#JeanJacquesRousseau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#JeanJacquesRousseau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Haziran 2019 Pazar

Jean Jacques Rousseau - Dillerin Kökeni Üstüne Deneme

Söz insanı öbür hayvanlardan ayırır: dil ulusları birbirlerinden ayırır; bir insanın nereli olduğu konuştuktan sonra anlaşılır. Kullanım ve gereksinim sonucu herkes ülkesinin dilini öğrenir; ama bu dilin başka bir ülkenin değil de o ülkenin dili olmasını sağlayan nedir.? Bunu söyleyebilmek için yerele dayanan ve geleneklerin de öncesine giden bir tür nedene uzanmak gerekir: İlk toplumsal kurum olan söz, biçimini sadece doğal nedenlere borçludur.
Bir insan başka biri tarafından hisseden, düşünen ve kendine benzeyen bir varlık olarak tanındığı anda ona kendi hislerini ve düşüncelerini iletme arzusu ya da gereksinimi, bunun araçlarını aramaya yöneltir. Bu araçlar, bir insanın başka bir insan üzerinde etkide bulunabilmesinin tek aletleri olan duyulardan çıkabilir sadece. İşte size düşünceyi anlatmak için kullanılan duyulur işaretlerin kuruluşu. Dili bulanlar bu akıl yürütmeyi yapmamışlardı ama içgüdü onlara bu sonucu esinledi.
Başkasının duyuları üzerinde etkide bulunabildiğimiz genel araçlar iki tanedir, bunlar hareket ve sestir. Hareketin eylemi dokunma ile dolaysız ya da jest ile dolaylıdır; kolun uzunluğuyla sınırlı olan ilki uzaktan iletilemez, ama öbürü gözün uzanabildiği kadar uzağa erişir. Böylece sadece görme ve işitme dağınık haldeki insanlar arasındaki dilin edilgin organları olarak kalırlar.
Jest dili de sesli dil de eşit derecede doğal olsalar da, ilki daha basittir ve uzlaşımlara daha az bağlıdır: çünkü kulağımıza çarpanlardan daha çok nesne gözümüze çarpar ve biçimler seslere göre daha çeşitlidir; aynı zamanda daha zengin anlamlıdırlar ve daha az zamanda daha çok şey söylerler. Resim sanatını bulanın aşk olduğu söylenir. Sözü de bulmuş olabilirdi, ama daha az mutlu bir biçimde. Sözden pek az hoşnut olan aşk onu hor görür, kendisini ifade edecek daha zengin yolları vardır. Sevgilisinin gölgesini böylesine bir hazla resmeden, ona bir şeyler söylesin.! Fırçasının o hareketini dile getirmek için hangi sesleri kullanırdı.?
(..)
Eskiler en canlı biçimde söylediklerini sözcüklerle değil işaretlerle anlatırlardı; söylemezler, gösterirlerdi.
(..)
Benzer biçimde, kulaklara olduğundan daha iyi gözlere konuşulur. (..) En belagatlı söylemlerin de içlerinde en çok imge barındıran söylemler olduklarını, seslerin de hiçbir zaman renklerin etkisini yarattıklarındaki kadar güçlü olmadıklarını görürüz.
Ama kalbi harekete geçirmek ve güçlü duygulanımları alevlendirmek söz konusu olduğunda, durum bambaşkadır. Üst üste darbelerle vuran söylemin sürekli izlenimi, bir bakışta bütünüyle gördüğümüz nesnenin kendisinin karşımızdaki varlığından çok başka bir duygu verir. Çok iyi bildiğiniz bir acı durumunu düşünün; acı çeken kişiyi görerek ağlayacak kadar etkilenmeniz zordur; ama ona bütün hissettiklerini size anlatması için zaman verin, o zaman kısa sürede göz yaşlarına boğulursunuz. Trajediler de etkilerini başka türlü yaratamazlar zaten. Tek başına söylemsiz pantomim sizi neredeyse dingin bir halde bırakır; jestle olmaksızın söylem ise göz yaşlarınızı sizden çeker çıkarır. Güçlü duyguların jestleri vardır, ama vurguları da vardır, ve bizi ürperten bu vurgular, sesinden ayıramadığımız bu vurgular o sesle kalbimizin derinine dek işlerler, onları çekip çıkartan hareketleri bize rağmen ortaya taşırlar ve duyduğumuz şeyi hissetmemizi sağlarlar
(..)
