10 Şubat 2022 Perşembe

Alâeddin Şenel - Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi (2)




VI. Kesim

*
UYGAR TOPLUM-BARBAR TOPLULUK ETKİLEŞİMİ
*
15. Bölüm
*
UYGAR DÜNYAYA BARBAR AKINLARI
*
Uygar(kentli, katmanlı, devletli, ideolojili) yaşayış biçiminin doğuşuyla, yeryüzündeki insan popülasyonları daha da farklılaştı. İnsanlık tarihinde bu kez, yerleşik uygar toplumlar ile göçebe çoban barbar topluluklar arasındaki etkileşim başladı. Bir önceki (yerleşik çiftçi-göçebe çoban arası) etkileşimdeki kadar önemli sonuçlar doğurdu. Bu etkileşimde de barışçı (alışveriş ve ekonomik bütünleşme) kadar, savaşçı (çapul, fetih) ilişkilerinin belirleyici rolü oldu. (Sayfa: 587)
*
Üretim teknolojileri-savaş teknolojileri ilişkisi:
*
''İlk metal (bakır) araçlar ve silahlar, ''kalkolitik'' denen çağda (İÖ 5.-4. binyıl dolaylarında, ''bakırtaş çağı'' zamanında) göründü. Bakır araçlar ''kalkolitik'' boyunca taş araçlarla birlikte kullanıldı. Bu arada bakır cevherini ergitme süreçlerinde, yordamlamayla, çeşitli bakır alaşımlarının bilgisi edinildi. Bu yolda biriken bilgiler ve deneyimler (kültürel evrim) sonucunda, üç ölçek bakırın bir ölçek kalayla karıştırılıp, ergitilip, kalıplara dökülmesiyle ''tunç'' (bronz) araçlar, yontular, silahlar yapılmaya başlandı. Tunç öylesine önemli bir duruma gelmiş olmalı ki, arkeologlar ve tarihçiler, zamanın teknolojisine tek başına damgasını bastığını düşündükleri bu metalin adını çağa verdiler. Tunç Çağı.!'' (Sayfa: 590)
*
Tunç silahlı akıncıların aristokratlaştırıcı etkileri:


''Uygar dünya zanaatçılarınca (İÖ 3000 dolaylarında) geliştirilen tunç metalürjisi ve tekerlek yapılabilmesini sağlayacak düzeye ulaşmış doğramacılık zanaatlarından, barbarlar kendi amaçları yönünde yararlanacaklardır. Bu teknolojilerle ilgili hammaddelerin bulunduğu yerlerin barbar toplulukları, söz konusu zanaatları ve teknolojileri bir biçimde öğrenmiş olmalılar. Eski Dünya'nın ilk uygarlık odaklarını İÖ 1700-1400 tarihleri arasında sel gibi basan tunç savaş arabalı barbar toplulukların akınları başka nasıl açıklanabilir ki.? (Bu da açıklamaysa.!)
Kafalarda ''Göç Yolları Haritası'' çağrışımı yapan barbar akınlarında başrolü, savaş alanlarına atlarla çekilen iki tekerlekli tunç gövdeli savaş arabalarının sahipleri oynamıştır. İki tekerlekli arabaları, Sümer'in (örneğin ''Ur Standardı'' denen İÖ 3. binyıldan kalma mozayikte gösterilen) dört tekerlekli, eşeklerce çekilen tahta savaş arabalarının karşısında yıldırım etkisi yaratmış olmalı.'' (Sayfa: 592)
*
Demir silahlı akıncıların eşitlikçi etkiler:
*
''Demir silahlı savaş teknolojilerinin yaşayış biçimleri üzerindeki etkisi, tunç silahlarınkinin zıddı yönde olmuştur. Demir metalürjisi, toplumların yapısını eşitleştirici etkilerde bulunmuştur. Childe'ın deyişiyle, ''ucuz demir, tarımı, endüstriyi ve savaşı demokratlaştırmıştır.'' (Sayfa: 594)
*
VI. Kesim Notları: IV.15/14: Bak. Childe, Tarihte Neler Oldu, (Kırmızı Y.) s. 228 (Sayfa: 661)
*
''Demir silahlı Medler ve Persler, ileride imparatorluk kurabilecek gizilgüçleriyle İran'da yaşamaktaydılar. Frigler (olasılıkla Balkanlar'dan) Anadolu'ya inip Hitit imparatorluğuna (İÖ 1200 dolaylarında) son veren bir başka demir silahlı barbar topluluktu. Orta Anadolu'ya yerleşip kendi devletlerini kurup uygarlaşacaklardı.
Arabistan çölleri göçebelerinden İbraniler (İÖ 1000 dolaylarında) Kenan (Filistin) ülkesine girip toprağa yerleşerek uygarlaşacaklardır. Uygarlaşırken, yörenin uygar toplumları ile ideolojik savaşlarında, onların verimlilik tanrılarına karşı, kendi savaşçı kabile tanrılarının evrensel üstünlüğü savını ortaya atacaklardır. Böylece, dinsel ideolojiyi tektanrıcılığa varacak yola sokmuş olacaklardır.'' (Sayfa: 596)
*
Hafif atlı savaşçılar:
*
''Medler ve Persler, Mezopotamya imparatorluk geleneğinin kalıtçısı olma yoluna girdiler. Bu yolda, imparatorluklarının iki ucundaki Sus(a) ve Sard(es) kentlerini birbirine bağlayan, üç ayda gidilebilen ''Kral Yolu'' denen 2500 kilometrelik yolu dokuz günde alabilecek hafif atlı posta sistemi geliştireceklerdi. Hafif atçı okçu birlikleri, Perslerden sonra Partların ve Sasanilerin savaş gücünün de belkemiğini oluşturmayı sürdüreceklerdir.'' (Sayfa: 598)
*
Ateşli silahlar teknolojisi-endüstrici uygarlık bağlantısı:
*
''Baruttan, Çin kaynaklarında İS 1100 dolaylarında söz edilmeye başlanmıştır. Çinliler barutu, anlaşılan (günümüzde de görüldüğü gibi) şenlik olsun diye (barışçı amaçlarla) kullanmaktaydılar. Çinlilerden barutu öğrenen göçebe çoban Moğol toplulukları, onu (bazı filmlerde ve belgesellerde işlediği gibi) savaşçı amaçlara (yakıp yıkmaya) uyarlamış görünürler. Onüçüncü, ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllardaki Anadolu'ya ve Avrupa içlerine dek inen Cengiz ve Timur gibi imparatorların önderliğindeki kabile konfederasyonlarının akınlarının gücünün, sayısal üstünlükleri, savaşçı bir yaşayış biçiminden çıkıp gelmiş olmaları, hafif atlıları, kompozit yayları kadar, sahra (havan) toplarına dayandığı anlaşılmıştır.
Avrupalılar ise barutu, savaşçı amaçlarla kullanmayı Moğollardan (onüçüncü-onbeşinci yüzyıllarda) öğrenmişlerdir. Baruttan yararlanarak topçu birlikleriyle ve tüfekli yaya birlikleriyle, ateşli silahlar savaş teknolojisini geliştirmişlerdir.'' (Sayfa: 601)


16 Bölüm, KARA UYGARLIKLARINDAN DENİZ UYGARLIKLARINA
*
Kara ticareti kentleri: Mari ve Ebla:
*
''Fırat boyunca yürütülen ticaretten yararlanıp varsıllaşan ve güçlenen Mari'yi, Babil kralı Hammurabi (İÖ 1750'de) ele geçirip (iyi ki.!) yıktırmıştı. Kentin yıkıntıları ve tabletleri, öylece zamanımıza kalabilmişti. Çözülen tabletlerde dönemin halklar arası ilişkileri yansıtılmıştır.'' (Sayfa: 605)
*
''Öte yandan Mari tabletlerinde günlük yaşama ilişkin bilgiler de verilmektedir. Belgelerde büyük ordulara, tunç savaş arabalarına, bunlar yanı sıra mektuplarda günlük olaylara değinilmekte. Örneğin bir evin çatısında yakalanan aslanın, Mari yöneticisi Zimri Lim'e (İÖ 1770 dolaylarında) gönderilişinden söz ediliyor. Kanalların onarımından, çekirge sürüsünün yakalanmasından söz edilen tabletler var. Zimri Lim'in karısına yazdığı mektubu içeren tablette, o sırada salgın olan bir kadın hastalığına tutulmaması için, kabından başkalarının içmemesi, oturduğu yere kimsenin oturmaması öğütleniyordu. Ama bu bilimsel denebilecek tutumlar yanı sıra, Mari'de birçok konuda hepatoskopiye (karaciğer falına) bakıldığını da görüyoruz. Tabletlerden, doğramacı, metal işleyicisi gibi kadın zanaatçıların, şarkıcı kadınların varlığından haberli oluyoruz. Mari'de kadın yazmanlar, hatta bir kadın doktor bile bulunuyordu.'' (Sayfa: 605)


Anadolu barbar şefliklerinden Alacahöyük:
*
''Orta Anadolu'da, Çorum ilinin Alaca ilçesinin 15 km kadar kuzaybatısındaki Alacahöyük yeri kazıldı. Göz kamaştırıcı bulgularla karşılaşıldı. Burada, önemli bir Hitit kenti olmadan önce (Erken Tunç Çağı döneminde) güçlü bir prenslik (şeflik) vardı. Bu döneminden kalma ''kral mezarı'' sanılan on üç kalıntı ortaya çıkarıldı. Sonradan bunların yerel şeflerin gömüldüğü yerler olduğu anlaşıldı. Şeflerin varsıllıkları mezarlarına yansımıştı. Mezarlar, altın, gümüş, elektrum (altın-gümüş karışımı) tunç gibi metallerden yapılmış nesnelerle doluydu. Doğru olmayarak ''Hitit Güneşi'' olarak bilinen bazı nesneler, güneş kursu biçiminde kült simgeleridir. Üzerlerine (bak. Anadolu Medeniyetleri Müzesi) geyik ve boğa yontucukları, gamalı haçlar işlenmiştir. Yapılışlarındaki işçilik, yüksek bir zanaat ve sanat düzeyini gösterir. Besbelli, profesyonel zanaatçıların işidir.'' (Sayfa: 610)


