4 Kasım 2022 Cuma

Miletli Filozoflar - Thales, Anaksimandros, Anaksimenes (Yayıma Hazırlayanlar: A. Kadir Çüçen, Harun Tepe)


Arka Kapak
*
 Anadolu'da doğup büyümüş olmak, bu topraklarda yaşamak, çoğumuzun farkında olmadığı bir ayrıcalıktır. Çünkü bu topraklarda dokuz-on uygarlık -Urartu, Hitit, Frigya, Lidya, Troia, İonya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıkları- yeşermiş ve birbirini etkilemiştir.. Bu dokuz-on uygarlığın yeşerdiği bu topraklar, aynı zamanda felsefenin ve felsefî bilgiye dayanan bilgeliğin de kaynağını bulduğu topraklardır.

*
Felsefeyi başlatanlar olsun olmasın, Miletos'lu üç filozof/bilim insanı, elimizdeki kaynaklara bakarak konuşursak, düşünce tarihinde bir dönüm noktasıdırlar..
'Anadolu'da Felsefeye Yolculuk' projesiyle, topraklarımızda gerçekleşen düşünce başarılarına, kitapların dışında, yaşadıkları yerlerde sahip çıkmak istedik.
*
İoanna Kuçuradi
*
Bu kitap UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Felsefe İhtisas Komitesi'nin, Türkiye Felsefe Kurumu ve Adnan Menderes Üniversitesi Felsefe Bölümü ile birlikte 8-9 Kasım 2013 tarihlerinde Aydın'da gerçekleştirdiği, felsefeci ve arkeologların katıldığı Anadolu'da Felsefeye Yolculuk III, ''Miletli Filozoflar: Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes'' başlıklı sempozyumun bildirilerini biraraya getirmektedir.
*
Sunuş: Anadolu'da Felsefeye Yolculuk Milet'te:
*
''Filozof yaşadığı dönemin düşüncesini, problemlerini ve çözümlerini temsil ettiğinden, bir filozofu anlamak için onun çağına, tarihsel ve kültürel ortamına bütüncül bir açıdan bakmak gerekmektedir.'' (Sayfa: 7)
*
''Sempozyumun ilk konuşmacısı olan Volkmar Von Graeve ''Thales'in Gözüyle Milet'' başlıklı konuşmasında, Thales'in yaşadığı M.Ö. 7. ve 6. Yüzyılda Milet'i son yıllarda yapılan kazılarda elde edilen bilgilerle daha iyi bildiğimizi, burada resmettiği Milet'in yalnız Thales'in değil, diğer iki filozofun da yaşadıkları kültür ortamı olduğunu söyler. Thales'in yaşadığı dönemde bile Milet'in Eski Bronz Çağı'na (M.Ö. 3000) kadar uzanan çok eski bir yerleşim yeri olduğunu, birçok kez saldırıya uğrayıp yeniden kurulduğunu, İyon'lu kolonistlerin M.Ö. 1100 civarında Milet'e geldiklerini, yerli halk olan Karyalıları bölgeden uzaklaştırdıklarını, ama onların kadınları ile evlenerek iki kültürün karışarak sürmesine yol açtıklarını belirtir.'' (Sayfa: 7-8)
*
''Milet Geometrik Çağların (M.Ö. 1100-900) sonundan itibaren her alanda en görkemli çağlarını yaşamıştır. Kent bu dönemde çok sayıdaki tapınakları ile dini bir merkez haline gelmiş; sadece ticaretin ve zenginliğin merkezi olarak kalmamış, bilim ve felsefe alanında da saygın bir merkez olmuştur. Yaylalı (Arkeolog Abdullah Yaylalı), Antik çağların ilk felsefecileri Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes'in Milet'li olmasını bunun bir kanıtı olarak ileri sürmektedir.'' (Sayfa: 9)


''Hatice Nur Erkızan ''Miletoslu Aspasia ya da Tarihte Bir Kadın Felsefeci Olmak Üzerine'' başlıklı konuşmasında daha çok Perikles'le ilişkisiyle bilinen Miletoslu Aspasia'nın çok iyi eğitim görmüş, felsefe ve hitabet sanatı üzerine derin bilgisi olan 'özgür ruhlu' bir kadın filozof olduğunu vurgular. Ama o düşüncelerinden, bilgi birikiminden çok bir kadın olarak görülmüş, bir hetaira olarak alaya alınmış, aşağılanmış ve tanrıları tanımamakla suçlanmıştır.'' (Sayfa: 10)
*
''Birdal Akar ve Celal Sabancı ise ''Bir Miras Olarak Arkhe'' başlıklı konuşmalarında (..) Miletliler doğanın açıklanmasında mitolojik öğeleri bir yana bırakıp onun yerine nedenselliği koyan ilk filozoflardır. Bu nedenle onların felsefi düşüncenin tarihinde yaptıkları devrim, doğanın yerine insanı koyan Sokrates'in, insanı evrenin merkezine koyan Kant'ın yaptığı devrim kadar önemlidir.'' (Sayfa: 12)
*
İoanna Kuçuradi:
*
''Miletos birçok felsefe tarihçileri tarafından felsefenin başladığı yer olarak görülür. Kimi tarihçiler de felsefenin Mezopotamya'da başladığını, kimileri ise başka uygarlıklarda başladığını ileri sürerler. Felsefenin başlangıcı konusu bir kültürün şerefi imiş gibi davranılır.
