27 Şubat 2022 Pazar

Bedrettin Cömert - Croce'nin Estetiği


Giriş

*
Tükenmeyen Bir Soru: Sanat Nedir.?
*
Sanatın doğası üzerine kafa yormuş düşünürlerin hemen hepsi, şimdiye dek şu soruya doyurucu bir yanıt bulmaya çalışmışlardır. Sanat nedir.? Bu soruya verilen tüm yanıtlar tarihsel süreç içinde birbirini tamamlayan ve birbirini gerektiren bir zincir oluşturmuşsa da, yanıtlara tek tek baktığımızda önerilen çözümlerin, açıklamaların çoğunun tümden birbirinden ayrı, hatta kimi zaman da birbiriyle çelişir olduğunu gözlemliyoruz.
Sanatın birden çok tanımının yapılması, dolayısıyla tanımlar arasındaki ayrılık, düşünce tarihi açısından bir gereksizlik olarak görülmemelidir elbette, çünkü ''Sanat nedir.?'' sorusuna verilen her yanıt, sanatın doğasına ilişkin her tanım, sanat diye bildiğimiz çok karmaşık olgunun değişik bir yanını aydınlığa kavuşturmuş; insanları sanat yapıtından daha çok, daha derin haz alma konusunda daha bilinçli kılmıştır.
İnsan yaşamı sürekli bir oluşum ve devingenlik içinde sürdüğüne, buna koşut olarak da ''tarih'' adını verdiğimiz kesintisiz süreç giderek yeni düşünce ve duygu birikimleriyle varsıllaştığına göre, tanımların saltık, değişmez geçerliliğinden söz etmek olanaksızdır. Tanımların geçerliliği yer ve zaman koşullarıyla bağımlı olacak ve tutarlı her yeni tanım karşısında bir önceki tanımın etkisi ve geçerliliği ister istemez azalacaktır. Ama yine kaçınılmaz bir biçimde, her tanımda, sanat gerçeğini birazcık olsun yansıtan; sanatsal deneyimi aydınlatan; beğeniye, geriye dönüşü engelleyen bir boyut kazandıran öz kalacaktır. İşte, insanın sanat düşüncesine ilişkin geçmiş'ini şimdi'nin somutluğunda eritip özümleterek gelecek'e bağlayan şey, insanlığın tarihsel kalıtımı olarak geride kalan bu özlerin kesintisiz bir süreçte birbirini tamamlamasıdır.
Evet, sanat nedir.? Günümüzde bu soruya, bundan, örneğin yarım yüzyıl öncesinde olduğu gibi, yer ve zaman koşullarını hesaba katarak bile, kesin bir yanıt vermek, başka bir deyişle bu soruyu bir tanımla yanıtlamak yalnızca güç değil, aynı zamanda olanaksız. Çünkü, ''makine yapan makine'' çağımızda, bilimin kesinliklere değil, olasılıklara dayandığı çağımızda sanatı da bu ''olasılıklar uygarlığı''nın dışında düşünmek biraz çağdışı olur herhalde.
*
1938'de ölen Alman düşünürü Edmund Husserl'in, ölümünden sonra 1954 yılında yayımlanan ''Avrupa'da Bilimlerin Bunalımı ve Transandantal Fenomenoloji'' adlı yazısı, bu açıdan özel bir önem taşıyor. Özzetle şunları söylüyor Husserl bu yazısında. (Sayfa: 11-12)


Sanatı Tanımlamak Gerekli Mi.?
*
Geleneksel metafizik felsefenin 19. yüzyılın sonlarından itibaren önemini yitirmesi sonucunda, Avrupa kültürü bunalıma girmiştir. Düşünce adamı artık pratik olayların karışık denizinde kendini kaybetmeye başlamış, kuşkuculuğun ve us gücüne güvensizliğin kurbanı olmuştur. Oysa yaşam, ne olayların düzensiz bir biçimde birbirini izleyişi, ne de karanlıkta bir sendelemedir. Şeylerde bir doğrultu, bir ereklilik, bir düzen vardır. Bu doğrultunun, bu erekliliğin, bu düzenin kesin ve saltık olmadığı doğrudur; tarihsel evrim gerektiğinde, her doğrultu, her ereklilik, her düzen, yerini yeni bir doğrultuya, yeni bir erekliliğe, yeni bir düzene bırakacaktır, ama bu durum, düşünceye, elverişli bir araştırma alanı sağlaması bakımından yeterlidir de. Felsefe ancak metafizik istemlerini bir yana bıraktığı, çözümlemelerini tarihsel olarak sınırladığı zaman yaşamını sürdürebilecektir. Kategoriler ve tanımlar yine olanaklı olacak, ama hiçbir zaman evrensellik ve ölmezlik savında bulunamayacaklar.
Husserl'e göre, her şeyi oluşturan öğenin ne olduğunu sormak yararsız bir çabadır. Dolayısıyla, ''Sanat nedir.?'' diye sormak da yersizdir. Bu soruların karşılığını yaşamın kendisi, yaşadığımız deneyimlerin kendisi verecektir. Deneyimlerimiz, insanların yaşamında sanat diye bir şeyin varlığını açıkça gösteriyor. Yine deneyimlerimiz, aynı açıklıkla, sanatın örneğin siyasetten veya tarımdan değişik bir şey olduğunu da gösteriyor. Bu yanıtlar, gerçekliğin ne olduğuna, niçin olduğuna bir yanıt değil, gerçekliğin görünüşünün betimlenmesidir, yani fenomenolojisi'dir. Ne var ki böyle bir betimleme, olaylara düzen ve anlam veren bir betimlemedir. (Sayfa: 12-13)


