#ErnestHemingway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#ErnestHemingway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ağustos 2021 Cuma

Ernest Miller Hemingway - Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Çeviren: Mete Ergin)

Arka Kapak:
*
Pulitzer (1953 İhtiyar Adam ve Deniz adlı kitabıyla) ve Nobel (1954) ödülleri sahibi Ernest Hemingway gerek kendine özgü anlatımıyla, kesik konuşma tekniğiyle gerek kullandığı temalar ve yalın üslubuyla çağının roman ve hikaye yazarlarını derinden etkilemiştir.
Yıkıcı şiddet öğelerine eserlerinde çok yer veren ama yazarlık mesleğinin ortalarından başlayarak olumsuzdan olumluya doğru başka pek az yazarda rastlanabilecek çok belirgin bir değişim, daha doğrusu gelişme gösteren Hemingway, daha önceki eserlerinde eksikliği duyulan bu olumlu havaya İspanya iç savaşını anlatan Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında tam anlamıyla ulaşmıştır.
İspanya'nın büyük evladı Pablo Picasso'nun bizi en az Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı bu roman kadar derinden etkileyen ve romanla aynı konuyu işleyen Guernica adlı tablosundan bir kesiti bu çeviriye kapak resmi olarak almakla her iki sanatçıya duyduğumuz saygıyı vurgulamak istedik.
*****
*****
Hiçbir insan, bir Ada, kendi başına bütün değildir; her insan Kıta'nın bir parçası, ana toprağın bir bölümüdür. Deniz bir Toprak parçasının sürükleyip götürdüğü zaman Avrupa küçülür; tıpkı bir Burun'un, tıpkı arkadaşlarının malikânesinin ya da kendininkinin küçüleceği gibi. Herhangi bir insanın ölümü de benden bir şey eksiltir, zira ben İnsanlığın içindeyim. Onun için sen de sakın çan kimin için çalıyor diye sorma; senin için çalıyor.
*
John Donne

*****

''Robert Jordan, ''İnsanın göğsü de ayının göğsüne benzer,'' dedi. ''Postunu yüzdükten sonra insan kaslarıyla ayı kasları arasında büyük benzerlik vardır.''
''Doğru,'' dedi Anselmo. ''Çingeneler ayının insanın kardeşi olduğuna inanırlar.''
Robert Jordan, ''Amerika'daki Kızılderililer de öyle,'' dedi. ''Onlar bir ayı öldürdüler mi ayıdan af dilerler.''
''Ayının postu altında insana birçok benzerlikler bulunduğu için çingeneler onun insanın kardeşi olduğuna inanırlar; o da bira içer, o da müzikten hoşlanır, o da dans etmeyi sever.''
''Kızılderililer de aynı şeylere inanırlar.''
''Demek Amerikan Kızılderilileri de çingene, ha.?''
''Değil. Ama ayı hakkında onların inançları da aynı.''
Belli. Çingeneler ayının insanın kardeşi olduğuna bir de onun zevk için hırsızlık yapmasından ötürü inanırlar.''
''Sende de çingene kanı var mı.?''
''Yok. Ama çok çingene tanıdım, hele savaş başladıktan sonra daha da çok. Dağlarda sürüyle çingene var. Onlara göre, kendilerinden olmayan birini öldürmek günah değildir. İnkâr ederler bunu ama gerçekte böyledir.''
''Magripliler gibi.''
''Evet. Ama çingenelerin bir takım yasaları vardır; onlar bu yasaları inkâr ederler gerçi. Savaş içinde çingenelerin çoğu yine, eskiden olduğu gibi kötülüklere başladılar.''
''Savaşın neden yapıldığını anlamıyorlardır. Neden dövüştüklerini bilmediklerindendir.''
''Bilmezler,'' dedi Anselmo. ''Bildikleri tek şey, şimdi savaşta olduğumuz ve ceza görmeksizin adam öldürebilecekleri.''
Robert Jordan birlikte bütün bir gün geçirmiş olmalarından ve karanlığın çökmesinden cesaret alarak, ''Sen de adam öldürdün mü.?'' diye sordu.
''Evet. Pek çok. Ama zevk için değil. Benim için insan öldürmek günahtır. Hatta öldürmemiz gereken Faşistleri bile öldürmek günahtır bence. Bana göre insanla ayı arasında çok büyük fark vardır, üstelik ben çingenelerin, ayının insanlar kardeş olduğu yolundaki kör inançlarına da kulak asmam. Hayır. Ben insan öldürülmesine karşıyım.''
Ama yine de öldürmüşsün.''
''Evet. Yine de öldürürüm. Ama eğer sağ kalırsam, kimseye hiçbir kötülük etmeden, günahlarımı bağışlayacak biçimde yaşayacağım.''
''Kime bağışlatacaksın.?''
''Kim bilir.? Artık ne Tanrımız, ne Tanrının oğlu, ne de Ruhul Kudüs bulunmadığına göre, kim bilir kim bağışlayacak.? Bilmem.''
''Artık Tanrın yok mu.?''
''Yok ya. Tabii, yok. Eğer Tanrı olsaydı, benim kendi gözlerimle gördüklerime izin vermezdi. Varsın Tanrı ötekilerin olsun.''
(Sayfa: 56-57)

