#Volney etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#Volney etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2018 Perşembe

Volney (Hayatı)

Constantin François de Chasseboeuf, Comte de Volney (1757-1820)
*
Fransız, filozof ve tarihçi. İnsanın doğal yasalarla yönetildiğini, evrene dirilik kazandıran bir güç taşıdığını ileri sürmüştür.
3 Şubat 1757'de Anjou'da doğdu, 25 Nisan 1820'de Paris'te öldü. Ancenis ve Angers kolejlerinde ortaöğrenimini bitirdikten sonra, bir süre Paris Tıp Fakültesi'nde okudu. Tıpla ilgilenmek istemediğinden felsefe ve tanrıbilim öğrenimi gördü. Bir süre, ünlü aydınların toplandığı, filozof d'Holbach ile Madan Fielvetius'un evinde düzenlenen konuşmaları dinledi, bilgin ve filozoflarla yakın ilişkiler kurdu. 1782'de Doğu ülkelerini tanıma amacıyla uzun gezilere çıktı. Lübnan'da kapandığı bir manastırda Arapça öğrendikten sonra Mısır, Suriye ve Osmanlı İmparatorluğu'nun güneydoğu illerini gezdi. Fransa'ya dönünce Voyage en Egypte et en Syrie 1787 (Mısır ve Suriye'de Gezi) adlı, geniş ilgi uyandıran yapıtını yayımladı. Bunun üzerine XVI. Louis tarafından Korsika'ya tarım genel yönetmeni olarak gönderildi. 1789'da Parlamento'ya seçildi. 1792'den sonra kralcılıkla suçlanarak tutuklandı, 1794'te Amerika gezisine çıktı. Dönüşünde bütün gücünü çalışmaya vererek yapıtlarını yayımlamayı sürdürdü.
Volney, belli bir konu üzerinde durmamış, tarih, dil, tanrıbilim, felsefe, yazın ve politika gibi çok değişik alanlarla ilgilenmiştir. Felsefe bakımından Locke ve Condillac'tan kaynaklanan bir görüşü benimsemiş, 18. yy deneyci-gözlemci düşünce yöntemini savunmuştur. Ona göre insan doğal bir varlık olduğundan, doğa yasalarına bağlıdır, onda evren bütününe dirilik kazandıran tözden öğeler vardır. İnsanın, doğal yasalara bağlılığı özgürlüğünü ortadan kaldırmaz, onun yaşamı boyunca uğradığı mutsuzluk kendi bağımsızlığını doğa yasalarına karşı bir güç olarak kullanmak isteyişindendir. İnsan, doğuştan uygar değildir, onu geliştiren, uygar duruma getiren gereksinimlerin baskısı, kıvanç duyma eğilimi ve üzüntüden kaçışıdır. İnsan kendini seven, sevilmeyi isteyen bir varlıktır. Bu özelliği ona toplum oluşturmayı, bir topluluk içinde yaşamayı, üretim alanında başarılı olmayı, birtakım üretici kurumlar yaratmayı öğretmiştir. Bu nedenle, insanın gelişmesi öğrenmesine, öğrenmesi de kendisini sevmesine bağlıdır.
İnsanın toplum kurması, bireylerle uyum ve birlik içinde yaşamaya çaba göstermesi ortak gereksinmelerden doğmuştur. İnsan, bir birey olarak güçsüzdür, başka varlıklarla başa çıkacak durumda değildir. Deneyler, gözlemler ona tek başına yaşama olanağının bulunmadığını, bir topluluk içinde varlığını sürdürmenin gereğini öğretmiştir. İşte toplumsal yaşamın, birliğin kaynağı budur. Toplum yaşamı insanı bir yandan güçlendirmiş, bir yandan da bencil kılmış ve doğa yasalarına göre davranmaktan uzaklaştırmıştır. Mutsuzluğun kaynağı bu doğal yaşama ortamının dışına çıkmadır. Bunda bencilliğin, kendini sevmenin, aşırı tutkulara kapılmanın etkisi büyüktür.
Volney için düşüncelerin, dolayısıyla bilginin kaynağı duyularla sağlanan duyumlardır. Bütün tinsel varlıkları yansıtan soyut kavramlar bu duyumlardan oluşturulmuştur. İnsan için duyu ve duyumdan başka bilgi öğesi yoktur. Dinler, onların getirdiği inançlar, duyu verilerinin soyutlanmasından doğmuş, uzun bir sürenin geçmesiyle gelenekleşmiş, özgün bir varlık gibi görülmüştür. Oysa bu, yanılmadır, bütün inançların duyularla sağlandığının kanıtı, dinlerin, toplumların ve bireylerin yaşama ortamlarına göre biçimlenmesi, gelişmesidir. Bilgi gibi toplumu yöneten yasaların, ahlâk ilkelerinin, bütün kutsal varlıkların, gelenek ve göreneklerin kaynağı da doğadır, doğayı tanımayı sağlayan duyulardır. Bu nedenle, 'deney-duyu-duyum' üçlüsü dışında bir bilgi kaynağı aramanın gereği yoktur.