Bu çekişmenin temelinde birkaç karıştırma olduğunu düşünüyorum: Bunlardan biri, evrensel olan ile olmayanın farkını görememektir. Felsefede ortaya konan bilgiler, bilimlerin bilgileri gibi, sanat eserleri gibi, insanlığın ortak mirasıdır. ''Dünyada değerli ne varsa, benimdir de'' diyen bir insan için bir bilgi alanının başlangıç mekânı önemsiz bir konudur.'' (Sayfa: 17-18)
*
''Thales'in öğrencisi olan ikinci Miletos'lu filozof Anaksimandros, evrenin başlangıcının (arkhe'sının) bilinmezliğini görür. Ona göre bu başlangıç apeiron'dur. Felsefe tarihlerinde bu apeiron sözcüğü, genellikle 'sonsuz-sınırsız' (indefinite) şeklinde karşılanır, yani peras'ı (sonu-sınırı) olmayan şeklinde karşılanır. Ben ise apeiron'u (sonu-sınırı) olmayandan çok, peira'sı olmayan (deneyimlenemez, tecrübe edilemez olan) şeklinde, dolayısıyla 'bilinemez' şeklinde anlamayı (yani peras'ı olmayandan ziyade peira'sı olmayan şeklinde anlamayı) tercih ediyorum. Ve fazla yakıştırdığımı düşünmezseniz, diyebilirim ki, Anaksimandros ilk defa bilginin ya da bilinebilirliğin sınırları konusuna dokunuyor.'' (Sayfa: 19)


''Bir gün, göğe baka baka yürüyen Thales bir çukura düşmüş. Bunu gören Trakyalı bir köle kız, yıldızlara bakmaktan burnunun dibini göremediğini söyleyerek Thales'le alay etmiş. Ne var ki, burnunun dibini göremeyen Thales, ortaya koyduğu bilgilerin/yaptığının para getirmediğini dinleye dinleye bıkmış olacak ki, filozofun -istediği takdirde- nasıl zengin olabileceğine bir örnek vermiş: Bize anlatılana bakılırsa, yaptığı gözlemlere göre, o yıl Miletos'ta zeytin ağaçlarının bol ürün vereceğini öngörmüş ve kıştan, oradaki bütün zeytin preslerini kiralamış. Ürün zamanı gelince, bu presleri isteyenlere kendisi yüksek bir fiyatla kiralamış ve zengin olmuş. Böylece filozofların beceriksizlikten değil, zengin olmaya önem vermedikleri için zengin olmadıklarını, istedikleri takdirde zengin olabileceklerini göstermiş.'' (Sayfa: 20-21)
*
Harun Tepe:


''Thales ile başlayıp Anaksimandros ve Anaksimenes'le devam eden Milet Okulu Anadolu'nun tek felsefe odağı değildir. Efesoslu Herakleitos, Sinoplu Diogenes, Hierapolisli Epiktetos, Klazomenialı Anaksagoras örneklerinde olduğu gibi, Anadolu toprakları birçok filozofa, felsefi düşünceye yurt olur. Anadolu uygarlığının bir parçasını oluşturur felsefi ve bilimsel düşünme, buradan çağlar ötesine, tüm insanlığa uzanır. Bu nedenle başta Miletli filozoflar olmak üzere, bu topraklar üzerinde ortaya konan tüm felsefi/bilimsel görüşler insanlığın ortak mirasını oluşturur. Somut kültürel miras olan antik yapılar, antik tiyatrolar, tapınaklar, surlar, heykeller, resimler, süs eşyaları gibi, felsefi düşünceler de yalnız günümüzde bu topraklar üzerinde yaşayanların ya da onların yazdıkları dille konuşanların değil, insanlığın somut olmayan kültürel mirasının bir parçasıdır. (..) Felsefi görüşler ve bilgiler eski kültürlerden bize kalan değerler olduğu gibi, bizim bugün ulaştığımız uygarlık düzeyinin de ilk basamaklarıdır. Onları korumak kültürü korumak; kültürü korumak ise insanlığı korumak, insanlaşmaya katkıda bulunmaktır.'' (Sayfa: 26-27)
*
I. Bölüm, M.Ö. 7.-6. Yüzyılda Milet'in Kültürel Ortamı:
*
Thales'in Gözüyle Milet:
*
Volkmar von Graeve (Arkeolog):


''Thales'in yaşadığı dönemde bile Milet çok eski bir yerleşim yeriydi. M.Ö. 4. bine kadar uzanan Kalkolitik Çağ'da, Milet'in içinde ve çevresinde Anadolu halkı yaşamaktaydı ve 1990'lı yıllarda Milet'e çok yakın mesafedeki Beşparmak Dağları'nda (Latmos) keşfedilen kaya resimlerine göre, bu halka ait bir kült merkez vardı. Erken Bronz Çağı'nda (M.Ö. 3000) kolonistler Girit'ten gelerek, kendi yöntemi olan ilk kentsel Milet'i kurdular. İlk kez 20. yüzyılın başlarında ve daha sonra 1994-2004 yılları arasında kazılan bu erken yerleşim yeri, bugün kalıntıları halen görülmekte olan geç Arkaik Dönem'e ait Athena Tapınağı'nın yakınlarında, Kent'in batısında bulunuyordu.'' (Sayfa: 32)
