30 Kasım 2018 Cuma

Albert Camus - Düşüş



Arka Kapak

*
XX. yüzyıl düşünce ve edebiyat dünyasının kuşkusuz en etkili adlarından biri olan Albert Camus, gerek Başkaldıran İnsan ve Sisifos Söyleni gibi felsefi kitaplarında, gerek Yabancı, Veba, Sürgün ve Krallık gibi edebi yapıtlarında, insanın çağdaş dünya karşısındaki duruşunu sorgular. Ölümüne yakın, 1956'da yayımladığı Düşüş, modern insanın, kendi bencillik ve çaresizliklerini adım adım görmek zorunda kalışının romanıdır.
*
Parisli saygın bir avukat, soylu davaların savunucusu ve çapkın bir erkek olan Jean-Baptiste Clamence, Amsterdam'da köhne bir barda geçmişini anımsar. Kendisiyle yüzleşirken geçmişteki kesinlikler belirsizliklere, başarılar başarısızlıklara dönüşür. Clamence'ın itiraflarında, elini taşın altına koymadan yaşayanların, pek çoğumuzun öyküsü vardır. Onun ''düşüş''ü hepimize ulaşır. Camus'nün, burjuva ahlak anlayışını zekice alaya aldığı Düşüş, başarılı tekniğiyle de öne çıkan bir roman.
*****
''.ilkel ormanların sessizliğidir bu, ağzına kadar yüklü olan..''
(Sayfa: 9)
***
''..insan üzerinde çok düşündüğümüz zaman, primat maymunlara özlem duyduğumuz olur. Art düşünceleri yoktur onların.'' (Sayfa: 10)
***
''Fransa'da yaşarken, akıllı bir adamla karşılaştığım zaman hemen arkadaşlık kurmadan edemezdim. Ah.! Görüyorum ki, şart kipindeki bu deyişte duraksıyorsunuz. Bu kipe karşı ve genellikle güzel dile karşı duyduğum zaafı itiraf ederim. Bu zaafımdan dolayı suçluyorum kendimi, inanın. İyi bilirim ki, nitelikli çamaşır zevki insanın ayaklarının ille de kirli olmasını gerektirmez. Biçem de, poplin kumaş gibi, mayasılı gizler çoğu zaman. Eninde sonunda kem küm edenler de temiz değildir diyerek avutuyorum kendimi. Elbette, ardıç rakısı içelim yine.
(..) ''..Ama yüreğin belleği vardır..'' (..)
Paris gerçek bir göz cümbüşüdür, dört milyon siluetin oturduğu görkemli bir dekordur. Son sayımda beş milyon mu.? Desenize, yavrulamışlar. Şaşmam buna. Bana hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki tutkusu var: fikirler ve zina. Rasgele, sanki. Onları suçlamaktan da kaçınalım hani; yalnız onlar değil, tüm Avrupa da bu durumda. Gelecekteki tarihçilerin bizim için ne diyeceklerini düşünüyorum bazen. Günümüz insanı konusunda bir tümce söylemek yetecektir onlara: Zina ediyordu ve gazete okuyordu. Bu güçlü tanımdan sonra konu biter, diyebilirim.''
(Sayfa: 11)
***
''Temiz bir yaşama razı mısınız.? herkes gibi.?'' Evet diyorsunuz doğal olarak. Nasıl hayır diyebilir insan.? ''Tamam. Sizi temizlerler. Bir iş, bir aile, örgütlenmiş boş zaman işte budur.'' Ve küçük dişler tene saldırır, kemiklere kadar yer. Ama yanlış söyledim. Onların örgütü dememeli. Bizim örgütümüz bu, eninde sonunda; Kim bizi temizleyecek.!'' (..) ''.. hepimiz her şeyde aşağı yukarıyız..'' (Sayfa: 12)
***
''.. Ben de okumuş yazmış bir insanım, yine de, yalnızca yüzünüze bakarak içimi döküyorum size.'' (Sayfa: 13)
***
''.. İnsanın karakteri olmadı mı, bir yöntem bulması gerek.''
(..) Yeni bir yüz gördüğüm zaman, bende biri bir alarm zili çalıyor. ''Yavaş olun. Tehlike var.!'' Sempatinin en güçlü olduğu zamanlar bile, tetikteyim. (..) Güvensizliği kabul etmeyen saf yürekli bir insan tanıdım. Barışçıydı, özgürlükçüydü, tüm insanlığı ve hayvanları aynı sevgiyle seviyordu. Seçkin bir ruh, evet, bu kesin. Avrupa'da, son din savaşları sırasında köye çekilmişti. Evinin eşiğine şöyle yazmıştı: ''Nereden gelirseniz gelin, hoş geldiniz, buyurun içeri.'' Sizce kim yanıt verir bu güzel davete.? Milis askerleri.! İçeri girerler evlerine girer gibi ve bağırsaklarını deşerler adamın.'' (Sayfa: 14-15)