Başlıca Yapıtları:
* Voyage en Egypte et en Syrie, 1787
( Mısır ve Suriye'de Gezi)
* Les Ruines, 1791 (Harabeleri 1749)
* La loi Naturelle, 1792 ( Doğal Yasa)
Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Volney - Yıkıntılar


Issız YIKINTILAR, kutlu mezarlar, sessiz duvarlar.! Tanık gösterdiğim, yalvardığım sizlersiniz. Evet, anlayışsız bir adamın bakışları, gizli bir korkuyla, üzerinizde duramazken, ben sizi seyretmeye dalmakta, derin duyguların, yüksek düşüncelerin çekiciliğini buluyorum. Siz, danışmasını bilenlere, öyle yararlı dersler, öyle acıklı ya da derin düşünceler veriyorsunuz ki.! Bütün dünya, baştanbaşa köleleşmiş bir durumda, acımasızların önünde ağız açamazken, onların nefret ettiği gerçekleri haykıran sizlerdiniz. Kralların cesetlerini, son kölenin cesedinden ayırt etmeyerek, EŞİTLİK'in kutlu dogmasına hak veren sizlerdiniz. Özgürlük perisi, kendisinin insanlardan kaçan sevdalısı olan bana, sizin surlarınız içinde; beyinsiz bayağının düşündüğü gibi, ellerinde kamalar ve meşalelerle değil, sonsuzluğun kapılarında ölümlülerin yaptıklarını tartmak için, iki elinde kutlu tartılar tutan adaletin yüce görünümüyle göründü.
Ey mezarlar.! Kimbilir sizde ne çok üstün nitelik var.! Acımasızları korkudan titretiyorsunuz: Onların sövgü dolu zevklerini gizemli bir dehşetle zehirliyorsunuz; bozulmayan, tertemiz görünüşünüzden kaçan bu alçaklar, saraylarının gururunu sizin gözlerinizden uzaklaştırıyorlar; halkı ezen güçlüleri cezalandırıyorsunuz; pinti rüşvetçinin altınlarını elinden alarak, soyduğu yoksulun öcünü alıyorsunuz. Zenginin gösterişlerini binbir kaygıyla baltalayıp, yoksulun yoksulluğunun acısını çıkarıyorsunuz; kendisine son sığınacağı yeri vererek kötü talihliyi avutuyorsunuz; sonra da, ruha öyle tam bir güç ve duyarlılık denkliği veriyorsunuz ki, bu denklik yaşamın bilimi olan bilgeliği ortaya çıkarıyor. Varını yoğunu sonunda size geri vereceğini anlayan düşünceli insan, boş büyüklüklerle yararsız zenginliklerin peşinde koşmuyor: Gönlünü hakkın sınırları içinde tutuyor; ekmeğini çıkarmak zorunda olduğu için de gününü boş geçirmeyerek, sonunda kendisine ne verilmesi uygun görüldüyse, onunla geçinip gidiyor. Böylece, hırsın azgın şahlanışlarına kurtarıcı bir dizgin vuruyorsunuz: Duyguları altüst eden hazlara karşı kızgın istekleri yatıştırıyorsunuz; tutkuların kavgasından yorulan ruhu dinlendiriyor, onu; onu, yığınları kaygılandıran bayağı çıkarların üstüne çıkarıyorsunuz. Zamanların ve budunların sahnesini kucaklayan doruklarınızdan, ruh, yalnızca büyük sevgiler, yalnızca onur ve erdem düşüncelerine bağlanıyor. Ah.! Yaşamak düşü sona erince, bütün bu didinmeler yararlı bir iz bırakmazlarsa, neye yarar.? Yıkıntılar.! Sizden ders almaya yine geleceğim.! Issızlığınızın dinginliğine yeniden sığınarak, tutkuların acıklı görünümünden uzakta, insanları, anılara dayanarak; onları mutlu edecek yolları arayacağım; kendi mutluluğumu da, bu işi çabuklaştırabilmek düşüncesinde bulacağım.




Bununla birlikte, hırs, insanlar arasında genel ve sürekli bir çatışma yaratmaktaydı. Bireylerle toplulukları durmadan karşılıklı istilalara sürükleyen bu çatışma, zincirleme devrimlerle, yatışmayan bir kargaşaya yol açtı.