*
''M.Ö. 494 yılında Kent'in Persler tarafından ele geçirilmesi sırasında bu kutsal mekân ve Thales sonrası yapılmış olan Arkaik Tapınak tahribata uğrayarak, imha edilmiştir. Kent'in kuruluşuyla bağlantılı olan kültün bulunduğu yerin bu tür bir tahribata uğratılması, Kent ve Milet halkı ile özdeşleşen Arthemis Khitone Kültü'nün taşıdığı anlamı Perslerin de bildiğine ve bu yüzden onu yok etmek istediğine işaret eder. Bu Kült'ün Kent için taşıdığı anlam Thales için de geçerliydi. Milet Kenti'nin resmi kültü ise Apollon Delphinios Kültü'dür ve bu Kült tüm Miletlileri birleştiren Polis kültüdür. Thales, bir Miletli olarak onun törenlerine, özellikle Didim'deki Apollon Tapınağı'nda düzenlenen yeni yıl kutlamalarına katılmış olmalıdır. Artemis Khitone Kültü'nde dinsel içeriklere ek olarak olasılıkla Milet'teki idari egemenliğe destek de verilmekteydi. Artemis Khitone Kültü'nün, Milet toplumunun üst tabakalarının kendileri için talep ettiği bir kült olduğu tahmin edilebilir. Aristokrat kökenli olduğu düşünülen annesi ve kendisinin Milet Tiranı Thrasybul ile olan yakınlığı nedeniyle Thales de Milet'in bu seçkin tabakasına ait olmalıdır.'' (Sayfa: 35-36)
*
''M.Ö. 7. yüzyılda Lydia Kralı Alyattes komutasındaki bir sonraki Lydia saldırısında yine Kent'i ele geçiremeyen Lydialılar, Milet'e ait mahsul dolu tarlaları yaktılar. Bu yangın sırasında Herodot'un da uzun uzun anlattığı gibi (Herodot 1.18.3-19.3) Asseos Athena Tapınağı da yandı.'' (Sayfa: 37)
*
Anadolu Kültür Tarihinde Milet (Prof. Dr. Abdullah Yaylalı):
*
''Antik kaynaklardan öğrendiğimiz bilgilere göre Miletoslular kendi kentlerini İyonya'da inşa edilen ilk kent olarak görmekte, bunun yanı sıra dünyanın pek çok noktasında yer alan büyük kentlerin ''anası'' olarak tanımlamaktaydılar. Panionia Birliği'nin kurucularından olan Miletos denizcilik ve ticaret alanında gerçekleştirdiği atılımlarla birliğinen güçlü kenti olagelmiştir.


İyon kentlerinin zaman içinde ticaretle zenginleşmeleri sonrasında diğer bir dizi antik kent gibi Milet de M.Ö. VIII. yüzyılda Karadeniz kıyılarında ilk kolonilerini kurmaya başlamıştır. Miletos bu alanda diğer tüm kent devletlerini geride bırakmış, M.Ö. VIII - M.Ö. VI. yüzyılları arasında sadece Karadeniz kıyılarında değil, aynı zamanda Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi kıyılarında da yer alan otuzdan fazla koloni kenti kurmuştur. M.Ö. VI. yüzyılda Miletos kentinin toplam kolonisi 80 sayısına ulaşmıştır. Başlangıçta dönemin diğer önemli kentleri Ephesos ve Kolophon'nun aksine sınırlı miktarda tarım arazisine sahip olması sonucu, Miletos bu doğrultuda yukarıda da değindiğimiz üzere çok sayıda koloni kenti kurarak, bu kentler aracılığı ile geniş kapsamlı ticari faaliyetler içine girmiştir. Deniz ticareti konusunda oldukça gelişmiş bir sistem kuran Miletos, bu sayede dönemin pek çok önemli diğer kentlerinin aksine uzak ülkelerde kapsamlı haklara kavuşmuştur. Mısır'da sadece Miletos'tan gelen tüccarlara ait özerk bir alanın yer alması bu ayrıcalıklara güzel bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.'' (Sayfa: 60)
*
''M.Ö. VI. yüzyıl ortaları ve daha sonrası bölgenin siyasi tarihi açısından büyük değişikliklerin görüldüğü bir dönem olması açısından oldukça önemlidir. Pers İmparatorluğunun yayılımcı politikası birçok önemli merkez gibi Miletos'u da etkilemiştir. M.Ö. 540 yılında kent Pers İmparatorluğu egemenliğine girmiştir. Bu tarihten başlayarak kentin yönetiminde de bir takım değişikliklere gidildiği anlaşılmaktadır. Pers İmparatorluğunun, kenti yönetmesi için bir tiran atadığı bilinmektedir. İmparatorluğun yerel yöneticileri konumundaki tiranlar bölge kentlerinin şekillendirilmelerinde önemli rol oynamışlardır.