Kabileler konfederasyonundan imparatorluğa geçişleri: * ''Hititler, eski Hatti beyliklerinden öte, çevrelerindeki halkları ve devletleri yenilgiye uğratıp birleştirerek (İÖ onbeşinci yüzyılda) imparatorluğa dönüşmüşlerdir. İmparatorluğun güçlü egemeni Şuppililuma, Hitit devletini, Asur ve Mısır yanı sıra zamanın Ortadoğu'sunun üç büyük emperyalist gücünden biri düzeyine yükseltmiştir. Bundan sonrası, Hititlerin içte baş kaldıran beyliklerle uğraşmalarının, dışta Ortadoğu imparatorluklarıyla değişen bağdaşıklıklarının ve savaşlarının tarihidir. Örneğin, ''kocam öldü; eşitim olmayan uyruklarımdan biriyle evlenemem; bana koca olması için oğullarından birini gönder'' diye mektup yazan Mısır kraliçesine, Şuppililuma oğlunu gönderecekti. Oğlunun kraliçenin düşmanlarınca öldürülmesi üzerine (İÖ 1350'de) Mısır'a sefere çıkacaktı. Bozulan Hitit-Mısır ilişkileri Kadeş Savaşı'na dek vardı. Mısırlıların dört, Hititlerin iki atla çekilen savaş arabalarının birbirine girdiği (Asi ırmağı kıyısındaki) Kadeş Savaşı'nda (İÖ 1299'da) yenen kim, yenilen kim belli olmayacaktı. Olmayınca, aralarında yarım yüzyıl sürecek bir barışı getirecek antlaşma yapılacaktı. İnsanlık tarihinin (bilinen) bu ilk yazılı antlaşmasının bir kopyası Mısır'da Karnak Tapınağı'nın taş duvarına hiyeroglifle kazınacaktı. Çiviyazılı bir kopyası Hattuşaş (Boğazköy) saray arşivi yıkıntılarının tabletleri arasında bulunacaktı.'' (Sayfa: 612)


Girit'te toplum ve yaşam:
*
''Kentlerin surlarla çevrili olmayışı, Girit'in militarist bir toplum olmadığının göstergesidir. Saray duvarlarındaki freskler, sivil ve (eğlence, cambazlık gibi) günlük yaşam görüntüleridir. Barışçı bir yaşamın ve budünyacı bir dünya görüşünün varlığını yansıtmaktadır. Bu görüntüler, Hitit yontularındaki ve kabartmalarındaki savaşçılarla ve savaş görüntüleriyle tam bir zıtlık göstermektedir. Aslanlar yerine yunuslar, hayvanlar yerine bitkiler gösterilmiştir. Bu durum, Hitit kara uygarlığında bir timokrasinin (savaşçılar yönetiminin) Girit deniz uygarlığında ise bir plütokrasinin (varsıllar yönetiminin) varlığının yansımasıdır.'' (Sayfa: 619)
*
17. Bölüm, KENT DEVLETLERİNDEN ESKİ DÜNYA İMPARATORLUĞUNA
*
Hukuk:
*
''Mezopotamya'da ''Hammurabi Yasaları'' öncesinde çıkarılmış (Lipit-İştar Yasaları gibi) birkaç yasa derlemesi vardı. Hammurabi ise (imparatorluk içinde insan ilişkilerinde birlik sağlamak amacıyla olmalı) yargıçlarının imparatorluğun çeşitli yerlerinde verdikleri örnek yargıları derletmiştir. Bunları (yönetiminin 33. yılında, İÖ 1700 dolaylarında) diorit taşından stellere yazdırıp yaymıştır. Böylece bir ''imparatorluk hukuku'' yaratmıştır.'' (Sayfa: 625)
*
VI. Kesim notları: VI.17/68:
*
''Babilonya (Hammurabi) yasalarından beş yüzyıl kadar sonra derlenmiş bulunmasına karşın Asur yasalarındaki bedene verilen cezaların çokluğu, çok daha ilkel bir hukuk anlayışını yansıtmaktadır. Bunlar arasında sopa atma, kulak, burun, dudak kesme, göz çıkarma, yüz parçalama, hadım etme, kazığa oturtma bulunmaktadır. A tabletinin 40. paragrafında ''ister evli kadınlar ister dul kadınlar veya Asurlu kadınlar sokağa çıkarken başlarını açmamış olacaklar'' düzenlemesi vardır. Aynı paragrafta kocaya varmamış olanların örtünmemeleri, örtünen fahişeyi ihbar edene fahişenin giysisinin verileceği, ihbar etmeyene 50 sopa atılacağı, bu fahişenin ise başına zift dökülüp 50 sopa yiyeceği belirtiliyor.
Çocuğunu (isteyerek) düşüren kadının (bu sırada ölse bile) kazığa çakılacağı 53. paragrafta belirtilmiş. Koca (A-58'e göre) karısının (evlilik sözleşmesi tabletinde belirtilen koşullarda) gözünü oyabiliyor. Bu tablette yazılı olmayan suçlarında ise karısını dövmesi, saçını yolması, kulağını bükerek yaralaması durumunda ceza yok. Koca karısını (A-37'ye göre) hiçbir şey vermeden istediği zaman boşayabiliyor. Ama bir kadın bir adama el kaldırdığında (A-30'da) 30 mana (15 kg) kalay ödeyeceği ve 20 sopa yiyeceği yazılı.'' (Sayfa: 664)
*
Akad yasallık masalı:
*
''Akad devletinin kurucusu, imparatorluk ideolojisini, siyasal erki yasa dışı yoldan ele geçirdikten sonra adını değiştirip ''Şarrum-kin'' (Gerçek kral) yaparak başlatmıştı. Agadeli Sargon soylu olmadığını, haneden soyundan gelmediğini kabul etmesine karşın ''Gerçek kral'' olduğu savını nasıl iler sürebilmiştir.? Kendisinin, Aşk Tanrıçası İştar'ın hatırına ve tapınağa gelir sağlamak için dinsel bir görevle aşk yapan tapınak fahişelerinden birinin oğlu olduğunu söyleyerek. Ama söylediğine göre, Tanrıça İştar kendisini sevmiş, kollamış ve desteklemişti. Annesi onu ziftle sıvadığı bir sepete koyup suya saldığında, boğumadan bulunabilmişti. Sepet, Kiş kentine vardığında, bebeği bir bahçıvan görüp, alıp büyütmüştü. Gençlik yaşına ulaşınca Kiş egemeninin sarayına hizmetçi (saki, içki sunucu) olarak alınmıştı. Sonra egemenle arası bozulunca ona başkaldırmıştı. Kendisini seven İştar ve öteki tanrılar ondan yana olunca, Kiş'in eski egemenini ahırda bir domuz vurur gibi vurabilmişti, yazdırdığı yazıya göre.'' (Sayfa: 631)
*
ÇOKTANRICILIKTAN ÇİFTTANRICILIĞA: ZOROASTERCİLİK
*
İyilik güçleri ile kötülük güçlerinin kavgası:
*
''Her iyi insanın görevi, bu savaşta (Ahuramazda'nın Zoroaster (Zerdüşt) eliyle bildirdiği ilkelere uygun yaşayarak) iyilik güçlerinin yanında yer almaktır. Bunun ödülü olarak, bu dünyada gönenç, ötedünyada ölümsüzlük sözü verilir. Söz konusu savaş, iyilik güçlerinin sonul utkusuyla bitecektir. O noktaya yaklaşıldığında, Ahuramazda, göndereceği bir ergimiş metal seliyle kötülüğü silip süpürecek, yeryüzünü kötülükten arındıracaktır. Tektanrıcı din ''kıyametin kopması'' kavramını buradan alacaktır.'' (Sayfa: 641)


VI. Kesim Notları: VI.18/132:
*
''Günah Keçisi'' (Bak. Levililer, 17/21) İsrailoğullarının, başlarına, altından kalkamayacakları olumsuzluklar geldiğinde, bunu Yehova'ya karşı işledikleri günahların cezası sayıp, günahlarını bir keçiye yükleyip, onu çöle salıp uzaklaştırarak, cezadan kurtulma umutlarının ürünü sihir-din karışımı bir uygulamalarıydı. (Sayfa: 670)
*
VII. Kesim
*
ESKİ DÜNYA KLASİK UYGARLIKLARI: YUNAN, ROMA, BİZANS
*
MİTOSTAN TARİHE
*
Yunan mitolojisi, Hesiodos'a yüklenen (İÖ sekizinci yüzyıl sonunda derlenen) Theogonia adlı yapıtta ve Homeros'a yüklenen (İÖ yedinci yüzyılda İyonya lehçesinden Solon ya da Peisistaratos tarafından Attika lehçesine çevirtilmiş) destanlarda toplanmıştır. Onlara ve onlardan Atina'da uygar toplum döneminde yazıya geçirilmiş öteki kaynaklara bir göz atmak gerek. Bu, Eski Yunan bilgisini mitostan tarihe geçirecektir. Mitoslar bir bakıma, yazılı tarihöncesi (prehistorya) döneminin özel bir dille kodlanmış tarihleri olduklarına göre, tarihöncesi bilgisinin yazılı tarih dönemlerine geçirilmesinin araçlarıdır.
Söz konusu Yunan mitolojisine göre, evrende tanrılar; yer, gök, yıldızlar; canlılar, insanlar yokken, biçimsiz ve düzensiz varlık, Kaos (Kargaşa) vardı. Kaos içinde, birdenbire Gece ve Ölüm doğuverdi. Gece, Ölüm'ün göğsüne yumurtasını bıraktı. Yumurtanın kabuğunu çatlatıp Sevgi ortaya çıktı. Sevgi Kaos'u sürüp varlığa düzen verdi. Işık ile Gün evrene onun tarafından getirildi. Bu düzen koşulları içinde yeryüzü Tanrıça Gaia oluştu kendi kendine. Çok geçmeden gökyüzü Uranus'u doğurdu. Uranus, Gaia'nın kocası oldu. Ve baştanrılık tahtına oturdu. (Sayfa: 680)
*
Mitostaki tarih:


''Troya seferinde, mitos geleneği ile tarih geleneği bir noktada birleşmektedir. Gerçekten Troya'yı (1871'de) kazıp ortaya çıkaran, çocukluğundan beri Homeros tutkunu bir Alman arkeolog olan Schliemann, yeri, İlyada destanındaki betimlemelerden giderek bulmuştur. Gerçi daha sonra Yunanlıların yıktığını sandığı katmanda Troya Kralı Priamos'un sarayının bulunmadığı anlaşılmıştır. Priamos'un hazinesi olduğunu düşündüğü, karısının boynuna takıp fotoğraflarını çektiği takıların ise, Troya'nın savaş öncesi yüzyıllardan kalma bir katmandan çıkarıldığı anlaşılmıştır. Ama bu, mitos ile tarihin Troya Savaşı'nda buluşmaları gerçeğini değiştirmez.'' (Sayfa: 683)
*
''Aristokratlar, kölelerini ve toplumu yönetme yetilerini tanrısal anaatalarından kalıttıklarını ileri sürmektedirler. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Yunan mitolojisindeki ''kahramanlık'' kavramı bambaşka bir anlam kazanır. Şöyle ki ''kahraman'' sınıfıyla, ölümsüz tanrılar ile ölümlü insanlar arasında üçüncü bir özne kategorisi yaratılmaktadır. Tanrılar ile insanlar arasında bağlantı, tüm insanlar için değil, belli bir katmanın insanları için kurulmaktadır. Böylece aristokratlar tanrılara yakın sayılırsa, soylu olmayan insanlar ile soylu sayılanların arası o kadar açılmaktadır. Sıradan insanın (insanı öteki canlılardan ayırt edici niteliği) kendi kendini yönetebilme yetisi yadsınmaktadır. Bu nitelik iyi soylu (yani tanrısoylu) aristokratlara sunulmuştur. Hem de onların tanrı soylarından süregelen doğuştan nitelikleri olarak görülmüştür.'' (Sayfa: 684)
*
Gizli polis Kyriptia ve devlet terörü:
*
''Helotlar üzerinde terör yaratarak onları sindirme amacıyla kurulmuş özel bir örgüt bile vardı: Kyrptia. Günümüzde gizli iletişimde kullanılan ''kripto'' (şifreli yazı) sözcüğünün geçmişi gibi, gizli polis örgütlerinin geçmişi de Sparta'ya dayanır. Hiç değilse ondan esinlenilmiş olsa gerektir. Çünkü aralarında, bazı yöntemlerine dek şaşırtıcı benzerlikler var. Örneğin bu örgütün adamlarının (ajanlarının) bir görevi de, ''yapanı belirsiz kıyımlar'' idi. Kendilerinden zaman zaman, nedenli nedensiz helotları öldürüp kayıplara karışmaları isteniyordu.'' (Sayfa: 691)

Sınıf çatışması üzerine Drakon yasaları:


''Kylon adlı bir Atinalı, yoksullaşmış kitleleri örgütlendirip (İÖ 632'de) yürüyüşe geçirir. Amacı, siyasal erki halk adına ele geçirmektir. Hakça olmayan bir düzeni yıkması, aristokratlarca güçlükle önlenebilir. Atina aristokratları, bunun üzerine, sınıf savaşımını sert cezalarla durdurabileceklerini düşünürler. Drakon adında bir yandaşlarına, bu amaçlarını gerçekleştirebileceğini umdukları yeni bir ceza yasası (621 dolaylarında) hazırlatırlar. (..)
''Çok geçmeden, sert cezalarla aristokratların umduğu güvenliğin sağlanamayacağı görüldü. Baskının, cezanın, şiddetin çıkar yol olmadığı anlaşıldı. Çünkü kentte, artan yoksullar yanı sıra şarap ve zeytinyağı yapımıyla ve alışverişiyle uğraşıp gittikçe kalabalıklaşan ve varsıllaşan bir orta sınıf doğmaktaydı. Her iki sınıfın (aristokrat kökenli olmadıklarından) siyasal hakları yoktu. Hak kavgalarında kentli varsıllar, güçlerini yoksul köylülerle ve topraklarını yitirmiş olup kentte geçim olanağı arayan kimselerle birleştirme eğilimi gösterdiler. Öte yandan, aristokratların da, üzüm ve zeytin üreticileri olarak, şarap ve zeytinyağı alışverişiyle uğraşan varsıllaşmış tacirlerle pazar ilişkileri vardı. Hatta köylü ve kentli emekçilerin karşısında, ortak çıkarlarının bulunduğu söylenebilir. Dolayısıyla, orta katmanlar ile aşağı katmanların kendilerine karşı birleşmelerinin yaratabileceği tehlikeyi görüp önleyebilecek konuma, deneyime ve öngörüye sahiptiler. Bu bilinçle aristokratlar, taktik değiştirdiler. Kentli varsılları yanlarına çekecek politikalar izlemeye başladılar.
Eski kalıtsal haklarına ve ayrıcalıklarına sarılmayı bıraktılar. Kentli varsıllara ödünler verme yolunu tuttular. Seçme, seçilme, kamu görevlisi olabilme gibi kenttaşlık haklarını (siyasal hakları) soyluluk değil varsıllık ölçütüne göre dağıtma ilkesini benimsediler. Bunun, Atina'nın geleceği için önemi, sınıf savaşımının kaba güç yerine ekonomik erk alanına çekilmesiydi. Bir başka deyişle, devrimci yollardan çekilip reformcu kanallara yönlendirilmesiydi. Bununla bağlantılı olarak, Atina'yı katman toplumundan ''sınıf toplumu'' denebilecek bir düzene geçirecek yola koyulmuş olunmasıydı.'' (Sayfa: 696-697)


Solon reformları:
*
''..''Solon yasaları'' denecek düzenlemelerle (İÖ 594'te) bir dizi reform gerçekleştirildi. Borçlar silindi; borç köleliği uygulamasına son verildi. Topraklar üzerindeki ipotekler kaldırıldı. Sahip olunabilecek toprak büyüklüğüne bir sınır getirildi. Bu ekonomik nitelikli reformları, toplumun çeşitli kesimleri arasında (kurulacak) dengenin bozulmaması amacını güden toplumsal ve siyasal reformlar izledi.'' (Sayfa: 698)
*
VII. Kesim Notları: VII.19/26: Solon'un ilgili şiiri için bak. Şenel, Eski Yunan'da Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, s. 121. Öte yandan ''Hiçbir Atinalı köle yapılmamalı'' diye borç köleliğini kaldırması, iç savaş olasılığını azaltmaya yönelikti. Yoksa kenttaşlar dışında çok daha yaygın olan köleliğe karşı herhangi bir önlem alması şöyle dursun, bu yolda tek bir düşünce geliştirdiğini bile okumuyoruz. Bak. Hemann ve Zürcher, ''Overview'', History of Humanity, c. III, s. 5. Eski Yunan'da köleliğe karşı ses Sofistlerden ve Kyniklerden çıkmış görünüyor; bak. Şenel, Eski Yunan'da Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, s. 495 ve sonraki sayfalar. (Sayfa: 780)


Alt sınıfların davasını benimsemiş varsıl bir aristokrat olan Peisistratos onları örgütledi. Daha sonra ''demokratik parti'' (ya da ''halk partisi'') olarak adlandırılacak sınıfın önderliğini yaptı. Onların sayı gücüne dayanarak (İÖ 560'da) siyasal erki ele geçirdi.
Solon yasalarıyla oluşturulan anayasaya dokunmayan Peisistratos, onlardan yararlanarak önemli kamu görevlerine yandaşlarını getirdi. Yaptıklarına karşı çıkan şamatacı aristokratları Atina'dan sürdü. Onlar da kendisini (hem de iki kez) sürmüşlerse de, geri dönüşlerinde erki gene denetimine geçirerek ölünceye dek başta kalmayı başardı. Bu süre içinde, kentten sürdüğü aristokratların topraklarını topraksız köylülere dağıttı. Kente göçüp kıra dönmek istemeyenlere iş bulmak için para basıp onlara büyük kamusal bayındırlık etkinliklerinde iş alanı açtı. Tarımdan çok zanaatlara ve ticarete önem vererek, Atina'nın kent ekonomisini geliştirdi. Dış ticareti güvene almak için kurduğu donanmayla, Atina'nın ticaret emperyalizmine varacağı yolu açmış oldu. Emperyalizm yolunda donanma, daha onun zamanında, Dardanelles (Çanakkale) Boğazı'nın denetimini ele geçirerek ilk önemli adımını atmış oldu.
Aristokratlar, sınıf savaşımını yitirmiş olmayı içlerine sindiremediler. Peisistratos ölünce yerine geçen oğullarından biri, iki aristokrat tarafından öldürüldü. Öldürenler tiranlığa son veren kahramanlar sayılarak yontuları dikildi. Tarih (genellikle) aristokratlarca yazıldığından, Peisistratos'un halkçı yönetimi bir ''tiranlık'' (yani hukuk yönetimi değil ''zorbalık düzeni'') sayıldı. Böylece tarihe, bir halk dostunun bile ''vatan haini'' olarak geçirilebilmesinin ilk örneği verilmiş oldu. Buna karşılık demokratik partilerin önderleri, karşıtlarını (olur olmaz nedenlerle) ''halk düşmanı'' olarak duyurma geleneği geliştireceklerdi. (Sayfa: 699-700)
*
Helen'ci Dönem'de Doğu-Batı kültür bireşimi:


''..Aleksandros, çoğu Yunanlı savaşçılardan oluşan) ordusunu, gittiği her yerde, Yunan kültürünü ve kurumlarını bilinçli olarak yaymada kullanmıştır. Kendi adını taşıyan, ama Yunan kentlerini kopya eden (en çok bilinenleri İÖ 332'de kurduğu Aleksandria ve İskenderun olan) on kadar kent. Aleksandria Müzesi ve kitaplığı da Helenci Dönemde kurulmuştur.'' (Sayfa: 706)
*
VII.19/36. Bak. Chattopadhyaya ve başkaları, ''Concepts of Naturei Philosophy and Science'', History of Humanity, c. III, s.14: Ptoleme Soter tarafından Aleksandria'da (İskenderiye'de) kurulan ''Mouseion'' 1 milyon tomarıyla Klasik Çağ'ın en önemli araştırma ve bilgi odağı olmuştu. İÖ 270'te, Roma iç savaşı sırasında yıkıldı. Buradaki İsacı patriğin, ''paganlık odağı'' diye örgütleyip kışkırttığı bir ayaklanmada ek yapısı, içindeki (papirüs kâğıdına yazılı) kitaplarıyla birlikte yakıldı. İmparator Justinianos (İS altıncı yüzyıl ortasında) el yazmalarının çoğunu Konstantinopolis'e taşımıştı. Kalan birazı ise, 642 Arap İslam fethini izleyen yıllarda yok edildi. Yoksa kitaplığın yok olmasının nedeni (bazı çevrelerde söylendiği gibi) Moğol fethinde Hulagu Han'ın yakıp yıkması değildir. İslam fatihinin ''İçindeki kitaplar Kuran'a aykırıysa yakın; uygunsa Kuran varken bu kadar çok kitaba ne gerek var, gene yakın'' diye yaktırdığı da doğru değildir. (Sayfa: 780-781)
*
YUNAN'DA İNSANLIĞIN FELSEFİ DÜŞÜNÜŞE GEÇİŞİ
*
Varlıkbilimden bilgibilime:
*
''Felsefi düşünüşe geçiş, tarım yanı sıra, daha çok cansız madde ile uğraşılan mal yapımı, zanaatlar, ticaret uğraşlarında kazanılan deneyimlerle olanak içine girmiştir. Bu alandaki bilgi birikiminin (bilinçli bilinçsiz) yönlendirmesiyle başarılmış görünüyor.
Felsefi düşünüş, tarım ve hayvancılık dışındaki kentli işlerle uğraşan sınıfların yaşam deneyimlerinin, dünya görüşlerinin, değerlerinin ve isteklerinin ürünü olarak doğmuştur. Toplumsal artının bu sınıfların da elinde toplanıp onların da düşünecek boş zaman bulabilmeleriyle bağlantılıdır. Ve de aralarından çıkan (dincilerin, ozanların karşısına çıkardıkları) bilgeleri, felsefecileri, artıyla (profesyonel düşünce üreticileri olarak) besleyebilmeleriyle olanak içine girebilmiştir.'' (Sayfa: 711)

Filozoflar:
*
''..Sokrates, sıkı bir demokrasi eleştiricisiydi. Evet, hiçbir zaman ''toplumu doğuştan erdemli aristokratlar yönetsin'' dememişti. Öğrencileri arasında, aristokrat gençleri kadar azatlı kölelere dek aristokrat olmayanlar vardı. Ancak düşüncelerinin, daha çok demokrasi karşıtı aristokratları etkilediği de bir gerçekti. Atina'da sınıflar arasında verilen ideolojik savaşımda düşünceleri, ister istemez aristokratların kullandığı silahlara dönüştü. Dahası, bu düşünceleriyle etkilediği gençler arasından bir de (Sparta desteğiyle) demokrasiyi yıkacak ''Otuz Tiranlar'' arasında iki aristokrat genci de çıkacaktı. O zaman kendisinin bir ''halk düşmanı'' olduğu kanısı kesinleşecekti. Sparta desteğini çektikten sonra yönetimi yeniden ele geçiren demokratlarca, Halk Yargıtayı'nda (göstermelik suçlamalarla) yargılanacak, ölümle cezalandırılacaktı.'' (Sayfa: 720)
*
''Taşınır mal'' köleliği:


''..kölelik, Roma Hukuku içinde ayrıntılarına dek düzenlenecekti. Öyle ki ''latifundiya'' denen pazara yönelik tarım yapılan büyük çiftliğinde köleleri çalıştıran bir Sensör (ahlakla ilgili kamu görevlisi) olan Cato (İÖ 234-149) araçları sınıflandırırken, köleleri ''sesli araç'' (servus vocale) sayacaktı. İmparatorluk Dönemi'nde tarımda kölelik (Ortaçağ Avrupasında serfliğe geçişe bir basamak oluşturacak biçimde) öteki özgür çiftçilerle birlikte işlediği topraktan ayrılmasına izin verilmeyen ''kolonluk'' denen daha az baskıcı biçimini alacaktı. Ekonominin öteki alanlarında, örneğin hizmet kesiminde, gladyatörlükte, yol yapımında, maden kuyularında en acımasız ve kitlesel kölelik biçimiyle sürdürülecekti. Bu bakımdan, ''köleci toplum'' kavramı, Yunan'dan çok Roma için geçerli olabilir. Öte yandan uygarlık ile kölelik arasındaki (Klasik Çağ'ın Roması kadar yeniçağın sömürgeci kapitalist ülkelerinde görülen) bu doğru orantı, çarpıcıdır.!'' (Sayfa: 735)


Köle ayaklanmaları ve Spartakus:
*
''Spartakus, Trakyalı bir çobandı. Ücretli asker olarak Roma ordusuna alınmıştı. Ordudan kaçınca, yakalanıp köle olarak satıldı. Kendisini Güney İtalya'daki Capua gladyatör okulunun sahibi satın alıp eğitti. Okuldan arkadaşlarıyla birlikte kaçıp haydutluğa başladı. Sıradan haydutlardan farklı olarak, yaşamını köleleri ayaklandırma ve özgürlüklerini kazandırma davasına adadı. Onun kışkırtmaları ve yaydığı umutla, İtalya'nın her yerinden kaçan köleler, Vezüv yanardağının yamaçlarında bir araya geldiler. Geçimlerini emekleriyle sağlayarak (olabildiğince) özgürce yaşamaya başladılar. Ara sıra çevreye çapul akınları yapmaktan da geri durmadıkları anlaşılıyor.
Ekonomisi köle emeğine dayanan Roma, böyle bir örneği hoş göremezdi. Romalılar, bu kaçak köleler topluluğunu Vezüv gibi her an patlayabilecek bir tehlike olarak gördüler. Oysa Spartakus'un düşüncesi, köleleri Alpler'in ötesine gçirip ülkelerine dönmelerinin yolunu hazırlamaktı. Arkadaşları bu düşünceyi benimsemedi. Benimsemeyince, Sicilya'da ya da Akdeniz'i geçerek Kuzey Afrika'da eşitlikçi bir topluluk kurmayı düşünmüş görünüyor.
Roma böyle bir örneğe de izin veremezdi. Yollarını kesti; üzerlerine ardı ardına ordular gönderdi. İlk iki Roma ordusu yenilgiye uğratıldı. Korkuya kapılan Roma yönetimi, topladığı on lejyonu (alayı) M. L. Crassus komutasına verip üçüncü kez kölelerin üzerine yüklendi. Ya bu Crassus kimdi.?


Pleb kökenli bir aileden geliyordu. Hırslı biriydi. Özel bir yangın söndürme birliği kurup, yangın çıkan evleri çok ucuza satın alıp, bu birliğiyle yangını söndürüp, sonra evi kiraya vererek Roma'nın en büyük ev sahibi olmuştu. Şimdi de köle ayaklanması yangınını söndürmeye aday oluyordu. Spartakus birlikleri onu da yenilgiye uğrattı. Ama (eski) köle savaşçıları Spartakus'un verdiği düzeni bozup erkenden yağmaya giriştiler. Girişince, Crassus ordusunu toparlayıp, dağılmış köleleri yenilgiye uğratıp darmadağın etti. Çoğu kaçtı: Spartakus vuruşa vuruşa öldü.
Tutsak alınan (içlerinde Spartakus'un bulunmadığı) 6 bin köle Roma'ya götürüldü. Kentin girişindeki Apium yolunun her iki yanına dikilen direklere bağlanarak (devlet terörü estirmek amacıyla) bir bir haça gerildiler. ''Keşke bu yol Roma'ya çıkmasaydı.!'' Köle ayaklanmalarının bastırılması, Roma'nın Cumhuriyet'ten, bütün yolların Roma'ya bağlanacağı imparatorluğa geçişini hızlandıran etmenlerden birini oluşturdu.
Spartakus köle ayaklanmasının insanlık tarihi bakımından iki önemli uzantısından söz edilebilir. Birincisi, Roma emperyalizminin sömürdüğü köleler ile boyunduruk altında tuttuğu halkların önderlerini (Spartakus'u ve İsa'yı) cezalandırmada haçın kullanılmasıdır. Böylece haçın imparatorluğa, sömürüye ve baskıya karşı başkaldırmanın simgesi olması beklenirken tersinin olmasıdır. İlk kovuşturmalardan sonra, imparatorluğa uygun bir ideoloji olabileceğini kavrayana Roma yöneticileri, İsacılığı devlet dini yapma başarısını göstermişlerdir. Roma İmparatorluğu'nun dağılmasıyla kurulan düzenler ise (haksızlığın ve acımasızlığın göstergesi sayılabilecek bir simgeyi) haç'ı, İsacılık ile birlikte eşitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun eğdirmenin bir aracı olarak kullanabilmişlerdir.
Bunun tam tersi (ikinci) bir etkiyle, Roma İmparatorluğu'ndaki köle ayaklanması ve ayaklanmanın önderinin adı (Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında ''Spartakistler'' ayaklanmasında görüldüğü gibi) eşitsizlikçi düzenlere baş kaldıranların esin kaynaklarından birini oluşturabilmiştir. Spartaküs ayaklanması, 20. yüzyılda çeşitli sanat dallarında da aynı işlev yolunda işlenegelmiştir. (Sayfa: 740-741)
*
Yedinci Kesim Notları: VII.20/81: ..Spartakus ayaklanmasının, kahramanının karargâhı ile birlikte dolaşarak gelişmeleri izleyip gün ve gün yazan (sözdde) bir tarih bilgininin kaleminden öyküsü biçiminde sunulan tarihsel romanı için bak. Arthur Koestler, Spartakus, çev. Zühal Avcı, İstanbul, t.y., Sosyal Yayınları, 308 s. (Sayfa: 784)
*
İnsanlığın maddesel kültürüne katkıları
*
Bizans'ın insanlığın maddesel kültürüne katkıları arasında, Rum ateşi (grejuva) ipekli dokumacılığında simli (altın gümüş iplikle) nakışçılık, tunik yerine, erkeklerce pantolon gömlek giyilmeye başlanması, kubbeli tapınaklar, pencere camının kullanılması anılabilir.
Olumsuz bir katkı olarak, Roma'nın kamu hamamları ve sık yıkanma geleneğinin, Bizans'ta gevşemesinden söz edilebilir. Böyle bir yargı, doktor öğütlemedikçe yıkanmanın lüks sayılmasından çıkarılabilir. Ayrıca keşişlerin yaşamını düzenleyen yazılarda, en çok ayda iki, en az yılda üç kez yıkanmanın gerektiğinin yazılı olmasına dayandırılmaktadır.
Son bir nokta olarak, dilimizdeki ''Rum'' (Romalı) sözcüğü kadar ''frenkler'' sözcüğünü (kim bilir daha nice sözcüğü) Bizans'a borçlu olduğumuz unutulmamalı. ''Frenkler'', Bizanslıların Latinlere ve öteki Batılı Hıristiyanlara verdikleri genel addı. (Sayfa: 777)
*
VIII. Kesim
*
ORTAÇAĞ HIRİSTİYAN VE İSLAM UYGARLIKLARI
*
22. Bölüm, ORTAÇAĞ HIRİSTİYAN UYGARLIĞI
*
Tektanrıcılığı evrenselleştirmesi