İnsanlar önceleri, yabanıl ve barbar durumdalarken, bu yılmayan yırtıcı hırs onlara yağmayı, zorbalığı, öldürmeyi öğretti; uygarlığın ilerlemesi de bu yüzden, uzun zaman yavaşladı. Daha sonra topluluklar kurulmaya başlayınca, kötü alışkanlıkların bıraktığı iz, yasalara ve hükümetlere de geçerek, onlardaki kurumları ve amacı bozdu. Adalet düşüncelerini, budunların ahlakını çürüten keyfî, yapay haklar çıktı. Böylelikle, bir adamın bir başkasından daha güçlü olması, doğanın aksaklığı olan bu eşitsizlik, doğanın yasası sayıldı. Güçlü, zayıfın yaşamını elinden alabilecek durumda olduğu halde almadığından, onun, kendisi üzerinde aşırı bir mülkiyet hakkı ileri sürdü; bireylerin köleliği de, ulusların köleliğini hazırladı. Ailenin başı, evinde etkinliğini kesin olarak kullanabildiği için, yalnızca zevkleriyle sevgilerini kendisine davranış ölçüsü yaptı; eşitliğe, adalete bakmadan, mallarını verdi ya da geri aldı. Babalık baskısı da, siyasal baskının temellerini attı. Çalışma ve zaman, bu temeller üzerine kurulan topluluklarda zenginlikleri çoğalttığından, yasalar yüzünden rahatı kaçan hırs da, çabasını hiç eksiltmeksizin, daha kurnazlaştı. Birlik ve uygar barış görünüşü altında, her devletin içine gizli bir savaş soktu. Bu savaşta birbirine karşıt meslek, sınıf, aile öbeklerine ayrılan yurttaşlarsa, durmadan yüksek iktidar adı altında, tutkularının dilediği gibi her şeyi yağma etmek, herkesi köleleştirmek olanağını elde etmeye baktılar. Her biçime giren, ama nedenleri ve amacı hep aynı olan bu istila ruhu, durmadan, uluslara acı verdi. Bu ruh, kimi zaman, bir topluluk antlaşması yapılmasına karşı gelerek ya da yaşayan antlaşmayı bozarak, bir ülkenin insanlarını, aralarındaki bütün anlaşmazlıkların gürültülü çarpışması içine attı; dağılan devletler de, kargaşa (anarşi) adı altında bütün üyelerinin tutkuları yüzünden acı çektiler. Kimi zaman da, özgürlüğüne kıskançça bağlı bir budun kendisini yönetmeleri için memurlar koyduysa da, bu memurlar yalnızca bekçisi oldukları yetkilere sahip çıktılar: Devletin paralarını seçimlere hile katmak, kendilerine yandaşlar bulmak, halkı içinden parçalamak için kullandılar. Geçici bir zaman için iş başına getirilmişlerken, bu yollardan giderek, yerlerini elden çıkarmamaya baktılar; arkasından, kendilerini ölünceye dek seçtirdiler; daha sonra da hanedan kurdular. Açgözlülerin çevirdikleri dolaplar, zengin arabozucuların eliaçıklıkları, yoksul işsizlerin para canlılığı, söylevcilerin şarlatanlığı, ahlaksızların cüreti, erdemlilerin zayıflığı yüzünden karışan devlet de, demokrasinin bütün sakıncalarının acısını çekti. Bir ülkede güçleri eşit olan önderler, birbirlerinden korktukları için ahlaksızca anlaşmalar yaptılar; haydut birlikleri kurdular; yetkileri, rütbeleri, onurları paylaşarak ayrıcalıklar, dokunulmazlıklar edindiler; kendilerini ayrı topluluklar, farklı sınıflar saydılar; halkı toptan köleleştirdiler; soylular sınıfı adı altındaysa, devlet, kodamanlarla zenginlerin tutkuları yüzünden acı çekti. Başka bir ülkede yalancı papazlar aynı amaca başka yollardan giderek, bilisizlerin saflığından yararlandılar. Tapınakların gölgesinde, mihrapların tülleri arasında, tanrıları eyleme geçirip konuşturdular; önbililerde [kehanetlerde] bulundular, mucizeler gösterdiler; kurbanlar kesilmesini buyurdular; herkesi Tanrı'ya armağanlar vermeye zorladılar; vakıflar kurdular. Din ve dinbilim adı altındaysa, devletler, papazların tutkuları yüzünden acı çekti. Ara sıra, içinde bulunduğu düzensizliklerden ya da acımasızlardan usanan bir ulus, acılarının kaynaklarını azaltmak için, tek bir adamı başına geçirdi. Bu kez de, ulus, prensin yetkilerini sınırladığında, prensin bütün amacı bunları genişletmek oldu; ulus bu yetkileri sınırlamadığı zaman da, prens kendisine verilen