30 Ocak 2020 Perşembe

Nâzım Hikmet Ran - Yazılar 3

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

*
Koyu yeşil çam dallarına düşen ilk karın ak boyasına baktım; bir çocukluk anımın ılıklığıyla doldu içim. Seslerini uzaktan uzağa duyabildiğim, boyalarını güçlükle yeniden görebildiğim bir çocukluk anımı..
Kar dizboyu. Babam beni elimden tutmuş, komşunun düğününe gidiyoruz. Çamlarının saçları ağarmış koskocaman bakımsız bir bahçe. Köşkten çalgı sesleri geliyor. Babamla içeri giriyoruz. Taşlıkta lastikler, galoşlar, kunduralar.. Yukarı çıkıyoruz. Tavanında, küpeleri düşmüş, mumları karpuzlu, yalancı billur bir askı sarkan kalabalık bir salon.
Arka yandaki iç bahçeye bakan pencerelerden birinin önünde oturuyorum. Seslerden uzak, dalgın, dışarı bakmaktayım. Birden iç bahçenin duvarı dibindeki fundalıkta bir erkek başı kımıldadı. Penceremin altında bir camlı kapının açılır gibi olduğunu duydum. Bahçede ilk yağan kar gibi aklar giyinmiş bir kadın yürüyor. Korkarak, çekinerek, ardına baka baka. Kadın koşuyor. Kadın fundalığın arkasında kayboldu.
Düğün köşkünde sevinçli sesler çoğaldıkça, çoğalmakta. Ben, aklar giyinmişin kaybolduğu fundalığa bakıyorum. Birdenbire alt kattan ince bir çığlık yükseldi. Ortalık birbirine girdi. Gelin kaçmış. Gelin koltuğa girdikten sonra sevgilisine kaçmış.
Koltuğa girdikten sonra sevgilisine kaçan bu deli baş, yüreği ateşli gelini her yağan ilk karla istemeden, anarım. Başının deliliğini, yüreğinin ateşini dinleyerek fundalıkta kendini bekleyen sevgiliye kaçan bu komşu kızının yaptığı iş, kendim de sezmeden, bütün bir yaşamımda dokunaklı oldu.
*
[Orhan Selim / Akşam, 13.1.1935] (Sayfa: 8)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

*
Benim bir kedim var. Ne tüyleri bir karış, ne kuyruğu kürk gibi. Basbayağı bir tekir kedicik. Tekir kedim beni sever mi.? Bilmem. Ben kedimi severim.
Tekirimin tüyleri bir karış, kuyruğu kürk gibi değildir, ancak, huyu, her kedinin huyuna benzer. Yemeğini vaktinde vermezsem sesini çatarak mırıldanır, canı istemediği vakit okşamaya kalkarsam elimi tırmalar. Tel dolaptan yemek aşırır. Eve bir yedi gün uğramasam, aldırmaz. Döndüğüm vakit beni sevinçle karşılamaz. Mart gelince başını alır damlara çıkar, günlerce ne arar, ne sorar bizi..
Tekir kedimle karşılıklı oturup konuştuğum olmuştur. Bu ettiklerini ne vakit onun yüzüne vursam, o, çekik, çinli gözlerini süzerek, bıyıklarını ince, alaycı bir gülümsemeyle burarak bana der ki:
- Yaptıklarımı kötü buluyorsan, niçin beni kapı dışarı etmezsin.? Çünkü tavan arasında fareler var. Geceleri seni uyutmuyorlar. Onları tutayım diye besliyorsun beni. Sonra karşında mırıl mırıl dolaşmam hoşuna gidiyor.. Gözünü eğlendirmem için bana ciğer verdiğini bilmiyor muyum sanki.? Hem tavan arasındaki fareleri tutayım, hem gözünün eğlencesi olayım, sonra da bana ciğer alıyorsun diye bir de yaltaklanayım mı.?
Tekirim ne vakit bana böyle karşılık verse, ben ona diyecek söz bulamam. Anlarım ki, belki de böyle düşündüğü için onu seviyorum.
Siz isterseniz, gün ağarıncaya dek karda, yağmurda kapınızı bekleyen, dövseniz de, sövseniz de yaltaklanmaktan vazgeçmeyen Karabaş'ı seviniz, ben Tekir'i severim.
*
[Orhan Selim / Akşam, 14.1.1935] (Sayfa: 9)
***
*
(..) Bir bardak suda eski Yunan direklerinin aksoyluluğu, günün aydınlığı, dağ başları havasının tadı vardır. Bir bardak temiz, bir bardak pırıl pırıl su eski Romalı büyük materyalist ozanın ''Likör, şarap, ahududu sizin olsun, bana yaz kış bir bardak su yeter..'' sözüne benzer.
*
[Orhan Selim, Akşam, 7.2.1935] (Sayfa: 29)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

