#AzizNesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#AzizNesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2021 Çarşamba

Aziz Nesin - Zübük



''Bir tarihte bu adama her nasılsa üçyüz lira borç vermiştim. Daha o zaman evlenmemiş. Anasıyla da aramızdan su sızmıyor. Gece gündüz beraberiz. Derken bir de duyduk ki evlenmiyor mu.. Düğün hazırlıklarına başlamışlar. Anasına, ''Oğlun evlenmesini biliyor. Düğün dernek yapacağına kızımın üçyüz lirasını versin önce. Benim kızım, o parayı öğretmenlik maaşından bir bir biriktirdi,'' dedim. Biz dediğimizle kaldık. Parayı vermediler. Zübükzade de evlendi. Ne yapalım, Allah mesut etsin.. Lakin bizim para ne olacak.? Ben buna haber yolladım: ''Kızımın parasını verecekse versin, yoksa onu bütün memlekete rezil ederim.''

Benimkisi de akıl işte. Herif öyle rezilliklerden utanacak gibi değil. Hatta rezil edebilsek, ''Aman ne iyi, propagandamı yaptılar. Bir de üste ne versek de haklarını ödesek.!'' diyecek.'' (Sayfa: 15)

*****
*****

''Günlerden cumartesi.. Cumartesi oldu muydu, Zübükzade İbraam Bey, ilkin öğretmenler derneğine gelir. Biriki laf atar. Bizim de kafamız iyice kızdı yani.. Yahu, nedir bu herifin cakasından, şişinmesinden çektiğimiz.. Elin zibidi Zübük'ünün yanına salavatsız varılmıyor. Herifin namussuzluğunu cümlemiz bilmekteyiz. Velakin karşı karşıya geldik mi, her ne hikmetse, herif bizim ağzımızı dilimizi bağlıyor. Ağız mı açabiliyorsun karşısında.? En küçük lafı, vekil vükela.. Alçakgönüllülüğü tutarsa, vali sözünü ağzına alıyor. Validen aşağısına kendisi rütbe vermiş ki, hâşâ huzurdan, meclisten dışarı, söylenecek bir söz değil.'' (Sayfa: 30)

*****
*****

''Büyük adam sen ben gibi değil. Bir oturdular mı oturulan yerden kalkmazlar. Bir kapıdan girdiler mi, girdikleri kapıdan bir daha öldür Allah çıkmazlar. Usul böyle..'' (Sayfa: 55)



''Bu Zübükzade sağu sağlattı, bizi karılar gibi ağlattı. Hayır, bize kimseler etmedi, biz bize ettik.. Bilesin, hem de öyle oldu. Elin yaban kopuğunu, ''Beyim sen şöylesin, beyim sen böylesin,'' diyerek zorla başımıza bey ettik. Şimdengeri iş işten geçti. Nice yansak yakılsak boş.. Bizi yakıp kül edip, külümüzü yele savurmada namussuz.. Artık nice yansak yakılsak, bu kudurmuşun elinden amanımız yoktur.'' (..) Yahu, bu bizim bura insanında hiç mi zihin yok.? Bunların hepsi bilir ki, bu Zübükzade, tarihlerin yazmadığı bir namussuz. Tek ayak üstünde seksen yalan kıvırır. Uykusunda şeytan aldatmaya gelse, şeytanın ırzına geçip, ''Gözünün yaşını sil.!'' diye donunu da eline verir. (Sayfa: 80)

*****
*****

''Başımı iki elimin arasına aldım, derinlere daldım, düşündüm: Biz neden böyleyiz.? Öyle ya canım, bu anasının oğlu, babası bellisiz Zübük, başımıza getirmedik bela bırakmamış. Hepimizin ayrı ayrı canını yakmış. Biz her birimiz, bunun ipini çekmeye gönüllüyüz, öyleyken neden bu uğursuzu daha aramızda yaşatırız, neden yalanlarına inanmayız da, inanır görünürüz.? Benimkisi korkudan.. Korku dağları bekler, demişler. İnsan yüreği dağ olsa bunca yalanın saldığı korkuya dayanamaz.'' (Sayfa: 83)

*****
*****

''Tranasit yolundan geçenler Alman da olsa, İranlı da olsa, yanlarında Amerikan cıgarası bulunuyor. Buralılar Amerikan cıgarasını yalnızken içmiyorlar, toplu olunca içiyorlar; daha çok ikram cıgarası..

Şimdilik anlayabildiğim, Amerika, uygarlığını önce cıgarasıyla yaymaya başlamış.'' (Sayfa: 103)

*****
*****
''Burada herkesin ağzında bir Zübükzade İbraam Bey.. Herkes onu anlatıyor, onun sözünü ediyor. Merhaba der demez, arkasından Zübükzade şöyle yaptı, böyle etti diye başlıyorlar.

Adını daha tirendeyken duymuştum. Bir kompartımanda yolculuk ettiklerimizden iki kişi, hiç durmadan saatlerce Zübükzade İbraam Beyin zulmünden, kötülüğünden dert yandı. Onların uzun uzun yakınmalarını dinlerken, hiç sıkılmadım. Anlattıkları çok ilginç ama, inanılır şeyler değildi. Tirenden inince, ancak bir saat kadar kalabildiğim vilayette de, ondan bundan yine Zübükzade İbraam Beyin meraklı serüvenlerini dinledim. Kanarya sarısı kaptıkaçtıda da, yol boyunca yine o adamın sözü edildi. İşin şaşılası yanı, bu adamın serüvenlerini dinlerken insan hiç bıkıp usanmıyor. Destan gibi bir adam. Yalnız, kötü bir destan, yani yergi, taşlama.. Herkes anlatıp anlatıp, ''Allah belanı versin ulan Zübük.. Çilemiz dolmadı mı ki, seni Azrail hiç görmez,'' diye sözünü bitiriyor.'' (Sayfa: 107)



''Ah bre oğlum, ciğerimiz yanık. Bu #Zübükzade alçağından bizim bir çekmediğimiz mi kaldı.? Herif bizi eşşek yerine koydu da, hemi de yularsız, palansız güttü. Yok öyle değil, herifin günahını almayayım. Biz herifi, paçasından, yeninden, zorla çekip sırtımıza bindirdik. Eşşek bile eşşekken kafasını diker, tepmik atar, çifteler. Biz şu insanlığımızla onu bile yapamadık.'' (Sayfa: 109)

*****
*****

''Beygirler bile beygir aklıyla, canavarı gördü mü, baş başa verir birleşir de art ayaklarını canavara dönerler. Bizim de birleşme zamanımız.'' (Sayfa: 110)

*****
*****

''Bizde, yok yere ahbaplığı sıkıladın da canciğer göründün mü, arkasından bir alicengiz oyunuyla kazık atılacağını cümlemiz biliriz.'' (Sayfa: 111)