emanete hainlik etti. Monarşi adı altındaysa devletler, krallarla prenslerin tutkuları yüzünden acı çekti. Bunun üzerine, ruhlardaki hoşnutsuzluktan yararlanan kötücül kimseler, daha iyi bir baş bulmak umuduyla halkı kandırdılar; armağanlar saçıp sözler verdiler; yerine geçmek için baskıcı yöneticiyi devirdiler. Devlet de, bu kötücüller arasında, onun yerini almak ya da iktidarı paylaşmak yüzünden çıkan kavgaların yarattığı iç savaşlardan doğan düzensizliğin ve yıkıcılığın acısını çekti. Sonunda, bu rakipler içinden, daha becerikli ya da daha talihli birisi üstün çıkıp bütün iktidarı kendinde topladı; şaşırtıcı bir olay olarak, tek bir adam, milyonlarca türdeşini, istemedikleri ya da istediklerini açıkça söylemedikleri halde, egemenliği altına aldı; acımasızlık sanatı da yine hırstan doğdu. Gerçekten, bencillik ruhunun bütün insanlar arasına durmadan ayrılık soktuğunu gören o hırslı kişi, bu ruhu ustalıkla körükledi: birinin gururunu okşadı, bir başkasının kıskançlığını iğneledi, berikinin pintiliğini coşturdu, ötekinin kinini alevledi, herkesin tutkularını uyandırdı; çıkarları ya da yalan ve boş düşünleri çarpıştırarak, kin ve ayrılık tohumları ekti. Yoksula, zenginden kalacak malları vereceğine; zengine, yoksulu köle yapacağına söz verdi. Bir adamı, bir başka adamla; bir sınıfı, bir başka sınıfla korkuttu. Güvensizlik içinde, bütün yurttaşları birbirinden ayırarak, onların zayıflığından kendi gücünü çıkardı; onlara zorla elindekiyle yetinme boyunduruğu geçirdi; onlar da bu boyunduruğu, hep birden, daha sağlamlaştırdılar. Orduya dayanarak vergiler topladı; topladığı vergilerle orduyu elinde tuttu. Para ve konum oyunu yüzünden, bütün bir budunu çözülmez bir zincirle bağladı; devletler de baskıcı yönetim içinde, ağır ağır çöktü. Böylelikle hep aynı neden, her türlü eyleme geçerek, durmadan devletlerin varlığına saldırdı; tutkuların sonsuz zincirinden, sonsuz bir değişiklikler zinciri çıktı. Bu değişmez bencil ve zorla ek koyma ruhu da, aynı derecede uğursuz olan iki temelli sonuç doğurdu; biri, toplulukların bütün parçalarının arasına ayrılık sokarak, onları zayıflattı, onların dağılmalarını kolaylaştırdı; öteki, iktidarı her zaman tek bir elde toplamak istemesinden, topluluklarla devletlerdeki ortaklaşa yaşam ve barışın zararına, bunların birer birer yutulmasına yol açtı. Gerçekten, bir devletin içinde, ulusu bir topluluk, topluluğu bir aile, aileyi bir birey nasıl yuttuysa, aynı biçimde devletler arasında çıkan bir yutma devinimi, devlet düzeninin bütün kötülüklerini, daha büyük ölçüde, siyaset düzeninde de gösterdi. Bir site, başka bir siteyi ele geçirerek köleleştirdi, bir eyalet kurdu; iki eyaletten birinin ötekini yutmasından, bir krallık ortaya çıktı; iki krallıktan birinin ötekini ele geçirmesinden de, dev imparatorlukların doğduğu görüldü. Bu toplulaşmada, devletlerin iç gücü, büyümeleri yüzünden artmak şöyle dursun, tersine olarak azaldı; budunların içinde bulundukları koşullarsa, daha iyileşeceğine, olayların özünden gelen nedenlerle günden güne daha kötü oldu, daha düşkünleşti… Devletlerin genişliği arttıkça yönetimlerinin de daha güç, daha karışık olması yüzünden, bu yığınları eyleme geçirmek için iktidarın gücünü çoğaltmak gerekti; hükümdarların görevleriyle yetenekleri arasında da hiçbir ölçü kalmadı. Baskıcı yöneticiler, kendilerini zayıf bulmaları yüzünden, ulusların güçlerini geliştiren her şeyden korktular; bu gücü azaltmanın yolunu öğrenmeye baktılar. Uluslar, yabanıl kinlerden ve bilisizlikten gelen boş düşüncelerle parçalandıkları için, hükümetlerin bozukluğuna destek oldular; karşılıklı olarak yardımcılar kullandıkları için de köleliklerini bir kat daha ağırlaştırdılar. Devletler arasındaki denkliğin bozulması yüzünden, güçlüler zayıfları daha kolaylıkla