*
''Hiç birdenbire yakınlık, yardım, dostluk ihtiyacı duyduğunuz olmadı mı.? Evet, elbette. Ben yakınlıkla yetinmesini öğrendim. Yakınlık kolayca bulunur, hem de hiçbir bağlantıya sokmaz insanı. İç konuşmadaki, ''Size yakınlık duyduğuma inanın,'' sözü hemen, ''Şimdi de başka şeylerle uğraşalım,'' sözünden önce gelir. Bu, başbakanlara özgü bir duygudur; felaketlerden sonra ucuza elde edilir. Dostluk ise daha sadedir. Uzun sürelidir ve elde edilmesi zordur, ama bir kez de elde edildi mi, artık ondan kurtuluş yoktur, gereğini yerine getirmek gerekir. Hele hele hiç sanmayın ki, dostlarınız her akşam size telefon edip dostluk gereği o akşam intihara mı karar verdiniz ya da düpedüz arkadaşa mı ihtiyacınız var, dışarı çıkacak durumda mısınız diye soracaklar. Hayır, eğer telefon ederlerse, bu, sakin olun, yalnız olmadığınız ve yaşamın güzel olduğu bir akşam vakti olacaktır. İntihara ise daha çok onlar itecektir sizi, onlara göre, kendinize karşı ödeviniz gereği. Dostlarımızın bizi çok yüceltmesinden Tanrı korusun bizi, aziz bayım. Görevi bizi sevmek olanlara, yani yakınlarımıza, müttefiklerimize (ne deyim.!) gelince, başka bir derttir bu. Gerekli sözcüğü söyler onlar, ama bu, daha çok, işlerine gelen bir sözcüktür; tüfek atar gibi telefon ederler. Ve de vururlar. Ah.! Bazaine'ler.!..''
***
(Bazaine: 1881-1888 yılları arasında yaşamış Fransız Mareşali. Çeşitli entrikalara karışmış, ölüme mahkûm edilmiş, bu ceza yirmi yıl hapse çevrilmiş, hapisten kaçmış ve İspanya'da ölmüştür.)
***
''Evet, hepimiz yatabileceğiz bir gün, bu da kurtuluş olacak. Ama kolay değil bu, çünkü dostluk dikkatsizdir ya da en azından güçsüzdür, istediğini yapamaz. Belki de yeterince istemez mi bunu.? Belki de yaşamı yeterince sevmiyor muyuz.? Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi.? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz, değil mi.? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır.! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve hep daha cömertizdir.? Nedeni basittir.! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz, saygıyı boş zamanlarımızda kokteylle sevimli bir metres arasına koyabiliriz. Bizi bir şeye yükümlü kılarlarsa, belleğe yükümlü kılar onlar, bizimse belleğimiz zayıftır. Dostlarımızda sevdiğimiz, taze ölüdür, acılı ölü, heyecanımız, eninde sonunda kendimiz.!
Çoğu zaman kendisinden kaçtığım böyle bir dostum vardı. Bizzat canımı sıkıyordu, üstelik ahlaklıydı. Ama, can çekişirken beni buldu yeniden, telaşlanmayın. Her gün ziyaretine gittim. Benden hoşnut olarak, ellerimi sıkarak öldü. Sık sık peşime düşen ve emeline ulaşamayan bir kadın genç yaşta ölüverdi. Yüreğime öyle bir oturdu ki.! Üstelik kendini öldürmüştü kadın.! Tanrım, ne tatlı telaş.! Telefon çalar, yürek taşar, cümleler kısa kesilir, ama örtülü anlamlarla yüklüdür, acı bastırılır ve hatta, evet, biraz da kendini suçlar insan.! (Sayfa: 27-29)
***
''.. Bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını vardi. Her şeyi feda etti ona, dostlarını, emeğini, dürüstlüğünü bile, ama bir akşam, kadını hiç sevmemiş olduğunu anladı. Canı sıkılıyordu, hepsi bu, insanların çoğu gibi canı sıkılıyordu. Böylece karmaşa ve dram dolu bir yaşam yaratmıştı kendine. Bir olayın olması gerek, insan bağlantılarından çoğunun açıklaması işte bu. Bir olayın olması gerek, hatta aşksız bir köleliğin, hatta savaşın ya da ölümün bile. O halde yaşasın ölü gömme törenleri.!..'' (Sayfa: 31)
***
''.. Eğer pezevenkler ve hırsızlar her zaman ve her yerde mahkûm olsalardı, masum insanlar tümüyle ve hep masûm sanacaklardı kendilerini, aziz bayım..'' (Sayfa: 33)
***
''.. Bana öyle geliyordu ki, hiç öğrenmemiş olduğum, ama yine de çok iyi bildiğim bir şeyi, yani yaşamayı unutuyordum..''