Pavlus, içlerinde örgütlenmeye çalıştıkları Eski Ahit yandaşlarının Yeni Ahit yandaşlarına düşmanca davranmalarına tepki gösterdi. Bu tepkinin en önemli görünümü, tektanrıcılığı İsrailoğullarının tekelinden kurtarıp milletlere açmak oldu: ''Allah yalnız Yahudilerin mi, Milletlerin değil mi.?'' diye sordu. Gene kendi yanıtladı: ''Evet Milletlerin de.'' Niye.? ''Kurtarıcımız Allah.. istiyor ki bütün milletler kurtulsunlar ve hakikat bilgisine gelsinler.'' Böylece Pavlus, kendini ''imanda ve hakikatte [kuramda ve eylemde] milletlerin muallimi olarak tayin olunmuş'' saydı.
Bu, Pavlus'un tektanrıcı dini bir halkın elinden alıp bütün halklara açarak onu ''evrenselleştirmesi'' demektir. Ve böyle bir din, artık Musacılıktan farklıdır. İsacılıktan da farklıdır. Anca ona (İsacılık anlamında) Hıristiyanlık denmesi görenek olmuştur. Doğrusu ''Pavlusçuluk'' olurdu. Gene de (değiştirilemeyecek kadar yerleştiği düşünülerek) ''Hırisyiyanlık'' kullanılacaksa, kurucusunun, İsa'dan çok (hiç değilse İsa yanı sıra) Pavlus olduğu bilinerek kullanılmalı. (Sayfa: 799-800)


Galesius'un ''çifte kılıçlar'' kuramı:
*
''.. Papa I. Galesius (492-496), imparatorun, Kilise'nin efendisi değil çocuğu olduğunu söyleyebildi. Bu yolda geliştirdiği ''çifte kılıçlar'' olarak adlandırılan kuramda, görüşünü şöyle savunmaktaydı: Tanrı İsa'ya iki kılıç vermişti. Kılıçlardan biri dinsel, öteki yersel erki simgelemekteydi. Bu kılıçlar yalnızca İsa'da bir arada bulunmuşlardı. İsa'dan sonra biri dincilere, öteki yöneticilere geçmişti. Şimdi bir (yersel olanı) imparatorda, ötekisi (dinsel erki simgeleyeni) papadaydı. Dinsel konularda papa, yerel konularda imparator tanrının yeryüzündeki temsilcisiydi. Dolayısıyla birbirlerinin egemenlik alanına karışmamalıydılar.'' (Sayfa: 824)
*
Protestanlık ve Alman Köylü Savaşları
*
Kilise'nin (Papalığın) sömürüsüne ve yozlaşmasına karşı tepki (bilindiği gibi) Luther'in öncülüğünde yeni bir yola girecekti. Luther'in (1517'de) ileri sürdüğü düşüncelerle başlayan akım, Kilise'nin (1554'te) Katolik ve Protestan mezheplere bölünmesiyle sonuçlanacaktı. Aynı tarihlerde Thomas Münzer'in önderliğinde ayaklanan Alman köylülerinin tepkisi bir sınıf savaşı niteliği gösterecekti. O zaman, eşitsizlikçi feodal düzenin yönetici katmanlarını oluşturan dinciler ile savaşçılar, güçlerini birleştirerek bu tepkiyi de ezebileceklerdir. (Sayfa: 827)
*
Haçlı Akınlarının tarihsel sonuçları:
*
''Denebilir ki dine, kan yanı sıra (''sarı pislik'' denen) para bulaşacaktır. Papalık da birikmiş paralarını ''işleterek'' bu tür etkinliklerden (aslan) payını almayı öğrenecektir. Konuşmalarda, bildirilerde faizcilik kınanırken uygulamada parasını faize yatırarak Papalık, Batı'nın en büyük kapitalistlerinden biri durumuna gelecektir.'' (Sayfa: 831)
*
Pavlus'un tümdengelimci mantığı ve eşitsizlikçi değerleri:
*
Ancak Hıristiyan düşüncesinin biçimlenmesinde İsa'nın düşünüşünden çok Pavlus'un düşüncelerinin etkisinin bulunduğu kesindir. Pavlus, Yunan ve Roma düşünüşünün Stoacı tümdengelimci düşünüş ve eşitsizlikçi değerler geleneğinden etkilenmiş görünür. Bu etkiyle, Tanrı'ya, İsa'ya, yaratılışa, yazgıya, ilk günaha inançtan giderek, tümdengelimci mantıkla sonuçlar çıkarmıştı. Bu yolda kurtuluşu, bedenin değil ruhun kurtuluşunda arayan düşünceler üretmişti. Hatta kurtuluşu ötedünyada görmüştü. Böylece eşitlik, özgürlük, mutluluk umutlarını ötedünyaya ertelemişti. Bu dünya yaşamının düşünüş ve davranış değerleri olarak, kala kala yazgıyı benimseme, ona boyun eğme, başa gelenlere katlanma, sabretme, umut etme, yardım etme gibi (ileride Nietzsche'nin ''köle ahlakı'' olarak niteleyeceği) değerler kalmıştı. (Sayfa: 833)


Augustinus'un Hıristiyanlığı Platoncu felsefeyle temellendirişi:
*
''.. Hıristiyan din bilginleri, iman ile aklı, din ile felsefeyi uzlaştıracak yollar aradılar. Bu yolda başarılı olan ilk Hıristiyan düşünür Kuzey Afrika'daki Hippo kenti piskoposu Augustinus (354-430) oldu. Hıristiyan düşünce ve inançlarını Platoncu idealist felsefeye dayandırdı. Platonculuk yanı sıra, gençliğinde dolaştığı inançlardan olan Stoacılığın ''yazgı'' kavramından esinlenmişti. ''Şeytan'' kavramını vurgulayan düşünceleri ise, bir zamanlar inandığı (Zoroasterci gelenekten türemiş bir inanç olan) Manicilikten alınmış görünüyor.'' (Sayfa: 836)


Elinde çekici ile Thomas Münzer:
*
''..''Aklın karşısına Kitabı Mukaddes ile çıkmak, aklı yazı ile öldürmek demektir. Kutsal Ruh bizim dışımızda değildir. Kutsal Ruh denilen şey aklın ta kendisidir. İman, insanda can bulan akıldan başka bir şey değildir. Onun içindir ki Hıristiyan olmayanlar da iman sahibi olabilirler. Bu iman sayesinde, canlı ve yaşar hale gelmiş bu akıl sayesinde insan tanrılaşır ve kutsallaşır.'' Yaptığı, dinsel kavramlar kullanarak, ortaya (aşkınözneci olmayan, ötedünyacı olmayan) yeni değerler koymaktır. Denebilir ki eski şişelere yeni şarap doldurmaktadır. ''Cennet, ötedünyada değildir. Onu kendi yaşamımızda aramalıyız. İman sahibi olanların görevi, Tanrı krallığını yeryüzünde kurmaktır. Nasıl ötedünyada cennet yoksa.. cehennem, sonsuza dek lanetlenme de yoktur..'' Görüldüğü gibi Münzer, ötedünya cenneti ile avutulup bu dünyada cehennem yaşamı sürdürülen köylülerin duygularını (ve belki aynı zamanda düşüncelerini) formülleştirmektedir.'' (Sayfa: 844-845)