*****
*****

''Herkes, partimizde bir namussuzun olduğunda ve bunun aramızdan atılmasında birlik. Gelgelelim, hiçbiri de şu içimizdeki alçağın adını söyleyemiyordu. Bu bizim insanımızda yürek yok, yürek.. Ulan korkacak ne var.? Söylesenize şu herifin adını.. Tuh yüreksizler.! Herkes birbirine, ''Öyle değil mi.?'', ''Ne dersin.?'' diye sorarak belayı savuştura savuştura, dönüp dolaşıp gene bana geldi.'' (Sayfa: 113)



''Merkez, ya bu herifi partiden atar, ya biz toptan partiden istifa ederiz. Çünkü bu #Zübükzade ile aynı partide olmak şerefimize dokunuyor ve o partide oldukça hiçbir zaman seçimi kazanamayız.'' (Sayfa: 120)

*****
*****
''Yalvar yakar olduk, önüne yatıp yuvarlandık.
- Sayende İbraam Bey, şu kasaba şenlensin.. Gel bizi kırma. Belediyemize reisliği kabul et.!
Zübükzade İbraam Bey'in iki gözünden iki damla yaş süzüldü,
- Kabul ediyorum.. dedi, durdu.
Acaba gene ne gibi bir keramet buyuracak diye ağzının içine bakıyoruz.
- Velakin..
Gene durdu. Edepsizin ağzından laf dirhem dirhem çıkıyor.
- Buyur İbraam Bey, buyur. Velakin dedin durdun..
- Velakin bazı şartlarım var.
Çiftverenoğlu da gayrı belediye reisliğinin elden gittiğini anlamış, hiç değilse Zübük'le arayı açmayayım diye, o hepimizden ateşli,
- Her ne gibi şartın şurtun varsa, her bir buyruğun can baş üstüne.! dedi.
Zübükzade ahlaksızı zorla gözünden akıttığı iki damla yaş çenesinden süzülürken,
- Arkadaşlar, dedi, birinci şartım şu ki, hep insanız, beşer şaşar.. Yanılmak insanoğluna vergi. Evelallah belediye seçimini kazanırız. Ben de, madem istediniz belediye reisi olurum. Makam insanın başını döndürür. Eğer benim de başım dönre, yanlış bir iş yaparsam ve de sizler beni doğru yola getirmezseniz, namertsiniz..
Bey, bu Zübük'ün bir sesi var, beribenzer tiyatro oyuncusunda böyle ses bulunmaz. Yahu, herifin alçaklığını benden iyi bilen yokken, o sözleri dinleyince içim bir hoş oldu, gözlerim sulandı. Bu kez ağlama sırası bize geldi. Sesini titrete titrete, ''Beni doğru yola getirmezseniz, namertsiniz,'' demiyor mu, insanın hamiyet damarları kabarıp yaşlar gözpınarlarından taşıyor.
Çiftverenoğlu Hamza dürzüsü,
- Namerdiz.! diye bağırdı.
Tüccardan Emin Efendi yaşından başından utanmadan,
- Başka emrin.? diye sordu.
- Estağfurullah.. İkinci şartım şu ki, hiçbir kimseden dalkavukluk istemem. Çünkü, neden derseniz, bu alkışa, dalkavukluğa insanoğlunun yüzü yumuşak. Ola ki ben de şeytana uyar sapıtırım.
Hâşâ peygamberler gibi konuşuyor.
- Beni baştan çıkarmayacaksınız. Bana doğru yolu göstermezseniz alçaksınız.
Kendimi zaptedemedim,
- Alçağız.! diye bağırdım.
- Üçüncü şartım şu ki..
- Buyur İbraam Bey.!
- Dediğimden dışarı çıkmayacaksınız.
Aklı Evvel Bedir Hoca denen sakallı keçi,
- Çıkan, vicdansız.! diye bağırdı.'' (Sayfa: 136-137)
*****
*****
''Biz bu püsküllü belayı zorla başımıza aldık. Her ne çektiysek, kendi beyinsizliğimizden. Bizde bu kafa varken, bizim gibilerine bir değil, on Zübük az gelir.
Belediye reisi oldu, sonra da bize kan kusturdu. Kimse etmedi bize, n'ettikse kendi kendimize ettik. Yılanın başı küçükken ezilecekti. Şimdengeri ne desek boş, olan oldu..'' (Sayfa: 141)


''Bre Bey, nasıl vasfetsem, herif soluk alır verir gibi yalan kıvırıyor.'' (Sayfa: 142)



''Anlatılanlara bakılırsa, dünyanın en kötü adamı.. Ama dikkat ediyorum da söylediklerine, hiçkimseyi de kandırmamış. Kandırılanlar, zorla, yalvararak kendilerini kandırtmışlar. Sanki, Zübükzade'yi zorlaya zorlaya kötü yapmışlar.'' (Sayfa: 162)

