#AntonÇehov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#AntonÇehov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2023 Perşembe

Anton Pavloviç Çehov - Albion'un Kızı, Öyküler: Cilt 1 (Çeviren: Mehmet Özgül)


Albion'un Kızı, Anton Pavloviç Çehov'un 1880-1884 tarihleri arasında kaleme aldığı öykülerden seçilerek hazırlanmıştır.
*
Richard Pevear'ın Önsözü
ve Maksim Gorki'nin Sonsözüyle

ÖNSÖZ
*
ÇEHOV'UN ÖYKÜLERİNE GİRİŞ, Richard Pevear (Çeviren: Emrah Serdan):
*
1844'ün sonbaharında, genç yazar Dimitri Grigoroviç askeri mühendislik okulundan bir arkadaşıyla aynı odayı paylaşıyordu. Bu arkadaşı yirmi üç yaşındaki Fyodor Dostoyevski'ydi; ilk romanı İnsancıklar'ı yazmakla meşguldü. Tamamlanan metin, Grigoroviç sayesinde döneme damgasını vurmuş olan eleştirmen Vissarion Belinski'nin ellerine ulaştı ve onun yüreklendirmesiyle Dostoyevski'nin yazarlık kariyeri başladı. Aradan kırk yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, 1886 yılında, aynı Grigoroviç, ihtiyar bir edebiyat duayeniyken, ''Antoşa Çehonte'' takma isimli bir yazarın mizah eskizlerine rastlamış, bu öyküleri yayıncı Aleksey Suvorin'e ulaştırmış ve bu sayede 19. yüzyılın son büyük Rus yazarı olan Anton Çehov'u ''keşfetmiş''tir.
Grigoroviç aynı zamanda genç adama mektup yazmış, eserlerini ciddiye almadığı ve bir mahlasın ardına saklandığı için onu azarlamıştır. Bu durum karşısında Çehov şaşkına dönmüş ve çok duygulanmıştır. 28 Mart 1886 tarihli yanıtında yeteneğini azımsadığı için takma ad kullandığını bildirerek, kendisini yüreklendirmesinden dolayı Grigoroviç'e teşekkür ettikten sonra, şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
*
Gazete yazıhanelerinin köşelerinde geçirdiğim beş senede kalemimin değersizliğine dair egemen tutuma boyun eğdim; çok geçmeden kendi eserlerimi küçümsemeye ve hayatıma başka bir gözle bakmaya başladım. İlk nedeni buydu. İkincisi ise doktor oluşum ve bu işlere gömülmüş olmamdı. İki karpuzun bir koltuğa sığmayışı kimsenin uykularını benimki kadar kaçırmamıştır. Bu satırları yazıyor olmamın sebebi, bu üzücü yanlışımı bir nebze de olsa gözünüzde haklı çıkarabilmekti. Bu güne kadar edebi eserlerimi hafife aldım, ilgisizliğe ve kayıtsızlığa maruz bıraktım; hiçbir öyküme bir günden fazla ayırmadığım gibi, çok beğendiğiniz ''Avcı''yı ise bir haftada bitirdim (..) Tüm ümidim gelecekte. Daha yirmi altı yaşındayım. Zaman çabuk geçiyor geçmesine, yine de belki marifetimi gösterebilirim.
*