(Sayfa: 34)
*
Avukat olduğum için konuşma sıkıntısı, askerde komedyen çırağı olduğum için de bakış sıkıntısı çekmiyordum. Sık sık rol değiştiriyordum; ama ortada her zaman aynı piyes vardı. Örneğin, anlaşılmaz bir biçimde çekilme numarası. ''Ne olduğunu bilemiyorum,'' ''Nedeni yok, çekiciliğinize kapılmak istemiyordum, aşktan bezmiştim vb.'' numarası, repertuvarın en eski numaralarından biri olsa da, her zaman etkiliydi. Ayrıca, başka hiçbir kadının size vermediği, belki de, hatta kesinlikle geleceği olmayan (çünkü çok fazla güvenceye almazdı insan kendini), ama bu yüzden yerine başkası konulamayacak gizemli mutluluk numarası da vardı. Özellikle, her zaman iyi karşılanan küçük bir söylev geliştirmiştim, eminim, alkışlayacaksınız bunu. Bu söylevin özü şu acıklı ve boyun eğen beyanda yatıyordu: Hiçbir şey değildim ben, bana bağlanmaya değmezdi, yaşamım başka yerdeydi benim, günlük mutluluktan nasibi yoktu bu yaşamın, oysa bu mutluluğu belki her şeye yeğlerdim, ama işte, iş işten geçmişti artık. Bu kesin sonuçlu gecikmenin nedenleri üzerinden esrar perdesini kaldırmıyordum, yatağa gizlerle dolu olarak girmenin daha etkili olduğunu bildiğimden. Bir anlamda zaten, söylediklerime inanıyor, rolümü yaşıyordum. (Sayfa: 46)
(..)
..kadınlardan kimileri bana zaman zaman şöyle böyle bir zevk verseler bile, kuşkusuz, birdenbire yeniden kavuşulan bir suç ortaklığından önceki hasretin hızlandırdığı o tuhaf arzudan yardım görerek, ama aynı zamanda, ilişkimizi sıkılaştırmanın ancak bana bağlı olduğunu görmek için de, o kadınlarla yeniden ilişkiye girmeye çalışıyordum ara sıra. Dahası bazen, işi başka hiçbir erkeğe bağlanmayacaklarına dair yemin ettirmeye vardırarak bu konudaki kaygılarımı kesin olarak yatıştırmaya çalışıyordum. Yine de ne yüreğin, ne de hayal gücünün bu kaygıda bir payı yoktu. Gerçekten de bir çeşit, iddialı olma alışkanlığı bende o denle somutlaşmıştı ki, durumun apaçık olmasına karşın benim olan bir kadının bir gün başkasının  olabileceğini kafamın içinde canlandırmakta güçlük çekiyordum. Ama onların bana ettikleri o yemin onları bağlarken beni özgür kılıyordu. Kimsenin olmadıkları sürece onlarla ilişkimi koparmaya karar verebiliyordum, bu ise, öteki durumda benim için hemen her zaman olanaksızdı. Böylelikle onlar yönünden, onları denetlemiş oluyordum; benim gücümse uzun zaman için sağlama bağlanıyordu. İlginç, değil mi.? Ama durum böyle işte, aziz hemşerim. Kimileri, ''Sev beni!'' diye bağırır, ötekiler, ''Sevme beni.!'' diye. Ama en kötü ve en mutsuzu olan bir bölüm de, ''Sevme beni, yine de bana sadık kal.!'' diye. Ne var ki, doğruyu hiçbir zaman kesin olarak anlayamayız, her varlıkta buna yeniden başlamak gerekir. Yeniden başlaya başlaya, alışkanlıklar edinilir. (Sayfa: 47-48)
***
Bakın, size anlattığım bütün şeylerden sonra, içim neyle doldu dersiniz.? Kendimden tiksinmeyle mi.? Ne münasebet, en başta başkalarından tiksiniyordum ben. Gerçi kendi kusurlarımı biliyor ve bunlardan yeriniyordum. Yine de, hayli övgüye değer bir inatla bunları unutmaya devam ediyordum. Başkalarının davası ise, tersine, yüreğimde boyuna sürüyordu. Kuşkusuz bu sizi şoke ediyor, değil mi.? Belki de bunun mantıklı olmadığını düşünüyorsunuz.? Ama sorun mantıklı kalmak değil. Sorun aradan sıyrılmak, özellikle de, evet özellikle de yargıdan kurtulmaktır.. (Sayfa: 56)
***
''.. Kitapların vaat ettiği, benimse hayatta hiç karşılaşmadığım aşkı başka yerde aradım..'' (Sayfa:72)
***
''.. hiç kimsenin masum olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz, oysa herkesin suçlu olduğunu kesinlikle onaylayabiliriz. Her insan başkalarının suçuna tanıklık eder, inancım ve umdum bu benim..''
(Sayfa:78)
***
(..Hepimiz suçlu olduğumuz zaman, demokrasi olacaktır..) (Sayfa:95)