M.Ö. 499 yılına kadar Miletos tiranlarca yönetilmeye devam etmiştir. Bölge siyasi tarihi üzerinde her dönem etkili olan Miletoslular Pers egemenliği altında daha fazla kalmak istememişler, diğer önemli kentleri de etkileyerek ünlü ''İyonya Ayaklanması''nı başlatmışlardır.'' (Sayfa: 61-62)
*
Miletos Filozofları Bizim Neyimiz Olurlar.? (Taşkıner Ketenci):


''Miletos filozoflarıyla ''bizim'' sahip olduğumuz kültür arasında doğrudan bir bağ olduğunu savunan, ama bugün neredeyse unutulmuş, 1930'lardan 1970'lerin ortasına kadar kitaplarla, dergilerle, devletin fiili uygulamalarıyla gündemde tutulmuş, Türk Düşünce Tarihi'nde önemli bir yeri olan bir yaklaşım vardır. Bu yaklaşım kendine 'Anadoluculuk' ya da 'Mavi Anadoluculuk' adlarını verir. Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Melih Cevdet Anday, Sinan Sinanoğlu bu yaklaşımın temsilcilerindendirler.'' (Sayfa: 66)
*
''Kültürler yalnızca eş zamanlı olarak birbiriyle etkileşimde bulunmazlar. Her bir kültürün şimdisinde binlerce yıl öncesine ait kültürler de yaşamaya devam ederler.'' (Sayfa: 67)
*
Tercüme Hareketi (Taşkıner Ketenci):
*
''Çeviriler yoluyla kültür hayatımıza katkıda bulunma düşüncesi eski olmakla birlikte, kültürümüzü çeviriler yoluyla kalkındırmaya yönelik en ciddi çalışma Tercüme Hareketi'dir. ''Tercüme Hareketi'' 2 Mayıs 1939 Salı günü öğleden önce saat 10'da, Ankara Maarif vekili Hasan Ali Yücel'in sözleriyle açılan Birinci Türk Tarih kongresinin ardından ciddi ve planlı bir hamle olarak başlar. ''Garp kültür ve tefekkür camiasının seçkin bir uzvu olmak dileğinde ve azminde bulunan Cumhuriyetçi Türkiye medeni dünyanın eski ve yeni fikir mahsullerini kendi diline çevirmek ve alemin duyuş ve düşünüşü ile benliğini kuvvetlendirmek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet bizi geniş bir tercüme seferberliğine davet ediyor (Birinci Türk Neşriyat Kongresi 1938).'' (Sayfa: 73)
*
Mavi Anadoluculuk (Azra Erhat, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Sabahattin Eyüboğlu) (Taşkıner Ketenci):
*
''Örneğin Sabahattin Eyüboğlu için Anadolu kültürü her şeyden önce çeşitli kültürlerin Anadolu coğrafyasında harmanlanmasıyla oluşmuştur. Geçmişte Yunan, Fars, Roma, Türk kültürlerinin kaynaşmasıyla biçimlenen Anadolu kültürü günümüzde ise Arap, Laz, Gürcü, Kürt.. gibi ''etnik'' grupların bir arada ve kültürel etkileşimlere açık yaşamalarıyla bir harmandır. Anadolu kültürü böyle bir harman olduğu için de Anadolu ''Doğu ile Batı'nın sarmaş dolaş olduğu'', ''geçmişi gibi geleceği de akılları aşan'', ''bir düğün yatağı[dır]'' (Eyüboğlu: 261).'' (Sayfa: 76)


''Bu kadar ''uygarlıkların dolup kaynaştığı bu toprak üzerinde dünyaya gelmek az mutluluk değildir'' diyen Erhat, bu mutluluğunu da ''Ne mutlu Anadoluluyum diyene yazasım geliyor'' (Erhat 1979: 7) biçiminde ifade eder. Ona göre, Anadolu için önemli olan isimler değil, bu ''torağın çocuğu olmaktır''. Erhat bu görüşüyle Mevlana'yı, Pir Sultan'ı, Yunus Emre'yi yurttaşımız saydığı kadar Homeros'u, Herakleitos'u da ''atamız'', ''hemşehrimiz'' sayar (Erhat: 1977: 3).'' (Sayfa: 77)
*
''Miletoslu filozoflar İ.Ö. 6. yüzyılda dünyayı eleştirel bir bakış açısıyla ele almanın yolunu keşfetmişler, verili hazır kalıpların sorgulanmasının, dünyaya bilgiyle bakmanın önemini göstermişlerdir. Ne ki, Miletoslu filozofların düşünme biçimini, dünyayı anlama ve açıklama yolunda insan varlığına kattıklarını kendi kültürümüzün, dünya görüşümüzün bir parçası yapmadıkça, Nietzsche'nin dediği gibi yalnızca ağzımızda ''bilgi taşlarıyla konuşmakla'' yetineceğiz ve ''hakiki kültürün temelleri''ne dayalı bir kültür yerine ''gölge bir kültürle'' yaşamakla yetineceğiz.'' (Sayfa: 79-80)
*
Miletoslu Aspasia ya da Tarihte Bir Kadın Felsefeci Olmak Üzerine (Hatice Nur Erkızan):
*
Zorunlu Giriş ve Bazı Belirlemeler:
*
Tarihçi Thukydides (M.Ö. 460-395) şöyle der: ''En iyi kadın kendisinden söz edilmeyendir.'' Doğrusu belli bir zaman ve mekân içinden düşünüldüğünde, bütün toplumların bu bakımdan Thukydides ile pek de farklı düşünmedikleri söylenebilir. Kadından beklenen kendini arka planda tutması, olabildiğince kendini gizlemesi; başka ve daha açık bir ifadeyle; kendini her anlamda yoksamasıdır.