*****
*****

''Karanlıkta yan yana yürüyorlardı. Konuşurken başını ara sıra Robert Jordan'a çeviriyordu Anselmo. ''Ben bir Piskoposu bile öldürmezdim. Mülk sahiplerini de öldürmezdim. Biz tarlalarda nasıl çalışıyorsak, her gün onları da çalıştırırdım; dağlarda biz nasıl odun kesiyorsak, onları da hayatlarının sonuna kadar öylece çalıştırırdım. O zaman insanların doğdukları zaman neyle karşılaştıklarını anlarlardı. Onlar da bizim yattığımız yerlerde yatar, bizim yediğimizi yerler, ama en önemlisi çalışırlardı. Böylece derslerini almış olurlardı.''
''Ondan sonra da yine fırsatını bulup seni köle haline getirirlerdi.''
''Onları öldürmekle bir şey öğretilmiş olmuyor ki,'' dedi Anselmo. ''Hem öldürsen de onların tohumlarından, daha büyük nefret besleyenler yetişir. Zindan da bir şey ifade etmez. Zindan da sadece nefreti besler. Bütün düşmanlarımıza öğretmemiz gerek bizim.''..'' (Sayfa: 58)

*****
*****

''..''Ölmekten korkuyorum Pilar,'' dedi. 'Tengo miedo de morir.' (Ölmekten korkuyorum) Anlıyor musun.?''
''Çık yataktan öyleyse,'' dedim ona. ''Bir yatakta hem sana, hem bana, hem de senin korkuna yetecek yer yok.''..'' (Sayfa: 115)

*****
*****

''Yedi yaşındaydım; Ohio'da annemle birlikte bir düğüne gidiyorduk. Hani gelinin çiçeğini iki çocuk taşır ya, işte o çocuklardan biri de ben olacaktım.''
''Sen mi taşıdın çiçekleri.?'' dedi Maria. ''Ne güzel.!''
''O kasabada bir zenciyi lamba direğine asıp yakmışlardı. Bir ark lambasıydı, zencinin asıldığı lamba. Direkten kaldırıma kadar indirilir, yakılır, sonra yine çekilerek kaldırılırdı. İşte zenciyi o lambanın ipiyle çekmişlerdi yukarıya, ama ip kopunca.''
''Bir zenciyi ha,'' dedi Maria. ''Ne vahşice bir şey.!''
''Bu işi yapanlar sarhoş muydu.?'' diye sordu Pilar. ''Böyle, biz zenciyi yakacak kadar sarhoş muydular.?''
''Bilmiyorum,'' dedi Robert Jordan. ''Zira ben olayı, bir pencereden, lambanın bulunduğu bir evin pancurları arasından seyretmiştim. Sokak kalabalıktı, zenciyi ikinci kez kaldırdıkları zaman da.''
''Yedi yaşında ve evin içinde olduğuna göre, sarhoş olup olmadıklarını anlayamazdın,'' dedi Pilar
''Dediğim gibi, zenciyi ikinci kez kaldırdıkları zaman annem beni geri çekti, sonrasını görmedim,'' dedi Robert Jordan. ''Ama o günden sonra, memleketimde de sarhoşluğun aynı olduğunu gösteren pek çok olaya tanıklık ettim. Vahşice, çirkin, iğrenç bir şey.'' (Sayfa: 147-148)

*****
*****

''Robert Jordan, bir atalar sözünü tekrarladı: ''Kâğıttan kan akmaz.!''..'' (Sayfa: 192)