Sen, yemişlerinin tadına doyum olmaz, yaprakları ışıklı genç bir ağaç gibisin. Genç bir ağaç gibisin ki, ne verdiğin yemişlerin doyulmayan tadını, ne kendi yapraklarının ışıltısını anlayabilirsin. Böyle yemişlerin, böyle yaprakların olduğunu bilmiyorsun bile.
Sen deniz gibisin yavrum. Sularının içinde pırıl pırıl balıklar dolaşıyor, ince tüylü, en yumuşak, en göz alıcı deniz otları kımıldanıyor içinde. Ancak, sen ne bu sularda dolaşan görülmemiş balıkların, ne bu içinde kımıldanan göz alıcı deniz otlarının güzelliğini biliyorsun.
Sen, bir yazbaşı yeli gibisin, çocuğum.! Aksoylu kara toprak kokusuyla dolu bir yazbaşı yeli gibi. Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya, başıboş, bir ışık dalgası gibi esmektesin. Ne esişinin gücünü, ne taşıdığın kokuların inanılmayacak kadar güzelliğini bilmektesin.
Eğer yemişlerinin tadını, yapraklarının ışıltısını, balıklarının pırıltısını ve taşıdığın kokuların güzelliğini bilseydin, sevinçten yüreğin dururdu. Kendini o kadar beğenirdin ki, bu benci beğeniş sam yeli olur, yemişlerini dallarından düşürür; kuraklık olur, balıklarını öldürür; fırtına olur, kokularını dağıtırdı, belki.. Çünkü benci beğeniş adamoğullarının yüreklerinde çöreklenmiş bir yılan gibidir ve başını kaldırdığı vakit ilkönce ağulu dişleriyle soktuğu nesne içinde yattığı yürektir, çocuğum..
*
[Orhan Selim, Akşam, 9.2.1935] (Sayfa: 31)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

MARTILAR
*
Çam ağaçları nasıl yaz kış yemyeşilse, nasıl onlar toprağın boyasını kaybetmeyen en güzel verimlerinden biri olarak soğuğun, sıcağın, hava değişimlerinin üstünde dimdik, yıllarca süren genç bir sevinç yükselişi biçiminde dururlarsa, martılar da bütün yıl değişimlerinde denizin sonsuzluğunu haykıran çığlıklar gibi, aynasında suların ışığını parıldatan göklerde uçuşup dururlar.
Martların gövdeleri yollu yarış kotraları gibi kıvraktır. Ve iki yanlarında gergin yelkene benzeyen ak kanatları vardır.
Martıların gözleri küçücüktür, yuvarlaktır. Bu küçücük yuvarlak gözlerde bütün bir sonsuzluğun ışıltıları vardır. Bana öyle gelir ki, martılar sonsuzlukla beslenirler. Bütün deniz kuşları gibi martıların da en derin, en güzel kendilerine benzerlikleri buradadır. Onlar denizlerin üstünde doğarlar, denizlerin üstünde ölürler. Deniz gibi korkusuz, deniz gibi sınırsızdırlar.
Denize öyle bağlıdırlar ki, ancak bir ülkü adamı ülküsüne böyle bağlanabilir. Bunun için değil midir ki, martılar karaya düştüklerinde, ülküsünü bırakmış bir idealist gibi bütün güzelliklerini bütün güçlerini kaybediverirler, ağlamaklı olurlar.?
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.3.1935]

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

SÖZÜNDE DURMAK
*
(..) ''Söz ağızdan çıkar,'' diye bir atasözü vardır. Ağız adamoğlunun en yaratıcı, en budala üyesidir. Ağız söz söyler yar yerinden oynayabilir. Ağız söz söyler, en budalaca bir düşünceyi ortaya atar. Ağız düşüncelerimizin kapısıdır. İşte bunun için çok kez kapamasını bilmediğimiz bu kapıyı kullanmakta güçlük çektiğimiz içindir ki, içinden çıkanı sonra peşinden gidip tutamıyoruz.
Söz ağızdan çıkmayıp da, çoğumuzda bakar kör olan gözden çıksaydı, sözünde duranların sayısı belki artardı.
*
[Orhan Selim / Akşam, 5.3.1935]

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

YİĞİTLİĞE DAİR
*
(..) ..insan, ne de olsa yiğit geçinmekten hoşlanıyor. Mademki hoşlanıyor, sayın baycığım, geçinip gitsin. Ancak unutmasın ki, yiğitlikte tedbir, ihtiyat ve kurnazlıkla, kalleşlik ve düpedüz korkaklık arasında kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü vardır.
Bir çocuğu dövmek için babasıyla hoş geçinmek ve babayı pohpohlayıp çocuğa kötek atmak, delikli demir çıkmadan önce de, çıktıktan sonra da yiğitlik sayılmaz. Bu sözde hilafım varsa boynum kıldan incedir, iki gözüm, kıldan incedir boynum.!
*
[Ben / Akbaba, 28.3.1935]

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

ÇOCUKLUK
*
Çok sevdiğim, çok eski bir çocukluk arkadaşıma, uzun yıllar sonra rastladım.
Saçlarına kır düşmüş, ağzının iki yanında iki çizgi var, otuzunu geçtiği ilk bakışta belli; yalnız gözleri, içleri ışıl ışıl kara gözleri değişmemiş. Onlar, onları ilk gördüğüm günlerde oldukları gibi, on iki yaşında..
Konuştuk. Bir frengi dispanserinde baş doktormuş. Anlattı. Ben, bu otuzunu geçkin yüzde ışıldayan on iki yaşındaki gözlere şaşkınlıkla bakıyordum. Dayanamadım:
- Ne iyi, dedim, çocukluğunun bütün bir parçasını, belki en güzel, en iyi parçasını kaybetmemişsin. Gözlerin çocuk kalmış.
Bir çocuk gibi güldü:
- Onu kaybettiği gün yok olurum, dedi. Çocukluk, gövdemizi, beynimizin birçok yanlarını, yılların akışıyla ağır ağır bırakır. Tıpkı toprak bir kaptan suyun sızması gibi, çocukluk bizden sızar. Son barındığı yer gözlerimizdir. Gözlerim çocuk kalmışsa, bu ilk bakışta görülebiliyorsa ne mutlu bana. En korktuğum, en çekindiğim adamlar, gözlerinde bile bir damla çocukluk ışığı kalmamış olanlardır.
Çocukluk arkadaşım doğru söylüyordu. Çocukluklarını bütün bütün kaybedenler, bir daha çiçek açmak gücü bütün bütün yok olan kurumuş ağaçlar gibidirler. Tahtalarından maroken koltuklara iskelet de yapılabilir, sobaya odun da olabilirler. Ancak bir damlacık çiçek veremezler bir daha.!
*
[Orhan Selim / Akşam, 13.4.1935] (Sayfa: 77)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

