'Alembert Fransız resitatiflerinin İtalyan tarzında tekdüze söylenebileceğini sanıyor; o zaman kulağa söylensin yoksa kimse bir şey anlamaz. Oysa ben diyorum ki, toplanmış halka düşüncelerinizi anlatamadığınız her dil köle dilidir; bir halkın hem özgür kalması hem de bu dili konuşması olanaksızdır.
Yüzeysel olan, ama daha derinlerini doğurabilecek bu düşünceleri, bana esin kaynağı olmuş şu alıntıyla bitiriyorum:
Bir halkın karakterinin, geleneklerinin ve ilgilerinin, dili üstünde ne kadar etkili olduğunu somut olarak saptamak ve örneklerle göstermek oldukça felsefi bir incelemenin konusu olurdu.*
(*Bay Duclos'nun Remarques sur la Grammaire générale et raisonnée adlı yapıtı)

10 Haziran 2019 Pazartesi

Sabahattin Ali - Değirmen

#SabahattinAli #Değirmen

.. ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir. (Sayfa: 14)

#SabahattinAli #Değirmen

#SabahattinAli #Değirmen

#SabahattinAli #Değirmen #BirDenizcininHikâyesi
#SabahattinAli #Değirmen #BirDenizcininHikâyesi
*
Zaten sıkmadan uzun uzun anlatmasını bilen yegâne geveze, denizdir. Ömürlerinin dörtte üçünü denizde geçiren ihtiyarların arasında bile, suların sesini sıkıcı, yeknesak bulan, bu sesten bıkan birine tesadüf edilmemiştir.
(Sayfa: 75)

9 Haziran 2019 Pazar

Sabahattin Ali - Canım Aliye Ruhum Filiz

28 Şubat 1935
*
Herkeslerden Sevgili Aliye,
İnsanların hepsi bir değildir. Senin anlattığın Selma'nın nikâhlısı gibi insanlar da bulunur, ''Viyolonsel'' hikâyesindeki gibi insanlar da.. Ben kendim iyi insan olmayı isterim, fakat kötü olanlara da hayretle bakmam. Hatta kızmam bile, ancak kötülükleri bana taalluk ederse kendimi müdafaa ederim. Şunu esas olarak kabul etmeliyiz ki insanların hemen ekserisi yalnız kendilerini düşünürler. Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir. İlk bakışta insana bir kurnazlık ve akıllılık gibi görünen bu hal hakikatte aptallıktır. Çünkü dünyada bir insanın başka bir insanın yardım ve alakasına muhtaç olmadan yaşaması mümkün olamayacağına, hatta en kötü hayvanlarda bile birbirlerine yardım hissi mevcut bulunduğuna göre, sadece kendini düşünmek ve başkalarının da böyle yapmasını istemek kendi kendisinin kuyusunu kazmaktır. İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir. Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır. Bugün böyle düşünenlere saf, hatta enayi derler. Fakat, ne derlerse desinler, biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız. Hayatta en büyük vazife ve saadet olarak şunu almak lazımdır: bize yakın ve uzak bütün insanlara yardım etmek, bütün insanların iyiliğine çalışmak.. Aliye, benim altın kalpli Aliye'ciğim, bu hususlarda ne kadar beraber olduğumuzu bilerek sana bunları yazıyorum. Mektupların senin göğsünde ne kadar temiz ve insan bir kalbin çarptığını bana gösteriyor, bu kalp bundan böyle benimki ile beraber çarpacağı için dünyanın en bahtiyar insanıyım.
Mektubunu bekler, güzel gözlerinden hasretle öperim. (Sayfa: 11-13)

#SabahattinAli#CanımAliyeRuhumFiliz

Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku.. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş olmuştu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin. (Sayfa: 19)

#SabahattinAli#CanımAliyeRuhumFiliz

#SabahattinAli#CanımAliyeRuhumFiliz

''Ben fena kız değilim, senin meyus olmayıp saadetin için hayatımı şimdi fedaya hazırım.!'' diyorsun. Aliye, bana böyle şeyler yazma.. Sonra sana deli gibi âşık olurum. (Sayfa: 17)
*
Mektubundaki ''Beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm'' cümlesini belki elli defa okudum. Ah Aliye, seni isteyebileceğinden çok seveceğim. Benim nasıl seveceğimi göreceksin. (Sayfa:17)
*
Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir. (Sayfa: 21)

#SabahattinAli#CanımAliyeRuhumFiliz

O kadar talihin kahrına uğramışım ki hayatta bana da mesut olmak nasip olabileceğine inanamayacağım geliyor.
(..)
Sen bu karanlık ömrümün içine bir sevinç ışığı gibi, kurumaya yüz tutan ekinlere can veren bir nisan yağmuru gibi birdenbire geldin. (Sayfa: 25)

#SabahattinAli#CanımAliyeRuhumFiliz

#SabahattinAli#CanımAliyeRuhumFiliz

Biz birbirimize en küçük bir sitem bile yapmadan ihtiyar olacağız. Düşün ki ben, aramızda ağırca bir laf geçen bir insanla bir daha yüz yüze bakışamam. (Sayfa: 43)