*****
*****

''..Sana pek az insan doğruyu söyleyecektir, hele kadınlar hiç. Kıskanıyorum ve bunu açık açık söylüyorum..'' (Sayfa: 195)
(..)
''Anlaşılması güç bir kadınsın,'' dedi Robert Jordan.
''Yok,'' dedi Pilar. ''Tam tersine, o kadar basitim ki, ondan ileri gelir bu güçlük..'' (Sayfa: 196)

*****
*****

"Taassup tuhaf şeydir. Mutaassıp olmak için haklı olduğunuzdan, kesinlikle emin bulunmanız gerekir." (Sayfa: 207)

*****
*****

''Ne zaman, ne mutluluk, ne eğlence, ne çoluk çocuk, ne ev ne bark, ne bir banyo, ne temiz bir pijama, ne bir sabah gazetesi, ne birlikte uyanış ve ne de uyanıp da onun orada olduğunu, yalnız olmadığını bilmek. Hayır. Bunların hiçbiri. Peki ama tam hayattan istediğini alacağın sırada niye böyle oluyor; tam aradığını bulmuşken; neden temiz çarşaflı bir yatakta bir gece bile geçiremiyorsun.?
Sen imkânsızı istiyorsun. Sen zâlim, imkânsızı istiyorsun. Onun için eğer bu kızı gerçekten de dediğin kadar seviyorsan, onunla kıyasıya seviş ve uzun süre içinde, süreklilik içinde bu ilişkinin sahip olamayacağı şeyi, yeğinlikle sağla. Anlıyor musun.? Eskiden insanlar bu iş için bir ömür harcarlarmış. Şimdi sen bunu bulmuşken, eline iki gece bile geçirsen, nerden geldi bu talih diye şaşmalısın. İki gece. Sevmek için, saymak için, bağrına basmak için iki gece. İyi günlerde ve kötü günlerde. Hastalıkta ve ölümde. Hayır böyle değildi. Hastalıkta ve sağlıkta. Ölüm bizi ayırana kadar. İki gecede. İhtimalden de öte bir şey. İhtimalden de yakın, onun için şimdi bırak bu biçim düşünceleri. Hemen şimdi bırakabilirsin.'' (Sayfa: 212)

*****
*****

''Ne insanlar be, diye düşünüyordu Pilar. Ne insanlardır şu İspanyollar. Bakındı hele, ''madem boyu o kadar kısaymış, matadorluğa özenmeseymiş.'' Bense bunu duyuyorum da hiç sesimi çıkarmıyorum. Hiçbir öfke duymuyorum, anlatacağımı anlatmışım, susuyorum, şimdi. İnsanın dünyadan haberi olmayınca, her şey ne kadar kolay geliyor. ''Que sencillo.! (Ne kadar basit.!). Hiçbir şeyden haberi olmadığı için, ''Pek de iyi bir matador değildi,'' diyor, beriki. Yine hiçbir şeyden haberi olmayan öteki, ''Veremdi,'' diyor. Bilen birisi anlattıktan sonra da, bir başkası kalkıp, ''madem ki boyu o kadar kısaydı, matadorluğa özenmeyeydi,'' diyor.'' (Sayfa: 237)