Çehov bir arkadaşına yazdığı mektupta doktorluğun hayattaki asıl gayesi, edebiyatın ise bir gün terk edeceği metresi olduğunu dile getireli bir ay olmuştu. Şimdi ise, Grigoroviç'in kendisine yazdığı mektubun kendisindeki etkisini, ''bir valinin kasabayı yirmi dört saat içinde terk etmesini buyurması''na benzetiyordu. Bu emre uydu da. Daha az yazmaya, daha dikkatli ve özenli çalışmaya başladı. Gerçek ismiyle imzaladığı ilk öyküsü ''Panihida'', Suvorin'in dergisi Novoye Vremya'da (Yeni Çağ) aynı yıl yayımlanmıştı; yazar ile editörü arasında bu şekilde başlayan yakın ve bazen zor çalışma ilişkisi, Çehov'un hayatı boyunca devam edecekti. Absürdlükten ve insanın ahmaklığından duyduğu keyif, eserlerinde önemli bir yer taşımaya devam etse de artık yalnızca bir mizahçı değildi. Tövbekâr eskiz yazarı ciddi edebiyata giriş yapmıştı.'' (Sayfa: 21-22)
*
''Çehov çok sayıda kelimelere başvurmadan yazmakla, öykünün dar yapısını bitiştirme, değiştirme, eşzamanlılık yoluyla, yani yeni bir şiirsel mantık kullanarak genişletir. Sanatı, D.S. Mirsky'nin tabirini ödünç almamız gerekirse öyküsel değil, müzikal bir anlamdan yapıcıdır. ''Musiki'' bir dil ile yazdığından değil; aksine, muhtemelen Rus edebiyatında en yalın dile sahip olan yazardır ama öykülerini musiki araçlar ile yapılandırır: kavisler, tekrarlar, kiplemeler, kesişen tınılar, beklenmedik kapanışlar. Mirsky'nin söylediği üzere özü ruhun geliştirilmesi değil muhafaza edilişindedir. ''Lirik kurgular''dır. Bu durum Çehov'un seslere verdiği önemi, bazı sesleri aynen kâğıda geçirişini kısmen açıklayabilir: tahta sopalarını rap rap vuran gece bekçileri; bıldırcın kılavuzlarının, guguk kuşlarının, balaban kuşlarının ve öfkeli, yorgun kurbağaların ayrı sesleri; fırtınada çarpan pervazların gümbürtüsü, odun sobalarının uğultusu veya cıvıldaması, semaverlerin mırıldanması ve zillerin çınlaması - hepsi sembolik seslerdir; en meşhuru da eserlerinin son notası, yani Vişne Bahçesi'nin sonunda kopan teldir.'' (Sayfa: 23-24)
*
''Çehov'un ''izlenimciliği'' sanat için sanatın bir biçimi, yazarın toplumsal rolünün inkâr edilmesiydi ve gerçekçilik doktrini için bir tehdit niteliğindeydi; bu yüzden faydalı sanatın temel eserlerinden saptığı için saldırılara maruz kaldı.
Çehov yeni bir öykü yarattığı sırada, yeni bir yazar imgesi de yaratmıştı aslında: uzaktan gözlemleyen, ağırbaşlı, temkinli, mütevazı, doğruluk ve kesinlik ölçütüne göre nesrinin hammaddesine biçim veren, ideolojik aşırılıklardan, ahlâki yargıların baştan çıkarıcılığından, yüce fikirlerin boş gururundan kaçan bir zanaatkâr. Çehov'un kendisi çoğunlukla böyle tasvir edilmiş, o da kısmen böyle olmayı istemiştir.'' (Sayfa: 25-26)
*