14 Kasım 2018 Çarşamba

Hermann Hesse - Demian

Hermann Hesse - Demian
Roman yazan sanatçıların âdetidir hep, Tanrı süsü verirler kendilerine, şu ya da bu insanın başından geçenleri tüm ayrıntılarıyla kuşbakışı görüp kavrayabilir ve bunu sanki Tanrı kendi kendine anlatıyormuşçasına, yani tüm çıplaklığıyla, hiçbir noktası önemsiz sayılmayacak şekilde hikâye edebilirlermiş gibi davranırlar. Ben üstesinden gelemem bu işin, benim gibi sanatçılar da gelemez. Ne var ki, benim öyküm benim için herhangi bir sanatçının öyküsünden daha çok önem taşıyor, çünkü benim kendi öykümdür bu, bir insanın öyküsüdür; kafadan uydurulmuş kurmaca bir insan değil, olası bir insan, ideal ya da şu veya bu şekilde varolmayan bir insan değil, gerçek bir insan, kendine özgü ve yaşayan bir insandır bu. Gelgelelim, gerçekten yaşayan bir insanın ne demek olduğu, günümüzde her zamankinden az bilinmekte, her biri doğanın değerli ve kendine özgü eseri sayılacak insanlar, yığın yığın kurşunlanıp öldürülmektedir. Eğer kendine özgü insanlar olarak ayrı bir değer taşımasaydık, içimizden her bir bir filinta kurşunuyla gerçekten saf dışı edilebilseydi, öyküleri kaleme almanın hiçbir anlamı kalmazdı. Ne var ki, her insan yalnız kendisi değil, aynı zamanda bir benzeri daha olmayan, tamamen kendine özgü, her bakımdan önemli ve dikkate değer bir noktadır. Öyle bir nokta ki, dünyanın tüm olayları kesişir burada; bir kezliğine, bir daha asla yinelenmeyecek bir kesişimdir bu. Dolayısıyla her insanın öyküsü önemli ve dünya durdukça yaşayacak tanrısal nitelik taşır, her insan yaşadığı ve doğanın istemini yerine getirdiği sürece olağanüstüdür, her türlü dikkate ve ilgiye layıktır. Her insanda ruh bir ete, kemiğe bürünmüştür, her insanda bir canlı acı çeker, her insanda bir Kurtarıcı çarmıha gerilir.
Bir insanın ne olduğunu günümüzde bilenler fazla değildir. Pek çok kişi bunu sezmekte ve sezdiği için daha kolay ölebilmektedir; nitekim ben de bu anlatıyı kaleme aldıktan sonra daha kolay ölebileceğim.
Kendim için bilen biri diyemem; araştıran biri oldum hep ve hâlâ da öyleyim; ama artık yıldızlarda ve kitaplarda aradığım yok, kulak kabartıp damarlarımda çağıldayarak akan kanın verdiği dersleri dinlemeye başladım. Anlatacağım öykü hoş değil, düzmece öyküler gibi bir tatlılık ve uyumu içermiyor, kendilerini bundan böyle aldatmak istemeyen tüm insanların yaşamı gibi anlamsızlığa, karmaşaya, cinnete ve düşe çalıyor lezzeti.
Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır, ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda, kimi biraz daha gözü açık, kimi bira daha gözü kapalı. Herkes kendi doğumuna ilişkin artıkları, bir İlkçağ dünyasının sümüksü cismini ve yumurta kabuklarını sonuna dek sürükleyip götürür kendisiyle. Kimileri vardır, hiçbir vakit insan aşamasına ulaşamaz, kurbağa olarak, kertenkele olarak, karınca olarak kalır. Kimileri de vücutlarının üst yarımıyla insan, alt yarımıyla balıktır. Ama her biri doğanın insan doğrultusunda bir yaratısıdır. Çıkıp geldikleri kaynak ise ortaktır hepsinde: Anneler. Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz, ama bir taslak olarak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir, ama kendimzi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.
(Sayfa: 7-8)
***
''..çok önemli bir hata af dileyerek giderilemez, her bilge kişi gibi her çocuk da bütün derinliğiyle hisseder, çok iyi bilir bunu.''
(..)
''İlk kez tadıyordum ölümü ve tadı acıydı, çünkü doğmaktı ölüm, korkunç yenilikler karşısında duyulan dehşet ve ürküntüydü.'' (Sayaf: 23)
***
''.. insan değiştiremeyeceği bir şeyi nasıl benimseyip sineye çekerse, ben de sözkonusu bekleyişler karşısında öyle davranıyordum.'' (Sayfa: 41)
***
''.. beni ilgilendiren bir şey varsa, o da kendi kendime ulaşmak için attığım adımlardır.'' (Sayfa: 54)
***
''.. İnsan yasaklanmış hiçbir eyleme kalkışmaz da yine alçağın daniskası olabilir..'' (Sayfa: 72)