Sanatın Çağımızdaki Kurtuluşu
*
Çağımızın bir İtalyan düşünürü olan Antonio Banfi de (öl. 1957) aynı kanıda. O da Husserl gibi, kapalı dizgeye (sisteme) dayanan felsefelerin bunalıma girdiğini düşünüyor. Özellikle yüzyılımızın birbirini hızla izleyen olguları, yazın ve figürlü sanat alanındaki bunca tedirginlik ve yüzyılların kurulmuş düzenini altüst eden bilimsel kuramlar karşısında, metafizik çözüm yolları geçersizliğini göstermiş, yaşamı ve tarihi açıklayamaz hale gelmiştir. Eğer bu durumda, kuşkuculuktan, usdışı tutumlardan kurtulmak istiyorsak, usumuzun saplantıcılıktan sıyrılması, kendini somut yaşantının içinde doğrulaması ve eleştirel bir tavır takınması gerekmektedir. Banfi'nin önerdiği eleştirel usçuluğun sonucu olarak da felsefe, yaşamın çok yönlü, çok karmaşık kesimleri üzerinde bilgi kurmaktan vazgeçerek, kendini basit bir yönteme indirgemek zorundadır.
Banfi, çağdaş kültürün ve uygarlığın içinde bulunduğu bunalımı, sanatlar için olumlu bir etken saymaktadır. Bu banalım, sanatların kapalı kalıplarını kırmış, onları yaşama açmıştır. Hegel, yanlılarının sandığı gibi sanat ölmemiş, sanatın kısıtlayıcı biçimi ölmüştür. Sanat gerçek yaşamına asıl şimdi başlamaktadır. Son yılların özelliğini oluşturan çeşit çeşit akım ve sanat anlayışları, bağımsızlığını yeni kazanan bir gücün kendini gerçekleştirmesidir.
Bu nedenle sanatı tanımlamak boştur, çünkü sanat, özelliği uyarınca, tanımı reddeder, çünkü sanat hiçbir zaman uzun süre bir tanım kalıbına bağlı kalamaz. Sanat, yalnızca yapılır. O, ancak yapıldıktan sonra bir şeydir. ''Sanat nedir.?'' sorusu Galilei öncesi bir sorudur. Bu soruyu yanıtlamaya yeltenmek, sanatçılar ve eleştirmenler karşısında kural koyucu bir tavır takınmak olur. Bu da, sanatın yaşantısına saygısızlık demektir.
Günümüz İtalyan estetikçilerinden Dino Formaggio da Arte adlı yapıtını şu tümceyle açıyor: ''İnsanların sanat adını verdikleri her şey sanattır''. Görüldüğü gibi bu da bir tanım değildir.
Bu koşullarda, sanatın tanımlanması yolunda gösterilen çabalar boşa mı harcanmış oluyor.? Şunu çekinmeden söyleyebiliriz: Bir ozanımızın da dediği gibi, ''inanmıyorum demek bile bir yerde inanmak gibi bir şey'' olduğuna göre sanatın tanımlanamayacağını ileri sürmek de bir anlamda onu tanımlamak oluyor. Ne var ki, bu ''olumsuz'' tanımların, yani tanımlamadan çekinişlerin, aslında bizi daha gerçekçi bir yönteme götürdüğü ileri sürülebilir. Metafizik estetiğin yaptığı gibi, her yer ve her zaman için geçerli olan ve sanatı sanat yapan öğenin yakalanması, bulunup saptanması türünden, somut insan yaşantısına ve dural olmayan bir tarih anlayışına aykırı davranışları sanat felsefesine ilke yapıp her türlü gelişmeyi tıkamaktansa, kuşkudan ve tanımsızlıktan yola çıkmak, daha sağlıklı olur kanısındayız. Kuşkunun yerini rahat güvenin aldığı her çağda, düşüncenin yozlaşıp tıknefes olduğuna tanık olmuşuzdur. Bu yüzden, kuşkuculuğu ilke yapmaksızın, kuşkuların tedirginliğinden korkmadan gerçeği bulmaya çalışmak, en doğru yol olsa gerektir. (Sayfa: 13-15)


Çağımızın Bir Sanat Kuramcısı: Benedetto Croce
*
Benedetto Croce'nin estetiğinde de, sanatın kesin bir tanımıyla karşı karşıyayız. İlk kez 1900'lerde ilk biçimini alan bu tanım, Croce'nin tüm yaşamı boyunca sürekli bir gelişim sürecinde yoğrulmuşsa da, özde aynı kalmıştır.
Ne var ki, sanatın tanımını yapması ve dizgesel bir düşünce düzenine sahip olmasına bakarak, Croce'yi ''metafizik'' diye nitelendirme yanlışına düşmemek için de çok dikkatli olmalıyız, çünkü o, metafizik olan her şeye yazdığı her satırda karşı çıkmış, tarihselliği savunmuş, insan yaşantısının somutluğunu hiçbir zaman gözden ırak tutmamıştır. Bu nedenle, Croce'nin sanat tanımının, ''bir tanımda soyutlanamayacak'' özelliklerini ancak bu tanım girişiminin ayrıntılarına inip kavrayabiliriz.
''Bilindiği gibi Estetik, yeni bir felsefi bilimdir. Adının geçmişi ise iki yüzyıl öncesine uzanır ancak. Croce'nin kendisinin de bir yazısında açıkladığı üzere Estetik, yalnızca 'dini bütün olmayan' 18. yüzyılın yaratabileceği iki 'dünyasal' bilimden biridir. Ötekisi de ekonomidir. Estetik'in doğabilmesi için, sanata, Mantık ve Ahlak'tan bağımsız bir gerçeklik ve geçerlilik tanınması gerekiyordu. Romantizm, bu bağımsızlığın, insanı kendinden geçiren taptaze bir bulgusudur. Romatizm, sanatsal etkinliğin tüm özelliklerinin ayırdına varmıştır. Sanatın özgünlüğü ve yaratıcı yeteneği, katışıksızlığı ve kendiliğindenliği, esin ve düş olarak düşlemsel doğası, her türlü kuralı yadsıyan üstün özgürlüğü, gönlün bir ezgisi olarak lirikliği, bireyselin sezgisi olma niteliği, sonsuz ve yüce duygusu.
Ne var ki Romantik Okulun bulguları 'düşünce ve parçacıklar' halinde kaldı. Romatik bir estetikten söz edilerek, Herder'in, Sclegel'in, Novalis'in, Scheiermacher'in, Schelling'in hatta Hegel'in adı anılabilir ve bunlara öncü Vico'nun, Foscolo'nun, De Sanctis'in adı da eklenebilir, ama ruhsal yaşamın genel bir görünümü içinde, sanat kuramının bir dizge olarak gerçekleştirildiği söylenemez. Bu ereğe en çok yaklaşan Hegel, sanatı felsefenin altında düşünmüş, Schelling ise sanatı gizemsel bir birleşme davranışı olarak görmüştür.
Romantik atılımın örgensel (organik) bir bireşime ulaşamadan sönmesinden sonra gelen pozitivizm, ruhbilimin, patolojinin ve toplumbilimin açıklamalarına başvurmuştur. Croce'nin Estetik adlı yapıtı, İtalyan kültürüyle birlikte bir bölüm Avrupa kültürünün de pozitivizmden kurtulmasını sağlayan nerdeyse, beklenmedik bir olay olmuştur.''*
*
Dipnot: Carlo Antoni, Commento a Croce, Neri Pozza Editore, Venezia 1955, s. 156-157 (Sayfa: 15-16)