Ansiklopedik sözlükler vardır. Bunları her dilde çıkarırlar. Gençler bu kitapları okuyacaklardır da birçok anlamlar, tanınmış adamlar hakkında bir düşünce elde edeceklerdir. Oysa ki bu kitapların çoğu yazıldığı devrin ve onu yazanın o anlam, o adam için beslediği özel düşüncelerden başka bir nesne değildir. İşte örnek diye, suya sabuna pek de dokunmaması gerek olan bir adam için Alman ve Fransız ansiklopedilerinin yazdıklarından bir iki sözü aşağıya geçiriyorum:
Alman ansiklopedisinden:
ŞARLMAYN:
Saksonların, ileri medeniyetin ve en temiz soyun düşmanıydı.
Fransız ansiklopedisinden:
ŞARLMAYN:
Ortaçağın en büyük adamıdır. Her yanda sonu yenmekle biten bir yığın kavgalara girişmiş, imparatorluğun ayrı ayrı soylarını birleştirmek için çalışmıştır.
***
Bundan yüzyıllarca önce ölen bir imparator için iki ulusun iki ansiklopedisi bu kadar ayrı düşünceler yazdıktan sonra, günlük işler için, bilgi, milgi örtüsü altında yutturulmak istenenlere gel de inan.
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.4.1935] (Sayfa: 79)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

ASLAN
*
Aslanı niçin severler.? Akıllı olmasına akıllı değildir. Geçen gün okudum, sirk terbiyecileri, bu kalın sesli hayvanın öteki arkadaşlarına göre en küçük marifetleri bile büyük bir zorlukla öğrendiğini söylüyorlar. Fok balığı bile o lapa gibi, kemiksiz sanılan, pırıl pırıl kapkara gövdesiyle aslandan daha becerikliymiş..
Aslanı niçin severler.? Elinden en minicik faydalı bir iş gelmez. İşi gücü karnı acıktığı vakit, avaz avaz böğürerek karacalara, geyiklere, yaban eşeklerine saldırmaktır. Çöllerde, ormanlarda bir hazır yiyici, budala kral gibi koca kafasını iki yana sallayarak dolaşır. Bütün ahmaklığına bakmaksızın kendinden güçlüsüne salmayacak kadar korkaktır. Kendinden güçsüzlerin üstüne atıldığı vakit bile kancıkçasına, ayaklarının ucuna basarak arkadan atılır.
Aslanı niçin severler.? Onun bir küçücük bülbül kadar olsun yüreği yoktur. Bülbül kafese girince susar, kendini kafese koyanların keyfine ötmemek için kafa tutar, ölümü göze alır. Aslan hayvanat bahçelerinde arsız çocukların, sirklerde müşterilerin eğlencesi olmayı kabul eder, yeter ki sabah akşam kokmuş, afyonlu et parçalarını önüne getirsinler.
Aslanı niçin severler.? Belki de, onu sevenlerin kafalarında, gönüllerinde rüyasını gördükleri ideal tipi canlandırdığı için.
*
[Orhan Selim, Tan, 5.5.1935] (Sayfa: 95)

***
ÇİZMEDEN YUKARISI
*
Çizmeyi bilirsiniz, uzun konçlu bir ayakkabıdır. Çizmeden yukarı çıkmak hikâyesini dinlemişsinizdir elbet. Ressam, ayağı çizmeli bir adam resmi yapmış. Bir kundura boyacısı bu resmi görmüş ve çizmedeki pırıltıların yanlış olduğunu ressama söylemiş. Ressam, boyacının kritiğini doğru bulmuş ve pırıltıları düzeltmiş. Bunun üzerine, boyacı: ''İyi ama,'' demiş, ''pantolondaki kırışıklıklar da yanlış.'' Ressam kızmış birden bire:
- Yoo.! diye haykırmış, çizmeden yukarı çıkma.!
İşte o gün bugündür bu ''Çizmeden yukarı çıkma'' sözünü önüne gelen kullanıp durur.
Oysaki, kundura boyacısı neden yalnız çizmedeki boya pırıltılarının yanlışlığını anlar da pantolondaki kırışıkların biçimsizliğini anlayamaz.? Ya, gerçekten, pantolondaki kırışıklar, bir terzi gözüne lüzum göstermeyecek kadar, boyacının da görebileceği derecede yanlış çizilmişse.? Boyacı, ''Nen boyacıyım, aklım gerisine ermez,'' diye ağzını açmasın mı.? Eğer açmasın, üstüne ödev olmayan şeylere karışmasın, derseniz; siz de, karşınızda pantolondaki yanlışlıkları görecek bir terzi olmadığı için boyacının dilinden kurtulmak isteyen bir acemi ve korkak ressamdan başka bir şey değilsiniz demektir.
*
[Orhan Selim / Tan, 20.6.1935] (Sayfa: 137)