''..yakından tanıdığı kilise hayatı pek çok öyküsünde karşımıza çıkar; ayinler ve dualar hakkında bildikleri de muhtemelen tüm Rus yazarlarınkinden daha doğrudur. Eserlerine de Hıristiyanlığa özgü cefa motifi sinmiş gibidir. Eleştirmen Leonid Grossman onu ''her yaşayan varlığa Assisli Aziz Francesco gibi sevgi besleyen araştırmacı bir Darwinist'' olarak tarif etmiştir.'' (Sayfa: 29)
*
''1876 yılında Çehov'un babası iflas etti; borçlular hapishanesinden kurtulmak için en büyük oğlu Aleksandr'ın eğitim gördüğü Moskova'ya kaçtı. Aile de onun peşinden gidince, on altı yaşındaki Anton liseyi tek başına Taganrog'da bitirmek zorunda kaldı. Geçimini sağlamak için özel dersler veriyor, kıt kanaat geçiniyordu; buna rağmen 1879'da eğitimini tamamlamış, Moskova'daki ailesine katılmış ve tıp okuluna girmiştir. On yıl sonra Suvorin'e yazdığı bir mektupta (7 Ocak 1889), hayatının bu döneminde geçirdiği değişimi üstü kapalı olarak şöyle anlatır:
*
Soylu yazarların doğadan karşılıksız aldığını, aynı ayrıcalığa sahip olmayanlar, gençliklerini bedel olarak ödeyerek alırlar. Bir delikanlının hikâyesini yaz bakalım; bir serfin, eski bir bakkalın oğlu, kilisede koroda şarkı söyleyen bir okul çocuğu, sonra üniversite talebesi; rütbeye riayet ederek yetiştirilmiş, rahibin elini öpmüş, başkalarının fikirlerine taparcasına inanmış, yediği her lokmaya şükretmiş, sık sık kırbaç yemiş, ayağında mestsiz öğretmen olarak dolaşmış, kavgaya karışmış, hayvanlara eziyet etmiş, zengin akrabalarının evinde akşam yemekleri yemiş, Tanrı ve insana ikiyüzlülük gösterip nihayet kendi anlamsızlığını kabul etmiş bir delikanlının - onun içindeki köleyi damla damla sıkarak nasıl çıkardığını; nasıl, güneşli bir sabaha uyandığında, damarlarında akan kanın bir kölenin değil, gerçek bir insanın kanı olduğunu fark edişini.'' (Sayfa: 29-30)
*
Kadın ile Kocası:
*
''Aslında zeki biridir, fakat yontulup incelmemiş bir zekâdır onunkisi. Beyin dokusu esnekliğini yitirmiştir, kafasının içi besbelli nasırlaşmış olmalı, beyni horul horul uyumaktadır bana kalırsa.'' (Sayfa: 108-109)
*
Beceriksiz:
*
''Neden sesinizi yükseltmiyorsunuz, başkalarının çarpıklıklarına karşı çıkmıyorsunuz. Bu dünyada hakkınızı söke söke almalısınız.! Gevşekliğe yer yok.!'' (Sayfa: 200-201)
*
Yaramaz Çocuk:
*
''Şurası bir gerçek ki, yeryüzünde salt mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk kendi zehrini içinde taşır ya da dışarıdan başka bir şey, işin içine karışıp onu zehirler.'' (Sayfa: 278)
*
SONSÖZ:
*
ANTON ÇEHOV'A DAİR HATIRA PARÇALARI, MAKSİM GORKİ:
*
''Hayatın önemsizliklerinin tragedyasını Anton Çehov kadar açık ve iyi bir şekilde kimse anlamamış; burjuvanin günlük yaşamının sönük karmaşasında okurlara kendi hayatlarının korkunç ve utanç vericiliğini merhametsiz bir gerçeklikle kimse göstermemiştir.''
*
Çeviren: Emrah Serdan (Sayfa: 465)