Önce Estetik:
*
''Bir bütün, bölümleri olduğu için, o bölümlerin kendisi olduğu için ancak bütün'dür; bir örgenli (organizma, örgenleri ve işlevleri olduğu için, o örgenlerin ve işlevlerin kendisi olduğu için örgenlidir; bir birlik, ayrımlamalar içeriyorsa ve ayrımlamaların birliğiyse ancak kabul edilebilir. Düşünceye, birliksiz ayrımlama kadar, ayrımlamasız birlik de aykırıdır.''
*
Croce (Sayfa: 19)


Ruh Felsefesinin Kategorileri:
*
''İnsan, kuramsal yolla, şeyleri kavrar; pratik yolla ise onları değiştirir. Birincisiyle evreni kendinin yapar, ikincisiyle onu yaratır. Fakat birinci biçim ikincisinin temelidir. İstemden bağımsız bir bilgi bir anlamda düşünülebilir, ama bilgiden bağımsız bir istenç olanaksızdır. Kör istenç, istenç değildir; gerçek istencin gözleri vardır.''
*
Croce, Estetica, s. 54 (Sayfa: 22)


Kategorilerin Dairesel Bağlamı:
*
''İlkesi, başka bir etkinliğin ilkesine bağlı bir etkinlik, özde, o başka etkinliktir. Dolayısıyla ahlaka, hoşlanmaya veya felsefeye bağlı sanat da, sanat değil, ahlak, hoşlanma veya felsefedir. O halde, sanatın bağımsız olduğunu savunuyorsak, bu bağımsızlığın neye dayandığını, yani sanatın ne yolla ahlaktan, hoşlanmadan veya felsefeden ve tüm öteki etkinliklerden ayrıldığını araştırmak gerekir.'' (Sayfa: 23)
*
BÖLÜM I
CROCE'NİN ESTETİK DİZGESİNİN TEMEL ÇİZGİLERİ


Sanat Bireyselin Bilgisidir:
*
''Genellikle sanat adını verdiğimiz şey, her zamanki sezgilerden daha geniş ve karmaşık sezgiler yakalar; ama sezgilediği şey, her zaman duyumlar ve izlenimlerdir. Sanat, ifadenin ifadesi değil, izlenimlerin ifadesidir.''
*
Croce (Sayfa: 33)
*
DİPNOT: ''..İçine en az çıkar olsun karışmış güzellik yargısı, yanlı bir yargıdır, katışıksız bir beğeni yargısı değildir. Beğeni konusunda yargı verebilmek için, şeyin varlığıyla hiç ilgilenmemek, bu bakımdan tümden ilgisiz kalmak gereklidir.'' (Sayfa: 34) (Kant)


Sanat Ahlak Değildir:
*
''Dante'nin Francesca'sını ahlaksız veya Shakespeare'in Cordelia'sını ahlaklı diye yargılamak (Francesca ve Cordelia'nın görevleri yalnızca sanatsaldır. Onlar, Dante'nin ve Shakespeare'in gönüllerinin müziksel notalarıdır), dörtgeni ahlaklı veya üçgeni ahlaksız diye yargılamak gibi bir şey olur.. Sanattan istenen, insanları iyiye yöneltmek, kötüden tiksindirmek ve görenekleri düzeltip iyileştirmek görevi, ahlakçı öğretinin bir kalıntısıdır. Bu öğreti, sanatçılardan, kitlelerin yurttaşlık eğitimine katkıda bulunmasını, halkın ulusal veya savaşçıl duygularını güçlendirmesini, alçakgönüllü ve çalışkan yaşam ülkülerini yaygınlaştırmasını istemiştir. Bütün bunları, nasıl ki, geometri bilimi yapamaz ve yapamadığı için de saygınlığından bir şey yitirmez, aynı şekilde sanat da yapamaz.''
*
Croce (Sayfa: 38)
*
SEZGİNİN BELİRLENMESİ


Sezgi Liriktir:
*
''Katıksız sanat yapıtlarında hayran kaldığımız şey, bu yapıtlarda bir ruh durumunun ulaştığı, yetkin düşlemsel biçimdir. Biz buna, sanat yapıtının canı, birliği, sımsıkılığı, doluluğu diyoruz. Yetkinliğe erişememiş ya da yapmacık sanat yapıtlarında sevmediğimiz şey ise, bir ya da birden çok ruh durumunun birliğe kavuşamamış çatışmasıdır.''
*
Croce (Sayfa: 45)
*
Sezgi Katışıksızdır:
*
''..şiire ne duygu, ne imge, ne de ikisinin toplamı denilebilir. Şiir, 'duygunun içseyri' veya 'lirik sezgi', ya da kendisini oluşturan imgelerin gerçeklik veya gerçeksizliklerine ilişkin her türlü tarihsel ve eleştirel bağıntıdan arınmış ve yaşamın, gündeliklikten sıyrılmış salt, katışıksız atışını yakaladığı için, katışıksız sezgi'dir.
Katışıksız sezgi, ussal ve mantıksal bağıntılardan arınmış olabilmek için, duygu ve tutkuyla doludur; başka bir deyişle, yalnızca bir ruh durumuna sezgisel ve ifadesel biçim verir, bu nedenle de, görünüşteki o soğukluğun altında sıcaklık vardır ve her gerçek sanat yaratısı, yalnız salt liriklik olmak koşuluyla katışıksız sezgidir.''
*
Croce (Sayfa: 46)
*
Sanat Kuramsallaştırılmış Duygudur:


''Katışıksız sezgide veya sanatsal tasarımda, her tek'in yüreği tüm'ün yaşamıyla çarpar ve tüm, her tek'in yaşamının içindedir; ve gerçek anlamdaki her sanatsal tasarım aynı zamanda hem kendisi hem de evrendir; o bireysel biçimde evren ve evren olarak o bireysel biçimdir. Ozanın her sözcüğünde, onun düşgücünün her yaratısında; tüm insanlık yazgısı, tüm umutlar, tüm düşler, acılar ve sevinçler, insanların büyüklükleri ve küçüklükleri, acı çekerek ve sevinerek hiç durmadan kendi üstünde oluşan ve çoğalan gerçek'in iç dramı vardır.''
*
Croce (Sayfa: 47)