Atinalı kadının yaşamı (evli ve zengin olanların) kocasından başka kimsenin girmesine izin verilmeyen bir odada geçiyordu. Kadının yaşadığı bu oda, onun dünyasının da sınırlarıydı. Kamusal alandan tamamen dışlanmışlardı. Tek başlarına dışarı çıkmaları yasaktı. Kadının bu dönemdeki konumu ve durumu bugün de birçok yer ve zamanda varlığını sürdürüyor.
Kız çocukları ve erkek çocukları ile aynı eğitimi almıyordu. Onlara verilen eğitim cinsiyet üzerinden kendilerine empoze edilen ev kadınlığı ve annelik ile ilgiliydi. Kızların iyi bir hayat için güzel ve iyi olmaları yeterliydi. Atinalı kadınlardan farklı olarak, Spartalı kadınlar spor ile de uğraşıyorlardı ki, bu da zaten onların sağlıklı çocuklar doğurmaları bakımından önemseniyordu. Kadınların var oluşunun anlamı kocasının beğenisi ile doğrudan orantılıydı. Kocanın beğenisinin sonu, kadının sonu anlamına gelirdi. Heteiralar bunun dışındaydılar, elbette.'' (Sayfa: 85)
*
''..Attika kültürünün tersine, İyonya ve Sparta'da anaerkil kültürün izleri bütünüyle silinmemişti. Onlar genel olarak çok iyi eğitime, bağımsızlığa ve yüksek düşünceye sahiptiler.


Antik dönemde kadınların eğitim alabildikleri hemen hemen tek yer Heteira okullarıydı. Bu bağlamda, filozof Lais, Lasthenia ve Leontion'nun adları anılabilir. Buna alternatif diğer tek eğitim yolu iyi eğitim görmüş babalar ya da kocalardı. Theano, Arete ve Hypatia'da olduğu gibi.''
(..)
''İlk kez Aspasia kız çocukları için de, erkek çocukları için açılan okullar gibi, okullar açılmasını dile getirdi. Onu tanımlayan ''özgür ruhlu bir kadın'' ifadesi bugün için kulaklara hoş gelebilir; ama zamanında onun için bir cezalandırma ve aşağılama ifadesiydi. Aspasia bu özgürlüğünü bir entelektüel toplantı merkezi açmakla göstermişti. Zamanının önde gelen etki sahibi erkekleri ve eşleri Aspasia'nın adını taşıyan bu merkeze geliyorlardı. Ünlü ve önde gelen politikacılar, sanatçılar ve filozoflar Aspasia toplantı merkezinin ziyaretçileri arasında yer alıyordu. Zaten ona ait freskoda yer alan kişilere bakıldığında bu açıkça görülür. Anaksagoras'tan Sokrates'e kadar birçok filozof bu freskoda yer alır.'' (Sayfa: 86)
*
''..mitostan logosa geçişin bize bıraktığı olumsuz mirasların başında kadın düşmanlığı gelir. Bunun ilk failinin kim olduğu tartışmalı olsa da kadının edilgen olarak madde ile, erkeğin de etkin olarak tanımlanan form ile özdeş kılınması kadının doğası bakımından eksik, az gelişmiş, ruhsuz ve çok doğal bir sonuç olarak değersiz olduğu yolundaki görüşlerin temelini oluşturmuştur.
Tüm bunlara karşın Antik dönemde çok sayıda filozof kadının varlığı ise bir gerçek. Antik dönemde yaşamış olan 60 ile 120 kadın filozofun adı bugüne kadar ulaşmıştır. Onlar da diğer filozoflar gibi öteki bilim alanlarında da çalışmalar yapmışlardı. Oysa felsefe tarihinde illa da filozof kadınlardan söz edilecekse bu ancak cinsellikle ilgili dedikodulardan öteye gitmemiştir; aynı Aspasia ve Lais'te olduğu gibi. Kadınların ve kölelerin eşit olduklarını öne süren felsefe okullarında var olan kadınların yine bu okullarda son derece etkin oldukları da bilinmektedir; ama zamanımızdaki felsefe ansiklopedilerinde ve sözlüklerinde onlarla ilgili hiçbir şey bulunmaz.'' (Sayfa: 87)
*
''Aspasia felsefe ve retorik konusunda mükemmel bir öğretmen olarak kabul ediliyordu. Sokrates ona akıl danışıyor, kendi öğrencilerini ona yönlendiriyordu. Ayrıca kentin zengin ve seçkin kişileri, bu akıllı ve kültürlü kadının görüşlerine büyük saygı duyuyorlardı. (..) Miletoslu Aspasia İyonya ruhuyla felsefeye yaşamın soluğunu taşıdı. Atina toplumunda kendisi yabancı biri, kadın olarak yabancı biriydi, ama bu onun düşünsel-politik yaşamda büyük bir atılımı başardığı gerçeğini değiştirmez. Belki de Aspasia'nın komedi yazarlarının saldırı hedefi haline gelmesinin asıl nedeni de buydu. Onun heteira olduğunu söylemek halk arasında hiçbir kabul göremezdi, ama onun cinsellik dolayımında Perikles'i etkilediği ve hatta onun istemesinden dolayı savaşlar yaptığı söylendiğinde durum daha farklı bir nitelik kazanabilirdi. Yine de tüm bu iddialar Aspasia'yı yok etmek için yeterli değildi. O nedenledir ki, Aspasia tanrıtanımazlıkla suçlandı, aynı Anaksagoras gibi. Aspasia'yı kötüleme, aşağılama ve yok etme girişimleri bu suçlamayla doruğa ulaştı ve hakkında dava açıldı. Perikles makkemede Aspasia'yı yaşlı gözlerle savundu ve sonunda suçsuz bulundu.'' (Sayfa: 91)