*****
*****

''..iyi ve kötü elemanların bir arada bulunduğu bir ordu savaş kazanamaz. Hepsinin belirli bir siyasal gelişim düzeyine ulaştırılması gerek; niçin döğüştüklerini ve bunun önemini hepsinin bilmesi gerek. Yapacakları savaşa hepsinin inanması ve hepsinin disiplin altına girmeyi kabul etmesi gerek. Muvazzaf ordunun ateş altında gerektiği gibi hareket etmesi için zorunlu disiplini verecek vaktimiz olmadığı halde, koskoca bir muvazzaf ordu kuruyoruz. Gerçi biz buna halk ordusu adını veriyoruz, ama bu gerçek bir halk ordusunun cevherinden de yoksun olacak, bir muvazzaf ordunun sahip bulunması gereken demir gibi disiplinden de.''
(..)
''Peki P.O.U.M. (Partido Obrera de Unifacaçon Marxista) hareketine ne dersin.?''
''P.O.U.M. hiçbir vakit ciddi bir niteliğe sahip olmadı. Delilerle yabanilerin yoldan çıkmalarından, çocukça bir hareketten başka bir şey değildi. İyi niyetli, ama yanlış yola sürüklenmiş birtakım kimselerdi onlar. İçlerinde işe yarar bir tek kafalı adam, ellerinde de çok az faşist parası vardı. Fazla değil. Zavallı P.O.U.M. Budalalar.''
''Peki harekette çoğu ölmedi mi.?''
''Sonradan, kurşuna dizilenlerle, daha da dizilecek olanlara oranla pek çok ölen olmadı içlerinden. P.O.U.M. işte; adı üstünde.. Ciddi değil. Bunlara M.U.M.P.S. (Kabakulak) ya da M.E.A.S.L.E.S. (KIZAMIK) adı daha çok yaraşırdı. Ama hayır. Kızamık çok daha tehlikelidir. Hem görme hem de işitme organını bozabilir. Ama biliyorsun beni, sonra Walter'i, Modesto'yu ve Prieto'yu öldürmek için suikast hazırlanmıştı. Ne kadar şaşkına dönmüş olduklarını anlıyorsun, değil mi.? Bu öldürmek istedikleri kişilerin, ben de dahil, hiçbiri ötekine benzemez. Zavallı P.O.U.M. Kimseyi de öldüremediler. Ne cephede ne de başka bir yerde. Barcelona'da birkaç kişi öldürdüler gerçi.''
''Orada mıydın sen.?''
''Evet. Troçki tarftarı canavarların kurdukları bu rezilce kurumun adiliklerini, faşist entrikalarını hakaret dolu bir dille anlatan bir telgraf çekmiştim, ama laf aramızda, bu P.O.U.M. hiç de ciddiye alınacak bir şey değildi. Biricik kafalı adamları Nin idi. Yakaladık. Ama kaçtı elimizden.''
''Şimdi nerede.?''
''Paris'te. Paris'te diyoruz. Çok hoş bir adamdı, ama politik yönden sapıtmıştı.''
''Ama faşistlerle temastaydılar bunlar, değil mi.?''
''Kim temasta değildi ki, faşistlerle.?''
''Biz değiliz.''
''Kim bilir.? İnşallah değilizdir. Sen sık sık onların hatları gerisine gidiyorsun mesela,'' diye sırıtmıştı Çarkov. ''Oysa Cumhuriyet Hükümetinin Paris Büyükelçiliği sekreterlerinden birinin erkek kardeşi geçen hafta Bugos'tan gelenleri karşılamak için St. Jean de Luz'a kadar bir seyahat yaptı.
''Ben cephede bulunmayı yeğlerim,'' demişti Robert Jordan. ''Cepheye yaklaştıkça halk da iyi oluyor.''
''Ya faşist hatlarının gerisi hoşuna gitmiyor mu.?''
''Hem de çok hoşuma gidiyor. Orada çok iyi adamlarımız var.''
''İşte, görüyorsun ya, onların da bizim hatlarımız gerisinde çok iyi adamlarının bulunması gerekir. Biz, bunları buluyor ve kurşuna diziyoruz, onlar da bizimkileri bulup kurşuna diziyorlar. Onların hatları gerisinde bulunduğun zaman hep, bizim tarafa kaç kişi göndermiş olacaklarını aklına getir.''
(..)
''Robert Jordan'ın yayımlanan ilk ve biricik kitabını okumuştu Çarkov. Kitap başarı kazanmamıştı. İki yüz sayfalık bir kitaptı ve Robert Jordan kitabını iki bin kişinin bile okuduğundan kuşkuluydu. İspanya'da on yıl içinde yaya, üçüncü sınıf vagonlarda, otobüsle, at, katır sırtında, kamyonla yaptığı yolculuklarda bu memleket hakkında öğrendiklerini kitabına aktarmıştı. Bask ülkesini, Navarre'ı, Aragon'u, Galicia'yı, Castil'leri ve Estramadura'yı yakından tanıyordu. Bu konuda Borrow'un ve Ford'un yazdığı çok güzel kitaplar vardı ve bunlara Robert Jordan'ın ekleyebildikleri pek azdı. Ama Çarkov, kitabının güzel olduğunu söylemişti.
''İşte bu yüzden sana zamanımı harcıyorum,'' demişti Çarkov, Robert Jordan'a. ''Bence her şeyi olduğu gibi, dosdoğru yazıyorsun ki, bu çok az rastlanan bir şeydir. Onun için de senin bazı şeyleri öğrenmeni istiyorum.'' (Sayfa: 306-308)