Katışıksız Sezginin Yaşanma Koşutu:
*
''Günlük yaşamda, duyumların ardından hemencecik düşünmeler ve istemeler gelir, onu, başka duyumlar, başka düşünmeler, başka istemeler izler. Bu ardışık, ne denli hızlı olursa olsun, katışıksız sezginin gerçekleştiği ilk anı ortadan kaldıramaz. Bu ilk an, çoğalarak ve yayılarak, sanat yaşamını oluşturur. Bu ilk an olmadan, büyük ateş gelmez. Gerçek anlamda sanatçı, katışıksız duyum veya sezgi anını, başkalarına göre daha uzun sürdürebilen ve başkalarının da sürdürmesini sağlayacak güçte olan kimsedir.''
*
Croce (Sayfa: 49)
*
SEZGİ VE İFADE
*
Sezgi ve İfade Özdeştirler:
*
''Sanatçı ruhsallığını çok iyi incelemiş kimseler şunu söylüyor: Bir insanı çok hızlı bir bakışla görme eyleminden, resmini çizecek kadar onu gerçekten sezgilemeye geçtiğimizde, canlı ve açık-seçik gibi gelen ilk görüntünün pek bir işe yaramadığının ayırdına varır ve bir kukla bile çizmeye yetmeyecek birkaç izlenimden başka bir şeyimiz olmadığını görürüz. Resmi yapılmak istenen kişi, sanatçının karşısında, bulgulanması gereken bir dünya gibi durur. Michelangelo, 'elle değil, beyinle resim yapılır' diyordu. Leonardo, Son Akşam Yemeği freskosunun önünde, elini fırçaya sürmeden günlerce durmakla, Grazie kilisesi baş rahibini şaşırtıyor ve 'üstün zekâlı kimseler bazen çalışmadan daha çok iş çıkartırlar, çünkü yaratıyı uslarıyla ararlar' diyordu. Ressam, başkalarının duyduğu veya sezinlediği, ama göremediği şeyi gördüğü için ressamdır.''
*
Croce (Sayfa: 51)
*
Sanat ve Teknik:
*
''Tüm varlığından sonsuz oluklar halinde fışkıran ifadeleşmiş imgelerle titreşen sanatçı, tüm insandır, bunun için de, aynı zamanda pratik insandır ve pratik insan olarak, ruhsal emeğinin sonucunun yok olmasını önlemek ve hem kendisi hem de başkaları için imgelerinin yeniden üretimini olanaklı kılmak, kolaylaştırmak amacıyla araçlara başvurur. Bunun sonucu olarak da, yeniden üretme işlemine yarayacak pratik edimler meydana getirir. Bu pratik davranışları, başka herhangi bir pratik davranış gibi, bilgiler yönetir, bu nedenle de onlara teknik davranışlar denir.'' (Sayfa: 58)
*
''Bu iki etkinlik biçimi birbirinden o kadar iyi ayrımlanmıştır ki, örneğin şiirlerinin matbaa provalarını kötü düzelten bir ozan, elverişsiz gereç kullanan veya statik yasalarına yeterince dikkat etmeyen mimar, çabucak bozulan boya kullanan ressam gibi, hem iyi sanatçı hem de kötü teknikçi olunabilir.. Fakat olanaksız bir şey varsa, o da, şiirini kötü yazan büyük ozan, renkleri yakıştıramayan büyük ressam, çizgileri uyumlaştıramayan büyük mimar, tonları uyuma sokamayan büyük besteci, yani kendini ifade etmesini bilmeyen büyük sanatçıdır. Raffaello hakkında, elleri olmasaydı da büyük bir ressam olurdu denilmiş, ama, çizim duygusu olmasaydı da büyük ressam olurdu denilmemiş.'' (Sayfa: 59)
*
Croce
*
İfadenin Bölünmezliği:
*
''Sezgi-ifadelerin sınıflandırılması belki kabul edilebilir, ama bu sınıflandırma felsefi değildir. Her bir ifadesel olgu bir bölünmezdir.. Yalnızca izlenimler, yani içerikler değişir; her içerik, bir ötekisinden değişiktir, çünkü yaşamda hiçbir şey yinelenmez; içeriklerin sürekli değişmesi karşısında, izlenimlerin estetik bireşimleri olan ifadesel biçimlerin indirgenemez çeşitliliği vardır.
Bunun mantıksal sonucu da, bir çanaktan değişik biçimdeki başka bir çanağa sıvı dökercesine, bir ifadeyi başka bir ifadeye dökme savında olan çevirilerin olanaksızlığıdır. Önceden estetik biçimde işlenmiş şey mantıksal olarak işlenebilir elbette; ama, önceden estetik biçimine kavuşmuş şey, başka bir estetik biçime de indirgenemez. Nitekim her çeviri ya azaltır ya da bozar; başka bir deyişle, ilk ifadeyi döküm kabına koyarak ve çevirmen denen kişinin kişisel izlenimleriyle karıştırarak, yeni bir ifade yaratır..''
*
Croce (Sayfa: 63)
*
Şiir (Sanat) ve Dil Özdeşliği:
*
''Dil felsefesi ve sanat felsefesi aynı şeydir.
Dilbilimin Estetikten değişik bir bilim olması için, konusunu, estetik olgu olan ifadenin oluşturmaması gerekir, yani dilin ifade olduğunu yadsımak zorunluluğu vardır. Oysa, hiçbir şey ifade etmeyen bir dizi ses, dil değildir; dil, eklemli, sınırlanmış, ifade amacıyla örgütlenmiş sestir. Öte yandan Dilbilimin, Estetik'e göre özel bir bilim olabilmesi için, özel ifadeler sınıfını edinmesi gerekir. İfadelerin sınıflandırılamayacağını daha önce göstermiştik zaten.''
*
Croce (Sayfa: 64-65)
*
Dil Anlayışı:


''Eğer şiir ayrı bir dil, bir ''Tanrılar dili'' olsaydı, insanlar onu anlayamazlardı. Şiir insanları yüceltiyorsa, onları kendilerinin üstünde değil, kendi içlerinde yüceltir.''
*
Croce (Sayfa: 65)
*
''Dil, sürekli yaratmadır; sözle bir kez ifade edilen şey, bir daha yinelenemez. Yinelense de, önceden üretilmiş olanın yeniden üretimi biçiminde olur bu. Her yeni izlenim, sürekli ses ve anlam değişikliklerine, yani hep yeni ifadelere götürür. O halde örnek dil aramak, devinimin devinimsizliğini aramak demektir.
Dilin katıksız gerçekliğinden bir şeyler kavrayabilmenin ilk koşulu; dilbilgisini ve tümcenin tüm bölümlerini, her türlü sözcük ayrımlarını tümden unutmaktır. Sert dilbilgisi kabuğu kırıldıktan sonra ancak, dil ırmağının (şiir ırmağının) başlangıçtaki gücüyle, pırıl pırıl ve taptaze aktığı görülür.''
*
Croce (Sayfa: 66)
*
İfade Çeşitleri:
*
''..'Yazınsal ifade'nin bulgulanmasının en büyük değeri, şiir olmayan her şeyi, ivediliğe kapılarak, çirkine ve karşı-şiir'e indirgememek; şiirsel olmadıkları halde şiir duyarlığını ve beğenisini incitmedikleri, benzer bir şiir havası yarattıkları için geniş bir alanı kapsayan şiirsel olmayan ifadeleri meşru kılmak olmuştur.''
*
Croce (Sayfa: 69)
*
''Şiirsel ifade ile düz ifade arasındaki ayrımla ilgili sorun, Aristoteles tarafından çözülmüş sayılır. Aristoteles, ölçüyle yazılmış felsefe kitaplarının olacağı gibi, serbest ölçüyle yazılmış şiirlerin de bulunacağını göstermiştir.''
*
Croce (Sayfa: 71)