ezdiler. Sonunda, devletler birleştikçe budunlar da kendi yasalarından, kendi adaletlerinden, kendilerinin öz malı olan hükümetlerden yoksun kaldıkları için, güçlerini oluşturan kişiliklerini yitirdiler. Baskıcı yöneticiler, imparatorluklara bir mülk, budunlara de bir mal gözüyle baktıkları için, etki ve yetkilerini istedikleri gibi kullanarak yolsuzluklara saptılar, yağmacılığa koyuldular. Ulusların bütün güçleri ve zenginlikleri özel giderlere, kişisel heveslere aktarıldı; krallar da, tokluğun verdiği iç sıkıntısı içinde, her türlü bozuk, yalancı zevklere kendilerini koyverdiler: Asma bahçelere, dağların üzerine yükselmiş ırmaklara gereksinme duydular; verimli kırları, yabanıl hayvan avına çıkacak yerlere dönüştürdüler; çorak topraklarda göller kazdırdılar; göllerin içine kayalar diktirdiler; mermerden, somakiden saraylar kurdurdular; altından, elmastan döşemeler istediler. Onların gururu, dini bahane ederek tapınaklar kurdu; işsiz papazlara gelir bağladı; değersiz iskeletler yüzünden, görülmedik mezarlar, lahitler, piramitler yaptırdı. Sırayla saltanatlar boyunca, milyonlarca kolun kısır işlerde çalıştırıldığı görüldü; Dalkavukların öykündüğü ve derece derece en aşağı rütbelere kadar inen prenslerin lüksü de, genel bir ahlak bozukluğunun ve yoksulluğun kaynağı oldu. Zevklerin giderilmez susuzluğu içinde, her zamanki vergiler de yetişmediği için, bunlar da artırıldı; karşılığını almadan emeğinin çoğaldığını gören çiftçi, cesaretini yitirdi; soyulduğunu gören tüccar, işinden iğrendi; yoksul kalmaya yazgılanan yığın, çalışmasını kendisine yetecek kadara indirdi; bütün o verimli çalışmalar da yok oldu. Verginin artması toprak sahiplerine çok gider yüklediğinden, küçük toprak sahibi tarlasını ya bırakıp gitti ya da güçlü bir adama sattı; servetler de birkaç elde toplandı. Bütün yasalar ve kurumlar, bu toplanmayı kolaylaştırdığı için, uluslar, zengin işsizler topluluğuyla çalışan yoksul bir yığın arasında parçalandı. Yoksul halk, aşağılık durumlara düştü; tok kodamanlar soysuzlaştı. Devletin korunmasına ilgi duyanların sayısı azalmaya doğru gittikçe, onun gücü ve yaşamı da sarsıldı. Bir yandan da, yükselme çabası uyandıracak hiçbir şey ortaya konmadığından, öğretim yüreklendirilmediğinden, ruhlar derin bir bilisizliğe gömüldü. Devlet yönetimi, gizli ve gizemli olduğu için, hiçbir yenilik, hiçbir iyileştirme olanağı kalmadı. Önderler zor kullanarak ve aldatarak davrandıklarından, budunlar de onlara, kamunun düşmanı bir çete gözüyle baktılar. Yönetenlerle yönetilenler arasında da hiçbir uyum kalmadı. Bütün bu eksiklikler, zengin Asya'daki devletleri gevşetince, yakın dağlar ve çöllerin serseri, yoksul budunları da, verimli ovaların nimetlerine göz diktiler; ortaklaşa bir hırsla, uygar imparatorluklara saldırarak, acımasız yöneticilerin tahtlarını devirdiler. Bu derin değişiklikler, çabuk ve kolay oldu; çünkü acımasız yöneticilerin siyaseti, kendi uyruklarının cesaretini kırmış, kaleleri yıkmış, askerleri yok etmişti; çünkü ezilen uyruklarda, kişisel ilgi; parayla tutulan askerlerdeyse gözüpeklik yoktu. Barbar sürüleri, ulusları baştanbaşa köleleştirince, yenen bir budunla yenilen bir budundan ortaya çıkan imparatorlukların içinde birbirine tümüyle karşıt ve düşman iki sınıf bir araya gelmiş oldu. Toplumun bütün ilkeleri ortadan kalktı: artık ne ortaklaşa çıkarlar, ne kamu ruhu vardı; sürekli kargaşayı toplumsal kural durumuna koyan bir ırk ve sınıf ayrılığı kuruldu; yeryüzüne, damardaki kana göre, köle ya da kıyıcı, mal ya da mal sahibi olarak gelindi. Ezenler, ezilenlerden sayıca az olduğundan, bu yapma denkliği korumak için, kıyıcılık bilimini geliştirmek zorunda kalındı. İçgüdüye bu denli aykırı bir uysallığı elde etmek için, daha ağır cezalar koymak gerekti; yasaların acımasızlığıysa, insanların