Bu bana şunu düşündürüyor: eğer sadece doğal gereksinimlerimiz olsaydı, çok büyük olasılıkla hiç konuşmayabilirdik, ve sadece jestlerin diliyle eksiksiz olarak anlaşabilirdik. Bugünkülerden pek az farklı, hatta amacına doğru daha iyi ilerlemiş toplumlar kurabilirdik; yasalar koymuş, önderler seçmiş, sanatları icat etmiş, ticareti kurmuş, ve kısaca, nerdeyse sözün yardımıyla yaptığımız her şeyi yapmış olabilirdik.
(..) 
Chardin Hindistan'daki aracıların, birbirinin elini tutarak ve kimsenin fark edemeyeceği bir biçimde tutuşlarını değiştirerek, herkesin içinde ama gizlice, tek bir söz etmeden bütün işlerini gördüklerini anlatır. Bu aracıların kör, sağır ve dilsiz olduklarını düşünün, kendi aralarında daha az anlaşmış olamazlardı. Bu da gösteriyor ki bir dil oluşturmamız için, etkin olduğumuz iki duyudan sadece biri yeterlidir.
Aynı gözlemlere dayanarak söyleyebiliriz ki düşüncelerimizi iletme sanatının icadı bu iletişimi bize sağlayan organlardan çok, insana özgü bir yetiye bağlıdır, bu yeti onun organlarını bu iş için kullanmasını ve eğer bunlar onda yoksa başka organlarını aynı iş için kullanabilmesini sağlar. İnsana dilediğiniz kadar incelikten uzak bir organ yapısı verin: elbette edineceği düşünceler daha az olacaktır; ama onunla benzerleri arasında, birinin eylemde bulunacağı, öbürünün de hissedeceği herhangi bir iletişim aracı olmaya görsün, en sonunda sahip olabildikleri bütün düşünceleri karşılıklı olarak iletmeyi başarırlar.
Hayvanların organ yapısı bu iletişim için yeterli olandan da fazladır, ama hiçbiri bunu kullanmamıştır. İşte bu bana son derece belirleyici bir fark gibi görünüyor. Bunların içinde toplu halde çalışanlar ve yaşayanların, kunduzların, karıncaların, arıların aralarında anlaşmak için doğal bir tür dilleri var, bundan hiç kuşkum yok. Hatta kunduzların ve karıncaların dillerinin jestlerden oluştuğuna ve sadece göze seslendiğine inanmamız da yersiz olmaz. Ne olursa olsun, bundan dolayı bu dillerin her biri doğal olsa da, edinilmiş değildirler; bu dilleri konuşan hayvanlar onlara doğuştan sahiptirler; hepsi bunlara sahiptirler, ve her yerde aynı dile sahiptirler; onu hiç değiştirmezler, en küçük bir ilerleme de göstermezler. Uzlaşımın dili sadece insana aittir. İşte bu nedenle insan, iyi yönde olsun kötü yönde olsun, ilerleme gösterir, ve bu nedenle hayvanlarda ilerleme hiç görülmez. (Sayfa: 1-7)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
(..)
Bizim bildiğimiz en eski diller olan Doğu dillerinin ayırt edici niteliği, oluşumları hakkında düşünülen didaktik işleyişe tamamen ters düşmektedir. Bu dillerde yönteme ve akla dayalı hiçbir şey bulunmaz; bu diller canlı ve mecazlıdırlar. İlk insanların dillerinin geometricilerin dilleri olduğu söylenmiştir bize, bununla birlikte görüyoruz ki bu diller şairlerin dilleriydi.