*****
*****
''Askeriye muzıkası vurmaya başladı, ağırdan bir makam.. Cami avlusuna varıldı. Şehit tabutta.. Aklı Evvel Bedir Hoca cenaze namazını kıldırdı. Tabutu aldık yürüdük. Önde muzıka vuruyor. Şehit kabristana gömüldü. Arkadan nutuklar başladı. Velakin Ankara'nın adamı dehşetli nutuk çekiyor. Ankara nutukçusunun dediğinden hiçbişey anlaşılmıyor, velakin bir nutuk ki insanı ağlatıyor. Ben ağladım.. Baktım, Çiftverenoğlu da ağlıyor, Emin Efendi de ağlıyor. Ağlamayan yok canım.. Erkek kısmı ağlar mı.? Elin oğlu ağlatıyor Bey. O nutku duyup da ağlamamak olamaz.
Çiftverenoğlu,
- İyi nutuk çekiyor ya, dediklerini bir anlasaydık.. dedi.
Benim anlayabildiğim bir ''Vatan seması..''
Mezarın başına geçen,
- Vatan seması.. diye başladı mı, gözyaşı zapt olmuyor.
Emin Efendi,
- Yahu, ben ağlamaktan öldüm, dedi, bir insanda bu kadar gözyaşı mı olurmuş.? Demek insanın içi, bir gözyaşı torbası.
En sonunda bizim Aklı Evvel Bedir Hocamız çıkıp duaya başladı. Ne dersin Bey, bizim Bedir Hoca, hepsini bastırdı. Evet, Bedir Hoca alçağında iş varmış. Onun duasının yanında nutukçuların ses titremesi on para etmez.
Kalaycı Kör Nuri yanı başımda belirdi,
- İyi ki, dedi, gözümün biri yok.. Öbür gözüm de olaymış, içimin suyu hep akacakmış da kuruyacakmışım. Bu ağlamaya tek göz yetmez oldu.
Kör Nuri'de laf çok, durup durup yumurtluyor:
- Emmi, ben bişey keşfettim.
- Nedir oğlum.?
- Yahu, bu insanoğlu anlamadığı bir laf oldu mu ağlıyor demek.. Bak, demin efendiler, Allah razı olsun, nutuk çektiler. Anladık mı.? Yok.. Gelgelelim ağladık. Şimdi de Arabi üzerine dua okur. Ne anladık.? Hiç.. Velakin ağlamaktan gözpınarlarım kurudu, ötey gözüm de kör olacak.. Demek bu beni beşer, anlamadığı söze ağlıyor, he mi.?
- Besbelli öyle olacak..'' (Sayfa: 170-171)
*****
*****
''-Bu memleket.. şehit şüheda yüzü suyu hürmetine yaşıyor..
- Ona ne şüphe İbraam Bey..
- Vatan için canını verenlerin..
Sesi titriyor, sözü hıçkırıklardan kesiliyor.
- Vatan için ve memleket için ve de millet için ve de..
Hüngür hüngür, sarsılarak ağlıyor.
- Aman İbraam Bey, ölenle ölünmez kardaş..
- Bir koç yiğit, öyle bir koç yiğit..
Boğazıma bir yumruk geldi, tıkandı. Ben yüreği dayanıksız, gözü yaşlı bir adamım. Gözlerim bulandı. İçimden, ''Aman oğlum İhsan, tut kendini.!'' diyorum kendime, ne mümkün.. Şurama bir düğüm geldi oturdu, başıma da bir ağrı saplandı. Ağlasam açılacağım ya, ayıp olur diye kendimi tutuyorum..
- Bu vatanın her bir karış toprağı mübarek şehit kanlarıyla sulanmış olup..
İki gözü iki çeşme ağlıyor. Gözyaşlarını sildiği çevre, ıslanmış da bulaşıkbezine dönmüş.
Gözpınarlarım gevşedi. Ağlarken beni görüyorlar mı diye Emin Efendiyle Hamza Beye baktım. Hamza Bey, ceketinin yeniyle gözlerini siliyor, Emin Efendi zavallısı da burnunu çekiyor.
- Bir millet.. Şehitlerinin.. Her karış vatan toprağı.. Aklıma geldikçe kendimi tutamıyorum. Biz millet yolunda, vatan uğruna..
Gayrı tutamadık kendimizi, biz de bir hüngürtüdür tutturduk. Ağla gözüm ağla.. Minderlerin üstüne kapanıp başladık ağlamaya.. Gözlerimizden kanlı yaşlar gidiyor, gözyaşı sel olmuş.
Hem ağlıyorum, hem de kendi kendime,
- Yahu, tut kendini. Bu da Zübük itinin yeni bir numarası işte.. Bizi kazıklayacak besbelli.. Ağlayacak ne var.? diyorum ama olmuyor.
Sesini titrete titrete ağladıkça, karşısında mezar taşı olsa cana gelir de ağlar.'' (Sayfa: 179)
*****
*****
''- Kasabamıza bir cami yaptıracağız ki, beribenzer bir cami değil, vilayette bile eşi olmayacak.. İki minareli ve her minaresinde üçer şerefeli ve sekiz kubbeli ve ramazanda mahyalı ve kubbe içi altın yaldız bezeli ve içi mermer döşeli ve kapıları ince iş oymalı ve sedef kakmalı ve mihrabı halis somaki taşı ve mimberi nakışlı ve Kâbe örtülü ve ayrıca, ''Sakal-ı Şerif''li ve kürsüleri cevizden.. Ve de kasabamızın şerefine layık, Müslümanın göğsünü kabartan bir cami.. Karşısına geç bak, seyrine doyum yok.. Salkım salkım kandilleri nurlu..
Herifin ağzından bal akıyor. Anlattı, anlattı,
- Nasıl, istemez misiniz böyle bir cami.? diye sordu.
- Aman istenmez mi İbraam Bey, bir de sorarsın..
- Öyleyse hemen kasabamızda bir cami yaptırma derneği kurulacak..
Yahu, şimdi durup dururken bu cami de nerden çıktı.? Anlaşılan, kabristanda nafile namazı kılmak Zübük'ün hoşuna gitmedi de, cami yaptıracak..
Camiye hep sevindik. Ençok sevinen Aklı Evvel Bedir Hoca..
Satılmış Bey,
- Sormak ayıp olmasın ya, bunun parası nerden çıkacak.? dedi.
Zübük,
- - Parası kolay, dedi, Müslüman isterse, bir cami yapar ki, tüm kasabamız kubbesinin altına girer.'' (Sayfa: 190)
*****
*****
''Arkadaşlar, darphane bile Zübük İbraam gibi para basamaz. Adam durduğu yerde icat çıkarıp bir para kaynağı buluyor. Bugüne dek biz hangi ramazanda davulcudan para alırdık. Zübük'teki akla bak sen, ramazan davulculuğunu artırmaya çıkardı da, milleti birbirine düşürüp, ramazan davulculuğunu beşyüz pangınota kiraladı, belediyeye gelir sağladı. Şu kasabada kaç kişiyiz, hangimizin yaşayıp hangimizin ölü olduğu belli bile değil. Zübükzade, muhtara verdiği akılla, kayıtta kimini ölü, kimini diri gösteriyor. Herifteki akla bak ki sen, ölüleri diriltti, dirileri öldürttü.. Vergi borcu geleni öldürtüyor, hazineden alacağı olan ölüyü diri gösteriyor. Ölü diri birbirimize karıştık be..'' (Sayfa: 206)


YANLIŞ GİDİYORUZ
*
İlçe ortaokulunun Almanca öğretmeni bir arkadaşına şu mektubu yazıyordu:
*
''Büyük şehirlerde oturup, halk için düşünmek ne kolay.. Buraya gelmeden önceki iyi niyetli aptallığımı düşünüyorum, içimi bir halk dalkavukluğu kaplamıştı. Bizi nasıl kandırdılar, aldattılar, sonunda halk dalkavuğu yaptılar. Halk bilir, halk herşeyi bilir, halkta büyük bir sezgi vardır.
Yalan, hepsi yalan.. ''Halk herşeyi bilir'' demek dalkavukluğu bile, halkı kendilerinden ayrı, bambaşka, umacı, koskocaman bir dev yaratık görmek değil de nedir.? Yalandan halkı sever göründükçe, halka dalkavukluk ettikçe, bu yalanlara gerçekten inanan benim gibi tek tük kişiler, bilgisizliğin, görgüsüzlüğün, geriliğin kızgın, sonsuz çölüne sızan cılız sular gibi kuruyup, bitip gideceğiz.'' (Sayfa: 226)