doğasını yabanıllaştırdı. Kişiler arasındaki ayrılık, devletin içinde iki yasa, iki adalet, iki hukuk kurduğu için, gönlündeki duyguyla ağzından çıkan ant arasında kalan halk, iki karşıt bilinç edindi; artık onun anlayışında hak ve haksızlık düşüncelerinin dayanacağı bir temel de kalmadı. Böyle bir yönetim altında, budunlar umutsuzluğa düştüler; canlarından bezdiler. Çektikleri acılara doğanın yıkımları da eklenince, bunca yıkım karşısında şaşırarak bunların nedenlerini üstün ve gizli güçlerde aradılar. Yeryüzünde kendilerine acımasız davrananlar bulunduğuna göre, göklerde de bu tür kıyıcılar bulunduğunu sandılar; temelsiz düşünceler de ulusların yıkımlarını bir kat daha artırdı. Tıpkı acımasız yöneticiler gibi kötü ve açgözlü tanrılar tasarımlayan uğursuz öğretiler, karamsar ve kötücül din dizgeleri doğdu. İnsan, bu tanrıları yatıştırmak için, elindeki bütün nimetleri onlara bıraktı; yoksunluklara katlandı, doğanın yasalarını altüst etti. Zevklerini suç, çektiği acıları bu suçun bağışlanması için karşılık sayarak, acıyı sevmek, ben sevgisinden vazgeçmek istedi; duygularına işkence etti; yaşamaktan tiksindi; topluluğa aykırı bir elçekme ahlakı, ulusları ölüm devinimsizliğine daldırdı. Ama uzağı gören doğa, insanın gönlüne sönmez bir umut koyduğu için, bu yeryüzündeki isteklerinde mutluluğun kendisini aldattığını gören insan da, onu başka bir yerde aradı; tatlı bir düşleme kapılarak, kendisine başka bir yurt, sığınılacak bir yer buldu; orada, acımasızlardan uzak, varlığının haklarını yeniden elde etti. Bundan da yeni bir karışıklık çıktı; kendisini düşlemsel bir yere kaptıran insan, doğanın yeryüzüne karşı tiksinti duydu; olmayacak umutlar uğruna gerçeği umursamadı. Artık yaşadığı yaşama, yalnızca, yorucu bir gezi, üzüntülü bir düş gözüyle baktı; teni, mutluluğuna engel bir zindandan başka bir şey değildi; bir sürgün yeri, bir uğrak saydığı toprağı da artık ekmeye gönül indirmedi. Bunun üzerine topluluk alanını kutlu bir başıboşluk sardı; köyler boşaldı; işlenmemiş topraklar çoğaldı; imparatorluklarda insan sayısı azaldı; anıtlar yüzüstü bırakıldı; bilisizliğin, temelsiz düşüncelerin, bağnazlığın doğurduğu sonuçlar, her yandan birleşerek, yıkıcılığı, yıkıntıları bir kat daha artırdı. Böylelikle, kendi tutkularıyla sürüklenen, bireyce de, toplumca da, hiç gözü doymayan ve hep önlemsizlik gösteren insanlar, kölelikten kıyıcılığa, gururdan alçalmaya, kendini beğenmeden korkaklığa geçerlerken, yıkımlarının asıl etkenleri de, yine kendileri oldular. Eski devletlerin alınyazısını yazan sıradan ve doğal nedenler işte bunlardır. İşte bu birbirine bağlı, birbirinden çıkan nedenler ve sonuçlar zinciriyledir ki eski devletler, insan benliğinin doğal yasalarına uyup uymadıklarına göre, yükseldiler ya da çöktüler. Sırasıyla, çöken, güçlenen, ele geçirilen, yıkılan yüz türlü budun, yüz imparatorluk, geçirdikleri değişiklikler boyunca, yeryüzüne yararlı dersler verdiler… Ama şimdi bu dersler, yeni kuşaklar için, unutulmuş bulunuyor! Geçmiş zamanların karışıklıkları, bugünkü kuşaklarda da çıktı! Ulusların önderleri, acımasızlık ve yalan yolunda yürümeyi sürdürdüler! Budunlar da temelsiz düşüncelerin, bilisizliğin karanlıkları içinde bocalamaktan kurtulmadılar! Peri, düşüncelere dalarak ekledi: Görürüz! Geçmiş kuşakların deneyimleri, yaşayan kuşaklar için gömülü kalıyorsa; dedelerin düştükleri yanılgılar, torunlara hâlâ ders olmadıysa, o zaman eski örnekler de yeniden ortaya çıkacak ve yeryüzü, unutulmuş zamanlardaki korkunç sahnelerin yinelendiğini görecek. Budunlar, imparatorluklar, yeni ve derin değişikliklerle sarsılacak. Güçlü tahtlar yeniden devrilecek. Korkunç yıkımlar, doğanın yasalarını, gerçekle bilgeliğin kurallarını çiğnemelerinin sonuçsuz kalmayacağını insanlara anımsatacaklar.