5 Kasım 2020 Perşembe

Anton Çehov - Avda Trajedi (Çeviri: Kayhan Yükseler)

Anton Çehov’un henüz 24 yaşındayken yazmaya başlayıp “Antoşa Çehonte” takma adıyla yayımladığı “Avda Trajedi” yazarın tek romanıdır. On dokuzuncu yüzyılda Rusya taşrasında işlenen bir cinayetin iki anlatıcının ağzından aktarıldığı roman, polisiye türünün yenilikçi bir örneğidir. Eleştirmenler tarafından olgun Çehov’u öne çıkaran dikkat çekici bir çalışma olarak değerlendirilmiştir. 
Farklı sosyal sınıflardan insanların 
–kontların, soyluların, köylülerin, Çingenelerin ve umutsuz burjuvaların– 
sahne aldığı roman birçok dile çevrilmiş, 
sinemaya, tiyatroya ve baleye uyarlanmıştır.
Türkiye’de ilk kez 1943’te, Adnan Tahir Tan’ın çevirisiyle “Kırmızı Entarili Kız” adıyla yayımlanmış romanı Kayhan Yükseler Rusçadan Türkçeye çevirdi.
*
*
''Bu roman Çehov'un genel yapıtlarından önemli ölçüde farklıdır; ancak, Çehov bu eserinde tüm toplumun kötülüklerine ve bireylerin denetlenmemiş tutkularına yansıyan insanın derin doğasını araştırır. Polisiye roman olmasına rağmen kahramanların ruh halleri, deneyimleri ve iç çatışkıları ön plandadır.''
*
Kayhan Yükseler (Sayfa: 7)


''..İnsanın sokması yılandan daha tehlikelidir.!'' (Sayfa: 35)


''Kadınlara saygı gösterme duyarlılığını daha delikanlılık çağında yitirmişti ve onlara ancak şımarık bir hayvanın bakış açısından bakabiliyordu.'' (Sayfa: 38)


"Çamların tekdüze sessizliği sıkıcıdır. Hepsi aynı boyda, birbirlerine benzer ve her mevsimde görünüşlerini korur, ne ölümü ne de baharın yenilenmesini bilir. Yine de somurtkan olmaları nedeniyle çekicidirler. Hepsi kederli bir düşünceye dalmış gibi hareketsiz ve sessiz kalır."
(Sayfa: 40)


"Bakın yağmur geliyor, gökyüzü nihayet yağmurdan söz etmeye başladı." (Sayfa: 42)
*****
''Biliyor musunuz.? Fırtınada, savaşta ölenler ve doğum yaparken ölen kadınlar cennete giderler.. Bunu hiçbir kitap yazmaz ama doğrudur bu. '' (Sayfa: 45)
*****
"Bu adam bugün bize böyle davranıyorsa, emri altında bulunan alt sınıftan insanlara hayatı zindan eder.! (..) Aşk ve kıskançlık, insanı adaletsiz, acımasız, insan düşmanı birine dönüştürür."
(..)
"..mektuplar insan yüzlerine benzemez, yalan söylediklerini bir bakışta anlamak kolay değildir."
(Sayfa: 49)
*****
''Zihinsel bir acının etkisiyle ya da dayanılmaz acıların baskısıyla, ruhen çökmüş bir insanın kafasına kurşun sıkmasına intihar denir; baharın ve gençliğin kutsal günlerinde zavallı, sefih tutkulara gem vuramayanlara insan dilinde isim yoktur.'' (Sayfa: 51)
*****
''Homo sum, humani nil a me alienum puto''
(İnsanım, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir.)
*
Terentius (Sayfa: 93)
*****
''İnsan ruhunu anlamak zordur, ancak kendi ruhunuzu anlamak daha bir zordur. (..) ..başkalarının acılarıyla alay etmenin affı olmamalıdır.'' (Sayfa: 110)
*****
''Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz.'' (Sayfa: 126)
*****
''İnsanların bir tek kötü yanını görmeye alışmışlardır.. Onlar iyilik gördü mü anlamaz.!''
(Sayfa: 136)
*****
''Hayır, dostum ne yazık ki erkekler için kusursuz kadın olamaz.! Bir kadın, ne kadar zeki olursa olsun, ne adar kusursuzluk bağışlanırsa bağışlansın yine de hem kendinin hem de başkalarının yaşamasına engel olan bir arazı vardır..'' (Sayfa: 147)
*****
"..okumuş yazmış insanların içtenlikle iki yüzlülük arasındaki farkı ayırt edememeleri beni çok şaşırttı doğrusu.! Bununla birlikte, önyargı çok güçlü bir duygudur; onun etkisiyle hata yapmamak zordur.." (Sayfa: 172)
*****
"Sapienti sat.." (Bilge kişiye tek söz yeter.) (Sayfa: 189)
*****
"Humanum est errare" (Hata yapmak insana özgüdür.) (Sayfa: 191)
*****
"Hayat kesintisiz bir cinnet hali.." (Sayfa: 196)