***
''..
'Çok konuşuyoruz,' dedi. 'Bu zekice konuşmaların hiçbir değeri yok, hiç yok. İnsanı kendi kendisinden uzaklaştırır, o kadar. Kendi kendinden uzaklaşmak da günahtır. Yapılması gereken, insanın tıpkı bir kaplumbağa gibi kendi içine girip yerleşmesidir.'' (Sayfa: 73)
***
''.. Sanki güz ortasında bir ağacın dört bir yanında yapraklar dökülüyordu da, ağaç bunun farkına varmıyordu; ağacın üzerinden yağmur aşağılara süzülüyor, güneş ya da ayaz ağacın üzerinden gelip geçiyor, yaşam yavaş yavaş gerileyerek ağacın en iç kısmında alabildiğine dar bir bölgeye sıkışıyordu. Ama ağaç ölmüyor, ağaç bekliyordu.'' (Sayfa: 76)
***
''.. gözlerimi siyah yapraklara diktim, çözülüp dağılmanın ve tükenip gitmenin burcu burcu kokusunu hırsla, ciğerlerime doldurarak soludum, içimde bir şey cevap verdi bu kokuya, onu selamladı. Şu yaşam denilen şeyin ne kadar da yavandı tadı.!'' (Sayfa: 79)
***
''.. kendime kavuşma özleminin gözlerini içimde açmasıydı.''
(Sayfa: 86)
***
''.. Dünya benim gibilerine gereksinme duymuyor, kendilerne daha iyi bir yer buyur edip vermiyor, önlerine daha yüce ödevler çıkarmıyorsa, benim gibileri helak olup giderdi işte. Bundan doğacak zararı artık çeksindi dünya.'' (Sayfa: 87)
***
''O haftalar okumaya başladığım bir kitap, daha öncekilerin hepsinden çok etkilemişti beni. İlerde okuduklarım arasında beni böyle saran bir kitap sanırım Nietzsche dışında çıkmadı hiç. Novalis'in bir yapıtıydı, mektup ve özdeyişleri içeriyordu, birçoğunu anlamamıştım, öyleyken hepsi de inanılmaz ölçüde cezbetti beni ve bir ağ gibi sarıp kuşattı. O anda özdeyişlerden biri gelmişti aklıma, kalemi alıp portrenin altına çiziktirdim: 'Yazgı ve ruh aynı kavramın değişik isimleridir.' Bunun ne anlama geldiğini artık anlamıştım.'' (Sayfa: 94)
***
''.. İçimizde her şeyin farkında olan, her şeyi isteyen, her şeyi bizim kendimizden iyi yapan birinin bulunduğunu bilmek ne iyi.!'' (Sayfa: 97)
***
''..Üstesinden gelemeyeceğim tek şey vardı: Karanlıklarda saklı yatan amacı içimden çekip çıkararak başkaları gibi karşımda bir yere oturtmak..'' (Sayfa: 197)
***
''.. Nihayet bir parça yaşamak, kendimden bir şeyler çıkarıp dünyaya buyur etmek, bu dünyayla ilişki kurmak ve bir savaşa tutuşmak için hepsinden güçlü bir özlem duyuyordum..'' (Sayfa: 109)
***
''.. Bir kimse mutlaka bir şeye gereksinim duyuyor da, o şeyi ele geçiriyorsa, bunu ona sağlayan rastlantı değildir; kendisi, kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip ilgili nesneye götürmüştür..''
(..)
''.. Özlem, dünyaya alabildiğine içtenlikle kucak açış ve yine dünyadan alabildiğine çılgınca bir ayrılış, insanın kendi karanlık ruhuna yakıp kavurucu bir tutkuyla kulak verişi, teslimiyetteki esriklik ve harikulâdeliğe karşı derin bir ilgi..'' (Sayfa: 111)
***
''.. Müzik dinlemeyi severim, ama yalnız sizin çaldığınız gibisini, tam anlamıyla müzik, bir insanın cennet ve cehennemin kapılarını zorladığını sezdirecek bir müzik..'' (Sayfa: 112)
***
''.. İnsanların çeşitli zamanlarda kafalarından ne gibi Tanrılar çıkarıp ortaya koydukları, benim için hâlâ son derece önemli ve ilginçtir..'' (Sayfa: 115)
***
''.. Çünkü öldürmek istediğiniz, falan ya da filan kişi değil, bir başkasının kılığına girdiğiniz sizsiniz kuşkusuz. Biz bir insandan nefret ediyorsak, bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan kendi içimizde yuvalanmış birinden nefret ediyoruzdur. Bizim kendi içimizde olmayan şey, bizi kızdırmaz.''
(..)
''.. 'Dışımızda gördüğümüz şeyler' dedi Pistorius alçak sesle ' içimizdekilerin aynıdır. İçimizde taşıdığımız gerçek dışında bir başka gerçek yoktur. İnsanların çoğunun gerçeğe bu kadar aykırı bir yaşam sürmesinin nedeni, kendi dışlarındaki görüntüleri gerçek saymaları, içlerindeki dünyaya ise asla söz hakkı tanımamalarıdır. Evet, bu mutlu kılabilir insanı. Ama insan bir kez işin bilincine vardı mı, çoğunluğun izlediği yolu seçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Dostum Sinclair, çoğunluğun izlediği yol kolaydır, bizimkisi ise zor..'.. '' (Sayfa: 126-127)