*
''O (Aspasia), Herakleitosçu bir ruh içinden felsefeyi kavrıyordu. Edinilmiş bilgi veya bilgi-toplayıcılığını anlamsız, önemsiz ve de işlevsiz görüyordu. Felsefe bilgi-toplayıcılığı değildi. Felsefe, yaşam ile doğrudan bir diyalog içinde olma etkinliğiydi.'' (Sayfa: 92-93)
*
''A. Schmidh, Perikles ve Çağı adlı yapıtında şöyle demektedir: ''Sokrates özellikle Aspasia ile düşünce alışverişi yapması sayesinde, bugün bizim de onu saydığımız gibi, büyük bir filozof olmaya ulaştı.. Felsefe yapmada ''Sokratik yöntem'' olarak bildiğimiz yöntemin hakikatte ''Aspasia'nın yöntemi'' olduğu ve onun öğrencisi olan Sokrates'in bunu gençlik yıllarında ondan öğrendiğidir.''..'' (Sayfa: 94)
*
''Aspasia'yı yetiştiren, akıl hocası olan biri yok; örneğin Hypatia gibi. O kimsenin öğrencisi de olmamıştı. Zaten Aspasia'yı Batılı erkeğin yazdığı felsefe tarihi içinden okumak umut verici değildir. Çünkü Aspasia kategorik olarak filozof olamazdı; çünkü o kadındı, güzel bir kadındı, akıllı bir kadındı ve de Miletosluydu.'' (Sayfa: 95)
*
Anaksimandros Düşüncesinde ''Apeiron'' ve ''Tanrısal Olan'' İlişkisi (Doç. Dr. H. Haluk Erdem):
*
''Aristotales'ten beri Miletos filozoflarını ''doğa filozofları'' adı altında sınıflandırıyoruz. Filozof, Metafizik adlı yapıtının dördüncü kitabında, ''(..) onlar kendilerinin Doğanın bütününü ve genel olarak varlığı inceleyen biricik kişiler olduklarını düşünmektedirler'' demektedir.'' (Sayfa: 97)
*
''Eski Yunan düşüncesinin ana kaynaklarından biri durumunda olan Miletoslu düşünürlerin ''her şeyin bir nedeni vardır'' ilkesine sahip olduklarını görüyoruz. Eskiçağ düşüncesi ''bir ontolojik zorunluluk olarak her nesneye, her değişime bir neden aramış'', nedensiz ya da açıklamasız olgulara varlık alanında izin vermemiştir. M.Ö. 5. yüzyılda Parmenides tarafından bir felsefe ilkesi olarak ileri sürülen ve Ortaçağ'da ''Ex nihilo nihil fit'' yargısıyla dile getirilen ''Hiçbir şey yoktan var olamaz ve hiçbir varlık da bütünüyle yok olamaz'' inancıyla Miletoslu filozoflar evreni varlıksal açıdan açıklamaya çalışmışlardır.'' (Sayfa: 98)


''Anaksimandros'a göre su gibi bir maddeden ateş veya toprak gibi farklı şekilde var olanlar meydana gelemez. ''Dünyanın başlangıcındaki şey, ancak mevcut maddelerin hiçbiriyle özdeş olmayan, buna karşılık bu sınırsız sayı ve türdeki maddenin hepsini oluşturabilecek bir şey olabilir. Dolayısıyla, bu şeyin ayırt edici özelliği, başlı başına sınırsız oluşu olmalıdır ve bu yüzden Anaksimandros onu tam da bu isimle, apeiron olarak adlandırır. Antik Çağ'ın en iyi yorumcuları, bu sözcüğün sonsuzluğu ifade eden çok sayıda anlamı olduğu noktasında Aristotales'i takip etmişlerdir. Onlara göre bu, her tür Oluş'un gıdasını alıp beslendiği tükenmez bir ambar veya depo gibidir.'' Anaksimandros'un apeiron düşüncesinin Thales'in düşüncesine göre bir ilerleme olduğu söylenebilir. Su gibi belirli bir maddenin evrendeki karşıtlıkları açıklamakta yetersiz kaldığı açıktır.'' (Sayfa: 99-100)
*
''Miletlilerden ''bize pek az bilgi kalmış olması ve onlara ait herhangi tam bir şeyden yoksun olmamız, gerçekten bir bahtsızlıktır.'' (Nietzsche 1992: 23)'' (Sayfa: 107-108)
*
''Nietzsche (..) ''Yunan felsefesi görünüşte anlamsız bir esinti ile ve şu sözle başlıyor: su, her şeyin ''menşei'' ve ana kucağıdır.'' Bu nokta üzerinde ciddiyetle durulması gerektiğini belirten Nietzsche, bunu üç nedene dayandırarak açıklar:
*
''ilkin, bu söz, şeylerin menşei üzerine bir anlatışta bulunmaktadır; ikincisi, bunu tasvirsiz ve masalsız yapmaktadır; nihayet üçüncüsü, örtülü bir halde olmakla beraber, ''her şey birdir'' düşüncesini içinde taşımaktadır. İlk neden Thales'i din ve batıl inanç ile bir arada gösteriyor, fakat ikincisi, onu bu topluluğun içinden çıkarıp tabiat araştırıcısı olarak tanıtıyor; üçüncüsü sayesinde de Thales ilk Yunan filozofu sayılır'' (Nietzsche 1992: 28).'' (Sayfa: 112-113)
*
''Miletli filozofların doğayı bir canlı olarak, bir organizma olarak görmeleri, doğanın insanla birlikte ele alınması, düşünülmesi anlamında, çok önemli bir görüştür. İşte bu bağlamda, Thales var olanın birliğini görmüş ve onu söylemek için su'dan söz etmişse (Nietzsche 1992:31), insanı doğayla birlikte düşünmüş demektir. Böylesi bir birliktelik olmasa da, doğa-insan arasında bir benzerlik kozmos düşüncesinde vardı. Bildiğimiz kadarıyla, eski klasik görüşte, insan, evrenin küçük örneği, evren, insanın büyük örneği olmak üzere, her ikisi birer kozmos sayılır ve doğa makrokozmos diye adlandırılırdı. Bu yüzden ''Physis'' (Doğa) teriminin anlamı/anlamları ile ''kozmos terimi'' arasında son derece yakın bir bağlantı da kurulabilir.'' (Sayfa: 117)
*
''Belki de filozofların hep yapageldikleri şeyi ilk yapanlar Miletli filozoflardı. İlkin onlar yoldan çıktılar ve kendi yollarını kendileri belirlediler, sonra diğerlerini ve bizleri yoldan çıkardılar; onlar alışılmış olanın, o zamana dek düşünülenin, sanılanın dışına çıktılar. Böylesi bir düşünce bize yeni yollar, olanaklar açtı, açmaya da devam ediyor. Onlar ''görünen''le yetinmediler ve bu, bir geleneğin de başlangıcı oldu.'' (Sayfa: 119)
*
Heideggerci Bakışla Doğa Filozofları (Prof. Dr. A. Kadir Çüçen):
*
Heidegger; Anaksimandros, Parmenides ve Herakleitos'un Varlığı, yani başlangıcı düşünen ilk ve en köklü/ilksel/öncel düşünürler olduğunu ileri sürer. Heidegger, tabii ki bunları diğer tüm Yunan düşünürlerden ayrı tutar. Sokrates öncesi düşünürler daha önemli tarihsel felsefi dönemi temsil ederler, çünkü onlar hep ta en başlangıçta/kökende olan felsefi bir soruyu sorarlar, o da Varlık sorusudur.'' (Sayfa: 141)
*
''Herakleitos düşüncesinde varlıkların Varlığı, birlikte yayılan olarak görünür. Fakat Varlığın bu aydınlanması unutulmuş olarak kaldı.
Fakat Sokrates sonrası düşünürler Varlık sorusunu, ikinci planda ele aldılar. Bu yüzden, felsefenin konusu olan ''Varlık nedir.?'' sorusu yerini ''varolan nesneler ve objeler nedir.?'' sorusuna bırakmıştır. Sonuçta Platon'la başlayan idealar dünyasının görünüşler dünyasından ayrımı, Varlık ile nesneler arasındaki ayırıma yol açmıştır. Bu ayırım, felsefenin başlıca konusu olan varlıkbiliminin (ontolojinin) değer yitirmesine neden oldu. Heidegger'e göre, felsefenin amacı temel ontolojidir. Bundan dolayı, temel ontoloji geleneksel metafiziği ve felsefeyi yıkıp ''Varlık'ın anlamı nedir.?'' sorusunu cevaplandırabilecek tek inceleme ve araştırma yeridir. Çünkü felsefe tarihi, Heidegger'e göre ''Varlık'' sorusuna geleneksel ve metafiziksel bir yaklaşımla yanlış açıklama ve yorumlama getirmiştir. Böylece, felsefe tarihi yerini geleneksel (Aristotales) metafiziğe bırakıp, ''Varlık'' nesnelerden, ''varoluş'' ise ''öz''den ayrıldı. Bu farklılaşma sonucu bu kavramlar açık niteliği olmayan varsayımların etkisinde kaldı. Heidegger'e göre, özün varoluş üzerindeki öncelliği yüzünden varoluşun mutlak ve öncel olarak Varlık-olma anlamı kayboldu ve unutuldu. Böylece, ''Varlık'', felsefe tarihi içinde Bir, Logos, İdea, Ousia, Töz, Cogito, Algılama, Monad, Nesne, Ben, Ruh, İstenç ve Güç vs. gibi çeşitli anlamlarda yorumlandı.'' (Sayfa: 143-144)
*
Özlü Düşünme:
*
''Heidegger'e göre, sanat, özellikle şiir, -düşüncenin dolaysız anlatımı- varlığı Varlık olarak, yani hakikat olarak kavrar.'' (Sayfa: 148)
*
Metafiziksel Düşünme:


''Antik Yunan filozofları logos kavramını, modern dönemden çok farklı anlamda kullandılar. Logos; akıl, mantık, doğru söz gibi anlamlara gelmekle birlikte, Yunanda doğanın da ruhudur ve insan da, doğanın bir parçası olduğu için insan ve doğa arasında büyük bir ayrım ve başkalık yoktur. Stoalılarda olduğu gibi, akla uygun yaşamak, doğaya uygun yaşamaktır.'' (Sayfa: 149)
*
Hegel'in Anaksimandros Okuması (Çetin Türkyılmaz):
*
''Hegel, felsefe tarihinin önemli bazı filozoflarını Doğulu bir düşünceyi savunmakla suçlamıştır. Bunların başında da akozmizmi, Sonsuz tözle (tanrıyla) işe başlaması ve bireyselliği unutuşuyla Spinoza gelir. Anaksimandros'un ne anlamda ''doğulu'' olduğunu kavrayabilmek için Hegel'in ''doğulu'' ifadesiyle ne kastettiğine biraz yakından bakmak gerekiyor. Doğu, Hegel'in gözünde özelikle, İran, Hint ve Çin'le temsil edilen dünyaya gönderme yapıyor. Hegel'e göre, buralarda ortaya konan düşünceler, Doğunun tinselliğinin (daha doğrusu kendinin bilincinde olmayan tininin) bir yansımasıdır ve felsefe olmaktan ziyade dinsel bir tasarım niteliği taşımaktadır.'' (Sayfa: 158)
*
Bir Miras Olarak ''Αρχη'' (Birdal Akar-Celal Sabancı):


''Miletos'tan önceki yüzyıllarda hep Homeros ya da Hesiodos gibi, yaradılış düşüncesine yaslanan şairlerin kurgulamalarıyla temellendirilen dünya ve evren varlığına, ilk defa Miletos'ta bilimsel yöntemle yaklaşılmış ve dolayısıyla varoluş üzerine yapılan tartışmaların yönü kozmogoniden kozmolojiye evrilmiştir.'' (Sayfa: 164)
*
Miletli Filozoflar (Cemal Güzel):
*
''Yine Thales'le, düşünsel alanda, XVIII. yüzyıla kadar sürecek bir durum da başlar: filozof ile bilgin ayrı ayrı kişiler değildir, aynı kişinin kafasında bilim ile felsefe yan yanadır. Thales hem bilgin hem filozoftur. Felsefenin kendisiyle başlatıldığı Thales ilk astronomdur da. İ.Ö. 585 yılının Mayıs ayında gerçekleşmiş güneş tutulmasını da önceden bilmiş, Miletlilere söylemiş. Geometride de çeşitli konularda ilk kez dile getirilmiş açıklamaları olduğu da biliniyor. İnsan gölgesinden yola çıkıp piramitlerin yüksekliğini hesaplamak, birbirini kesen iki doğruda ters açıların eşit olduğu teoremi bunlardan bazıları.
Nedir, Thales, günümüzde felsefeye ilişkin alaysı tutuma muhatap olmuş ilk filozofmuş gibi de görünmektedir. İncelemek için yıldızlara bakarken kuyuya düşen, çığlıklarını duyan Trakyalı köle kızın ''daha bastığın yeri görmezken nasıl olur da gökyüzü hakkında her şeyi bilmek istersin.?'' sorusuyla karşı karşıya kalır. Bu 2500 yıl önce felsefenin karşı karşıya kaldığı ilk önemli saldırıdır. (Felsefenin bu saldırıyı bugün de savuşturup savuşturamadığı ayrı bir tartışma konusudur).'' (Sayfa: 182)
*
Doğa Felsefesinden İnsana Miletli Filozoflar (Berfin Kart):
*
''Miletli Anaksimandros'a göre, ''ilk canlılar dikenli kabuklara sarılı olarak yaşlık içinde meydana gelmişler, yaşları ilerleyince kuru yere çıkmışlar, kabuğun çepeçevre yırtılması ile kısa bir zaman başka bir şekilde yaşamışlar. - Başlangıçta insanların başka kılıktaki canlı varlıklardan meydana geldiğini söylüyor, çünkü ötekiler az zamanda kendiliklerinden yiyeceklerini buluyorlar, yalnız insan uzun süre bir bakıma gereksinim gösteriyor; bundan dolayı başlangıçta da kendini bu şekilde kurtarıp yaşatamazdı. - İnsanların ilk önceleri balıklar içinde meydana geldiklerini ve köpek balıkları gibi büyüdüklerini ve kendilerine bakabilecek hale geldikten sonra karaya el attıklarını anlatıyor'' (Kranz, 1994: 33) Dünyalar, Anaksimandros'ta evrime uğramıştır. Dünyaların ortaya konulduğu başlangıçsız ve bitimsiz bir devini vardır. Hayvan krallığında da bir evrim bulunmaktadır. Canlı yaratıklar güneşle buharlaşan nemli ana öğeden doğmuş, insan da öbür bütün hayvanlar gibi balıklardan. Başka tür hayvan da karışmış olmalı insanın özüne. Yoksa, insan uzun süren çocukluğu ardından özelliğini koruyamazdı (Russell, 2000: 148)'' (Sayfa: 197)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...