***
BÜYÜK ADAM
*
Bir büyük adam demiş ki..
Bir büyük adamın ne dediğini yazmaktan vazgeçtim birdenbire.
Aklım bir yere, şu ''büyük adam'' sözüne takıldı, kaldı. Ne diye, yazmak istediğim düşünceyi söyleyene ''büyük''lük kulpunu taktım.?
Büyük adam kimdir.?
Bunun cevabını vermek zor olmasa da, birçoklarımızın büyüklük tacını yalnız bir kulak dolgunluğuyla, alışkanlıkla kendi taptığı putun kellesine geçirir.
Cılız bir sporcuya göre ''büyük adam'' dağ boylu boksör ''Karnera''dır.
Dumanlı, karanlık ve havasız salonlarda modern karagöze, sinemaya, bayılanlar için ''büyük adam'' Emil Yanings'tir.
Bunu böyle sayıp gidebiliriz.
''Büyük adam''lığı herkes kendi anlayışına göre önüne gelenin boyuna bosuna yakıştırıyor diye gerçekten de ''büyük'' adam yok mudur.? Vardır elbette..
Bana göre büyük adam, odur ki, sanattan politikaya kadar, kendi işinde, en önde yürür, dönemeçleri en önce geçer, olanı kavrar, olacağı sezer ve bu kavrayışla sezişe dayanarak yaratır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 29.6.1935] (Sayfa: 147)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

ÇOCUKLARIN DÜNYASI
*
Bir yeğenim var. Adı Hikmet, iki yaşında. İki gündür anasıyla bizdeler. Ben iki gündür yeni bir dünya keşfetmiş gibi sevinç ve hayranlık içindeyim.
Şimdiye kadar sevdiğim, hayran olduğum çocukların sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Çocuğu sınırsız severim. Ancak çocuğu anlamak için insanın otuzuna gelmesi lazımmış. Çocuk, güzel bir cildin içinde dört beş sayfalık bir kitaba benziyor. İnsan, cildinin güzelliğinden ve sayfalarının azlığından kolayca okuyup anlayacağını sanıyor. Oysaki, bu kitabı anlamak için yılların geçmesi lazımmış. Ben bunu iki gündür gözümün önünde gülen, ağlayan, uyuyan, kımıldanan, sevinen ve şaşan yeğenime bakarak anladım. Çocuğu anlamadım, ters anlamayın, çocuğu anlamanın güçlüğünü anladım.
Dikkat ettim, o, kâinatın güzelliğini, hareketini ve teferruatını bizden iyi seziyor.
Tulumbadan su çekilirken, onun, akan suyun başında ne büyük bir alakayla durduğunu gördüm.
Yalağa yukardan düşen suyun pırıltısı onun gözleri için sınırsız bir zevk. Ben ki, her gün bu tulumbadan akan suya bir dakika olsun bakmayı aklıma getirmemişimdir.
Dün onun yanında durdum ve iki yaşındaki yeğenimin gözleriyle taş bir yalağa dökülen suyun güzelliğine erişebildim.
Artık hep Hikmet'in üstünde durduğu şeylere ben de dikkat ediyorum. Ve kırmızı tepeli beyaz horozları, bir bardağın camında ışıldayan güneş ışıkları, bir kâğıdın üstüne çizilen şekilsiz kurşunkalem izleri ve bir tahta oyuncağın cilalı yuvarlaklığıyla dolu, ışığı, boyası bol, biçimlerinin arasındaki ayrılıkları sayıya gelmez yeni bir dünyaya giriyorum.
*
[Orhan Selim / Tan, 8.7.1935] (Sayfa: 160)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