***
''.. kendi düşlerimde yaşayıp gidiyorum, sen de bunu hissettin. Başkaları da düşlerde yaşıyor benim gibi, ama kendi düşlerinde değil; aramızdaki ayrım da burada.'' (Sayfa: 128)
***
''.. Masanın üzerinde Nietzsche'den birkaç kitap duruyordu. Nietzsche'yle yaşıyor, onun ruhunun yalnızlığını hissediyor, onu karşı durulamayacak gibi önüne katmış sürükleyen yazgının kokusunu alıyor ve hiç şaşmadan kendi yolunda yürüyüp gitmiş bir kimsenin geçmişte yaşadığını bilmek beni mutlu kılıyordu.'' (Sayfa: 148-149)
***
''Beraberlik güzeldir,'' dedi Demian. ''Ama dört bir yanda yeşerip boy attığını gördüğümüz durum için bir beraberlik diyemeyiz asla. Gerçek bir beraberlik yeni doğacak, bireylerin birbirlerini daha iyi tanımasından kaynaklanacak ve bir süre için dünyaya bir başka bir biçim verecektir. Şu anda beraberlik adı altında gözlemlenen şey, bir sürü oluşumudur yalnız. İnsanlar birbirlerine kaçıp sığınıyorlarsa, birbirlerinden korktukları içindir; beyler kendi aralarında birbirlerine sığınıyor, işçiler kendi aralarında, bilginler yine kendi aralarında birbirlerine kaçıp sığınıyorlar. Peki, niçin korkuyorlar birbirlerinden.? Kendi kendisiyle uzlaşamayan insan korkar yalnız. Şimdikiler korkuyorlarsa, kendi kendilerini tanımak istemediklerindendir. Kendi içindeki bilinmezden korkan bir sürü insanın oluşturduğu bir topluluk.! Kendi yaşam yasalarının bundan böyle yürümediğin, eski yasalara göre yaşadıklarını, ne dinlerinin, ne de ahlâk kurallarının bizim gereksinimlerimize uygun düştüğünü hepsi de bilmektedir. Yüz yıl, hatta ondan da uzun bir süre Avrupa yalnız okuyup araştırdı, fabrikalar, atölyeler kurdu.! Buradakiler bir insanı öldürmenin kaç gram baruta baktığını biliyor, ama Tanrıya nasıl tapınacaklarından haberleri yok. Şöyle bir saat bile nasıl memnun yaşanabileceğini kestiremiyorlar. Bir öğrenci meyhanesine gir bak şöyle.! İstersen varlıklı kişilerin gittiği bir eğlence yerine bir göz at.! Hayır gelecek gibi değil.! Sevgili dostum, Sinclair.! Bütün bu saydıklarımızdan insanın yüzünü güldürecek bir şeyin çıkması düşünülemez. Böyle ödlekçe bir araya gelen insanların içi korkuyla, hainlikle dolup taşar, hiçbiri ötekisine bel bağlamaz. İdeal niteliğini yitirmiş ideallere sarılırlar hep, ortaya yeni bir ideal koymak isteyeni de taşa tutarlar. İlerde birtakım hesaplaşmaların olacağını seziyorum. Pek yakında başgösterecek bu hesaplaşmalar, inan bana, pek yakında duyuracak sesini.! Ne var k, dünyayı 'düzeltemeyecekleri' kuşkusuz. İster işçiler fabrika sahiplerini öldürsün, ister Rusya ve Almanya birbirlerinin üzerine kurşun yağdırsın, bu yalnızca söz konusu nesnelerin el değiştirmesine yarayacaktır. Eninde sonunda bugünkü ideallerin değersizliği anlaşılacak, taş devrinden kalmış Tanrıların hesabı görülecektir. Şimdiki durumuyla bu dünya ölmek istemekte, yokolmak istemektedir ve isteğine de kavuşacaktır.''
''Peki biz ne olacağız.?'' diye sordum.
''Biz mi.? Belki biz de ötekilerle birlikte yokolup gideriz. Bizleri de öldürebilir, ama bu yoldan işimizi bitiremezler. Bizden geride kalacak şeyin ya da bizlerden hayatta kalacakların çevresinde geleceğin istemi toplanacaktır. Bizim Avrupa'nın teknik ve bilim panayırıyla bir süre için baskı altında tuttuğu insanlığın istemi kendini açığa vuracaktır günün birinde. İşte o zaman insanlığın isteminin bugünkü toplumların, devletlerin, ulusların, derneklerin ve kiliselerin istemiyle asla ve hiçbir yerde özdeş sayılamayacağı anlaşılacaktır. Doğanın insanla güttüğü amacın, tek tek insanların, yani senin ve benim içimize yazıldığı görülecektir. İsa'da yazılıydı, Nietzsche'de yazılıydı. Günümüzdeki toplumlar yıkılıp gittiği zaman sözünü ettiğimiz yeni akımlar için yer açılacak ve bu akımlar kuşkusuz her gün yeni bir görünüm taşıyacaktır.'' (Sayfa: 152-153)

Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir - Bilge Karasu (Mustafa Arslantunalı)

Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir - Bilge Karasu (Mustafa Arslantunalı)
Kendim olmak diye bir kaygım yok galiba. (Gülerek) İşte nasıl yazıyorsam öyleyimdir diyorum herhalde. Bu da yine imgelere getirecektir bizi ama, kendim olmak diye bir kaygım yok, onu anlatmak çok güç. Nasıl tasarlıyorsam, nasıl yazıyorsam öyle oluyor. Kendim olmak, başka bir şey değil ki, çünkü onun dışında, onun ötesinde bir 'kendimlik' yok ki, kendimlik burada söylediğimde, yazdığımda, yaptığımda. (Sayfa: 32)

10 Kasım 2018 Cumartesi

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

Sevda Sözleriyle Dolu Mektuplar - Erdal Öz
Sayfa: 8-11
*
(..)
On Üç Günün Mektupları, -okuyunca göreceksiniz- ileride bir gün yayımlanacağı düşünülerek yazılmış mektuplar duygusu vermiyor. Çünkü bu mektuplar, Cemâl Süreya'nın '72 Temmuz'unda 41 yaşındayken yazdığı mektuplardır. Belli ki çok kişisel, çok özel mektuplar.
Aşk dolu mektuplar.
Aşk mektupları, bir tür yazılı sevişmedir.
Bu mektuplar, belki cinselliğin ağır basmadığı mektuplar. Ama başka türlüsü de olamazdı. Çünkü hastanede ölümcül bir ameliyata yatmış olan sevgiliye yazılmış mektuplar bunlar. Sevdiği kadına yaşama sevgisi aşılamaya çalışan, güç veren, güven veren, sevgi yüklü mektuplar.
*
Şiirimizin son döneminin en büyük ustalarından biri olan Cemâl Süreya'nın, on üç gün boyunca aralıksız yazdığı bu mektuplara, aslında tek ve uzun bir mektup gözüyle bakmak daha doğru. Biçimsel açıdan Oscar Wilde'ın De Profundis'i gibi.
Gündelik yaşamın sıkıntıları içinde, bir yandan yaşam kavgası verirken, bir yandan da bütün boyutlarıyla şiiri yaşayan dar gelirli devlet memurunun uzun bir aşk mektubu.
On Üç Günün Mektupları'nı Zuhal Tekkanat, yayımlanması için bana getirdiğinde önce çok sevinmiş, sonra da çok tedirgin olmuştum. O gün Zuhal Hanım, bu mektupların yazılış öyküsünü de anlatmıştı bana. Çok ilginçti. Bir kere bu mektuplar, Cemâl Süreya'nın yazdığı mektuplar arasından seçilip derlenmiş mektuplar değildi. Bir tek kişiye yazılmışlardı. Sevgiyle yazılmışlardı. Ve on üç gün boyunca aralıksız yazılmışlardı. Korunması, bir çiçek gibi koklanması, saklanması gereken mektuplardı.
Ölümünün üzerinden daha bir yıl bile geçmemişken, yakın dostum olmasa da, çok eskiden beri tanıdığım, sevdiğim, şiirlerine vurgun olduğum Cemâl Süreya'nın bir dönem karısı olmuş Zuhal Tekkanat'a on üç gün boyunca yazdığı bu çok özel mektupları yayımlamam, ortaya çıkarmam doğru olur muydu.?
Mektupların tümünü okuyunca tedirginliğim geçti. Başkalarının da bu güzel mektupları okuması gerektiğine inandım. Açıklanmasıyla, herkesçe bilinmesiyle Cemâl Süreya'nın değerine, kişiliğine, anısına gölge düşürecek hiçbir sakıncalı şey yoktu bu mektuplarda.
Şiirimizin bu büyük ustasının -bence büyük bir düzyazı ustasıdır- mektup türünün en güzel örneklerini verdiği, düzyazı alanındaki ustalığını hangi boyutlara götürdüğü açısından, özellikle de Cemâl Süreya şiirini inceleyecek olanlara önemli bir kaynak olacağını düşünerek bu mektupların yayımlanmasının yaralı olacağı kanısına vardım.
*
On Üç Günün Mektupları'nın yazılış öyküsünü de kısaca anlatmalıyım.
Cemâl Süreya, ilk eşi Seniha Hanım'dan ayrılmıştır. Bu ilk eşinden Ayçe adında bir de kızı vardır.
1967 yılı ilkbaharında İstanbul'da, Beyoğlu'nda, Çiçek Pazarında, Türk Edebiyatçılar Birliği Lokalinin açılış töreninde Cemâl Süreya, Zuhal Tekkanat'la karşılaşır. Zuhal Hanım, bu tanışmayı ve ötesini şöyle anlattı bana:
''Gece kalabalık ve neşeliydi. Bir ara Cemâl Süreya yanıma yaklaştı ve ''Benimle evlenir misin.?'' dedi. Yakınlaşmayı çok iyi bilen biri olduğu için önceleri kaçtım ondan. Daha sonra rastlaşmalarımız, yakın duygusallığımız, nişan yüzüğünü Kapalıçarşı'da bir çayhanede takmışlığımız, altı ay sonra yıldırım nikâhıyla noktalandı. Nikâh tanıklarımız: Muzaffer Buyrukçu ile Tevfik Akdağ idi. Ercüment Uçarı da tek konuğumuzdu. Evimizin gecelerini Ülkü Tamer, Gülsen Tuncer, Muzaffer Buyrukçu süslerdi.''
Zuhal Hanım'ın da ikinci evliliğidir bu. Tıpkı Cemâl Süreya gibi onun da ilk eşinden İçsel adında bir kızı vardır.
Sonra Cemâl-Zuhal evliliğinden Memo Emrah adlı bir oğul dünyaya gelir. Bu mektuplar boyunca Cemâl Süreya'nın bu oğula düşkünlüğü açıkça görülecektir.
Memo adını, Cemâl Süreya, çocuk daha doğmadan koymuştur. Bunu, daha önceki mektuplarından çıkarıyorum:
Cemâl Süreya, o sıralarda Ankara'da Maliye Tetkik Kurulu'nda görevlidir. Zuhal Hanım ise İstanbul'da, Sosyal Sigortalar Kurumu'nda, muhasebe bölümünde çalışmaktadır.
Cemâl Süreya'nın gerçek adı Cemâlettin Seber'dir. Cemâl Süreya adı, onun yazarlık adıdır.
Zuhal Seber de şiirler yazıp yayımlamaktadır; o da şiirlerinde Elif Sorgun adını kullanmaktadır.
Sonunda Memo Emrah doğar.
Aradan üç yıl geçer. Zuhal Seber'in ağır bir ameliyat geçirmesi gerekir. Cemâl Süreya İstanbul'a gelir. Kadıköy yakasında, Mühürdar'daki evlerinde Memo Emrah'la kalır. Zuhal Hanım, sonu belki de felçle bitecek o ağır ameliyatı başarıyla atlatır. İyileşir. Hastaneden çıkar.
Zuhal Hanım'ın hastanede kaldığı bu on üç gün boyunca, Cemâl Süreya, her yerde, bulduğu her köşede oturur ona mektuplar yazar. Sonra ziyaret günleri onu görmeye gider, yazdığı mektupları ona bırakır. Hastaneden çıkar çıkmaz da yeni bir mektuba başlar. Tam on üç gün sürer bu mektup yazma işi.
Bu kitaba On Üç Günün Mektupları adını Zuhal Hanım düşündü.
Mektupları tarih sırasına göre yayımlarken, Cemâl Süreya'nın çok güzel, çok kişilikli elyazısını da olduğu gibi kitaba almadan edemedim.
Mektuplar, Türk Dil Kurumu'nun, 40. yıldönümü dolayısıyla bastırıp üyelerine dağıttığı, bloknot sayfalarına yazılmış. Her sayfanın üstünde Türk Dil Kurumu'nun basılı başlığı var.
Okuyunca göreceksiniz, Cemâl Süreya sürekli bir kız çocuğu özlemindedir. Bu doğmamış kızının adını da koymuştur: Elif Zeyno.
Baştan sona Sevda Sözleri'yle dolu bu güzelim mektupları günışığına çıkardığım için mutluyum. Edebiyatımızda büyük bir yeri olan Cemâl Süreya'nın önemli bir yapıtı olarak bakıyorum bu kitaba.
💌💌💌💌💌💌💌💌💌💌
12 Temmuz 1972
*
Zuhal'im, hayat.!
Hayatımsın.
Bunu bilmeni istedim. En önce bunu bilmeni.