23. Bölüm
*
ORTAÇAĞ İSLAM UYGARLIĞI
*
Doğu-Batı yanlışı:
*
''Doğu uygarlığı-Batı uygarlığı (Doğu kültürü-Batı kültürü) sınıflandırması yapıp, aralarında yapısal, temel kültürel farklılıklar aramak bir yanılgıdır. Batı Avrupa'daki tarım uygarlığı kültürel evresiyle endüstri uygarlığı evresini birbirinin (evrimsel) uzantısı değil, apayrı kültürel oluşumlar olarak yanlış görmektir. Hatta Batı Avrupa'nın İslam kültürüne çok benzer olan Ortaçağ Hıristiyan kültür evresini görmezlikten gelmektir. Bu yalın (masum) bir yanılgı olmaktan öte bir tutumun ürünüdür. Batı-Doğu kültürleri, Batı-Doğu toplumları, Batı-Doğu halkları, ulusları, hatta ırkları gibi (gerçekliği doğru yansıtmayan) sınıflandırmalara ve çıkarsamalara yol açabilecek tehlikeli (hatta bazen kasıtlı) bir yanlıştır.'' (Sayfa: 850)


Şii ayaklanmaları:
*
İran'da Farslaşmış Türk kabilelerin önderi İsmail Safavi, fanatik bir Şii inanç olan Safaviliğin ideolojik silahıyla da donanmış olarak siyasal erki ele geçirdi. Geçirmekle ve 1502'de Tebriz'e Şah olarak taç giyip Safavi Hanedanı'nı kurmakla kalmadı. Farslara dayattığı Şii inancının da desteğiyle, kısa sürede şaşırtıcı başarılar kazandı. Öyle ki (1508'de) Halifelik başkenti Bağdat'ı ele geçirebildi.
Bu olay Osmanlı sultanı için bir uyarı oldu. Dahası, Şah İsmail'in tutkulu izleyicileri arasında onun Şah kılığına girmiş Allah olduğuna inananlar vardı. Bununla, Osmanlı için ideolojik bir düşman yaratılmış oluyordu. İsmail, Osmanlı İmparatorluğu içinde Şii yandaşlar edinebildi. Doğu Anadolu'daki Şiiler, Sultan'a karşı ayaklandılar. Sultan Selim ayaklanmanın imparatorluğun öteki bölgelerindeki Şii ve Bektaşi topluluklara yayılmasından korktu. Bunu önlemek amacıyla ayaklanmayı görülmemiş bir sertlik ve acımasızlıkla bastırdı. Öyle ki 40-50 bin Şii gencin kılıçtan geçirildiğini yazan kaynaklar vardır. Sultan Selim'e ''acımasız'' anlamına gelen ''Yavuz'' sanı buna dayanılarak verilmiş olmalı.
Yavuz Sultan Selim, ayaklanmayı bastırdıktan sonra ordusunu Şah İsmail'in üzerine yürüttü. Şah İsmail (1514'te) Çaldıran'da giriştiği savaşı (ve bugün Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki kıymetli taşlarla süslü tahtını) kaybetmişse de umudunu yitirmedi. Amacına Osmanlı içindeki öteki Şii azınlıkları kendine çekerek ulaşma hevesine kapıldı. Çünkü aralarında Şiiliğin bir Yol'u olan Bektaşiliğin yayıldığı Yeniçeriler, Çaldıran Savaşı kazanıldıktan sonra Sultan'ın, Şah'ın ve ordusunun ardını bırakmayıp onu yakalamaları buyruğuna uymamışlardı.!
Bu olay Osmanlı'da, Şiiler söz konusu olduğunda, imparatorluk hoşgörü politikasını askıya almak geleneğine yol açtı. Şii ayaklanmasının Osmanlı'ya (hatta Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerine) etkisi Şiilere karşı takınılan olumsuz tutumla sınırlı kalmadı. Yavuz'un oğlu Kanuni, olası bir Şii ayaklanmasına karşı Sünniliği destekleyip, örgütlendirip denetleme gereğini duyacaktı. Bu yolda, Sünni din okullarına devlet desteğinde bulunacaktı. İmparatorluğun önemli kasabalarındaki dini görevlilerini maaşa bağlayarak üzerlerinde devlet denetimi kuracaktı.
Demek ki maaşa bağlanmış ve Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü kadrolarına alınmış din görevlilerini içeren biçimiyle anlaşılan ''laiklik'' politikası Cumhuriyet ile başlamamış.! Demek ki neredeyse beş yüzyıl önceki bir olayın etkileri (toplumsal yapıda ve ilişkilerde söz konusu olayla ilgili özellikler sürüyorsa) beş yüzyıl sonrasında toplumsal artı (bütçenin önemli bir bölümünün orduya ve Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü'ne ayrılmasını) belirleyebiliyormuş.! (Sayfa: 893-894)

24. Bölüm
*
ORTA AMERİKA'NIN ERKEN UYGARLIĞI: OLMEKLER


24. Bölüm
*
ORTA AMERİKA'NIN ERKEN UYGARLIĞI: OLMEKLER
*
IX. Kesim Notları, IX.24/1:
*
''Yeni Dünya'' kavramı, ilk kez, Martin Waldseemüller'in 1507'de çizdiği ve Güney Amerika topraklarını (öncekileri gibi) Asya ile bitişik göstermeyen haritada kullanılmıştı. (Timelines, s. 98)
Yeni Dünya'nın ''geç kalan'' uygarlıklarını yıkan Eski Dünya'nın yeni toplum biçimi olan endüstrici kapitalist burjuva uygarlığının neyin nesi olduğu az çok biliniyor. Ya onun yıktığı uygarlıkların ve yüksek kültürlerin niceliği, niteliği, değerleri hakkında ne biliniyor.? Kentleri yıkılıp yağmalanmış, kitapları yakılıp parçalanmış, yontuları eritilip ''para''lanmış, inançları sindirilmişse, kültürel birikiminin ne kadarı kurtulmuş ne kadarı yitirilmiştir. Tam olarak bilinebilir mi.? Gene de arkeologların gün ışığına çıkarabildikleri nesnelerden, mumyalardan ve iskeletlerden, taşa kazınan (dolayısıyla yakılamayan) yazılı tarihlerinden bir şeyler biliniyor. Basamaklı piramitlerinden, Antlar'ı aşan merdivenli imparatorluk yollarından, yaratıcı düşünce ürünü su sağlama ve sulama ağlarından ve (yok edilemeyen) sözlü geleneklerinden, kıyıda köşede kalmış çizili belgelerinden kültürlerinin ana çizgileri çıkarılabiliyor. (Sayfa: 986)
*
Orta Amerika'da ve Güney Amerika'da uygarlığın geri kalmışlığı.?: * ''Uygarlık, günlük dildeki anlamıyla alındığında, Eski Dünya'nın Hıristiyan Batı Avrupa uygarlığının ''fatihlerinin'', Yeni Dünya'daki insan kardeşlerine karşı tutumlarının hiç de uygarca olmadığı söylenebilir. Dahası, insanlığın Paleolitik'ten sonra birbirinden ayrılıp yalıtlanmış iki dalda gelişen evriminin birikimlerinin bir araya gelip etkileşiminden doğabilecek bireşim ve kültürel atılım olanaklarını (''keşifler'' ile yaratılan olanakları) sömürüyle, kültürkıyımla ve soykırımla yok eden barbarca ve vahşi bir davranış olduğu eklenebilir. Çağdışı Eski Dünya (burjuva) uygarlıkları ile karşılaştırıldıklarında, Yeni Dünya uygarlıklarının daha ''insanca'' yanları görülür. Örneğin açlığın, işsizliğin, kilitin bilinmediği yüzyıllar yaşanmıştır. Egemen halkın içinde (öteki halkları sömürmek pahasına bile olsa) maddesel kültür ürünlerinin (İnkalarda görüldüğü gibi) bölüşülmesiyle güvenlik duygusu sağlanmıştır. Bu, daha ''uygarca'' bir düzen sayılabilir.'' (Sayfa: 919)


OLMEK GİZEMİ:
*
''Tapınak bölgelerinde ortaya çıkarılan ''Kocakafa'' yontularında yansıtıldığı gibiyse, Olmek tipi, Yeni Dünya'nın bilinen hiçbir halkına benzememektedir. Geniş kanatlı basık burunları, etli dudakları, patlak gözleri ile daha çok bir negroid ırk görünümü vermektedir. Ancak uzun baş, yuvarlak çene, kafaya yapışık saçlar, siyah ırk görünümünü melezleştirmektedir. Ama kimlerin melezi.? Dahası, bu halkın gerçek adı da bilinmemektedir. Çünkü Olmek, İspanyollar geldiklerinde yörede yaşamakta olan halkın adıydı. Burada üç binyıl kadar önce uygar topluma geçen halkın adı, olasılıkla başkaydı. Gene de yazına değiştirilemeyecek denli geçtiği için, Yeni Dünya'nın ilk uygar halkına Olmekler denmesi geleneği sürmektedir.''(Sayfa: 921)


''Ölüler Yolu'', Güneş ve Ay Piramitleri:
*
''Teotihuacan'ın bir anakente dönüşmesini ve sonraki gelişmesini (uzmanı) Sanders şöyle anlatıyor: ''Teotihuacan kentinin ve devletinin gücü, bölgenin tarihinin en büyük (tekli) yapısı olan Güneş Piramiti'nin yapımında ortaya dökülmüştür. Yüksekliği 70 metreyi bulan, tabanının bir kıyısı 250 metre olan bu piramitin üzerinde (merdivenle çıkılan) bir tapınak vardı. Piramiti oluşturan teraslı platform ise, altındaki üç metre yüksekliğinde, bir kıyısı 400 metre uzunlukta bir başka platforma dayanıyordu. Böylece Güneş Piramiti üzerindeki tapınak, yüzü kesme taşlarla kaplı olan 1 milyon metreküplük bir dolgu üzerinde yükseliyordu. Öyle ki en büyük Mısır piramitlerinden de büyüktü.''..'' (Sayfa: 927)


Başkent Tikal'in erken evresi (İS 200-700):
*
''..Tikal, ileride Maya uygarlığının başkenti olma yolunda gelişmeye başlamıştır. Gerçekten, Klasik Dönem Tikal kentinin geçmişinin Klasik Öncesi Dönem'e (İÖ 600'lere dek gerilere) dayandığı (ancak son zamanlarda) ortaya çıkarılmıştır.'' (Sayfa: 933)