2 Kasım 2018 Cuma

Anton Çehov - Vişne Bahçesi

Arka Kapak
*
Rusya'da 19. yüzyılın ortalarında toprak köleliği kaldırılmış, burjuvazi yükselişe geçmiştir. Vişne Bahçesi ülkede değişen toplumsal, politik ve ekonomik düzenin gerçekliğiyle yüzleşemeyen aristokrat bir ailenin dokunaklı portresidir. İçinde büyük bir vişne bahçesinin bulunduğu aile çiftliğinin borçlar nedeniyle satılması söz konusudur. Çiftlik sahiplerinin çocukluk anılarıyla birlikte, vişne bahçeleri de geçmişte kalmıştır artık. Yeni düzen karşısında kararlı davranıp mülklerini ellerinde tutmaktan acizdirler. Vişne Bahçesi, 1904 yılında Moskova Sanat Tiyatrosu'nda Stanislavski tarafından sahneye kondu. Çehov yapıtının ''komedi, hatta yer yer fars'' olduğunu vurgulasa da, Stanislavski oyunu ''trajedi'' olarak ele almakta ısrar etmişti. Stanislavski o güne dek aşırı duygusal olan Rus tiyatrosuna doğal ve gösterişten uzak bir anlatım getirmesiyle ünlenmiş olsa da, Çehov'un kendi oyunları için istediği yalınlığı ve doğallığı yakalayamamıştı. *
''.. Ah çocukluğum benim, o lekesiz yıllar.! Bu odada uyur, buradan bahçeye bakardım, her sabah mutluluk da uyanırdı benimle..'' (Sayfa: 22)
***
''.. Sizi bir çift sözle rahatsız etmek istiyorum..'' (Sayfa: 33)
***
''.. Kim bilir.? Ve ne demektir ölüm.? Belki insanın yüz duygusu var da, insan öldüğünde bunlardan bizim tanıdığımız beş tanesi ölmektedir de, öteki doksan beş tanesi canlı kalmaktadır.''
(..)
İnsanlık, sahip olduğu güçleri yetkinleştirerek ileriye doğru gidiyor. Onun bugün akıl erdiremediği şeyler, bir zaman gelecek, elle tutulurcasına anlaşılır olacaktır; fakat çalışmalıyız, gerçeği arayanlara tüm gücümüzle destek olmalıyız. Rusyamızda şimdilik çok az kişi çalışıyor. Benim tanıdığım aydınların büyük çoğunluğu hiçbir şey araştırmaz, hiçbir şey yapmaz ve şimdilik kıllarını bile kıpırdatmazlar. Kendilerini aydın diye adlandırırlar ya, hizmetçi kadını ''sen'' diye çağırır, köylülere hayvana davranır gibi davranırlar. Doğru dürüst öğrenim görmezler, ciddi hiçbir şey okumazlar, hemen hemen hiçbir şey yapmazlar, bilimin sadece sözünü ederler, sanattan pek anlamazlar. Hepsi ciddidir, hepsinin yüzünden düşen bin parçadır, ciddiyet konusunda hiçbiri burnundan kıl aldırmaz, durmaksızın felsefe yaparlar.. Ama tüm bu aydınların gözleri önünde işçiler çok kötü beslenmekte, yastıksız uyumakta; tahtakurularının cirit attığı, leş kokulu, rutubetli, ahlaksızlığın hüküm sürdüğü tek göz odalarda otuz kırk kişi barınmaktadırlar. Nereye baksak karanlık, rutubet, ahlaksızlık.. Ve çok açık bir şey ki, bizde tüm iyi konuşmalar, sadece ve sadece başkalarını ve kendimizi kandırmak içindir. Gösterin bana, üstünde o kadar çok ve sık çene çaldığımız çocuk yuvalarımız hani nerde.? Nerde okuma salonlarımız.? Sadece romanlarda rastlıyoruz bunlara. Gerçek yaşamda kırıntıları bile yok. Var olan sadece pislik, bayağılık, Asyalılık.. Asık suratlardan korkarım ben, sevmem onları, ciddi konuşmalardan ben korkarım. En iyisi susalım.! (Sayfa: 44-45)
***
''.. Ey doğa, ey olağanüstü varlık, sonsuz bir aydınlıkta parlarsın, olağanüstü bir güzellikle ve umursamazca.. Ey kendisine anne dediğimiz; benliğinde yaşamın varlığını ve yokluğunu birleştirirsin. Can veren de, yok eden de sensin..'' (Sayfa: 45)
***
''.. bahçenizdeki her bir vişneden, her bir yapraktan, her bir ağaç gövdesinden size insanların baktığını hissetmiyor musunuz; seslerini işitmiyor musunuz onların.. Hepinizi, bugün yaşamakta olanlarınızı ve daha önce yaşamış atalarınızı, canlı insanların mülkiyetine sahip olmak çarpıklaştırdı.. Ve böylece, anneniz, siz ve dayınız, başkalarının hesabına, borç karşılığında, kapınızın eşiğinden bile içeri sokmadığınız başka insanların sırtından yaşadığınızın farkında bile değilsiniz..'' (Sayfa: 50)