AYNALAR
*
Adamoğlunun en özene bezene icat ettiği, icat ettikten sonra da en çok beğendiği nesne aynadır gibi geliyor bana.
İlk aynanın cilalı parlaklığında kendini boydan boya seyreden ilk insanı düşünüyorum. Belki ondan önce durgun bir suda kendi yüzlerinin gölgesini görenler olmuştur. Fakat en durgununda bile bir kımıldanış, bir ürperiş olan canlı bir tabiat unsurunun içinde kendini görmekle, ölü ve esir bir aynanın içinde insanın kendini gururla seyretmesi arasında derin bir ayrılık vardır.
İlk aynada kendini seyreden ilk insanın duyduğu ilk his mutlaka gurur, böbürlenme olmuştur. Ve sanırsam, ''dev aynaları'' bu hissin en son ve en gülünç ifadesini bulduğu sıralarda icat edilmiştir.
Peki ama, diyeceksiniz, ya insanı bir karış, eciş bücüş gösteren aynaları ne yapalım.?
Bunun karşılığını size şöyle verebilirim: Eğer dikkat etmişseniz, görmüşsünüzdür ki, o insanı eğri büğrü, bir karış gösteren aynalar daima dev aynalarıyla beraber, onların yanında ve onlardan önce konulur. İnsan kendini ilkönce bir karış, eğri büğrü görür, fakat bu bir karış insanlar bile kendilerinin bir karış, eğri büğrü olmadıklarına inandıkları için, bu aynanın gösterişine gülerler ve hemen oradan dev aynasına geçerler ve kendilerini oldukları gibi değil, düşündükleri gibi görürler. Böylelikle, o insanı bir karış gösteren aynalar, dev aynalarının dalkavuklarından başka bir şey değildirler.
*
[Orhan Selim / Tan, 11.7.1935] (Sayfa: 164)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3
ÇOCUĞUN KUVVETİ
*
İki yaşındaki çocuk bir lokmacık şeydir. Kediden korkar, köpek havlaması onu ağlatır, bir karış merdivenden çıkamaz.
İki yaşındaki çocuk bütün tabiat kuvvetleri karşısında dalından düşmüş bir kestane yaprağı kadar güçsüzdür.
Yağmurdan sakınamaz, yelden barınamaz, soğuk ve sıcağın içinde ne yapacağını bilmez.
Fakat kediden daha güçsüz, köpek havlamasından ürken, yağmurdan sakınamayan bu bir lokmacık insan yavrusunun, tabiatın en güçlü ve korkunç varlığı insan karşısındaki kuvveti sınırsızdır. Çünkü o, insanları sosyete içindeki tuttukları yere göre ayırmasını bilmez. İki yaşındaki bir çocuk için bir çöpçüyle bir şarbay, bir yoksulla bir milyoner birdir. Onu zorla kucağına almak isteyen ister bir çöpçü olsun ister bir şarbay, ikisinin de yüzünü tırmalamaktan çekinmez.
İki yaşındaki çocuk yemeğini yemeden susmaz. Ve tek bir mantık, tek bir ''icab-ı hal'' ona karnı acıktığı vakit yemek yiyemeyeceğini anlatamaz.
Kediden daha güçsüz, köpek havlamasından ürken, yağmurdan sakınamayan bir lokma çocuğun sınırsız kuvveti işte buradan geliyor.
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.7.1935] (Sayfa: 173)
#NâzımHikmetRan #Yazılar3
YALANIN KUVVETİ
*
''Yalancının mumu yatsıya kadar yanar'' diye diye bir atasözü vardır. Mum yakılan devirlerde bu, belki böyleymiş. Fakat şimdi elektrik devrindeyiz.
Mum, eninde sonunda, eriyip kendi kendine söner.
Elektriğin düğmesini çevirmezsen, ampul, alabildiğine yanar, durur.
Yalan en büyük kuvvetini yayılmasından alır. Mum yakılan devirlerde, yalan, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılırmış.
Elektrik devrinde yalanın yayılması için telli telsiz telgraflar ve radyolar ''elpençe divan'' duruyorlar.
''Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.'' Hayır. Öyle yalanlar var ki, bunlar, insanların daha mum ışığını bile bilmedikleri devirlerde söylenmiş ve bugüne kadar yaşıyorlar.
İnsanların ay ışığı, güneş, yıldızlar ve kuru ağaç kabuklarının birbirine sürtülmesinden çıkan ateş yalımlarından başka bir aydınlık bilmedikleri devirlerde söyledikleri kuyruklu yalanları bugün bile yıkmak çok güç oluyor..
Yalan, hor görülmemesi gerek olan bir düşmandır.
Her düşmanın büyüğünden korkulur. Oysaki yalanın en korkuncu küçüğüdür. Küçük yalan göze görünmeden işini görür. Küçük yalan tek başına gelmez, gelince, kendisi gibi bir sürü ufak, miskin, aşağılık arkadaşlarıyla beraber gelir.
Her düşmanı göğsünden vurmak aksoyluluktur. Yalanı arkadan, her büklümü bir yılan kuyruğundan örülmüş saçlarından yakalayarak yere çalmazsanız, yenildiniz demektir. Yalan, bir karanlık kaledir ki, çevresi çevrilerek, aç ve susuz bırakılarak yıkılır. Bunun için ise büyük bir sabır, derin bir soğukkanlılık ve çelik gibi sinir sağlamlığı ister.
Yalana karşı yapılan savaşta sinirlenmek yenilmektir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24. 7.1935] (Sayfa: 182)
***
BENİ DOSTLARIMDAN KURTARIN.!
*
Her medeniyet göçerken, kendi doğuşunda, kendinin ileri sürdüğü, öne attığı prensipleri inkâr eder.
İşte bunun için, ekonomide, politikada, sosyal hayatın bütün bölümlerinde liberalizmi, parlamento demokrasisini doğuşunun ve yerleşmesinin ana prensipleri olarak ileri süren bugünkü Avrupa medeniyetinin bu prensipleri doludizgin inkâra başlamış olmasına şaşmamak lazım gelir.
Ve yine eğer bu bakımdan bakacak olursak, faşizm bir yeniden can bulma hamlesi değil, önüne geçilemeyen bir göçüntünün, bir medeniyet yıkılışının ifadesidir..
Her medeniyet göçerken, onun bütün kıymetleri tersine döner. Göçen bir medeniyet çerçevesi içinde yaşayanların, her sosyal bölümde birbirlerine karşı itimatsızlıkları burdan gelir. Bu yalnız teklerin arasındaki münasebette değil, ulusların münasebetlerinde de kendini gösterir.
Örnek mi istiyorsunuz.? İşte Habeş-İtalyan-Japon münasebeti.
İtalya Habeşistan'a saldırmak isterken, Japonya Habeşistan'a dostluk gösteriyor. Japonya Habeşistan'ın dostu.! Çin ülkesinin istilacısı Japonya'nın dostluğuna bir tek aklı başında Habeşlinin inanacağını sanır mısınız.? Yurdunu Beyaz Emperyalizme karşı korumak isteyen her Habeşlinin bu Sarı Emperyalizm dostluğu önünde dünyaya söyleyecek tek sözü vardır:
''Ben düşmanlarımla başa çıkarım, siz beni dostlarımdan koruyun.!
*
[Orhan Selim / Tan, 27.7.1935]
***
YUMUŞAK YÜREKLİ BİR BİLDİK
*
Bir dostum anlattı:
''Geçenlerde Beyoğlu yakasında bir bara gittim. Varyete numaraları dolgun. Arap dansları, yerli dansları, İspanyol dansları.. Derken sahneye dört beş çocuk çıktı. Yaşları sekizle on iki arası. Birisinin dizkapağı kanamış, topunun ayakları kir içinde ve hepsi iskelet gibi, sapsarı. Güçlükle kımıldanıyorlar.. Panayırlarda gezginci sirklerin gösterdikleri hasta ve bakımsız maymun yavrularına benziyorlar. Hele içlerinden bir tanesi bir solo şarkı söyledi, hayatın güzelliğini, çiçeklerin boyasını ve güneşin sıcaklığını anlatan bir şarkı. Gözlerim doldu. İçim burkuldu. Her şeyden önce balıkyağına ihtiyaçları olan bu yavrucakların böyle gece saat onda 'icra-yı lubiyat' (oyun oynama, eğlenme) etmeleri fenama gitti pek.''
Bu yumuşak yürekli bildiğin anlattıklarını olduğu gibi yazıyorum. O çocuklara acımış, haklıdır. Ben de acıyorum. Yalnız ben, sade çocuklara değil, yumuşak yürekli bildiğe de acıyorum.
*
[Orhan Selim / Tan, 2.9.1935] (Sayfa: 238)
***
İKİSİNİN ORTASI
* (..) İlkbaharla sonbahar, yazın başlangıcıyla kışın başlangıcı keçibonuzu gibidir, bence. Bu yıl bölümlerinden, bir damla tat almak için, bir lokma sıcağı ve bir parçacık soğuğu duymak için yığınla posa çiğnemek ister.
İlkbaharla sonbahar, içine yarıdan çok su katılmış süte benzer. İlkbahar, 14 yaşındadır bence, ne çocuk, ne delikanlı. Sonbahar ise 50 yaşındadır, ne genç, ne yaşlı.!
İlkbaharla sonbahar boyalarıyla, kokularıyla ve çizgileriyle cılız, siliktir. Birinde bir başlangıcın şaşkınlığı, öbüründe bir bitişin afallayışı vardır.
İlkbaharla sonbahar yıl bölümlerinde ''ikisinin ortası''dır. Ve ben her sıra geldikçe yazdığım gibi, bundan anlamam.
*
[Orhan Selim / Akşam, 10.9.1935] (Sayfa: 247)
*** BİR FIKRA * Tadına doyulmaz, üstünde derin derin düşünmeye değer bir küçük fıkra işittim. Şöyle ki:
Büyük Savaş'tan önce Alman sosyalistlerinden ama sahici sosyalistlerinden birisi bir kitap çıkarmış. Çıkarır a, bunda yazılacak ne var, demeyiniz. Alman sosyalisti kitabını çıkarır çıkarmaz, başlamış irili ufaklı bütün burjuva ve küçük burjuva matbuatında bir medih, bir bravo, bir aferin vaveylası.
Sosyalist bu meth ü sena karşısında afallamış bir. Almış sakalını ele, başlamış düşünmeye. Ve kendi kendine demiş ki: ''Bu kitabı bunların böyle beğenişlerine bakılırsa ben mutlaka bir hata işledim, bir yanlışlık yaptım.''
Kitabı bir daha gözden geçirmiş. Ve hakikaten yanlış bir halt karıştırdığını anlamış. Kitabı toplatmış piyasadan. Hatasını düzeltmiş ve yeniden çıkarmış. Bu sefer eski meth ü senayı yapanlar küfürü, kalayı basmışlar.
Ve bu küfür yağmuru altında neşesini bulan üstat: ''İşte şimdi hatasız bir eser yazdığımı anlıyorum'' demiş..
Fıkra bu kadar..
*
[Orhan Selim / Tan, 1.10.1935] (Sayfa: 270)
*** GÖZ BOYAYICILIK
*
Dikkat ettiniz mi.? Her satıcı sattığı malı ona şatafatlı bir ad takarak, onu olduğundan başka, daha tatlı, daha güzel bir nesneye benzeterek satmak ister.
Dutçu dutunu ''çiğ bal'' diye adlandırır. Kestaneci kestanesini kebaba benzetir. Karpuz kurabiye olur; zeytin, havyardır; hıyar, badem.
Hele kavun satıldığını bir türlü anlayamazsınız. Çünkü, bunlar ''reçel kutuları'' diye sürülürler.
Bu, kendi malını olduğundan başka bir nesneye benzetip sürmek illeti yalnız gezici esnafın başvurdukları bir kurnazlık değildir. Düşünce, sanat, politika meydanında ve işlerinde de bu basit, fakat ölçüleri büyüdükçe göz boyayıcı hokkabazlığa müracaat kılındığı vakidir.
*
[Orhan Selim / Tan, 17.10.1935] (Sayfa: 287)
*** SEVMEK
*
En geniş anlamında sevmesini, doludizgin, dörtnala, karanlıksız ve ıvır zıvır sevmesini bilmeyen adamda hayır yoktur, bence.
Bir şeyi, bir nesneyi, bir düşünceyi, bir hareketi, bir canlıyı sevmemiş, sevememiş olan adam, bütün ömrünce ne bir şarkının tadını duyabilmiş, ne bir heyecanın hamlesiyle yükselebilmiş, ne de, göğsünü gere gere haykırabilmiş demektir.
Sevmeyen adamın yüreği, kafası, kolu kısırdır. Sevmeyen adam yaratamaz, doğuramaz, anlayıp inanamaz.
Diyeceksiniz ki: ''Doludizgin, dörtnala, uçsuz bucaksız sevenler, kurnazlıklarından, ne bilelim, belki de biraz zekâlarından kaybederler.''
Bu sözünüz bir bakıma doğru, bir bakıma yanlıştır.
Seven adam, öğrenip, anlayıp,bilip sevememişse, sevgisinde yalnız heyecanı ve yüreği konuşmaktaysa, dediğiniz doğru olabilir. Ve bu çeşit sevgilerin inkisarları (kırılma) korkunçtur.
Fakat, seven, öğrenip, bilip, anlayıp, inanarak sevmişse, bu sevgide kafa da yürek kadar dümeni tutuyor demektir.
Sevmek, öğrenip, bilip, anlayıp, inanıp sevmek.! Bence, yaratıcı insanın en büyük, en derin, en ayırt edici kendine benzerliği burdadır.
*
[Orhan Selim / Tan, 24.10.1935] (Sayfa: 291)
*** UNUTMAK
*
Unutmak, unutabilmek bazı insanlar için bir morfin şırıngası, bir uyuşturucu zehirin sarhoşluğu gibi aranan, istenen bir nesnedir.
Unutmadıkları, unutamadıkları için çırpınanları, kıvrananları görmüşümdür.
Unutulması istenen hatıraları, yüzleri, manzaraları unutmak, bir duvardan çivi söker gibi, kafanın, yüreğin içinden çekip çıkarmak onları ve bu işi öyle yapabilmek ki, çivinin yeri bile kalmasın.!
Bana öyle geliyor ki, unutmaktan yardım umanlar, unutmanın karanlığında rahatlamak isteyenler kuvvetsiz, güçsüz insanlardır.
Kuvveti ve kendine ve yaptığı işe inancı, güveni olan insan, bir kerecik olsun, unutmak denilen lastikle, kendisi için çok dayanılmaz nesneler de olsa, geçmişi silmek istemez.
*
[Orhan Selim / Tan, 26.10.1935] (Sayfa: 294)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3
ÇİSELİYOR
*
Sokağa çıkmadan önce pencereden baktım, hava puslu, hava ıslak, fakat yağış yok.
Sokağa çıktım. Bir iki adım attım atmadım iliklerime kadar ürperdim birdenbire. Omuzlarım sırılsıklam. Yağmur mu.? Hayır, yağmıyor. Çiseliyor. Yağmur çiseliyor yalnız. İnce ince, sinsi sinsi, kurnaz kurnaz çiseliyor.
Çiseleyen yağmur alçaktır, korkak, yalancı ve sinsidir..
Şakır şakır, bol yağan bir yağmur saldırısıyla, gözle görülmeyecek kadar ince ince inen bir çiseleyiş arasındaki ayrılık insan karakterleri arasında da vardır.
Şakır şakır yağan yağmurlara benzeyen insanlara, düşmanım da olsalar saygı duyarım. Fakat içlerinde çiseleyen bir yürek taşıyan, yaşayışları, düşünüşleri, kavgaları, çiselemek biçiminde olan insanlardan yılan görmüş gibi tiksinirim.
*
[Orhan Selim / Akşam, 5.11.1935] (Sayfa: 301)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