''Halkı ilkin kandıran şehir aydını değil, kasaba aydını. Kasabalı aydın, halkı şehirli aydının kandırmasında yardımcılık, aracılık ediyor.'' (Sayfa: 227)
*
''Bu köylünün hepsi de İstanbul hanlarında, apartmanlarında kapıcı durmuşlar, o hanların, apartmanların kaloriferli, mavi, pembe, beyaz fayans döşeli helalarını yıkayıp tamizlemişler. Kullanmışlar da.. Ama köylerine dönüşlerinde kendilerine hela yapmamışlar.
Neden.? Neden böyle, diye hiç düşünüyor muyuz.?
Görgüsüzlük desen, değil, işte helanın en güzelini yıllarca görmüşler, temizlemişler, kullanmışlar da.. Ama yine de kendilerine hela yapmıyorlar. Görmek, tek başına bir işe yaramıyor. Kişinin, o gördüğünü alacak, benimseyecek bir düzeye yükselmesi gerekiyor. O yere yükselmedikçe, ne görse boş.. Bunlar, yıllarca temizledikleri helaların, kendileri gibi insanlar için değil, yalnız kapıcı odacı durdukları han ve apartmanlarda yaşayan insanlar için olduğunu sanıyorlar.
İşte biz bu halka ''akıllı, bilgili, anlayışlı, sezgili'' diyoruz. Yalan. Onları da, bizi de kandırmışlar, aldatmışlar. Biz de o yalanlara aldanıp körü körüne halk dalkavuğu olmuşuz. Acı gerçekleri öğrensek, öğretilmeden, eğitilmeden, halkın bilgili, anlayışlı olamayacağını kavrasak, o zaman ne yapmamız gerektiği üzerinde düşüneceğiz. Ama, ''Halk bilir, anlar,'' deyince düşünceye yer kalmıyor artık.'' (Sayfa: 230)


''Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük'te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.
Bu zübükler her yerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orda.. (..)
..biz önce kendimizi kandırıp, onları da bizi kandırsınlar diye zorluyoruz. Kendi içimizdeki zübüklükleri biriktirip, birleştirip zorlaya zorlaya zübük yaratıyoruz. Gerçekte, zübük biziz, benim, sensin.. Karşımıza bir zübük çıkıyorsa, onun zübüklüğünde bizim de bir parçamız var.'' (Sayfa: 268)

18 Ekim 2018 Perşembe

Aziz Nesin - Şimdiki Çocuklar Harika


‘’Ben terbiyeyi, terbiyesizlerden öğrendim.’’
Ebu’l-Ala el Maari 973-1057
*
‘’Charlie Cahplin, ‘Dinle beni Walt, çocukları akıllı uslu, büyükleri de çocuk olarak al’ derdi.’’
Walt Disney
*
Bu romanı, salt çocuklar için değil, anababalarla öğretmenler için de yazdım.
Aziz Nesin
***
Bu romanda, çocukların gözüyle büyüklerin nasıl göründüğü anlatılıyor.
Bu romanda çocuklar, anababalarını öğretmenlerini ve büyüklerini eleştiriyor.
Bu roman, çocuk eğitiminde gerekli sanılan, günümüzde geçerli birtakım değer yargılarının yanlışlığını anlatıyor.
Bu roman, çocukların büyüklerine karşı haklarını ve kendilerini savunmalarıdır.
***
Evet, bu cümlelerle başladığı kitabına, 1967 ile 1972 yılları arasında; Cumhuriyet, Günaydın, Yeni İstanbul gibi gazetelerde, çocuklar arasında yapılan anketlerden birkaç örnekle devam ediyor Aziz Nesin. Bu anketlerde çocuklara, anne-babalarına yönelik sorular soruluyor..
*
Sonrasında, İstanbul’da aynı okulda okurken, babasının Ankara’da başka bir işe başlamasıyla birlikte taşınmak durumunda kalan Zeynep’le, sınıf arkadaşı Ahmet arasındaki mektuplaşma ile devam ediyor. Sene 1963.
Başlarından geçen olayları birbirlerine anlatan iki çocuğun mektupları üzerinden, aslında tam da giriş bölümünde kurduğu cümlelerle işaretini verdiği gibi, çocuk yetiştirirken ana-babaların, büyüklerin, öğretmenlerin yaptıkları yanlışlara dikkat çekiyor Aziz Nesin..
Okurken, verdiği mesajlarla birlikte, unuttuğumuz mektuplaşma kültürünün de, o sıcak, samimi havasını da hatırlatıyor..
Okurken kahkahalarla güldüğüm yerler oldu.. Gülerken utandığımı da söylemeliyim.. Çünkü o kadar komik bir dille hicvedilen, aslında büyüklerin hatalarıydı.. Kendi çocuğum yok ama hayatımdan geçmiş olan, samimiyet kurduğum çocuklar vardı.. Ve bazen kendimle karşılaştım..
Canımın taa içi olan Aziz İnsan’ım, kitabın sonuna, çocuklara yazdığı bir mektubu eklemiş.. Oradaki giriş bölümünü yazmadan edemeyeceğim:
Sevgili Çocuklar.!
Hayır, ‘’sevgili çocuklar’’ değil, sevgili çocuklarım.
Hepinizi kendi çocuklarımmışsınız gibi seviyorum. Bütün sevgilerde olduğu gibi, bu sevgide de bencilliğimiz var. Çünkü, biz yaşı ilerlemiş olanlar, sizlerde yaşayacağımızı, süreceğimizi sanıyoruz, buna inanıyoruz. Yalnız kendi öz çocuklarımı değil, yalnız Türk çocuklarını değil, Amerikan, Rus, Alman, Ermeni, Çin, Çingene, bütün çocukları seviyorum.. (Sayfa: 212)
*
Evet, ve devamında söyledikleriyle gözyaşlarıma da engel olamadım.. O kadar içten bir yazı ki, hücrelerimde hissettim bunu.
*
Ve yine devamında ‘’Bir Kitabın Yazarından Okurlarına İkinci Mektup’’ başlığı altında, Şimdiki Çocuklar Harika Kitabı’nın, Doğan Kardeş Yayınları’nın düzenlediği bir yarışmaya katıldığını ve dereceye giremediğini anlatıyor. Neden dereceye giremediğine, 60. Yaşını kutladıkları programa gelen Onat Kutlar’ın konuşmasını ekleyerek açıklık getiriyor... Kendisinin de bu sebebi o gün öğrendiğini söylüyor.
O konuşmada Onat Kutlar, Bulgar sinema sanatçısı ve mizahçısı Todor Dinov’un bir sözünü alıntılıyor:
‘’Mizah, dünyamızı gülünç olmaktan kurtarır.’’
*
Kitap, Naci Girginsoy’un Varlık Dergisi Eylül 1978 sayısında, kitap hakkında yazdığı bir yazıyla sonlanıyor.
***
Aziz Nesin ölür mü.! Hâlen çocukların eğitildiği Nesin Vakfı, oğlu Ali Nesin’in Şirince’deki Matematik Köyü’nde bunca emek verilirken, Aziz Nesin ölür mü.! Vatanımın en duyarlı, zeki ve azimli kalemlerinden biri olan Aziz İnsan’a saygı, sevgi, özlemle..