1 Kasım 2018 Perşembe

Anton Çehov - Martı

Anton Çehov - Martı
Arka Kapak:
*
Çehov 1895'te tiyatro eleştirmeni ve dramaturg A.S Suvorin'e yazdığı mektupta Martı'dan şöyle söz eder:
''Üç kadın, altı erkek karakterin yer aldığı, manzaralı (göl görünecek arkada) dört perdelik bir komedi; bolca edebi lakırdı, az aksiyon, seksen kilo kadar da aşk.. Tüm dramaturji kaidelerinin aksine piyes forte başlayıp, pianissimo bitecek.''
Gerçekten de bu oyunda 19. yüzyılın geleneksel olay örgüsünü tersyüz etmiş, tıpkı Martı'daki genç oyun yazarı Treplev gibi, yeni biçimler keşfetmiştir. Gerçek hayata öykünerek dünyevi, gündelik ve sıradanla, önemli ve ciddi olanı yan yana getirmiştir. Oyunun karakterleri kendileriyle, hayattan beklentileriyle, özlemleriyle fazlasıyla meşguldür. Hepsi de başarı, mutluluk ve bütünlük arayışındadır. Onlarda ağır basan başka bir yerde olma özlemi; fırsatların boşa harcandığına, umutların boşa çıktığına dair bir duygu Çehov'un başlıca karakteristiğidir.
Anton Çehov - Martı
''..Hayatımı, bitmez tükenmez kuyruğu olan bir elbise gibi sürüklüyorum sırtımda..'' (Sayfa: 28)
Anton Çehov - Martı
''.. Bugün bu martıyı öldürmek alçaklığında bulundum. Onu ayaklarınızın dibine bırakıyorum.'' (Sayfa: 37)
***
''.. Kendimden rahat yoktur bana. Tanımadığım birilerine bal vermek için kendi hayatımı yok ettiğimi, en güzel çiçeklerimin tozunu yağmaladığımı, çiçeklerin kendilerini de koparıp köklerini ayaklarımın altında ezdiğimi hissederim..
(..)
En güzel yıllarım olan gençliğimde, yazarlığa başladığım o yıllarda da yazmak sürekli bir ıstıraptı benim için. Küçük yazar, hele şansı da yardım etmiyorsa, bir fazlalık gibi hisseder kendini. Beceriksiz, sakar, diken üstünde gibi tedirgindir. Karşı konulmaz bir güç, edebiyat ve sanat çevrelerine çeker onu. İnsanların gözlerine doğrudan doğruya ve cesurca bakmaya korkarak, silik ve ürkek, dolanıp durur ortalarda. Parasız bir kumar düşkününün korka korka kumar masalarına sokulması gibi. Okurlarımı tanımazdım, ama onları nedense hep dost olmayan, kuşkucu birileri olarak canlandırdım gözümde. Topluluktan korkardım, ürkütürdü beni ve ne zaman yeni bir oyunum sahnelenecek olsa, bana esmer seyirciler düşmanca bir tavır alıyor, sarışınlarsa umursamıyorlarmış gibi gelirdi hep. Of, ne korkunçtu bütün bunlar.! Ne ıstırap vericiydi.!'' (Sayfa: 41-42)
(..)