DÜŞMANI ÇOK OLMAK
*
Düşmanı çok olmak iyi şeydir. Düşmanı çok olanın her vakit dostu da çok olur mu.? Bilmem. Fakat düşmanı çok olanın dostları sağlam olur; bunu bilirim.
Çeşit çeşit düşmanı vardır insanın. Göz göze kavga edeni, arkadan çelme takmaya çalışanı, irilisi, ufaklısı, güçlüsü, güçsüzü.
Göz göze kavga edenle çarpışmak tatlıdır. Arkadan çelme takmaya çalışanla uğraşmak baş ağrısı gibi bir meseledir. İrisine karşılık verirsin ufağına aldırmazsın.
Bir de manyak soyundan düşman vardır. Kendini dev aynasında, bütün dünyayı dürbünün tersiyle görür. Seni hiçe saydığını söyleyerek saldırır, hızını alamaz bir daha atılır üstüne, yana çekilirsin yuvarlanır.!
Bu soy düşmanla kavga tatsızdır, çünkü karşında dev aynası vurmuş bir gölgeden başka bir şey yoktur.
Düşmanı çok olmak iyidir. İnsana kuvvet verir. İnsana, insan gibi, düşünerek, inanarak yaşadığını anlatır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 20.11.1935] (Sayfa: 315)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