*****
*****

''..''Dinle bak. Ben senim, sen de bensin, ikimiz de kendimiz değil ötekiyiz. Hem de seni seviyorum, ah, o kadar seviyorum ki. Hakikaten bir değil miyiz biz.? Bunu hissedemiyor musun.?''
''Evet,'' dedi Robert Jordan. ''Hakikaten öyle.''
''Dinle bak. Benimkinden başka kalbin yok senin.''
''Ne de başka bacağım, ayağım, ya da bedenim var.''
''Oysa başka başkayız biz,'' dedi Maria. ''Ama ikimizin de tamamıyla aynı olmamızı isterdim.''
''Sahi mi.?''
''Sahi. Sahi. Bunu mutlaka söylemek istiyordum sana.''
''Sahi söylemiyorsun.''
Maria dudaklarını Robert Jordan'ın omuzuna değdirirken, hafifçe, ''Belki de sahi söylemiyorum.'' dedi. ''Ama bunu söylemek istiyordum. Madem ki birbirimizden farklıyız, senin Roberto, benim Maria olduğuma memnunum. Ama sen değişmek isteyecek olursan, ben de seve seve değişirim. Seni o kadar seviyorum ki, ben de sen olurdum.''
(Sayfa: 325)

*****
*****

''Ben seni ikimize de yetecek kadar seviyorum.'' (Sayfa: 334)

*****
*****

''Pekâlâ, pekâlâ, dedi kendi kendine. Verdiğin öğütler için çok teşekkür ederim; acaba Maria'yı sevmeme izin var mı.?
Evet, dedi içindeki ses.
Tamamıyla maddeci bir toplum kavramı içinde, aşk diye bir şeyin yeri bulunmaması gerektiği halde mi.?
Sen ne zamandan beri böyle bir fikri benimsedin bakalım.? diye içindeki ses sordu. Hiç benimsemedim. Benimseyemezdin de zaten. Sen gerçek bir Marksist değilsin, bunu kendin de biliyorsun. Sen Özgürlüğe, Eşitliğe ve Kardeşliğe inanırsın. Sen Hayata, Özgürlüğe ve Mutluluk peşinde koşmaya inanırsın. Diyalektiğe fazla kapılarak kendi kendini aldatma. Diyalektiğin fazlası bazı insanlara göredir, sana göre değil. Sen sadece, sömürücü olmamana yetecek kadar bil diyalektiği, yeter. Savaşı kazanma uğruna, birçok şeyi askıda bıraktın. Eğer bu savaş kaybedilirse, bu o askıda bıraktıkların da kaybedilmiş demektir.
Ama sonradan, inanmadıklarını bir kenara atıverirsin. İnanmadığın ve inandığın sürüyle şey var.
Bir şey daha. Birisini seviyorum diye sakın kendi kendini aldatma. Aslında pek çok insan aşkı ömür boyu tadamayacak kadar talihsizdir. Sen de daha önce hiç tatmamıştın, ama şimdi tadıyorsun. Seninle Maria arasında olan şey, ister sadece bugün boyunca sürsün, ister yarını, ya da isterse bütün bir hayatı içine alsın, bir insan oğlunun başına gelebilecek en önemli şeydir. Kendileri sahip olmadıkları için, bunun varlığını inkâr eden pek çok kimse bulunacaktır. Ama ben sana, bu bir gerçektir, diyor ve senin buna sahip bulunduğunu, yarın ölsen bile yine talihli bir insan olduğunu söylüyorum.''
(Sayfa: 374-375)

*****
*****

''..''Resistir y fortificar es vencer,'' dedi. Bu Komünist partisinin sloganlarından biriydi ve şu anlama geliyordu: ''Dayan ve yerini sağlamlaştır, o zaman kazanırsın.''
(..)
''Joaquin, kelimeleri ağzından sanki birer tılsımmışlar gibi çıkararak, ''Tam bizim durumumuza uygun bir tane daha var,'' dedi. Pasionaria diyor ki, ayakta ölmek dizlerinin üzerinde yaşamaktan iyidir.''
(Sayfa: 378)