''.. Kendimi hiçbir zaman sevmedim. Bir yazar olarak hoşlanmam kendimden. Daha da kötüsü kafam puslu gibi hep, çoğu kez ne yazdığımın farkında bile değilim.. Bakın şu gölü, ağaçları gökyüzünü, doğayı seviyorum, hissediyorum, içimde bir tutku, karşı konulmaz bir yazma isteği uyandırıyorlar. Fakat sadece bir doğa betimcisi değilim ki ben, ülkemin yurttaşıyım aynı zamanda. Yurdumu ve onun insanlarını seviyorum. Yazdıklarımda halktan, onun çektiği acılardan, geleceğinden, bilimden, insan haklarından ve daha bunlar gibi birçok şeyden söz etmekle yükümlü olduğumu hissediyorum. İşte böylece çalakalem her şeyden söz ediyorum, dört bir yandan sıkıştırıyorlar beni, kızıp öfkeleniyorlar ve benköpeklerin kovaladığı küçük bir tilki gibi ordan oraya atıyorum kendimi.. Hayat ve bilim ileriye doğru gitmekteyken, hep geri, geri kaldığımı hissediyorum, tıpkı istasyona geldiğinde az önce kalkmış olan trene yetişmesinin olanaksız olduğunu gören bir köylü gibi.. En sonunda, bir doğa betimcisinden başka bir şey olmadığımı, geri kalan konularda iliklerime kadar sahte olduğumu hissediyorum.'' (Sayfa: 43-44)
***
''.. Küçük bir hikâye konusu. Çocukluğundan beri göl kıyısında yaşayan bir genç kız var, sizin gibi biri; tıpkı bir martı gibi seviyor bu gölü ve bir martı gibi de mutlu ve özgür. Günün birinde bir adam geliyor oraya, kızı görüyor ve yapacak başka bir işi olmadığından yazık ediyor kıza, tıpkı bu martı gibi..''
(Sayfa: 45)
***
''.. Eğer bir gün hayatım sana gerekecek olursa gel ve al onu..'' (Sayfa: 58)
***
''.. Ölüm korkusu hayvansal bir korkudur.. Onu alt etmek gerekir. Ancak ölümden sonraki hayata inananlar, bilinçli olarak korkarlar ölümden, çünkü günahlarının ağırlığı altında ezilirler.. Oysa siz, bir kere öteki dünyaya inanan biri değilsiniz; ikincisi ne günahınız var.? Yirmi beş yıl Adalet Bakanlığı'nda çalıştınız, hepsi bu.'' (Sayfa: 73-74)
***
''.. Ne güzel burası, kuytu. Rüzgârı işitiyor musunuz.? Bir cümle vardır Turgenyev'de: ''Böyle gecelerde, sıcak bir köşesi, bir yuvası olanlara ne mutlu.!'' Bense bir martıyım..'' (Sayfa: 87)
***
''Nina, nefret ettim sizden, lânetler yağdırdım; mektuplarınızı, fotoğraflarınızı yırtıp attım. Ama her an, bütün benliğimin, size sonsuza dek bağlı olduğunu biliyordum. Sizi sevmemek elimde değil Nina. Sizi yitirdiğim, yazdıklarımın yayınlanmaya başlandığı zamandan beri hayat dayanılmaz bir şey oldu benim için.. Sanki ansızın koparıldım gençliğimden ve bazen bu dünyada doksan yıldır yaşıyormuşum gibi geliyor bana. Size sesleniyor, ayaklarınızın bastığı toprağı öpüyor; nereye baksam yüzünüzü, hayatımın en güzel yıllarında bana ışıldayan o sevimli gülümsemenizi görüyorum.'' (Sayfa: 88)