#SabahattinAli#CanımAliyeRuhumFiliz

Ben hayatımda o kadar ağır laflar dinlemeye mecbur oldum, bunlara o kadar sessizce tahammül ettim ki, sevdiğim, uğruna hayatımı bile verebileceğim bir insanın bana ufak bir sitemi, beni bugün fevkalade yaralıyor. Açık bir yaraya bir fiske vuruluyormuş gibi oluyor. (Sayfa: 51)

Sabahattin Ali - Yeni Dünya

#SabahattinAli #YeniDünya

#SabahattinAli #YeniDünya

6 Haziran 2019 Perşembe

Ferit Edgü - Hakkâri'de Bir Mevsim

🌠🌠🌠🌠🌠🌠🌠🌠🌠🌠🌠🌠
KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ: ''- Bir savaşçı için düş demek gerçek demektir. Düş gücüyle verir kesin kararını ve ona göre davranır. Ya seçer alır, ya da defeder. Elindeki araçlardan, kendini başarıya ulaştıracakları seçer. Onları kullanır..''
*
GENÇ ETNOLOG:''- Don Juan Matus, düş ile gerçek arasında bir ayrım yoktur; düş gerçeğin kendisidir; demek istediğin bu mu.?''
*
KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ: ''- Hiç kuşkusuz, düş gerçeğin ta kendisidir.''
*
GENÇ ETNOLOG: ''- Yani şu anda yaptığımız şey kadar mı gerçek.?''
*
KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ: ''- İlle de bir karşılaştırma istiyorsan, daha da gerçek, derim. Düş görmek, düşlemek, bir güce sahip olmak demektir. Elindeki bu güçle çok şeyi değiştirebilir insan. Gizli kalmış nice şeyi bu güçle bulup ortaya koyabilir. Dilediği her şeyi denetimi altında tutabilir..''
*
CARLOS CASTENADA
journey to Ixtlan
🌠🌠🌠🌠🌠
B / Kazadan Sonra
*
Ey okuyucu.!
eğer yaşantın boyu, bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
– ya da böylesi bir duyguya kapılmadın, böyle bir düş görmedinse –
teknen, bir gün ya da bir gece, yolunu şaşırmış,
bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
– Tayfalar nerde? Dümencim n'oldu.? –
bir kumsalda değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik bir dağ başında (rakım 2.100) bulmadınsa
ya da benzeri bir korkulu düşü,
gözün açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
Çünkü anlamak ortak bir dil gerektirir.
Ortak dil ise,
ortak yaşam / ortak bilgi / ortak birikim / ortak düş
kimi yerde, ortak düşüş demektir.
Ortak değilse bile, yakın / benzer / gibi.
Ama diyebilirsin ki, Bana yabancı olanı arıyorum ben.
Öyleyse yolun açık olsun.
Ama gene de,
bu kitabı okurken elini altında, büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun, derim.
*
Burada yazılanlar, insancıl bir deneyin damıtılmış parçaları.
Ola ki, bir gün, yolunu şaşırmış ya da yitirmiş bir başka gezginin işine yarar. (..) (Sayfa: 10-11)
#FeritEdgü #HakkârideBirMevsim
#FeritEdgü #HakkârideBirMevsim
#FeritEdgü #HakkârideBirMevsim

Burada hayat bu.
Çaresiz.
*
Hadi kaldır kıçını oturduğun minderden. Burada bir başka hayat da olmalı.
Onu arayalım.
Hadi kalk.
Onu bulalım. (Sayfa: 61)
#FeritEdgü #HakkârideBirMevsim Sayfa: 64
(Nuh, hangi dili konuşmuştu teknesine doluşan hayvanlarla.?) İşte bir soru daha sevgili okuyucu. Bir tufan resmi ara kitaplarda, incele ve cevabı, bu kez sen ver. Çünkü, biliyorsun değil mi, okur olmak biraz da öğrenci olmaya benzer. Benzemez. Öyledir. (Sayfa: 64)
#FeritEdgü #HakkârideBirMevsim

4 Haziran 2019 Salı

Ergin Günçe - Mektup Başlıkları

 🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳🌳

Doğayı yeniden anladım şaşırtıcı bir hızla
----- Angutlar göç ediyordu kırmızıydılar
-----Göğü iyi düşünmüşsün, yanılgın yok usta.!
-----Her şey ustaca düşünülmektedir ve usulca.!!
*
Toplumu da yeniden kuramadık, kendimizi de
----- zeytin ağacının gölgesinde konuştuk
İyi oldu böylesi, dedi Tanrı bana
-Güneşi kulağından tutardık kocaman bir elimiz olsa
*
İçelim, söyleşelim
----- Hayat hem çok uzun, hem de masraflı
Bana bir mandolin hazırla
Bana bir yolculuğu anlat
*
Tanrıyı kimse kanıtlamasın bana
----- 10 alırdım her türlü geometriden
Ne zaman tahtaya kalksam
Ve sevinirdi annem
Şimdi öldü o da.
*
Dolaştı çobanlar gibi göğün kıyılarında
----- Tanrı ona rastlamadı
----- Bir buluşma olmadı
Çünkü onaltı yaşlarındaydı ve deliydi daha
*
Astı sonra kendini zerdaliye
Ya da attı bir kuyuya
----- Huysuz serseri çocuk
----- Sevgili köçek hem de alyanak
Sevdalı zelzele, sevdalı çoban, sevdalı köpek.
*
Sayfa: 25-27

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...