Böyle olmuş olmalıdır. İnsan düşünmeye başlamadan önce hisseder. İnsanların gereksinimlerini ifade etmek için konuşmayı buldukları ileri sürülür; bu düşüncenin savunulabilir bir tarafını görmüyorum. Temel gereksinimlerin doğal etkisi insanları birbirinden ayırmak olmuştur, onları birbirine yaklaştırmak değil. İnsan türünün yayılması ve yeryüzünün çok hızlı bir biçimde insanlarla dolması için bu gerekliydi de; yoksa insan türü dünyanın bir köşesinde sıkışıp kalırdı ve geri kalan bölgeler ıssızlaşırdı. (..)
Peki nerededir bu köken.? Ahlaki gereksinimlerde, güçlü duygulanımlarda. Yaşamını sürdürme zorunluluğu insanları birbirinden uzaklaşmaya zorlarken bütün güçlü duygulanımlar onları birbirine yaklaştırır. İnsanlardan ilk sesleri çekip alan açlık ya da susuzluk değil aşk, nefret, acıma, öfkedir. Meyveler elimizden kaçmazlar, konuşmadan da onları besin olarak kullanabiliriz; yiyeceğimiz avı sessizce izleriz; ama genç bir kalbi heyecanlandırmak için, haksız bir saldırganı püskürtmek için doğa vurguları, çığlıkları, yakınmaları dayatır: işte en eski sözcükler böyle bulunmuştur ve bu nedenle ilk diller basit ve yöntemli olmaktan önce şarkıyla söylenen ve güçlü duygulanımlarla dolu dillerdir. (Sayfa: 9-10)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme

Nasıl ki insanları konuşturan ilk güdüler güçlü duygulanımlar olmuşsa, insanın ilk ifadeleri de söz sanatlarıyla yüklü ifadeler olmuştur. İlk önce doğan dil mecazlı dildir, gerçek anlam en son bulunmuştur. İnsanlar şeyleri ancak asıl biçimlerinde gördükten sonra onlara asıl adlarını vermişlerdir. İlk başta yalnızca şiir biçiminde konuşuluyordu; insanlar akıl yürütmeyi uzun zaman geçtikten sonra düşünebilmişlerdir.
Bununla birlikte burada okurun beni durdurup bir ifadenin nasıl olup da gerçek anlama sahip olmadan mecazlı olabileceğini sorduğunu hissediyorum, çünkü mecaz, anlamın taşınmasından ibarettir aslında. Bunu kabul ediyorum, ama beni anlamanız için güçlü duygulanımın bize tanıttığı düşünceyi, yerini değiştirdiğimiz sözcüğün yerine koymak gerekir; çünkü sözcüklerin yerlerini değiştirebiliyorsak, bu ancak düşüncelerin de yerlerini değiştirebildiğimiz içindir, yoksa mecazlı dil hiçbir anlam taşımazdı. Buna bir örnekle yanıt vereyim.