DENİZİN HÜCUMU
*
(..) Onun dilinden anlamayıp, altlarında çürük bir tekne, göğüslerinde korkak bir yürekle dalgalarını aşmak isteyenleri bir iki tokatta deviriveriyorsa kusur onda mı.? Onu anlamayanlarda mı.?
Deniz, en küçük bir ihmali, en ufak bir bilgisizliği bağışlamaz. Deniz bizden bilgi, cesaret, ustalık ve kendine karşı saygı ister. Deniz, ahlaki anlamıyla, ne kahpedir, ne kancık.! Onda her fırtına, patlak vereceğini önceden bildirir. Eğer bu bildirişin dilini anlamıyorsanız, sizi apansız yakaladı diye denize değil, kendi cahilliğinize kızınız.
Denize açılan adamın elleri titrek, yüreği karmakarışık olmamalı. Titrek bir el ve bulanık yufka bir yürekle denize açılanlar boğulurlar. Denizin kanunu budur.
*
[Orhan Selim / Akşam, 12.12.1935] (Sayfa: 325)

Cengiz Aymatov - Toprak Ana (Çeviri: Refik Özdek)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..) O yazın şafakları aslında bizim aşkımızdı.
Hergün pırıl pırıl yeniden doğan aşkımızın şafakları.
Birlikte yürürken gözümüzde bütün dünya değişirdi ve biz bir masal âleminde yüzerdik. Ve, her tarafı sürülmüş boz toprak, dünyanın en güzel tarlası olarak görünürdü bize. (..) 
(Sayfa: 12)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..)
- Suvan, mutlu olacağız değil mi.?
Cevap verirdi:
- Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, kendi tarlamızı sürüp eker, kendi ürünümüzü kaldırınca, biz de mutlu olacağız. İnsanın çok büyük bir mutluluğa ihtiyacı yoktur Tolganay. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır. (..) (Sayfa: 13)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..)
- Kara toprak, sevgili Toprak Ana, hepimizi sinesinde barındıran sensin.! Bizlere mutluluk vermeyeceksen neye yarar senin Toprak Ana oluşun.? Dünyaya niçin geliyoruz.? Biz senin çocuklarınız, bize mutluluk ver, bizi mutlu kıl Toprak Ana.! (..) (Sayfa: 14)
***
(..) Benim anladığım gerçek mutluluğun da bir rastlantı sonucu olmadığını, yaz yağmuru gibi birdenbire başımıza düşmediğini söylemeliyim. Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla, çevremizle, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor. (..) (Sayfa: 22)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..) Hayatımda pek çok yıl, hasadın ilk gününde ilk üründen yapılan ekmeği yedim. Her defasında ilk lokmayı ağzıma götürürken bir ibadeti, kutsal bir görevi yerine getirmiş gibi duygulanmışımdır. (..)  Bu, emekçi oğlumun nasırlı ellerinden çıkan ekmekti. Tarlayı süren, buğdayı yetiştiren, hasadı kaldıran, tarlada çalışan insanlarımızın, halkımızın ekmeğiydi. Kutsal ekmek.! (..) (Sayfa: 27)
***
(..) ..bir ananın mutluluğu, milletin mutluluğundan doğuyor, aynı kökten olan ağacın dalları gibi bir kökten geliyor. Kaderi de onun kaderiyle bir oluyor. (..) (Sayfa: 28)
***
(..) Gözlerimi kapayabilir, kulaklarımı tıkayabilir, ama düşünmeden edemezdim. (..) (Sayfa: 40)
***
(..) Bazıları ağlıyordu, bazıları da zil zurna sarhoştu. Boşuna dememişler ''Halk bir denizdir, derin yeri de vardır, sığ yeri de..'' (..) ..daha sonra hepsi birden ''Katyaşa''yı söylediler. (..)
(Sayfa: 42)
***
(..) - Bak Tolganay, sen ve ben kim idik.? Halkımız sayesinde büyüyüp adam olmadık mı.? Öyleyse iyi ve kara günlerde beraber olacağız, mutluluğu da felaketi de paylaşmasını bileceğiz. (..) (Sayfa: 43)
***
(..) Savaşa giden demircinin önce örsü ve çekiciyle vedalaştığını söylerler. (..) (Sayfa: 44)
***
(..) Bu dünyadan insanlar göçüp gider ama yaptıkları iyi şeyler kalır. (..) (Sayfa: 67)
***
(..) İyilik, yola düşen, yoldan toplanan bir şey değildir. Tesadüfen ele geçen bir şey değildir. İnsan iyiliği ancak başka bir insandan öğrenir. (..) (Sayfa: 68)
***
(..) Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir: Bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur. İnsan tek başına böyle bir yolda ilerleyemez, ama birleşenler, birbirine omuz verenler her engeli aşarlar. (..) (Sayfa: 70)
***
(..) Demiri nasıl tavında dövmek gerekiyorsa, çekiç darbelerini nasıl soğutmadan indirmek gerekiyorsa, her kelimeyi de öyle tam zamanında söylemek gerekiyordu. O anı geçirince söz soğuyor, katılaşıyor, insanın yüreğine taş gibi oturuyor ve bu ağırlığı kaldırıp atmak hiç de kolay olmuyordu. (..) (Sayfa: 75)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..) Söyle bana Toprak Ana, gerçeği söyle: İnsanlar savaşmadan yaşayamazlar mı.?
- Çok güç bir soru sordun Tolgonay. Nice nice milletler savaş sonunda yok olup gittiler, nice nice şehirler yanıp kül oldu ve toprak olarak üzerimde insan ayağının izini görmek için yüzyıllarca beklediğim çağlar oldu. İnsanlar ne zaman bir savaş başlatacak olsa, onlara şöyle diyordum: ''Durun.! Kan dökmeyin.!'' Şimdi de tekrar ediyorum: ''Ey dağların, denizlerin öbür tarafındaki insanlar, siz ki mavi göğün altında yaşıyorsunuz, savaş neyinize gerek.? Ben toprağım, bana bakın.! Ben, herbiriniz için aynıyım ve siz de benim gözümde eşitsiniz. Benim için önemli olan sizin sözleriniz değildir. Ben sizin dostluğunuza muhtacım, çalışmanıza, beni işlemenize.! Saban izine bir çekirdek, bir tohum tanesi atın, size yüz katını vereyim, küçük bir fidan dikin kocaman çınar vereyim.! Evler kurun, temel olayım.! Derinim, yükseğim, büyüğüm, ucum bucağım da yok.. hepinize yeterim ben..'' Sen de bana insanlar savaşmadan yaşayamaz mı diyorsun Tolgonay. Bu bana bağlı değil ki. Siz insanlara, niyetinize, irade ve bilgeliğine bağlı. (..) (Sayfa: 77)
***
(..) İki insan birbiriyle tam bir uyum içinde yaşarsa, konuşmadan ya da yarım sözcüklerle bile anlarlar birbirlerini. (..) (Sayfa: 98)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...