*****
*****

''Eğer ölmek gerekiyorsa, diye düşündü ki, ölmek gerekiyor, ben ölebilirim. Ama nefret ediyorum ölümden.
Ölüm bir hiçti ve Sordo'nun kafasında ne ölüm korkusu vardı ne de elle tutulur, gözle görülür bir ölüm kavramı. Oysa hayat, tepenin yamacında, rüzgâr altında başakları dalgalanan bir ekin tarlasıydı. Hayat, gökteki atmacaydı. Hayat, tahılın savrulduğu, samanların uçuştuğu harman yerinde, tozlar arasında duran bir testi suydu. Hayat, bacaklarınız arasında duran bir at, bacağınızın altındaki filinta*, bir tepe, bir vadi, iki yanı ağaçlık bir çay, vadinin öte yanı, tepelerin öbür yanı idi.''
*
DİP NOT: Filinta: İspanyol süvarileri de, Kuzey Amerikalı Caw-boy'lar veya Güney Amerikalı Gacho'lar gibi, tüfeklerini kılıf içinde, eyerin yan tarafına asılı olarak taşırlar; filinta bu bakımdan bacak altında oluyor.

*****
*****

''..''Seni tanıyana kadar kimseden hiçbir şey istemedim, biliyor musun.? Hiçbir ricada bulunmadım, biliyor musun.? Hatta, biliyor musun, bu savaştan ve savaşın kazanılmasından başka hiçbir şey düşünmüyordum şimdiye kadar. Gerçekten de hiç tutkum olmadı benim; çok saf sayılırım bu bakımdan. Çok çalıştım, ama şimdi seni seviyorum,'' dedi Robert Jordan, gerçekleşmesi mümkün olmayan her şeyi kucaklayarak ''seni, uğrunda çarpıştığımız her şeyi sevdiğim kadar seviyorum. Özgürlüğü, onuru, insanların çalışma ve aç kalmama haklarını sevdiğim gibi seviyorum seni. Savunduğumuz Madrid'i, ölmüş yoldaşlarımızı sevdiğim gibi. Çoğu da öldü sevdiklerimizin. Çok ölen oldu. Çok. Çok. Ne kadar çok olduğunu bilemezsin. Ama seni, dünyada en çok sevdiğim şey kadar, hatta daha da fazla seviyorum. Çok seviyorum seni, tavşanım. Sana anlatamayacağım kadar çok. Bugüne kadar evlenmemiştim, işte şimdi sen benim karımsın ve ben mutluyum.'' (Sayfa: 425-426)