Başkalarıyla karşılaşan bir vahşi ilk başta korkar. Korkusu nedeniyle karşısındakiler ona kendisinden daha büyük ve güçlü görünürler; dolayısıyla vahşi, onlara ''dev'' adını verecektir. Ama birçok deneyimden sonra, bu sözde devlerin kendisinden na daha büyük ne de daha güçlü olduklarını gördüğünde boylarının dev sözcüğünün taşıdığı düşünceye hiç uymadığını görecektir. O zaman onlara ve kendisine uygun başka bir ortak sözcük bulacak, örneğin onlara ''insan'' adını verecek ve dev sözcüğünü yanılgı anında kendisini etkilemiş olan bu gerçek dışı nesneye bırakacaktır. Güçlü duygulanım gözlerimizi büyülediğinde ve bize sunduğu ilk düşünce hakikat düşüncesi olmadığında, mecazlı sözcük asıl addan daha önce işte böyle doğar. Sözcükler ve adlar için söylediklerim sözcük oyunları düşünüldüğünde kolayca anlaşılır. Güçlü duygulanımın sunduğu yanıltıcı imge kendini ilk olarak gösterdiğinde ona yanıt veren dil de ilk bulunan dil olmuştur; aydınlanmış zihin baştaki hatasını görüp de aynı ifadeyi sadece onu ortaya çıkaran aynı heyecanlarda kullandığında o da eğretilemeli dil olur. (Sayfa: 11-12)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme

Tarihe ve dillerin gelişimine kim bakarsa görecektir ki sesler tekdüzeleştikçe ünsüzler çoğalır, silinen vurguların, eşitlenen niceliklerin yerine dilbilgisel bileşimler ve yeni eklemelemeler konur: ama bu değişiklikler ancak zamanla gerçekleşir. Gereksinimlerin arttığı, işlerin karmaşıklaştığı, aydınlanmanın yayıldığı ölçüde dil de nitelik değiştirir: daha doğru ve güçlü duygulanımlardan arınmış hale gelir; duyguların yerine fikirleri koyar, artık kalbe değil akla seslenir. Bundan dolayı da vurgu yok olur, eklemleme yayılır, dil daha kesin, daha açık, ama daha cansız, daha donuk ve daha soğuk hale gelir. Bu ilerleyiş bana bütünüyle doğal görünüyor.
Dilleri karşılaştırmanın ve eskilikleri hakkında yargıya varmanın başka bir yolu da yazıdan geçer, bu da bu sanatın yetkinliğiyle ters orantılıdır. Yazı ne kadar incelikten uzaksa dil de o kadar eskidir. İlk yazı biçimi sesleri resmetmekten değil, ya Meksikalıların yaptıkları gibi doğrudan, ya da bir zamanlar Mısırlıların yaptıkları gibi alegorik figürlerle nesnelerin kendisini resmetmekten oluşur. Bu durum güçlü duygulanımlı dile karşılık gelir ve daha bu anda bile bir tür toplumu ve güçlü duygulanımların doğurduğu gereksinimleri varsayar.
(..)
Nesnelerin resmedilmesi vahşi halklara, sözcüklerin ve önermelerin işaretlerle gösterilmesi barbar halklara, alfabe de uygarlaşmış halklara uygundur. (
Sayfa: 17-18)

#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
İlk tarihler, ilk söylevler, ilk yasalar dizeler halinde yazıldılar; şiir düzyazıdan önce bulundu; böyle olmalıydı çünkü güçlü duygulanımlar akıldan önce konuştu. Müzikte de aynısı oldu; ilk başta ne melodiden başka müzik, ne de sözün değişen sesinden başka melodi vardı; vurgular şarkıyı, nicelikler ölçüyü oluştururdu, ve insanlar, doğal sesler ve ritimle olduğu kadar eklemlemeler ve onların eklemlediği seslerle de konuşurdu. Söylemek ve şarkı söylemek eskiden aynı şeydi, der Strabon, bu da gösteriyor ki, diye ekler, belagatın kaynağı şiirdir. İkisinin de aynı kaynağa sahip olduğunu ve başlangıçta bir ve aynı olduklarını söylemek gerekirdi. İlk toplumların ilişki biçimine bakıldığında, ilk tarihlerin dizelerle yazılmış olması ve ilk yasaların şarkı biçiminde söylenmiş olması şaşırtıcı mıydı.? İlk dilbilgicilerin sanatlarını müziğe tabi kılmış olmaları şaşırtıcı mıydı.?
Sadece eklemlemeler ve bunların eklemlediği seslerden oluşan bir dil o halde zenginliğinin sadece yarısına sahip demektir; düşünceleri dile getirebilir, doğru, ama duyguları, imgeleri yansıtabilmek için bir ritme ve tek tek seslere, yani bir melodiye gerek duyar: işte Yunan dilinde olan ve bizimkinde olmayan şey. (Sayfa: 58)
#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
İnsanlar kulaklar için resim yapmayı bilmediklerinden gözler için şarkı söylemek akıllarından geçiyor.