Peri bu sözleri bitirir bitirmez, Batı'da büyük bir gürültü koptu. Gözlerimi oraya çevirince, Akdeniz'in bittiği yerde, Avrupa uluslarından birinin ülkesinde inanılmayacak bir kaynaşma gördüm. Tıpkı büyük bir kentte her yandan korkunç bir ayaklanma çıktığı zaman bir kalabalığın kaynaştığını, dalga dalga sokaklara ve alanlara yayıldığını gördüğümüz devinim gibi bir şey. Göklere dek yükselen çığlıklar kulağıma çarptıkça, arada bir şu tümceleri yakaladım:
“Bu yeni acayiplik de nedir? Bu kıyıcı, gizemli bela nedir? Kalabalık bir ulusuz; çalışmaya adam yetmiyor! Çok iyi bir toprağımız var, yine de yoksulluk içinde yaşıyoruz! Ağır vergiler ödüyoruz, yine de az buluyorlar! Dışarda her ulusla barışığız; içerde çanımız malımız güvende değil! Bizi kemiren bu gizli düşman da kimdir?”
Yığından gelen sesler karşılık verdi: “Bir sancak dikin; yararlı işlerle topluluğu geçindiren, besleyen kim varsa onun çevresine toplanır; sizi kemiren düşmanı da tanırsınız.”
Sancak dikilince, bu ulus, eşit olmayan, çelişkiler gösteren iki parçaya bölünüverdi: Biri sayılamayacak denli kalabalıktı; hemen hemen ulusun hepsiydi. Bunlar, düşkün giyinişleri ve yanık yüzleriyle çalışmanın, yoksulluğun ne demek olduğunu anlatıyorlardı. Öteki küçük, duygusuz topluluğun dolgun yüzlerinde, altın ve gümüş taşan zengin giysilerinde bolluğun, boş geçen zamanın izleri okunuyordu.
Bu insanlara daha dikkatle bakınca; büyük yığınların işçileri, zanaatçıları, esnafı, topluluğa yarayan yorucu, uğraştırıcı bütün uğraşları içinde topladığını; küçük toplulukta bulunanların da her dereceden din adamları (keşişler), maliyeciler, soylular, uşaklar, asker önderleri ve hükümetten geçinen daha başka kimseler olduğunu gördüm.
Bu iki yığın yüzyüze gelip de şaşkınlıkla bakışınca, birinde öfkeyle tiksintinin, ötekinde bir korkunun uyandığını gördüm. Büyük yığın, küçüğüne:
“Niye bizden ayrıldınız? Yoksa bizden değil misiniz?” diye sordu.
Küçük topluluk, “Hayır, siz halksınız; bizse ayrı bir topluluğuz, ayrıcalıklı bir sınıfız; bizim ayrı yasalarımız, ayrı göreneklerimiz, ayrı haklarımız var!” diye karşılık verdi.
HALK
Bizim topluluğumuzda ne iş yaparak yaşarsınız?
AYRICALIKLILAR
Biz çalışmak için yaratılmadık.
HALK
Öyleyse bunca serveti nasıl edindiniz?
AYRICALIKLILAR
Sizi yönetme işini üstümüze alarak…
HALK
Nasıl! Biz yorulalım, siz keyif sürün! Biz biriktirelim, siz saçıp savurun! Servetlerin kaynağı biziz, siz onlara konuyorsunuz; bunun adına da yönetmek diyorsunuz! Ayrıcalıklı sınıf, bize yabancı olan ayrı topluluk! Kendi başınıza bir ulus kurun da nasıl yaşayabileceğinizi görelim.
Bunun üzerine, küçük topluluk, bu yeni olay karşısında ne yapacaklarını aralarında görüşünce, insaflı ve iyi yürekli birkaç adam, “Halkla birleşmeli, onun yükünü paylaşmalıyız; çünkü onlar da bizim gibi insan; servetlerimiz de o kaynaktan geliyor” dedi. Ama ötekiler gururla, “Bizim yığına karışmamız bir yüz karasıdır; yığın bize iş görmek için yaratılmıştır; biz bu imparatorluğu fethedenlerin temiz ve soylu ırkından değil miyiz? Bu kalabalığa haklarımızı ve kendisinin kimlerden geldiğini anımsatalım” dediler.
SOYLULAR
Halk, atalarımızın bu ülkeyi fethettiğini, ırkınızın da ancak bize iş görmek koşuluyla canını kurtardığını unutuyor musunuz? İşte bizim topluluk antlaşmamız; işte görenek üzerine kurulmuş ve zamanla yasalaşmış hükümet!
HALK
Fatihlerin temiz ırkı, bize soyunuzu sopunuzu gösterin. Göreceğiz ki, bir birey için hırsızlık, yağmacılık olan şey, bir ulus için artam sayılıyor.
O anda, her yandan yükselen sesler, bir yığın beyoğlunu adlarıyla çağırmaya başladılar. Bunların köklerini, hısımlıklarını bir bir sayarak, atalarının, dedelerinin; dahası, kendi babalarının bile, esnaf, zanaatçı olarak doğmuşken, bir yolunu bulup zenginleştikten sonra soyluluğu parayla nasıl satın aldıklarını anlattılar: Gerçekten eski bir köke dayanan birkaç aile kaldı. Yükselen sesler, “Bakın” diyordu, “Bakın, hısımlarını tanımayan sonradan görme soysuzlara, bakın kendilerini ünlü askerler sanan bu ayaktakımı devşirmelerine!” Bir kahkahadır koptu.