9 Ekim 2018 Salı

Aziz Nesin - Demokrasi

Aziz Nesin - Anıtı Dikilen Sinek


Murat, evdeki konuşmalardan, dedesinin şiir yazdığını öğrenmişti. Ama şiirin ne olduğunu bilmiyordu.
Bir ilkyaz sabahı kahvaltıdan sonra dedesiyle balkondaydılar. Dedesi gazete okuyordu.
Murat,
- Dedeciğim, sen şiir mi yazıyorsun? diye sordu.
Başını gazetesinden kaldıran dedesi,
- Evet, aradasırada şiir yazarım... dedi.
Murat, meraklandı. Şiir nasıl birşeydi? Annesi, babası şiir yazmıyordu. Ama dedesi şiir yazıyordu. Öyleyse bütün insanlar şiir yazmıyorlardı. Neden herkes şiir yazmıyordu? Belki de şiir yazmasını bilmiyorlardı. Okula gidip okuma-yazma öğrenince kendisi de şiir yazacak mıydı? Murat'ın kafasını, işte bunlara benzer birsürü soru doldurdu. Merakını yenemedi.
- Dedeciğim, şiir nedir? diye sordu.
Dedesi yine gazeteden başını kaldırdı, gülümseyerek gözlük camlarının üstünden torununa baktı.
- Anlatmak zor... dedi.
Murat kendine güvenle,
- Sen anlat, ben anlarım... dedi.
Dedesi,
- Sen elbette anlarsın, ama benim anlatmam zor... dedi.
Murat, her zamanki gibi üstüste sormaya başladı:
- Neden zor?
- Çünkü şiiri herkes başka türlü tanımlıyor da ondan...
- Öyleyse sen kendin nasıl anlıyorsan öyle anlat... dedi.
Murat'ın sorularından kurtuluş olmazdı. Dedesi Murat'ı kucağına alıp şöyle dedi:
- BANA GÖRE ŞİİR, DOĞRU OLAN BİRŞEYİ GÜZEL DUYGULAR BİÇİMİNDE SÖYLEMEKTİR.
Murat, bu sözden birşey anlayamadı. Ama anlamamış olmak ağır geldiğinden sustu, başka soru sormadı dedesine.
Başka bir günün akşam üzeri, Murat dedesiyle yine evin balkonundaydı. Dedesi,
- Hava kararıyor neredeyse gece olacak. Hadi içeriye girelim... dedi.
Murat, çoktanberi gece ile gündüzün ne olduğunu, niçin gündüz aydınlık, geceleyin de karanlık olduğunu merak ediyordu. Dedesinin sözünü fırsat bilip sordu:
- Dedeciğim, neden geceleri karanlık oluyor? Bu karanlıklar nereden geliyor? Gündüz nasıl aydınlık oluyor?
Dedesi,
-Anlatayım, dedi.
Birsüre düşündükten sonra,
- Anlattıklarımın içinde bilmediğin, anlayamadığın bir şey olursa sorarsın... dedi.
Murat,
- Peki, dedi.
Dedesi anlatmaya başladı:
- Gökyüzünde çok yakışıklı bir delikanlıyla bir d çok güzel bir kız var. Kız öyle güzel, öyle güzel ki, dünya güzeli... O yakışıklı delikanlının gözleri kapkara. Üstelik, yüzünü kara ipekten bir maskeyle kapamış. Giysisi de kapkara kadifeden. Ayaklarında pırıl pırıl parlayan kara deriden çizmeleri, ellerinde kara eldivenleri var. Bu delikanlının sırtında geniş etekli bir pelerin var. Pelerini de koyu kadifeden yapılmış.
Murat merakla sordu:
- O yakışıklı dlikanlı niçin öyle kapkara giyinmiş dede?
Dedesi, bu soruyu şöyle yanıtladı:
- Çünkü o, dünya güzeli kızı seviyor. Hep o kızın arkasından gidiyor, kızı izliyor. Görünmeden yaklaşıp kızı tutmak istiyor. Kız, kendisini görmesin diye de kapkara giyinmiş. Gizlenerek kızın ardından gidiyor. Kapkara giyinmiş ama, giysisi, pelerini, maskesi, hep kadifeden, ipekliden, atlastan... Eldivenleri yumuşacık deriden. Pelerininin etekleri öyle geniş, öyle geniş ki, dünyanın yarısını kaplıyor. Bu yüzden işte, o yakışıklı delikanlının pelerininin eteklerini sürüye sürüye o dünya güzeli kızın arkasından koştuğu için, kendisiyle birlikte karanlık da yürüyüp gidiyor. Böylece yeryuvarlağının öte yanlarında da gece olmaya başlıyor.
Yakışıklı dlikanlı kapkara giyinmiş ama giysisinde, pelerinin de altın düğmeler var. Yakasına, yenlerine sırmalar işlemiş. Göğsüne de altın ve gümüş nişanlar takmış. Pelerininin etekleri pırıl pırıl pullarla süslenmiş. Beline altın ve gümüş bezeli bir kemer takmış. Kemerin tokası da kocaman elmestan. Çizmelerinin gümüş mahmuzları incilerle süslü.
Geceleyin gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar, yıldız kümeleri, samanyolu var ya, işte bütün onlar, o kapkara giyinmiş yakışıklı dlikanlının giysisindeki takılar, süsler, altınlar, pırlantalar, elmaslar... Bu delikanlı, o dünya güzelinin arkasından koştukça, karanlığı da kendisiyle birlikte götürüyor. Böylece gece, yeryuvarlağını dolaşıyor.
Murat coşkuyla sordu:
- Ya gündüzler nasıl oluyor dedciğim?
Dedesi gündüzün nasıl olduğunu da şöyle anlattı:
- Bu kapkara giysi içindeki delikanlının yakalamaya çalıştığı kız nasıl? Öyle güzel, öyle güzel ki, dünyada ondan daha güzel kız olamaz. Güzelliğine bakanın gözleri kamaşıyor. Saçları ipek gibi ve altın sarısı. Apak ipekliden bir giysi giyinmiş. Sırtında yine ak atlastan bir harmani var. Boynunda, işlemeli ak tüldn bir atkı... Beline ak bürümcükten bir kuşak dolamış. Ayakkabıları ak kadifeden... Yumuşacık ak deriden eldivenleri, ak ipekten mendili var. Ak çiçeklerle donanmış bir başlığı var; o başlığı kimileyin başına koyuyor, kimileyin çıkarıyor. Başlığını çıkardığı zaman o altın sarısı saçlarını çevreleyen taç görülüyor. Ama nasıl bir taç?... Tacının taşları öyle parlak ki, öyle ışılışıl, öyle pırılpırıl ki, insan bakamıyor. Bu apak giysiler içindki dünya güzeli kızın ak harmanisinin etekleri de öyle geniş, öyle geniş ki, yeryuvarlağının öbür yarısını örtüyor. Delikanlının kara pelerininin eteklerinin örttüğü dünyanın bir yarısı nasıl karanlıkta kalıp oraları gece oluyorsa, dünya güzeli kızın ak harmanisinin eteklerinin kapladığı dünyanın öbür yarısı da aydınlıkta kalıp oraları da gündüz oluyor.