(Sayfa: 73)
#JeanJacquesRousseau  #DillerinKökeniÜstüneDeneme
Bu ilerlemeler ne rastlantısal ne de keyfidir, şeylerin değişikliğine bağlıdır. Diller insanların gereksinimleri üzerinde doğal olarak biçimlenir; bu aynı gereksinimlere göre değişir ve dönüşür. İknanın kamusal gücün yerini aldığı eski zamanlarda belagat gerekliydi. Kamusal gücün iknanın yerini aldığı bugün belagat ne işe yarayacaktır.? ''İsteğim budur'' demek için ne sanata ne de mecaza gerek duyarız. Toplanmış halk karşısında kullanılacak hangi söylemler kalıyor geriye.? Vaazlar. Bu vaazları verenler açısından ise halkı ikna etmenin ne önemi var, çünkü bundan kazançlı çıkan halk değildir. Halk dilleri de bizim için belagat kadar gereksiz hale geldi. Toplumlar en son biçimlerini aldılar; toplumda top ve para dışında bir yolla herhangi bir değişiklik yapmak olanaksızdır, ''para verin'' den başka halka söyleyecek hiçbir şey kalmadığından, bu ya sokak köşelerindeki tabelalarla ya da evlerin içine dalan askerlerle söyleniyor. Bunun için kimseyi bir araya toplamak gerekmez: tam aksine, kişileri dağınık halde tutmak gerekir, modern siyasetin ilk kuralı budur.
Özgürlüğe elverişli diller vardır, bunlar tınılı, prozodili, ahenkli, söylemi çok uzaktan ayırt edilen dillerdir Bizimkiler ise divan gevezelikleri için yaratılmıştır. Vaizlerimiz ne dedikleri hiç anlaşılmaksızın tapınaklarda kendilerini paralarlar, ter dökerler. Bir saat boyunca bağırmaktan tükenmiş bir hale geldikten sonra kürsüden yarı ölü halde inerler. Bu kadar yorgunluğa değmediği çok açıktır.
Eskilerde, kent meydanında insanlar düşüncelerini halka kolayca anlatırlardı; orada rahatsız olmadan bütün bir gün boyunca konuşulurdu. Generaller birliklerine seslenirlerdi; askerler onları dinler ve hiçbir biçimde bitkin düşmezlerdi. Bu söylevleri tarihlerine koymak isteyen çağdaş tarihçiler alay konusu olmuşlardır. Bir kişinin Vendôme meydanında Paris halkına Fransızca bir söylev çektiğini bir düşünün. Avazı çıktığı kadar bağırsın, bağırdığı duyulacaktır ama tek bir sözcük ayırt edilemeyecektir. Herodotos, tarihini açık havada toplanmış Yunan halklarına okurdu ve her yer alkışlarla çınlardı. Bugün, kamuya açık bir toplantıda bir çalışmasını okuyan akademisyen salonun arkasından çok zor anlaşılır. Eğer Fransa'nın meydanlarında, İtalya'dakinden daha az şarlatan varsa, bunun nedeni onların Fransa'da daha az dinlenmeleri değil, sadece o kadar iyi anlaşılamamalarıdır. Bay d'Alembert Fransız resitatiflerinin İtalyan tarzında tekdüze söylenebileceğini sanıyor; o zaman kulağa söylensin yoksa kimse bir şey anlamaz. Oysa ben diyorum ki, toplanmış halka düşüncelerinizi anlatamadığınız her dil köle dilidir; bir halkın hem özgür kalması hem de bu dili konuşması olanaksızdır.
Yüzeysel olan, ama daha derinlerini doğurabilecek bu düşünceleri, bana esin kaynağı olmuş şu alıntıyla bitiriyorum:
Bir halkın karakterinin, geleneklerinin ve ilgilerinin, dili üstünde ne kadar etkili olduğunu somut olarak saptamak ve örneklerle göstermek oldukça felsefi bir incelemenin konusu olurdu.*
(*Bay Duclos'nun Remarques sur la Grammaire générale et raisonnée adlı yapıtı)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...