''Düz ifade, simge veya gösterge olduğundan dolayı, sözcük değildir. Bu durum, şiirin, 'insan türünün ana dili' olduğunu ve 'ozanların dünyaya düzyazıcılardan önce geldiğini' belirten özdeyişlerin derin anlamını ortaya koyar.''
*
Croce (Sayfa: 72-73)
*
Yazınsal İfade:
*
''Yazınsal ifade, nezaket kuralları gibi, uygarlığın ve eğitimin bölümlerinden biridir. Yazınsal ifade; şiirsel olmayan ifadelerle, şiirsel ifadeler arasında, şiirsel olmayanlar yadsınmadan, ama aynı zamanda şiir ve sanat bilinci de incinmeden, gerçekleştirilen uyumdur. Bu nedenle eğer şiir insan türünün anadiliyse, yazın da, onun uygarlık eğiticisi veya eğiticilerinden biridir.
Bu iki ifade düzeni arasındaki denge, birini ötekisi uğruna harcayarak değil, her ikisini de dikkate alarak, her ikisinin de yeni ifadede ılımlaştırılmasıyla sağlanır.'' (Sayfa: 74)
*
''Yazın da, sıcaklığı, kendiliğindenliği, 'içten gelerek yazma'yı gerektirir. Hiçbir zaman meslek haline gelmez, yoksa inanmışlık, ya da içtenlik eksik olunca, içi boşalır, soğuklaşır, topallar, kulağı tırmalar, kısacası köyü yazım olur.'' (Sayfa: 75)


''Şiir ritimdir, melodidir, uyumdur. Estetik biçimsellik, yani yazın, tüm bu özellikleri ödünç alır ve felsefenin, tarihin, bilimin, tutkuların gerçekliğine bir ritim, bir melodi, bir uyum katar.''
*
Croce (Sayfa: 76)
*
BÖLÜM II
*
SEZGİ-SANAT ÖZDEŞLİĞİNİN VE ROMANTİK DİL ANLAYIŞININ ELEŞTİRİSİ
*
Antonio Aliotta'nın Croce'ye eleştirilerinden:


''Bir tabloyu algılamakla onun estetik olarak seyrine dalmak aynı şey değildir. Hatta, algı, içseyrinin öncülüdür, çünkü bir nesne, algılanmadan seyredilemez.'' (Sayfa: 85)
*
Şiirsel İmgenin Ussallığı:
*
''..sezgici estetik anlayışına, en köklü ve çağdaş eleştiriyi Galvana Della Volpe getirmiştir. Della Volpe, bu eleştirisinde, en yeni bilimin ilkelerinden de yararlanarak, konuya gerçekten bilimsellik kazandırmıştır.
''Romantik kalıtım ve ona özgü estetik gizemcilikle yüklü (şiirsel 'imge' veya 'imgelem' terimi, bugün hâlâ Estetik'in ve edebiyat eleştirisinin karşılaştıkları en büyük engeli oluşturmaktadır. Bir yandan şiirsel 'imgenin' hakikat taşıyıcısı olduğu söyleniyor, ama öte yandan bunun us veya düşüncenin imgede örgensel olarak varoluşundan gelmediği örtülü olarak öne sürülüyor. Yani, us veya söylem (discorso) veya düşünce, şiirin başlıca düşmanı sayılmakta devam edilirken, 'imgenin' bir 'hakikat oluşu', dolayısıyla evrenselliği ya da tümelliği ve bilgi değeri üzerinde diretiliyor ve buna da 'sezgisel' deniyor. İlk bakışta şiirin özünden gelen ve aşılması olanaksız bir çıkmaz gibi gözüken bu çelişki, aslında, geleneksel-romantik-ruhçu (Hıristiyan-kentsoylu) estetik görüşünün iç çelişkisinden başka bir şey değildir. Bu çıkmaz ancak, geleneksel-romantik-ruhçu (Hıristiyan-kentsoylu) estetik anlayışının kökten ve bütünüyle aşılmasıyla giderilebilir.'' (Sayfa: 88)
*
Şiirsel İmge Bir İmge-Kavram Bütünüdür:


''İmge, ne kadar anlamlıysa veya anlamla doluysa, o kadar açık-seçik, yani o kadar imgedir.''
*
Della Volpe (Sayfa: 90)
*
''Demek ki bir imge, ne kadar açık-seçik bir anlama bağlıysa, bizi o kadar heyecanlandırır ve kavrar. Kısaca, yalnız bizi inandıran imge, yani bir 'imge+anlam veya kavram', şiirsel olarak etkili olabilir.''
*
Della Volpe (Sayfa: 91)
*
''..yalnızca ''imgeler' veya 'sezgiler' aracılığıyla elde edilen sanatsal bir bilgiden söz etmek ve bu bilginin aynı zamanda ve örgensel bir birlik içinde kavramlar aracılığıyla da gerçekleştiğini belirtmemek, gizemcilik ve kötü bir dogmacılık olur.''
*
Antonio Aliotta (Sayfa: 91)
*
''Her ne kadar ilk bakışta aykırı gelse de, sanat dünyasında ve özellikle şiir dünyasında görülen eytişim (diyalektik), işte madde-us (ayrıtürden'ler) eytişimidir.''
*
Antonio Aliotta (Sayfa: 92)
*
Kavramın Olmadığı Yerde Biçim de Yoktur:


''Demek ki ozan, ozan olabilmek için, yani sonradan göreceğimiz o kendine özgü yolla da olsa, imgelerine biçim verebilmek için, tarihçiden ve genellikle bilim adamının yaptığından değişik olmayarak, sözcüğün en düz anlamında, düşünmek ve usavurmak, dolayısıyla, şeylerin doğruluğu ve gerçekliğiyle hesaplaşmak zorundadır.''
*
Della Volpe (Sayfa: 93)
*
Dilyetisi, Dil, Söz:


''Dil olmadan dilyetisinden söz edilemezse de, dili dilyetisiyle karıştırmamak gerekir. Dil bu yetinin hem toplumsal bir ürünüdür, hem de bu yetinin bireylerde işlemesini sağlamak amacıyla toplum tarafından benimsenmiş gerekli anlaşmalar bütünüdür.''
*
Ferdinand de Saussure (Sayfa: 96)