Delikanlı kovalıyor, kız kaçıyor. Gece kovalıyor, gündüz kaçıyor. İşte böylece dünyayı dönüp duruyorlar. Onlar döndükçe, yeryuvarlağının bir yanı gece, öbür yanı gündüz oluyor.
Murat,
- Ama dedeciğim, geceleri her zaman kapkaranlık değil ki... dedi.
Dedesi,
- Haklısın, dedi, kimi geceler lacivert, ya da mavi olur. Sen giysin kirlenince nasıl temizlemek için çıkarır, başka giysi giyersen, o gökyüzündeki delikanlı da, kara pelerini, kara giysisi kirlenince, lacivert ya da mavi giysilerini giyiniyor. O zaman gökyüzü lacivert ya da masmavi olur. Kimileyin de gökyüzü ya da çevren pembeleşir ya da kızıllaşır. Neden öyle olur? Çünkü, delikanlı çok yaklaşıp da tutacakmış gibi olunca, utancından, coşkusundan o dünya güzeli kızın yanakları al al olur, pembeleşir, kızarır. Yanağının alı, kızartısı bulutlara vurur. Çevrene yansır... Hele delikanlının eli eline değerse kız kıpkırmızı kesilir, gök de iyice kızıllaşır.
Gündüzleri havanın biraz kızardığı da olur. O zaman dünya güzeli kız üzülmüş, yüzü gölgelenmiştir d bulutlar karamış, çevren kapanmıştır.
Şimdi anladın mı geceyle gündüzün ne olduğunu?
Murat,
- Anladım... dedi.
Dedesi,
- Bu anlattığım geceyle gündüzün masalıdır... dedi.
Murat geceyle gündüz masalına bayılmıştı. O günden sonra, her fırsat buldukça dedesine bu masalı yinelettirdi. Öyle çok dinlemişti ki bu masalı, artık ezberlemişti. Kimileyin de geceyle gündüz masalını kendisi dedesine anlatıdı.
Aradan bir yıl geçti. Murat büyüdü. Okula başladı. Birinci sınıftan ikinci sınıfa, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçti. Çalışkan bir öğrenciydi.
Birgün derslikte öğretmen gece ile gündüzün nasıl oluştuğunu ve gündüzün neden aydınlık, geceleyin de neden karanlık olduğunu anlattı. Dünya, güneşin karşısında durmadan dönüyordu. Dünya böyle dönerken, güneşe dönük olan yanı aydınlanıyor, orası gündüz oluyordu. Dünyanın güneşi görmeyen yerleri de karanlık kalıyor, oraları da gece oluyordu. Böylece yeryüzünün her yeri sırayla ışıkta ve karanlıkta kalıyordu. Geceyle gündüzün birbirini izlemesi yeryuvarlağının dönmesinden ileri geliyordu.Yeryuvarlağı, kendisini aydınlatan güneşe göre sürekli değişik konumlar alıyor ve ona göre aydınlanıyordu. Bu yüzden kutuplarda gündüzler altı ay, geceler altı ay sürüyordu. Ekvator bölgesindeyse, gecyle gündüz hep eşit uzunluktaydı. Ekvatorda geceler uzayıp kısalmıyordu.
Öğretmen, salt anlatmakla kalmamış, karatahtaya tebeşirle dünya ile güneşi çizip, gecyle gündüzün nasıl olduğunu resimle göstermişti.
Murat, öğretmenini şaşkınlık içinde dinledi. Öğretmenin anlattığı gündüzle gece, dedesinden dinlediği geceyle gündüz masalına hiç benzemiyordu. Murat düşkırıklığına uğramıştı. Çünkü, dedesinin anlattığı geceyle gündüz masalı, öğretmenin anlattığı gündüzle gecenin oluşundan çok daha güzeldi.
Öğretmeni, çalışkan öğrencisi Murat'ın bakışlarındaki şaşkınlığı ayrımsamıştı. Öğrencilere,
- Anladınız mı? diye sordu.
Arkadaşları,
- Anladık efendim... diye yanıtladılar.
Murat sesini çıkarmadı.
Öğretmeni,
- Sen anlamadın mı Murat? diye sordu.
Murat biraz sıkılarak,
- Anladım ama, dedi, dedem bana geceyle gündüzü başka türlü anlatmıştı.
Öğretmeni,
- Nasıl anlatmıştı deden? Gel buraya da, dedenin anlattığı gibi anlat bize... dedi.
Murat karatahtanın önüne geldi. Yıllardan beri dedsinden dinlediği, kendisinin de sıksık anlattığı geceyle gündüz masalını arkadaşlarına anlattı. Öyle güzel anlatmıştı ki, arkadaşları çıt çıkarmadan onu ilgiyle dinlemişlerdi.
Öğretmeni Murat'a sordu:
- Sen bunlardan hangisine inanıyorsun?
Murat, yanıtı zor bir soru karşısında kalmıştı.
Öğretmeni onlara her zaman ''Doğru olana, size doğru gelene inanın!'' derdi. Bu yüzden Murat,
- Doğru olanına, dedi.
- Sence hangisi doğru? diye yine sordu öğretmeni.
Birsüre düşündükten sonra Murat,
- Sizin anlattığınız bana daha doğru geliyor ama... deyip durdu.
Öğretmen,
- Evet? diye sorunca Murat,
- Dedemin anlattığı daha güzel. Keşke, dedemin geceyle gündüz masalı doğru olsaydı... dedi.
O zaman öğretmeni, dedsinin anlattığı geceyle gündüz masalıyla, kendi anlattığı gündüzle gecenin oluşması arasında öyle bir ayrım olmadığını söyledi. İkisi arasındaki ayrım, anlatış biçiminden ileri geliyordu. Murat'ın dedesi bu olayı süsleyip, masallaştırıp, güzelleştirip, benzetmelerle anlatmıştı. Geceyi, kara giysili, yakışıklı bir delikanlıya, gündüzü de aklar giyinmiş dünya güzeli bir kıza benzetmişti.
Öğretmen ise, doğada olanları olduğu gibi doğruca anlatmıştı.
Okuldan evine dönünce Murat, hemen dedesinin odasına girdi. Öğretmeninin o günkü derste gündüzle gecenin oluşmasını nasıl açıkladığını anlattı. Yine öğretmeninin, ddesinin anattığı gecyle gündüz masalıyla kendi anlattığı arasında özde bir ayrım yok, dediğini söyledi.
Dedesi,
- Evet, dedi, öğretmenin başka biçimde anlatmış, ben başka biçimde anlatmışım, ama ikimizde aynı olayı anlattık.
Biraz durduktan sonra, dedesi şöyle dedi:
- Anımsıyor musun, bana birgün ''Şiir nedir?'' diye sormuştun. O zaman daha küçüktün. Ben de sana '' Şiir, doğru olan bir şeyi, güzel duygular biçiminde anlatmaktır'' demiştim.
Evet, aradan üç yıl geçmişti ama Murat dedesinin o sözünü anımsıyordu. O zaman anlayamadığı o sözü, işte şimdi anlıyordu. Şiir, doğru olan birşeyi, güzel duygular biçiminde söylemekti. Dedesi, öğretmeninin anlattığı bir doğruyu, güzel duygularla masal biçiminde anlatmıştı. Dedesi şairdi.
O günden sonra, Murat da şiir yazmaya çalıştı.