Havayı değiştirmek için birkaç kurnaz adam, “Bağlılık duygusu olan uysal halk, yasal yetkiyi tanıyın; Kral diler, yasa buyurur!” diye bağırdı.
HALK
Ayrıcalıklı sınıf, servetin dalkavukları! Kralları bırakın da, ne diyeceklerse kendileri söylesinler; krallar, halkın o koca yığının esenliğinden başka bir şey isteyemezler; yasa da hakkın dilediğinden başka türlü olamaz.
O zaman ayrıcalıklı asker sınıfı, “Halk yalnızca güce boyun eğer, onu cezalandırmalı” dedi, “Askerler, bu başkaldıran halkı tepeleyin!”
HALK
Askerler, siz bizim kanımızdansınız! Hısımlarınızı, kardeşlerinizi tepeleyecek misiniz? Halk yok olursa orduyu kim besler?
Askerler silahlarını indirerek, “Biz de halktanız, bize dövüşecek düşman gösterin” dediler. Bunun üzerine ayrıcalıklı din sınıfı, “Tutulacak tek yol kaldı; halk temelsiz ve boş düşüncelere inanır; onu din ve Tanrı adlarıyla korkutmalı” diye düşünerek, “Sevgili kardeşlerimiz, yavrularımız! Tanrı, bizi sizleri yönetmek için seçti” dedi.
HALK
Gökten aldığınız yetkileri bize gösterin.
KEŞİŞLER
İnsanda inanç olmalı. Akıl insanı doğru yoldan çıkarır.
HALK
Siz düşünmeden mi yönetirsiniz?
KEŞİŞLER
Tanrı barış diliyor; din boyun eğilsin buyuruyor.
HALK
Barış adalete dayanır; görev olduğuna inanılmadan boyun eğilemez.
KEŞİŞLER
Yeryüzüne yalnızca acı çekmek için geldik.
HALK
Bize örnek verin.
KEŞİŞLER
Tanrısız, kralsız mı yaşayacaksınız?
HALK
Ezenler olmadan yaşamak istiyoruz.
KEŞİŞLER
Sizin iyi ve dindar olduğunuza tanıklık edecek aracılarınız bulunmalı.
HALK
Tanrının ve kralların yanındaki tanıklar, gözdelerle keşişler, hizmetleriniz bize çok pahalı geliyor; bundan böyle işlerimizi doğrudan doğruya kendimiz göreceğiz.
O zaman küçük topluluk, “Her şey bitti, yığın uyandı” dedi.
Halk karşılık verdi: “Her şey kurtuldu; çünkü uyandıksa, gücümüzü kötü kullanmayacağız. Kendi haklarımızdan başka istediğimiz yok. Hınçlarımız var, unutuyoruz; köleydik, şimdi buyurabiliriz; ama biz, yalnızca özgür olmak istiyoruz. Özgürlük de adaletten başka bir şey değildir.”
(Sayfa: 90-96)


“Bir ulus, başka bir ulusun, eskiden uydurulmuş dogmalarını almazdan; bir kuşak, gerideki kuşağın edindiği düşüncelerin mirasına konmazdan önce; bütün bu katışık dizgelerin hiçbiri yeryüzünde yoktu. İlk insanlar, her türlü bilginin acemisi, her türlü olayın gerisindeki doğanın çocukları olarak herhangi bir düşünceye sahip olmaksızın dünyaya geldiler: 
Ne skolastik kavgalardan çıkan dogmalar; ne daha sonraları doğacak geleneklerle sanatların üzerine kurulmuş ayinler; ne ortaya çıkması tutkuların gelişmesine bağlı inançlar; ne bir dilin olmasını ve henüz daha var olunmayan bir topluluk durumunu gerektiren yasalar; ne bütün özellikleri sonunda maddesel şeylere, bütün davranışları baskıcı ve acımasız bir hükümet biçimine varan Tanrılık; ne de duyularla yakalanamayacağı söylendiği halde, zihnin kendilerini kavraması için başka hiçbir yol bulunmayan ruh ve bütün o fizikötesi varlıklar… Bütün bu sonuçlara ulaşmak için, hazırlayıcı olayların zorunlu çemberinden geçilmesi; ağır ağır yinelenen deneyimlerin, hiçbir bilgisi olmayan insana organlarını kullanmayı öğretmesi; birbiri ardı sıra gelen kuşakların birikmiş deneyimleriyle yaşama araçlarının bulunup yetkinleştirilmesi; ilkel gereksinmeler zincirinden kurtulan zekânın, düşünceleri karşılaştırma, akıl yürütme, mecazi ilişkileri kavrama gibi çok karışık bir sanata yükselmesi gerekmişti.'' (Sayfa: 43-44)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...