Ölümüne top oyunu:
*
''Maya erken uygarlığının (klerokratik sayılsa da sayılmasa da) birçok kültür geleneğinin temelini attığı kesin. Olmek geleneklerini geliştirerek ya da onlara eklemelerde bulunarak, uygar kültüre yerleştirdiği geleneklerden biri de (kesinleşmemiş Olmek kökeni bir yana bırakılırsa) top oyunu olabilir.'' (Sayfa: 935)


Klasik Dönem'e Giriş:
*
''Bir başka Maya klasik kültürü odağı Copan kentindeyse, güneşin ve ayın devinimlerinin gözlenmesine dayanılarak, oyma (glif) sayı karakterleriyle yılların ve ayların kaydı (692 yılında) başlatılmıştı. Bu yöndeki bilgi birikimi, ileride tüm dünyada o güne dek geliştirilmiş en doğru güneş takvimine ulaşılmasına varacaktı. (Sayfa: 936)


Oyma yazısı:
*
''..Maya yazısı Klasik Dönem'de Copan kentinde (sekizinci yüzyılda) bu kentin hanedanının yöneticilerinin tarihinin 2500 oyma karakterle özetleneceği noktaya ulaşmıştır.
Yazının üzerine yazıldığı gereçlere gelince, şunlar söylenebilir: Klasik Dönem'de tahta ve taş üzerine oyulmuştur. Klasik Sonrası Dönem'de, duvar sıvası, çömlek kaplar ve kâğıt üzerine de yazılmaya başlanmıştır, evet kâğıt.! Bu, Amerikan incir ağacının (Ing. amatle) 20 santim kadar uzunluklarda kesilen iç kabuğu şeritlerinin, kireçle kaplanıp birbirine yapıştırılarak akordiyon gibi katlanmasından yapılan bir kâğıttı. Sayfalar katlandıktan sonra, altına ve üstüne birer tahta kapak geçirilerek deftere ve kitaba dönüştürülüyordu. Ne yazık ki kolayca tutuşma özelliğinden yararlanılarak Maya arşivinin tümüne yakın bir bölümü, İspanyol dinciler, savaşçılar, yöneticiler tarafından yakıldı. [Amaç (Isınmak bile değil.!) içinde bulunduğu düşünülen ''putatapıcı'' düşüncelerin yakılmasıydı.]'' (Sayfa: 939)


26. Bölüm
*
ORTA AMERİKA'NIN GEÇ UYGARLIĞI: AZTEK İMPARATORLUĞU
*
Yüzer tarlalar:
*
''Aztekler yerleştikleri yerde tutunabilmek için, bir yandan yörenin eski (uygar) topluluklarıyla savaşmışlardır. Öte yandan onlarla alışveriş, olmadı, haraç ilişkileri kurmaya çalışmışlardır. Bu yolda, gölde balıkçılık, kıyısındaki bataklıklarda bahçıvanlık (hortikültür) yapmaya başlamışlardır. Tarıma elverişli yeterli toprağın bulunmaması sorununa ''yaratıcı'' bir çözüm bulmuşlardır: Gölün kıyısındaki (bol) kamışları kesip, onunla hasır örmüşlerdir. Her biri bir metrekare kadar (8 ayakkare) büyüklüğündeki onbinlerce hasırı suyun yüzüne dizmişlerdir. Onları, kıyılarına bağladıkları taş çapalarla karaya eklemişlerdir. Üzerlerine, gölün dibinden çıkardıkları batağı yayarak, onları chinampa denen yüzer tarlalara dönüştürüp ''gölden yer'' kazanmışlardır.'' (Sayfa: 951)


Aztek tanrıları ve kurbanları:
*
''..başkentleri Tenochtitlan'da büyük tapınağın (1486'da) açılış törenlerinde, bir kerede 20 bin kişinin kurban edildiği söylentisi aktarılmıştır. Bu sayılarda, kendilerine bu konuda ayrıcalık tanınmayıp, silah arkadaşları tutsak alındıklarında kurban edilen İspanyolların abartma payı göz ardı edilmemeli. Gene de çok sayıda kurban gerçeği, tapınak duvarlarına ikinci bir duvar gibi dizilen kurban kafataslarının, kafataslarından piramitlerin varlığının arkeologlarca ortaya çıkarılışından çıkarsanabilir.'' (Sayfa: 957)

27. Bölüm
*
GÜNEY AMERİKA'DA UYGARLIĞA GEÇİŞ KÜLTÜRLERİ
*
Chavin, Paracas, Moche, Nazca, Tiahuanaco


Manyok üretimiyle yerleşik yaşayışa geçiş:
*
''Güney Amerika'nın kuzeyindeki Kolombiya'nın Aşağı Magdalena yerinde nişastalı bir kök bitkisi olan manyoğun (Manihot esculenta) üretimine, İÖ 4.-3. binyıllar arasında bir tarihte başlanmış. Obediente, gelişmeleri tetikleyen olguyu, manyoğun işlenişinde ve bu yolda çömlekçiliğin geliştirilmesinde buluyor. Söz konusu açıklamalarına bakılırsa, Eski Dünya'da tahılların gördüğü işlevi, Orta Andlar'da kök bitkileri görmüştür. Cassava keki (kuru ekmeği) yapılarak saklanıp biriktirilebilen bu ürün, her gün yiyecek toplamak için gezme (göçerlik) zorunluğunu ortadan kaldırmıştı.'' (Sayfa: 961)


Moche ve Nazca kültürleri (İÖ 100-İS 600):
*
''Güneyin Nazca kültürü ürünleri de kendine özgü ayırt edici çömleklerle sınırlı değildi. Çöle, ''jeolit'' denen, açık renk taşlarla (ancak dağlardan bakılınca ne olduğu anlaşılabilecek) çok büyük (uzay gemileri iniş alanı sanılacak kadar büyük) geometrik desenler çizilmişti. Bunlar gibi çok büyük (örneğin örümcek gibi) hayvan desenleri çizilip bırakanlar da Nazca kültürlü insanlardı. Öyle ki (Daniken gibi) kimi (ayakları arkeoloji bilimine dayanmayan, aklı havalarda) popüler yazarlar, onları uzaydan gelen bir insan türünün yapıtları olarak yorumlayabilmişlerdir.'' (Sayfa: 970-971)


28. Bölüm
*
GÜNEY AMERİKA'NIN GEÇ UYGARLIĞI: İnka İmparatorluğu
*
''Tiwanaku yapıları arasında en ilginci, Puerto del Sol (Güneşe uzanan yol) lav bloklarından kesilmiş frizler (kabartmalar) ile kaplıydı. Orta frizde 70 santim boyundaki figür, Tiwanaku panteonunun en önemli aşkınöznesi sayılır. İnsan biçimli bu figürün başında, güneş ışınları çemberiyle son bulan bir mask vardır. Elindeki (kalın) asadan dolayı ''Eli Sopalı Tanrı'' olarak adlandırılmıştır. Çevresindeki, eğilip diz çökmüş ''saygılarını sunan'' kişilerin de ellerinde sopalar (erk.?) vardır. Her biri kanatlı olup kafaları akbaba (kondor) biçiminde gösterilmiştir. Bunlar yörenin eli sopalı tanrısına tapınan çeşitli yöneticileri olarak yorumlanmışlardır.'' (Sayfa: 975)