''Bir kurt bilgin şöyle dedi:
- Her şeyden önce, onları rahatça yiyebilmemiz için, koyunları bir araya toplamamız gerekir.
Başka bir kurt bilgin de,
- Çok doğru, dedi, bütün canlılar gibi, koyunlar da ancak bir tehlike karşısında kalınca bir araya gelir, toplanırlar. Bunun için, bir tehlike uydurmalıyız. Gerçekte var olmayan bir tehlike, var olan tehlikeden çok daha korkunç olarak anlatılabilirdi. Çünkü, var olan bir şey az ya da çok bilinir ama var olmayan bişey bilinmez. Koyunları tehlikede olduklarına inandırmalıyız. Örneğin bu tehlike Galapintop olabilir.'' dedi. Dinleyen kurtlar, Galapintop tehlikesinin ne olduğunu sordular. Kurt bilgin, böyle bir şeyin olmadığını, uydurduğunu söyledi.'' *
#AzizNesin #AnıtıDikilenSinek
#BüyükKoyunİmparatorluğu

4 Ekim 2018 Perşembe

Kafa Dergisi - Coşkun Aral

Bütün zamanların ve coğrafyaların nasrettin hocası '' Aziz Nesin ''
Geçen yıl kaybettiğimiz Yaşar Kemal'in tanımlamasıyla ''Bütün zamanların ve coğrafyaların Nasrettin Hocasıydı Aziz Nesin.'' Çağımızın en büyük güldürü yazarıdır. İki evrensel edebiyatçımız arasındaki dostluk çok eskilere dayanıyor. Ancak devlerin dostluğu kadar küskünlükleri de meşhur olurmuş. Aziz Nesin'in ölümünden bir kaç ay öncesine kadar Yaşar Kemal'le küskünlüğü de o dönemin sanat çevrelerinin en büyük derdiydi. Sanat ve kültür dünyasının yaratıcılarının buluşma mekanı Çiçek Bar'da iki ustanın dostu Arif Keskiner'in girişimi bu kırgınlığı ortadan kaldırmıştı. Bir haberci olarak böyle bir olaya tanık olmak da benim için önemliydi.
1995 Temmuz'unda kaybettiğimiz Aziz Nesin'le bir foto muhabiri olarak ilk kez görüşmem, Savaş Ay'la birlikte Çatalca'da kurduğu Nesin Vakfı'ndaydı. Ardından dünya gündemine oturduğu Madımak olaylarının yıldönümünde tarihi yarımadada birlikte yaptığımız uzun yürüyüşle, sevdiği mekanlarda fotoğrafını çekme fırsatı bulmuştum.
Bu toprakların dünya edebiyatına kazandırdığı ender değerlerden biri olan Aziz Nesin, 1915 Heybeliada doğumlu olmasına rağmen kendini Şebinkarahisarlı olarak tanıtmıştı. Aynı bölge, ustam Ara Güler'in, İdil Biret'in, Rahşan Ecevit'in kökenlerinin dayandığı coğrafya...
1935'de girdiği Kuleli'den sonra orduya katılan Aziz Nesin, 1941'de başından geçen bir bomba kazasıyla mimlenip; 1944'de cephanelik boşaltılmasındaki ihmal gerekçesiyle ordudan atılmış, sonra da antimilitarist mücadele veren bir yazar olarak tanınmıştır.
1946 yılında Sabahattin Ali'yle birlikte yayınladığı ''Marko Paşa'' dergisiyle hiciv yoluyla muhalefeti başlatan ünlü yazar bu yıllardan itibaren arada bir yazılarıyla mahkumiyetler yaşamış; II. Elisabeth, İran Şahı Pehlevi ve Kral Faruk gibi dünyaca ünlü monarklara yazı yoluyla hakaret gerekçeli hapis cezalarına mahkum edilmişti. Ölümüne kadar onlarca dile çevrilmiş yüzlerce hikaye, roman, tiyatro ve şiirle demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yaparken sivri, alaycı üslubuyla bir taraftan okurlarını güldürüp ardından düşündüren Aziz Nesin'in bir sözü sanırım onun misyonunu en iyi şekilde açıklar:
''Gülmesini bilen yaratık sevmesini de, sorgulamasını da velhasıl düşünmesini de bilir. Gülmesini bilmeyenler sadece ahmaklardır.''