''Yalnızca başkalarını dinleyerek anadilimizi öğrenebiliyoruz. Anadilimiz, ancak sayısız deneyler sonucunda bir birikim oluyor beynimizde. Sonra, dilin evrimini sağlayan da sözdür. Dilsel alışkanlıklarımızı değiştiren şey, başkalarını dinleyerek elde ettiğimiz izlenimlerdir. Demek ki dille söz arasında karşılıklı bir bağımlılık var. Dil, sözün hem aracı hem ürünüdür. Ama bu gerçek, dil ile sözün kesinlikle ayrı iki şey olarak düşünülmesini engellemez.''
*
Ferdinand de Saussure (Sayfa: 98)
*
Göstergenin Değişmezliği:
*
''..hiçbir toplum dilini, önceki kuşaklardan kalan ve olduğu gibi kabul edilmesi gereken bir üründen başka bir biçimde tanımaz ve tanımamıştır. Bu nedenle, dilin kökeni sorunu sanıldığı gibi önemli değildir. Dilbilimin asıl konusu gerçek nesnesi; oluşmuş bir dilin doğal ve düzgün yaşantısıdır. Belirli bir dil durumu her zaman tarihsel etkenlerin ürünüdür. Dil göstergesinin niçin değişme olduğunu, başka bir deyişle niçin her türlü rastgele değiştirimlere karşı direndiğini bu etkenler açıklar.''
*
Ferdinand de Saussure (Sayfa: 105)
*
Dilde Dışlaşmayan Düşünce Bir Bulutsudur:
*
''Dil, kâğıda benzetilebilir. Düşünce kâğıdın yüzüyse, ses de tersidir. Kâğıdın tersini de kesmeden yüzünü kesemezsiniz. Aynı biçimde dilde, ne ses düşünceden, ne de düşünce sesten ayrılabilir. Böyle bir ayrım ancak bir soyutlamayla gerçekleşebilir. Ama bunun sonucu da, ya salt ruhbilim, ya da salt ses bilim yapmaktır.
Demek ki dilbilim, bu iki düzey öğelerinin birleştiği sınır bölgesinde çalışır: Bu birleşme, bir töz değil, bir biçim yaratır.''
*
Ferdinand de Saussure (Sayfa: 109)


Şiirin Ayırıcı Özelliği Anlamsal-Teknik Niteliktedir
*
Cevdet Kudret, Kuvâyı Milliye destanının arkasına eklediği notlarda, bazı dizelerin son biçimleriyle ilgili olarak kimi açıklamalar yapıyor. Örneğin, ''Mansur doğruldu apansızın/yana attı kendini/kaçıyor bayır aşağı'' dizeleri, çeşitli değiştirmeler sonunda, ''Mansur doğruldu apansızın/kaçıyor bayır aşağı'' biçimini almış. Ozanı böyle bir değişikliğe iten şey nedir.? Yalnızca soyut bir biçimsel kaygı mı.? Bu değişiklikler salt sözcüklerin yerini değiştirmek gibi yüzeysel bir işleme indirgenebilir mi.? Bir sözcüğü şuraya değil de buraya koymanın veya bir sözcüğü kaldırıp başkasını eklemenin anlamda doğuracağı sonuçlar var mıdır.? Varsa nelerdir.?
*
Gösteren Düzlemindeki Her değişiklik Bir Gösterilen (anlam) Değişikliğidir
*
Yukarıya aldığımız dizelerle ilgili olarak Kuvâyı Milliye destanındaki konunun özeti şöyledir: Kuvâyı Milliye yıllarında Kartallı Kâzım, köylerde teşkilât kurarak ''bizimkileri'' satan tercüman Mansur'u vur emri almıştır merkezden. Önce başına nişan alır Mansur'un, tutturamaz. Kurşun omzuna girmiş olmalıdır. Mansur, ters dönüp, beygirle kaçmaya başlar. Derken Kâzım ikinci kurşunu yetiştirir, peşinden üçüncüsünü. Önce sola yıkılır tercüman, sonra yere. Ama bir ayağı üzengiye takılır, kaçan hayvanın peşinden bir süre sürüklenir. Sonra kurtulur ayağı. Beygir koşarak yamaca sararken de, Mansur yıkılıp kalır olduğu yerde. Kartallı Kâzım, üzerinde casusların isimleri bulunan kâğıdı almak için Mansur'a doğru ilerler. Aralarında yalnız dört telgraf direği mesafe kalmıştır ki, Mansur ansızın doğrulur ve bayır aşağı kaçmaya başlar.
*
(N. Hikmet, Kuvâyı Milliye, baskıya hazırlayan Cevdet Kudret, Bilgi yayınevi, Ankara 1974, s. 81, 163, d. 1158-1160)
*
Ozan, ''yana attı kendini'' dizesini atarak ve 'apansızın' zaman zarfını 'ansızın' biçimine sokarak ne yapmayı amaçlamıştır.? 'Apansızın' zaman zarfı, eylemin ivedilikle meydana geldiğini belirtmesine karşılık olayın yarattığı gerilimin nesnel gelişimine oranla aşırı bir çabukluğu vurgulamakta, giderek şiirsel etkiyi kesintiye uğratmaktadır. Üç kurşun yemiş bir kimsenin kalkmasının 'apansızın' olması pek inandırıcı değildir. Oysa 'ansızın', daha az şiddette bir zarf olmaktan başka, zamanı belirtmenin ötesinde bir işlev de taşımaktadır. Bu dizelerde söylemek, pekiştirilmek istenen şey, Mansur'un, düştüğü yerden kalkış süresinin kısalığı değil, bu kalkışın korku içinde, telaşla gerçekleştiğidir. Zamanın çabukluğundan çok, eyleme eşlik eden ruhsal durum verilmek istendiğinden, 'ansızın' sözcüğü son biçim olarak kalmıştır.
Görüldüğü gibi, kimi öğelerin değiştirilmesi, soyut bir biçim oyununu değil, yani yalnızca dilin gösteren kesiminde olan bir değişimi değil, düşünce ve duyguların nesnelliğe ve gerçekliğe uygun olarak verilmesini amaçlamaktadır. Başka bir deyişle, gösteren düzleminde yapılan herhangi bir değişiklik, kaçınılmaz bir biçimde, gösterilen düzleminde bir karşılık bulmaktadır.
'Tercüman' cins adı yerine 'Mansur' özel adının konması, adı belirli bir kişiliğe dönüştürmekle, şiirsel düşünceyi daha iyi somutlaştırmaktadır. Gereksiz görüldüğü için andığımız parçanın son biçiminde yer almayan ''yana attı kendini'' dizesi ise, olayın gerçek sürecine oranla, abartılmış bir davranışı yansıtmaktadır, çünkü 'ansızın' doğrulmakla, 'bayır aşağı kaçmak' arasındaki zaman bütünlüğünü, kesintisizliğini, sürekliliğini bölmektedir.
Yine aynı destanın Mustafa Kemal'i anlatan, ''Sarışın bir kurda benziyordu/Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı/Yürüdü uçurumun başına kadar/eğildi, durdu/ Bıraksalar/ ince, uzun bacakları üstünde yaylanacak/Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak/ Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı'' ''ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak'' dizesi ilkin şöyleymiş: ''ve karanlıkta kayan bir yıldız gibi akarak''. Dikkat edilirse, 'akmak' ve 'kaymak' sözcüklerinin yer değiştirmesiyle dizenin anlamı da değişmiş, daha doğrusu bu anlam daha gerçek, daha nesnel bir kimlik kazanmıştır. Her ne kadar yıldız kayması diye bildiğimiz olayla ilgili olarak hem 'akmak', hem 'kaymak' fiilini ayrıntısızca kullanıyorsak da, insanın bir yerden başka bir yere hızla ve çabucak ulaşmasını, 'kaymak' fiili, 'akmak'tan daha gerçekçi bir biçimde vermektedir. Ayrıca 'kaymak', genellikle bir yüzey üzerinde gerçekleşen bir eylemken, 'akmak', daha çok boşluk düşüncesini çağrıştırır. Bu bakımdan, yukarıya aldığımız dizelerin bağlamında, 'akmak' yıldızı, 'kaymak' ise insanı niteleyen en nesnel belirlemelerdir.
*
Aynı yapıttan bir örnek daha verelim. İlkin, ''müntekim/güzel/ve rahat günlere inanıyordu'' olan dizeleri sonradan, ''öcalıcı, güzel ve rahat günlere inanıyordu'' olmuş, peşinden de, ''güzel, rahat günlere inanıyordu'' değişimiyle son biçimini almıştır.
Birinci biçimle ikincisi arasında yalnızca 'müntekim' sözcüğünün Türkçeleştirilerek 'öcalıcı' yapılması gibi bir ayrım var. Oysa üçüncü ve son biçimde, 'öcalıcı' sözcüğü tümden kalkmış, yalnızca 'güzel', 'rahat' sözcükleri bırakılmış. Yapıttaki bu dizelerle ilgili bağlamı dikkate alırsak, ''güzel, rahat günlere inanan'' kişinin, sarışın kurda benzeyen, şayak kalpaklı adam olduğu ortaya çıkıyor. Güzel ve rahat günler demek, karnı tok insanın özgürlük, bağımsızlık ve barış içinde yaşaması demektir. Güzellik nasıl bağdaştırılabilir kinle, öcalma duygusuyla.? Ozan, bu sözcüğü çıkarmakla, söyleyişindeki çelişkiyi de gideriyor, dolayısıyla dizenin anlamını daha inandırıcı, daha gerçek kılıyor. Ayrıca 've' bağlacının kaldırılmasıyla da, anlamın daha kesintisiz, daha yoğun bir ussallıkla iletilmesi sağlanmış oluyor. (Bedrettin Cömert, Şiirin Özgül Niteliği, ''Yeni Ufuklar'', İstanbul, Mart 1975, C. 22, n. 258, s. 25-29 (Sayfa: 114-117)
*
Gösteren Düzlemindeki Her Değişiklik Bir Gösterilen (anlam) Değişikliğidir:


Gösterenle gösterilen arasındaki, başka bir biçimde söylersek biçimle içerik arasındaki eytişimsel ilişkiye Gramsci de şu sözlerle dikkati çekiyor: ''İçeriğin biçimine göre bir önceliğinden söz edilebilir mi.? Evet, ama yalnızca şu anlamda: Sanat yapıtı bir süreçtir ve içerik değişimleri aynı zamanda biçim değişiklikleridir de; fakat, içerikten konuşmak biçimden konuşmaya göre 'daha kolay'dır, çünkü içerik mantıksal olarak 'özetlenebilir'. İçerik biçimi önceler dendiğinde, yalnızca şu söylenmek isteniyor: Yapıtın işlenişinde, ardıl girişimler, içerik adıyla gösteriliyorlar, o kadar. Doyurmayan ilk içerik aslında biçimdi de; doyurucu 'biçim'e ulaştığı zaman, içerik de değişmiştir.
*
Antonio Gramsci (Sayfa: 117)
*
BÖLÜM III
*
İFADE VE İLETİM:


''Gramsci, sorunu daha sağlam temellere koyarak şöyle eleştiriyor Croce'yi: ''Ozanlar niçin yazar.? Ressamlar niçin resim yapar.? Croce'ye bakılırsa, sanat yapıtı, sanatçının yalnız ve yalnız beyninde ''tam'' olduğuna göre, sanatçılar kendi yapıtlarını anımsamak için yazı yazıp resim yaparlar.. Burada aslında söz konusu olan sorun, 'insanın doğası' ve 'bireyin ne olduğu'dur. Birey, toplum dışında düşünülmez, dolayısıyla, tarihsel olarak belirlenmemiş hiçbir birey düşünülmezse, her bireyin her sanatçının, sanatçının her etkinliğinin toplumun, belirli bir toplumun dışında düşünülmesi olanaksızdır. Bu nedenledir ki sanatçı, yalnızca 'anımsamak' için, yalnızca yaratma anını yeniden yaşayabilmek için yazıp çizmez, yani düşgücü ürünlerini dışlaştırmaz; sanatçı, yalnızca düşgücü ürünlerini dışlaştırdığı, nesnelleştirdiği, tarihselleştirdiği için sanatçıdır.''
*
Antonio Gramsci (Sayfa: 133-134)


''Eğer bugün yurdumuzda, görsel ve plastik sanatlar alanında eleştiri düzeyimiz çok düşükse, bunun başlıca nedeni, her sanatsal etkinliğe, edebiyatın, şiirin merceğiyle bakma alışkanlığımızdır. Bu durumun elbette birçok ekonomik-toplumsal-kültürel, dolayısıyla sanatsal nedenleri var ve bu nedenler ayrıntılarıyla araştırılıp açıklanabilir. Ama bir resim sergisinin sunuş broşüründe, bu işten anladığını sanan, ama resme yalnızca bir konu gözüyle bakabilen bir edebiyatçının övücü sözlerini bulmak gündelik işlerdir bizde.''
*
Bedrettin Cömert (Sayfa: 135)

Agota Kristof - Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan (Çeviren: Ayşe İnce Kurşunlu) (Kapak Fotoğrafı: Nahide Dikel)


Arka Kapak:

*
Zamanın ve adın olmadığı bir coğrafyada, savaşın, felaketin, yoksulluğun ortasında anneannelerine emanet edilmiş küçük ikizler, bir yandan hayatı anlamaya çalışırken bir yandan da ne pahasına olursa olsun hayata sıkı sıkı tutunmaya çalışırlar. Gün gelir ikizlerin yolu ayrı düşer. Bir daha görüşebilecekler midir.? Belki de, sınırları aşmak, sadece mekânları ve kişileri değil, kimlikleri ve hatta geçmişi bile değiştirebilir..
*
Agota Kristof’tan savaş, yıkım, göçmenlik, kimlik, insanlık ve yazmak üzerine tüyler ürpertici bir üçleme.
*
BÜYÜK DEFTER
*
Görevler:
*
Anneanne yemekte, "Anladınız, yemeği ve yatağı hak etmek lazım" diyor.
"Öyle değil, çalışmak çok zor, ama hiçbir şey yapmadan seyretmek daha da zor, hele çalışan yaşlıysa."
Anneanne kıkırdıyor. "İtoğlu itler.! Bana acıdığınızı mı söylüyorsunuz.?"
"Hayır, Anneanne. Yalnızca kendimizden utandık." (Sayfa: 15)
*
Bellek Güçlendirme Alıştırmaları:
*
"Annemiz bize, "Canlarım. Aşklarım. Mutluluğum. Tapılacak bebeklerim" derdi.
Bu sözcükleri hatırlayınca gözlerimiz doluyor.
Bu sözcükleri unutmalıyız, çünkü artık kimse bize böyle şeyler söylemiyor, bu sözcüklerin anısı da taşınamayacak kadar ağır." (Sayfa: 24)
*
Asker Kaçağı:
*
''Yiyecekler ve battaniyeyle geldiğimizde, ''Çok iyisiniz'' diyor.
''İyi olmak istemiyoruz. Bunlara gereksiniminiz olduğu için getirdik. Hepsi bu.''..'' (Sayfa: 41)
*
Tiyatro:
*
''Yoksul havayı koklayıp, ''Oysa burası sıcak çorba kokuyor'' diyor.
Zengin, ''Benim evim çorba kokmaz; evimde kimse çorba pişirmez. Koku komşulardan geliyor ya da sizin düşünüzdeki çorbanın kokusu bu.! Siz yoksullar, aklınız fikriniz midenizde. Bu yüzden de hiçbir zaman paranız olmaz. Kazandıklarınızın tümünü çorbaya ya da sucuğa yatırırsınız. Domuzsunuz sizler. İşte şimdi de sigaranızın külüyle parkemi kirletiyorsunuz.! Defolun, kaybolun, gözüm görmesin sizi.!'' diye bağırıyor.
Zengin kapıyı açıyor, yoksula yapıştırıyor tekmeyi, zavallı kaldırıma yuvarlanıyor.
Zengin, kapıyı kapatınca bir tas çorbasının başına geçiyor; ellerini birleştiriyor: ''Aziz İsa, verdiğin nimetlere hamdolsun.''..'' (Sayfa: 83)
*
KANIT:
*
Lucas: ''Omuzunda da bir sakatlık var.''
''Evet. Bacaklarında da. Hastanede söylemişlerdi. Benim yüzümden. Hamileliğimi gizlemek için korse giymiştim. Sakat kalacak. Onu boğacak cesaretim olsaydı keşke.''
Lucas havluya sarılı çocuğu kucağına alıp buruşuk küçük yüzüne bakıyor.
''Bu konuyu açma artık Yasmine.''
Yasmine: ''Mutsuz olacak.''
''Sen de mutsuzsun ama sakat değilsin. Senden ya da herhangi birinden daha mutsuz olmayacak belki.'' (Sayfa: 158)
*
Lucas: ''(..) Benim içimde sevgi ve iyilik yok.''
''Sen öyle sanıyorsun, Lucas. Ben tam tersini düşünüyorum. Henüz iyileştiremediğin bir yara aldın.'' (Sayfa: 187)
*
''Yaşın önemi yok. Onun sevgilisiyim. Öğrenmek istediğiniz başka şey var mı.?''
''Evet. Bunu zaten biliyordum. Onu seviyor musunuz.?''
Lucas kapıyı açıyor. ''Bu sözcüğün anlamını bilmiyorum. Kimse de bilmiyor.'' (Sayfa: 198)
*
''Lukas, şuna inanıyorum ki bütün insanlar dünyaya en azından bir kitap yazabilmek için gelmiştir, başka bir şey için değil. İster sıradan ister çok özel olsun, önemi yok, yazmayan kişi yitik insandır, iz bırakmadan gelip geçer.'' (Sayfa: 206)
*
ÜÇÜNCÜ YALAN:
*
''En hüzünlü kitaplardan bile daha hüzünlü hayatlar vardır.'' (Sayfa: 267)
*
''Durmadan kendini sorgulamak, gerçeği bilmekten daha zor.'' (Sayfa: 343)

19 Şubat 2022 Cumartesi

Sabahattin Ali - Sırça Köşk

 

Beyaz Bir Gemi Öyküsü'nden:
*
"..sanat, yeryüzünde ve insanların içinde olup bitenleri, çöplükle sarayı aynı hakikatten uzak ve güzelleştirici örtüye bürüyen ay ışığı gibi, tatlı bir yalan bulutunun arkasından göstermeye mecburdu, sanat eserinden faydalanabilecek durumda olanlar, her şeyden önce avunmak, oyalanmak istiyorlardı; sanatkârın ekmeği de işte bu tatlı rüya meraklılarına bağlıydı." (Sayfa: 18-19)

Katil Osman Öyküsü'nden:
*
''Gözümde tüten ne şehirler, ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor.'' (Sayfa: 27)


Bahtiyar Köpek:
*
''Niçin hep acı şeyler yazayım.? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. ''Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin.?'' diyorlar. ''Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin.? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı.? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli.? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu.?''
Hiç olmaz olur mu.? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun için de kenarı köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada, göz önünde. Sade güler yüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar köpekler bile var. Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan, ızdıraptan, nefretten değil.. rahattan tokluktan, sevgiden bahsedeceğim.'' (Sayfa: 59)
*
''Hele cümle âlem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım.!'' (Sayfa: 62)
*
MASALLAR
*
Bir Aşk Masalı:
*
''Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir 'Ah.!' diyerek düşüp ölebilendir.'' (Sayfa: 127)
*
Koyun Masalı:
*
''Bu dünyada çobansız da, köpeksiz de yaşanabilirmiş. Ama bunu anlamak için her defasında bu kadar kanlı kurbanlar verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur. Bari siz gözünüzü açın da, ileride başınıza yeniden itler, hele kendilerini kurt sanan palavracı itler musallat olursa, sürüyü canavarlara paralatmadan onları defetmeye bakın.!'' (Sayfa: 135)
*
Sırça Köşk:
*
''Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.'' (Sayfa: 141)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...