Kuipu ipleri kayıt dizgesi:
*
''İnkalar yazı kullanmamışlardı. Ama az çok onun işlevini görebilecek ilginç bir yöntem geliştirmişlerdi. Renkli ip saçaklarına atılan düğümlerin sayılarına, iplerin farklı renklerine göre, nesneleri, kişileri, sayıları kodlama.! yolunu bulmuşlardı. Kuipu (Quipu) denen bu yöntemle, imparatorluk içinde (yollar ağından) haberler uçurulabildi. Mal ve insan sayımları yapılabildi. Raporlar verilip kayıtlar tutulabildi. Bugün bu yöntem, işlev değiştirmiş olarak, giysilerin, örtülerin saçaklarında süsler biçiminde insanlığın kültürel kalıtına katılmış bulunuyor.'' (Sayfa: 982)
*
İnka altınlarına bulaşan kan:
*
''İspanya tahtı (zamanın ''bir ülkeye ne kadar çok altın girerse o kadar güçlü olur'' merkantilist ekonomi anlayışı gereği) Amerika fatihlerinden anayurtlarına olabildiğince çok altın ve gümüş göndermelerini istemişti. Pizarro kardeşler, bunun üzerine, parıltılarını görür görmez gözlerini altın ülkesi İnka İmparatorluğuna çevirdiler. Savaşlarla ve soykırımlarla ele geçirdikleri (özellikle tapınaklardaki) altın, gümüş ne varsa eritip İspanya kralına gönderdiler. Tutsak aldıkları İnka'yı (İmparatoru) bırakmak için, bugün için 30 milyon doları bulacağı hesaplanan tutarda kurtulmalık (fidye) altın isteyip aldılar. Ancak ''lanetli altın'' [!] her iki dünyanın her iki imparatorluğuna (İnkalara ve İspanyollara) önce görkem verecek olsa da sonra yıkım getirecekti.'' (Sayfa: 984)
*
X. Kesim
*
ESKİ DÜNYA'DA ENDÜSTRİ UYGARLIĞINA GEÇİŞ, YENİ DÜNYA'DA ''DÜNYANIN SONU''
*
29. Bölüm
*
ESKİ DÜNYA'DA ENDÜSTRİ UYGARLIĞINA GEÇİŞ
*
Endüstri devriminin İmparatorluk Çin'i kökleri:
*
''İmparatorluk Çininde gerçekleştirilen bir başka yenilik, ''pazar ekonomisi'' yolundaki gelişmelere hız kazandırdı. Sung Hanedanı (1000 dolaylarında) vergilerin eskisi gibi ürün olarak (ayni) değil, parayla ödenmesi kararını aldı. Bu, pazar ekonomisine geçiş yolunda atılmış önemli bir adımdı. Küçük tarım üreticilerini bile (pirincini satıp vergisini ödeyebilmek için) pazara açılmaya zorladı. Sonuçta pazar ekonomisinin (ağır yüklerin, yavaş ama güvenle taşınabildiği su ulaştırmacılığının olanaklarıyla) ırmaklardan, kanallardan kıyılara taşmasını sağladı. Pazarın, kıyılardan, önce Çin Denizi'ne, sonra Hint Okyanusu kıyısı ülkelerine yayılmasının önünü açtı. Ancak.!
Ancak imparatorluk bürokrasisi (1434'te) okyanuslara açılabilecek büyüklükte teknelerin yapını yasakladı. Bununla okyanus ticaretini yasadışı duruma düşürdü. Böylece insanlık tarihinde, Çin'de önce ticaret kapitali birikimine, onun itisiyle endüstri devrimine doğru açılım gösterebilecek bir filiz, gelişemeden kırılmış oldu. Kırılmasaydı, insanlığı endüstri uygarlığına ilk geçiren, belki Eski Dünya'nın Uzakdoğu toplumları olacaktı.'' (Sayfa: 1003)
*
Endüstri uygarlığının feodal Avrupa kökenleri:
*
''..köylü sorununu kısa erimde çözme çabaları (hiç amaçlanılmayan bir yan erim olarak) denizaşırı ticareti şaha kaldırmıştı. Böylece, uzun erimde feodal toplumun kökünü kurutacak tohumları atmıştı.
Söz konusu tohumlar, üretim teknolojisi alanında, denizaşırı ticaretin gelişmesiyle bir ticaret kapitalinin birikmesidir. Onu biriktiren bir kentli sınıfın doğmaya başlamasıdır. Savaş teknolojisi alanına, ateşli silahların girmesidir. Girmesiyle, feodal beylerin kalelerinin başlarına yıkılmasıdır. Aynı zamanda toplarla donatılmış teknelerle, koloniciliğin yollarının açılmasıdır. Bunların üretim ilişkileri alanındaki etkisiyle, kırlardaki serflerin bir bölümü, özgür (küçük) köylüye dönüşecektir. Bir bölümü, kentlere göçüp proletaryayı oluşturacaktır. Kentlerde ise, özgür zanaatçıların çoğu (malları yapımevlerinin, fabrikaların ucuza çıkarılan mallarıyla yarışamayıp) zanaat araçlarını yitirmeleriyle özgür emekçiye (proletaryaya) dönüşecektir. Öte yandan, tacirlerin bir bölümü, sattıkları malların yapımına başlayacaklardır. İkisi (mal yaptıran ve mal satan) birlikte, kentli (burjuva) sınıfını oluşturacaklardır.
Siyasal alanda, erk (dağınık kırsal odaklar yerine) kentlerde yoğunlaşmaya başlayacaktır. Toplumsal artı (köylülerden çekilip toprak sahiplerince bölüşülmesinden çok) kentte ticareti ve mal yapımını ellerinde tutan kentli sınıfların elinde toplanacaktır. Kültürel alanda (ötedünyacı dinsel kültürün yerine) budünyacı bir kültürle hümanizm ve Rönesans akımları doğacaktır.'' (Sayfa: 1005)
*
Serflerin özgür çiftçilere ve işçilere dönüşmesi:
*
''..Soylu ethosunun bir gereği olarak ticaretten varsıllaşmayı hoş görmeseler de, ayaklarına gelen fırsatı tepemezlerdi. Tarlalarını otlağa dönüştürdüler. Yetmedi, kamunun ortak topraklarına (İng. commons) da el koyup, köylüler yararlanamasın diye çitlerle çevirdiler. Bir ''çitleme'' (İng. enclosure) salgınıdır aldı yürüdü.
Bu durumda, bir feodal beyin, daha önce tahıl tarımı yapılarak, sözgelimi yüz köylü ailesinin beslenebildiği topraklarda, on aileyi sürülerinin çobanı olarak tutması yetebilirdi. Gerisine yol görünmüştü. Daha önce beyin toprağından izinsiz kente bile gidemeyen serfler, topraktan ve toprak üzerindeki her şey gibi bey'in sayılan evinden çeşitli bahanelerle çıkarıldılar. Bu durum, o günlerin deyişiyle: ''koyunlar insanları yediler'' diye anlatılacaktı. Çıkarılanların bir bölümü (çiftçilik dışında bir iş bilmediklerinden) o ya da bu yoldan toprak edinecekti. Böylece bir feodal beye bağımlı olmayan, kendi toprağında üretim yapan anlamında ''özgür köylü'' sınıfını oluşturacaklardı. Bir bölümü, toprak edinemeyip kasabalara, kentlere göç edip iş arayacaktı. Yeni yeni açılan yapımevlerinde, fabrikalarda iş bulmaya çalışarak işçi sınıfına katılacaktı.'' (Sayfa: 1009-1010)
*
Sonra mutlak monarşilere karşı çıkılması
*
Monarşiler, feodal toplumun yıkıntılarını silip süpürüp temizleme işlevi görmüşlerdi. Bu ara kendilerine verilen destekle, astığı astık kestiği kestik mutlak monarklara dönüşenler çıkmıştı. Öyle ki Fransız Kralı XIV. Louis ''devlet benim'' diyebiliyordu.
Bu kadarı fazlaydı.! Burjuvazi, feodalliğin (az çok) temizlenip ulusal devletlerin kurulması noktasında mutlak monarklara verdiği desteği çekti. Hatta onlara karşı cephe almaya başladı. (Sayfa: 1012)
*
Burjuva devrimi:
*
Bu tutumu, burjuvazinin, ekonomiyi ve ülkeyi (monarkların aracılığıyla değil) doğrudan yürütme kararlılığını gösteriyordu. Çünkü daha da gelişen ticaret ve onun yanında palazlanan endüstri, monarkların pazara (keyfi olabilen) karışmalarına (artık) dayanamazdı. Monarkların siyasal erk üzerindeki tekellerinden rahatsız olmaya başlamıştı. Çözüm kendi yarattığı ''canavarın'' ortadan kaldırılmasıydı. Ve, 1789 Fransız Devrimi'nden başlanarak 1948 devrimleriyle sürerek, çoğu Avrupa ülkesinde art arda siyasal devrimler gerçekleştirildi. Siyasal erkin (feodal) beylerden baylara (burjuvalara) geçmesi süreci işletildi. Burjuva cumhuriyetleri kuruldu. (Sayfa: 1012-1013)
*
Sorun çözücü kültüre geçiş:
*
''Kültürel evrimin erken evrelerinde geliştirilen, soruna katlanıcı kültürlerin, işlevi ve değeri kavranabilir. Ama kültürel birikimin ve evrimin ''sorun çözücü'' düzeylere ulaştığı dönemlerde ve alanlarda soruna katlanıcı kültürler ve tutumlar (örneğin ötedünyacı değerler) dayatılıyorsa, bunda bir iş var demektir.! O zaman ortada ya bilgisizliğin (cahilliğin) ya (göreli) bir olanaksızlığın ya da bir sömürünün varlığından kuşkulanmak gerekir. Bilgisizliğin çözümü, ''aydınlanma''; (göreli) olanaksızlığın çözümü, insanlığın maddesel ve simgesel ekonomik kaynaklarına daha eşitlikçi ulaşım olanağı verecek hakça bir gelir dağılımıdır.'' (Sayfa: 1015-1016)
*
30. Bölüm
*
YENİ DÜNYA UYGARLIĞININ SONU
*
Mohikanların sonuncusu:
*
''..barbar kabilelerden biri Mohikanlar idi. Uygar dünya onların adını (ilk önemli Amerikan yazarlarından biri olan) J. F. Cooper'ın 1826'da yazdığı The Last of the Mohicans (Son Mohikan) adlı yapıttan öğrendi. Bu kitaba dayanılarak yapılan aynı adı taşıyan film ile ünleri tüm dünyaya yayıldı. Rousseau'nun (daha önce) ''soylu vahşi'' dediği halklardan Mohikanların adını bugün bilmeyen yok gibi. Ama bugün (2006'da) bile az sayıda kalan Mohikan'ın Connetticut'taki (bir tür toplama kampı olan) rezervasyonda yaşadığını kaç kişi bilir.?'' (Sayfa: 1027)
*
ESKİ DÜNYA-YENİ DÜNYA ETKİLEŞİMİ:
*
''Bir Yani Dünya (hafif) uyuşturucusu olan tütün, her iki dünyadaki tüketicilerini vurdu.! Ama asıl vurgunu, tütün işleyicisi, sigara yapıcısı ve dağıtıcısı olanlar vurdu. Bu ürün, Kuzey Amerika'da Yerlilerce evcilleştirilen ender bitkilerdendi. Yerli topluluklarının ''dostluk çubukları'' ile törensel çapta tüttürülüyordu. Bağımlılık yaratan bir günlük tüketim kalemi durumuna gelmemişti. Avrupalılar el atmasaydı belki hiçbir zaman bu konuma getirilmeyecekti. Kuzey Amerika'yı ele geçirenler, ondan edinilebilecek varsıllıkların kokusunu aldılar. Tütün üretimi ve tüketimi, Yerli kültürü içindeki bağlamından koparıldı. Batılı plantasyoncular, tacirler ve kapitalistlerce birölçekleştirilmiş, paketlenmiş, kolay taşınıp kolay pazarlanabilir puro, sigar ve sigaraya dönüştürüldü. Sigara içe (Azerilerin deyişiyle ''sigara çekme'') Yeni Dünya kadar Eski Dünya'nın her yerinde (zamanla) yaygınlaştırıldı. Öyle ki tütün, daha 1619 gibi erken bir tarihte, Virginia kolonisinin en önemli dışsatım ürünü olmuştu. Kısacası sigara, Batılı kapitalistlerce dünya çapında pazarlanmasının sonucunda, insanlığın karşısına canavarlaşan bir sağlık sorunu yaratarak dikildi.'' (Sayfa: 1032-1033)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...