Aziz Nesin - Ah Biz Ödlek Aydınlar, Heykel Yerine

Polatlı'dan gelen mektupta şunlar yazılı:
''Merkezi 20 bin nüfuslun Polatlı'da bir Atatürk anıtının Yokluğunu derinden duyarak, Atatürk anıtı yaptırmak için bir dernek kurmuş bulunuyoruz. . Muhteşem bir anıt yaptırabilmemiz için yardım çareleri aramak zarureti, dernek olarak bizi zâtıâlinize müracaat zorunluluğunda bırakmıştır.
Derneğimize yapacağınız en ufak yardım, bu eserde sizin de bir nebze harcınızın bulunmasına imkân vereceği cihetle, yardım istirhamımızı reddetmeyeceğiniz ümidini muhafaza etmekteyiz.
Bizim için büyük bir değer taşıyacak yardımlarınızı aşağıdaki banka hesap numaralarından birine yatırmak zahmetine.. sunarız.
Polatlı Atatürk Anıtı Yaptırma Derneği Başkanı,
Kaymakam Sadri TURAN''
Sayın Kaymakam Sadri Turan'a yanıtımız şudur:
Sayın Kaymakam,
Yardım ''istirhamınızı'' reddediyorum. Benim için ''yardım istirhamınızı reddetmeyeceğim ümidinizi muhafaza'' etmeyiniz.
Elimde olsaydı, ister Polatlı'ya ister daha başka yerlere dikilecek Atatürk anıtı için para verecek olan bütün yurttaşlarıma, bu yapılanın yanlış olduğunu, ''yardım istirhamlarını'' reddetmelerini, tam tersine, 1963 Türkiyesinde Atatürk'e heykel dikmenin Atatürkçülüğe aykırı bir davranış olduğunu anlatmaya çalışırdım.
Sayın Kaymakam, hiç kuşkusuz büyük bir iyi niyet ve Atatürk sevgisiyle giriştiğiniz anıt dikme işinin nice yanlış olduğunu, kanıtlarıyla açıklamak istiyorum.
Atatürkçülük deyince biz, şunları anlıyoruz:
1) Önce, her bakımdan-yani ekonomik ve sosyal- ve tam anlamıyla ''ulusal bağımsızlık''.
2) Kurduğu partinin programına koyduğu ''Halkçılık, halkçılık için Devletçilik, bu ikisinin sürekli olması için Devrimcilik, bunların engellerini kaldırmak için Laiklik, Ulusçuluk ve Cumhuriyetçilik''.
3) Zamanın koşullarına en iyi ve en uygun uyarlanma ''Şartlara İntibak''. (Çünkü Atatürkçülüğün bir felsefi temeli yoktur ama, böyle bir gerçekçi temeli vardır.)
Bizim anladığımız gerçekçi Atatürkçülüğün özeti işte budur. Bunun dışındaki her türlü Atatürkçülük yorumlarının, gerici gizli niyetlerin maskesi olduğu kanısındayız.
Şimdi diyoruz ki, Atatürk heykeli dikmek, önce akılcılığa, sonra da zamanın koşullarına uyarlanma ilkesine aykırıdır. Zamanın koşulları deyince, 1963 Türkiyesini göz önünde tutmanız gerekir. Kısaca ve kalın çizgileriyle 1963 Türkiyesi şu gerçeklikte görünüyor:
Dış yardımlar ve dış borçlanmalar olmasa, ekmeklik buğdayını bulamayacak bir ülke.. Gırtlağına dek borca batmış, bu gidişle borçlarının faizlerini torunlarının torunlarına bırakacak bir ülke.. Ulusal gelirinin yüzde otuzüçünü, nüfusunun yüzde birinin cebe indirdiği bir ülke.. İşleri olanlarının geçim sıkıntısında olduğu, işsizlerinin de kıvrandığı ve en değerli hazinesi insan gücünün, tütün, fındık, palamut ve salyangozdan önce dışsatım maddesi olduğu bir ülke.. Kendisinin en çok gereksindiği emek gücünü bitürlü örgütleyip üretime sokamayan, ondan üstün hiçbir değeri olmayan delikanlı ve gençkız emeğini yabancılara kiralamak zorunda kalmış bir ülke.. Cumhuriyetin ilanından bu yana, kırk yıldır, halkının yüzde yetmişi hâlâ okuryazar olamayan bir ülke.. Çocukları okulsuz, okulları öğretmensiz, öğretmenleri gereçsiz, gereçleri yetersiz bir ülke.. En büyük kenti İstanbul'un ilkokullarında dörtlü öğretim yapan (Yani her öğrenci iki günde yarım gün okula gidebilir) bir ülke.. Bir başbakanının yönetimin A'dan Z'ye bozuk olduğunu söylediği, ondan bu yana düzenin daha da bombozuk olduğu bir ülke.. Bir bakanının, Meclis kürsüsünden zenginlerinin vergi kaçakçılığı yaptığını açıkladığı bir ülke..
Sayın Kaymakam, sizin de bizim kadar bildiğinizi umduğumuz bu acı gerçekler karşısında ve bu acı görünümden bizim gibi acılandığınıza inandığımız yurdumuzda para toplayıp Atatürk heykeli dikmek neye yarar.? Bu davranış, herşeyden önce, Atatürk'ün Türkiye'ye getirmeye çalıştığı Akılcılık'a, sonra da Atatürk'ün zamanın koşullarına uyarlanma ''şartlara intibak'' ilkesine aykırıdır.
Niçin doğrulara gözlerimizi yumalım, niçin kendimizi kandıralım;
daha kalın çizgilerle şöyle söyleyebiliriz; Geçim için avucunu yabancılara açmış bir Türkiye, kendi halkından para toplayıp Atatürk anıtı dikmeye kalkarsa, bu, Atatürkçülük olmaz. Atatürkçülüğü, coşkudan akılcılığa getirmek zorundayız. Yoksa bitürlü kurtulamadığımız ortaçağ geleneklerine bağlı kalarak, Atatürk'ü kentlerimizin ve kasabalarımızın her köşe bucağını saran yatırlar durumuna düşürmüş oluruz.
Bikaçı dışında, hemen bütün illerde Atatürk heykelleri var, ilçelerin pekçoğunda, bucakların çoğunda, köy alanlarında Atatürk büstleri var. Bu heykelleri daha da çoğaltsanız, her yüz adımda bir Atatürk heykeli olsa, ne çıkar bundan.? Bu, biçimcilikten başka bir şey değildir. İnsanımız, bitürlü biçimcilikten kurtulup öze kavuşamıyor. Demokrasi, biçimsel demokrasi.. Sosyal adalet.? Anayasa, kâğıtta basılı kalmış bir biçim.. Atatürkçülük.? Betonlaşmış, tunca, demire, alçıya dökülmüş bir biçim.. Artık çağdaş bir akılcılıkla sorunlarımızın özüne varmak zorundayız. Türkiye'nin kalkınması, yani Türk halkının çalıştığı, hak ettiği, lâyık olduğu oranda ulusal gelirden payını alarak kalkınması, birbirinden ayrılmaz ve birbirinin içinde şu iki eyleme bağlıdır: Üretim ve öğretim.. Bunun başka bir yolu yok sayın Kaymakam.
Halktan para toplayınız ama bu paralarla heykel yaptırmayınız; topladığınız paraları üretime ve öğretime yatırınız. Türkiye'nin aydınlarına, gerçek yurtseverlerine utanç veren gericiliği ve geri kalmışlığından kurtuluşu ancak, üretim ve öğretimle olabilir. Okul açınız, halkı üretime yöneltiniz, üretim olanakları sağlayınız.! Bunları da yapıyorsanız daha, daha yapınız; nice yapılsa az.
İyi niyetinizden hiç kuşkumuz olmadığı gibi, düşüncelerimizi benimsemeseniz bile, sizin de bizim iyi niyetimizden hiç kuşkunuz olmayacağına inanıyoruz.
Saygılarımla.
*
Akşam, 1963 
(Sayfa: 124/127)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...