18 Ekim 2018 Perşembe

Anton Çehov - Altıncı Koğuş


Eğer ısırganın sizi yakmasından korkmuyorsanız ek binaya giden dar patikadan birlikte yürüyelim ve içeride ne olup bittiğine bakalım. (Sayfa: 1)
***

Asırlık halk deneyiminin de öğrettiği gibi: ''Asla dilenci olmam, hapse düşmem demeyeceksin.'' Günümüz yargı süreçlerinde adli hatalar kolaylıkla yapılabilmektedir. Resmi görevleri ya da işleri itibarıyla başkalarının acılarıyla ilgilenmek zorunda olan hâkimler, polisler ve doktorlar zaman içerisinde bu duruma alıştıkları ve bir o kadar da hissizleştikleri için çok isteseler de muhataplarına resmiyet sınırlarının dışında davranamazlar. Bu bakımdan onların, arka avlularda koyunları ve danaları kesip de akan kanın farkına varmayan köylülerden hiç farkları yoktur. Suçsuz bir insanı bütün özel haklarından mahrum bırakarak kürek cezasına mahkûm etmek için bireyle resmi ve acımasız ilişkisinde hâkimin sadece bir şeye ihtiyacı vardır: O da zamandır. Karşılığı maaş olan bir takım resmi görevleri yerine getirecek kadar zaman; karar verildikten sonra her şey biter. Ondan sonra demiryolundan iki yüz verst uzaklıktaki bu küçük ve çamurlu kasabada adalet ve korunma ara dur.! Her türlü zorbalığın toplum tarafından makul ve yerinde bir gereklilik olarak karşılandığı, beraat kararı gibi her türlü merhamet göstergesinin toplumda tatminsizlik ve intikam duyguları uyandırdığı bir dünyada adaleti düşünmek gülünç değil midir.?
( Verst: 1066 metreye karşılık gelen bir Rus uzunluk ölçü birimi) (
Sayfa: 8)
***

Hayat can sıkıcı bir tuzaktır. Düşünen bir insan olgunluğa eriştiğinde ve tam bir bilinç kazandığında kendini istençsiz olarak sanki çıkışı olmayan bir tuzağın içindeymiş gibi hisseder. Aslında insan, iradesi dışında birtakım tesadüfler tarafından yokluktan var olmuştur. Peki neden.? Varlığının anlamını ve amacını öğrenmek ister, sorularına cevap alamaz ya da saçma sapan cevaplar alır. Kapıyı çalar, ama açan kimse olmaz. Ölüm de aynı şekilde iradesi dışında karşılar insanı. İşte tıpkı bir hapishanede ortak bir felaketle birbirine bağlı olan insanlar bir arada olduklarında kendilerini nasıl daha rahat hissederlerse, hayatta da analiz etmeye ve sentezlemeye yatkın olan insanlar bir araya geldiklerinde, onurlu ve özgür düşüncelerini birbirlerine aktararak vakit geçirdiklerinde bu tuzağın farkına varmazlar. Bu bakımdan akıl yeri doldurulamaz bir zevk kaynağıdır. (
Sayfa: 23)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...