*****
*****

''..''O vakitler, saçlarım iki örgü halindeydi. Ben aynaya bakarken, adamlardan biri, örgülerimden birini kaldırdı ve o kederli halimde bile canımın acısını fark ettirecek kadar çekti, sonra da eline bir ustura alıp ta dibinden kesti. Ondan sonra öteki örgümü de kesti, ama bu sefer örgüyü iyice çekmediği için ustura kulağımı da kesti birazcık, kan çıktığını gördüm. Parmağını sür bak, yara izi eline gelmiyor mu.?''
''Evet. Ama bunlardan bahsetmesek daha iyi olmaz mıydı.?''
''Bu hiçbir şey değil. O kötü olan şeylerden bahsetmeyeceğim zaten. Böylece adam iki örgümü ta dipten kesti usturayla, ötekiler gülmeye başladılar, bense ustura kesiğinin acısını duymuyordum bile. Sonra örgülerimi kesen önüme geçip durdu ve öteki ikisi beni tutarken, örgülerimle suratıma vurdu. 'İşte biz böyle Kızıl Rahibe yaparız insanı,' dedi. 'Şimdi anlarsın işte proleter kardeşlerinle işbirliği yapmanın ne demek olduğunu. Kızıl Mesih'in Meryem'i.!'
''Sonra kendi saç örgülerimle, yüzüme vurdu, vurdu, vurdu, arkasından da iki saç örgüsünü tıkaç gibi ağzıma tıkıp sımsıkı boynuma doladı, ensemde düğümledi; beni tutanlar kahkahalarla gülüyorlardı.
''Halimi görenlerin hepsi gülüyorlardı, aynadan onların güldüklerini görünce ağlamaya başladım, zira o ana kadar gözümün önünden gitmeyen idam sahneleri yüzünden taş kesilmiş gibiydim, ağlayamıyordum.
''Derken, ağzıma tıkaç koyan, eline bir traş makinesi alıp başımda dolaştırmaya başladı; önce alnımdan başlayıp ta enseme kadar gitti, sonra tepemde sağa sola doğru gezdirdi, ondan sonra da bütün başımı, kulaklarımın arkasına kadar traş etti ve halimi göreyim diye beni berberin aynasına doğru itti. Bana bunu yapışlarını seyrederken, bir türlü gözlerime inanamıyor, durmadan ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor, ama açık ağzıma takılmış saç örgülerimle, traş makinesinin altından çırılçıplak çıkmaya başlayan kafamın meydana getirdiği dehşet verici manzara yüzünden de, bir türlü gözlerimi aynadan başka tarafa çeviremiyordum.
''Traş makinesini kullanan adam işini bitirdikten sonra, berberin rafından (berberi de, sendikaya bağlı olduğu için vurmuşlardı, adam kapının önünde yatıyordu, hatta beni içeri sokarlarken onun cesedi üzerinden aşırmışlardı) bir şişe tentürdiyot aldı ve şişenin camdan tıpasını kulağımdaki kesiğe dokundurdu, o kederli, o dehşet içindeki halimle bile kulağımın azıcık acıdığını duydum.
''Sonra, adam önümde durdu ve tentürdiyotla alnıma U.H.P. harflerini yazdı; ressam gibi de özene bezene yazıyordu. Bense bütün olanları aynadan görüyor, ama artık ağlamıyordum, zira annemle babama yapılanlardan ötürü yüreğim taş kesildiği için, bana yapılanlar vız geliyordu.
''Sonra yazısını bitiren Falanjist, bir adım geri çekildi, eserini seyretmek için bana baktı ve tentürdiyot şişesini bırakıp, tekrar traş makinesini alarak, 'Ötekini getirin,' dedi. İki kolumdan sımsıkı tutarak beni berber dükkânından dışarı çıkardılar; dükkândan çıkarken, hala eşikte sırtüstü yatmakta olan, yüzü kül kesilmiş berberin cesedine takılıp tökezledim, aynı anda da, iki kişinin içeri getirdiği, en iyi arkadaşlarımdan, Concepcion Gracia ile burun buruna geldik. Kızcağız önce beni tanıyamadı, tanıyınca da çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Beni ite kaka meydandan geçirip, belediye binasının merdivenlerinden çıkardıkları sırada hala çığlıkları kulaklarıma geliyordu arkadaşımın. Sonra beni babamın bürosuna sokup, oradaki divana yatırdılar. İşte o kötü şeyleri orada yaptılar bana.''
Robert Jordan, ''Tavşanım,'' diyerek, onu elinden geldiği kadar yumuşak bir biçimde, sımsıkı göğsüne bastırdı. Bir erkeğin duyabileceği en derin nefretle dolmuştu içi. ''Artık bahsetme bunlardan. Bana daha fazla anlatma, çünkü yüreğimin daha fazla nefreti kaldıracak hali yok.''..'' (Sayfa: 430-432)

*****
*****

''Biliyorum, bizim taraf da onlara çok kötü şeyler yaptı. Ama bunun sebebi, bizimkilerin cahil olmalarıdır. Oysa orada, o şeyleri yapanlar, faşit eğitimin yetiştirdiği en yeni meyvelerdir. Onlar, İspanyol şövalyeliğinin çiçekleridir. Öteden beri böyleydi bunlar zaten. Cortez'den, Pizarro'dan, Menendez de Avila'dan tut da, ta Enrique Lister'e, Pablo'ya kadar ne köpoğullarıydı bunlar. Aynı zamanda ne olağanüstü bir milletti. Dünyada bunlardan daha ince ve yine bunlardan daha berbat bir millet yoktu. Onlardan yumuşak, onlardan zalim bir halk yoktu. Peki kim anlıyor bu halkı.? Herhalde ben anlamıyorum, zira eğer anlasaydım, bağışlardım onları. Anlamak bağışlamaktır. Hayır, doğru değil bu. Bağışlama, abartılmış bir düşüncedir. Bağışlama bir Hıristiyan fikridir, İspanya ise hiçbir zaman bir Hıristiyan memleketi olmamıştır. Bu memleket her zaman, Kilise içinde kendi özel putperestliğini sürdürmüştür. Otra Virgen mas (Daha başka bakire). Herhalde bundan ötürü, düşmanlarının bakirelerini mahvetmeye kalkışıyorlar daima. Bu duygu hiç kuşkusuz, İspanyol din yobazlarında, halkta olduğundan daha derindi. Halk, Kiliseden uzaklaşmıştı, çünkü Kilise hükümetin içine girmişti ve hükümet öteden beri çürümüş bir haldeydi. Reformasyonun ulaşamadığı biricik memleket buydu. İşte şimdi Engizisyonun ceremesini bunlar çekiyordu.'' (Sayfa: 434-435)

*****
*****

''Özgürlük demek, insanın pisliğini açıkta bırakması demek değildi, diye düşünüyordu. Kediden daha hür hayvan olmasın; ama o bile pisliğini örterdi. Kediden daha mükemmel bir anarşist yoktur. Onlar bu işi kediden öğreninceye kadar saygı duymayacağım onlara.''
(Sayfa: 460-461)

*****
*****

''..saatin göstergesi, artık görülmeden hareket ederken, onlar, birine olmayan bir şeyin ötekine asla olamayacağını ve olmadığını, bundan daha büyük bir şey de olamayacağını biliyorlardı; bunun her şey olduğunu ve her zaman olacağını; bunun olmuş, olan ve olacak olduğunu biliyorlardı. Bunu elde edeceklerini değil, elde etmekte olduklarını biliyorlardı. Bunu şimdi elde ediyorlardı, daha önce elde etmişlerdi ve şimdi, hep şimdi, her şeyin üstünde şimdi elde ediyorlardı ve şimdiden ve senden başka şimdi yoktur ve şimdi de senin peygamberindir. Şimdi ve sonsuza dek şimdi. Gel şimdi, zira şimdiden başka şimdi yok. Evet, şimdi. Ne olursun, şimdi, yalnız şimdi, başka şimdi değil, sadece şimdiki şimdi ve senle ben neredeysek orada ve ötekinin olduğu yerde, nedeni, niçini olmaksızın ve yalnız şimdiki şimdi, şimden sonra ve sonsuza dek şimdi, ne olursun sonsuza dek şimdi, zira şimdiki şimdi, ebediyyen şimdidir. Bir, sadece bir, şimdiki birden başka bir yoktur, şimdi gitmekte olan bir; yükselirken şimdi, yelken açarken şimdi, ayrılırken şimdi, dönerken şimdi, süzülürken şimdi, uzaklaşırken şimdi, bütün yol boyunca şimdi ve bütün yollar boyunca şimdi; bir kere bir, eder bir, eder bir, eder bir, eder bir, hâlâ bir hâlâ bir, hâlâ bir, inerken bir, yavaş yavaş bir, yumuşak yumuşak bir, arzuyla bir, şefkatle bir, mutlulukla bir, sevilecek bir, bağıra basılacak bir, yerde, kesilmiş ve üzerlerinde uyunmuş çam dallarına dirseklerle abanılırken bir, çam kokuları ve gecenin kokusu içinde bir; toprakta sonuçlanmak üzere şimdi ve gelecek günün sabahıyla birlikte. Sonra, öbürü sadece kafasının içinde olduğu ve hiçbir şey demediği için, ''Ah, Maria,'' dedi Robert Jordan, ''seni seviyorum, bunun için de sana teşekkür ederim.''..''
(Sayfa: 462-463)

*****
*****

''..yine bunun, bir istisna olduğunu da biliyordu. Maria'yla sahip olduğumuz şey, diye düşündü. Onda benim büyük şansım vardı. Belki de, sahip olayım diye hiçbir zaman yalvarmadığım için buna layık görüldüm.''
(..)
''Her seferinde teker teker; bir seferinde sen, bir seferinde de içindeki öbür sen olarak düşüneceksin.'' (Sayfa: 481)

*****
*****

''Bizler cahillerle, her şeye tepeden bakanlar arasında kaldık.''
(Sayfa: 486)

*****
*****

''..''Şimdi gideceksin, Tavşanım. Ama ben de seninle gideceğim. İkimizden biri yaşadıkça, ikimiz de yaşıyoruz demektir. Anlıyor musun.?''..'' (Sayfa: 564)

*****
*****

''Herkes kendine düşeni yapar. Kendin için hiçbir şey yapamazsın, ama belki bir başkası için bir şeyler yapabilirsin.''
(..)
''Dünya güzel ve uğrunda çarpışmaya değer; hiç istemiyorum dünyayı bırakıp gitmeyi.'' (Sayfa: 569)

''Ölümü özlemektir kötü olan. Ölüm ancak uzun sürdüğü ve onur kıracak kadar acılı olduğu zaman kötüdür.'' (Sayfa: 571)

*****
*****
''..hâlâ yapabileceğin bir şey var. Yapacağın şey var olduğunu bildiğin sürece, onu yapmak zorundasın. Bunun ne olduğunu hatırladığın sürece, beklemelisin onu yapacağın ânı.'' (Sayfa: 573)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...