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

Şimdi yeni bir şiirim var, bitmemiş. Onda şöyle iki dize var:
*
Dinle küçük bir kız söylüyor
Koparmasınlar beni koparmasınlar beni.
*
Hadi iki dize daha ekleyeyim buna:
*
Dinle Pir Sultan Abdal söylüyor
Sesinde gökyüzü ve binlerce ipekböceği.
*
(..)
Sevmek ne uzun kelime.!
*
Derin deniz mavisi.
*
Ne zaman geleceksin.?
(..)
Sevgilim, ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim.
Elimde uçuk mavi bir kalem, cebimde iki paket cıgara,
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz."
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere,
O gülün yüzü gülmüyor sensiz.
O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
Hepten hüzünlü bu günlerde
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye
Masada tabaklar neşesiz
Koridor ıssız
Banyoda havlular yalnız
Mutfak dersen derbeder ve pis
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
Vantilatör soluksuz
Halılar tozlu
Giysilerim gardropda ve şurda burda
Memo'nun oyuncak sepeti uykularda
Mavi gece lambası hevessiz
Kapı diyor ki açın beni, kapayın beni
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi
Radyo desen sessiz
Tabure sandalyelardan çekiniyor
Küçük oda karanlık ve ıssız
Her şey seni bekliyor her şey gelmeni
İçeri girmeni
Senin elinin değmesini
Gözünün dokunmasını,
Ve her şey tekrarlıyor
Seni nice sevdiğimi.
*
(Sayfa: 71-74)

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

''.. Sen yokken ben bardağı bile mutfağa götüremiyorum. Tırnaklarımı bile kesemiyorum, bilesin bunu..''
(..)
''Sevgiler içinde Zuhal sevgisi.'' (Sayfa: 77)
***
''İnsan bazı şeyleri geç keşfediyor. Meğer tam Okmeydanı dolmuş durağının önünde bir kahve varmış. Zemin (yani bodrum) katta olduğu için şimdiye dek görmemişim. Oysa 13 gündür, hastaneye gelmeden, oturup mektuplarımı yazacak bir yerin ne kadar sıkıntısını çekmiştim. Bayağı bir sorun olmuştu bu benim için. Kadıköy'deki kahvede mi, Nahit'in Karaköy'deki odasında mı, yoksa Şişli'de bir pastanede mi oturmalıydım. Ama, işte, bir pınar gibi buldum o kahveyi. Kahve deyip geçme, önemlidir. Ve oturup hep aynı yerde yazmak eğilimi vardır bende. Evde ya da dairede masamın yeri değişse düzenim bozulur. Kolum kanadım kırılmış gibi olur. Bir süre gerçek havama giremem. Daha tuhafını söyleyeyim, hep aynı tuvalete gitmek isterim. Sinemada aynı koltuklar çeker beni. İnsanlarda da öyle. Yeni biri, yeni bir arkadaş sıkar beni. Neler konuşabilir insan yeni bir kişiyle. Yeni bir kişiyle dost olunabilir mi.? Bu yüzden diyorum ki insan anılarıdır. Kabul edeceğim tek yeni kişi Elif Zeyno olabilir. O da yeni sayılmaz; bizim (senin, benim, Memo'nun) yeni bir biçimlenişi, yeni bir dirim kazanması belki.
*
Selâm ona.
*
Selâm sana. (Sayfa: 79)
***
''Eskiden de hep gelip bu masaya otururdum. Sondan bir masa bırakarak en uçta oturmak. Huyumdur benim..''
(..)
Seni doyurmak.
Seni giydirmek.
Seni uyutmak.
Seni güldürmek.
Seni yaşatmak. (Sayfa: 83)
***
''.. Anılarla düşler iç içe gelişir. Birbirinden ayrılmaz. Düşler anıların kız çocuklarıdır. Sen yaprak bakışlı küçük kız, eğil bir yol öpeyim yanağından.
*
''Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de. (Aragon)
*
Bizi bir kamyona doldurdular.
Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü. Memo'ya ve sana duyduğum sevgide bu ölümleri de, bu öksüzlükleri de değerlendirmelisin. Aşkımın tandırdan yeni çekilmiş bir yufka gibi her dem sıcak ve taze olduğunu anlamalısın. Yüksek öğrenim yıllarında Başkent sokaklarında ceplerimi ellerimle doldurarak yürürken ilerde bir karım olacağını, çocuklarım olacağını düşünürdüm. Yüzsüz, bedensiz bir şeydi bu kadın; bir gölge gibi düşlerimin arasından sıyrılır, geçer giderdi zaman zaman. Sensin o kadın. O çocuklar Memo ile Elif. Annemle babam Bilecik'te Şoşa'nın yanında yanyana iki mezarda uyuyorlar. Annem 1938'de, babam 1957'de öldü. İki ölüm arasında 20 yıllık bir ara var. Ama işte ikisi de yanyana yatıyor. Birgün gidelim. Gidelim mi.? Büyükannemle Hasan amcam da şu koyu yeşilliğin altındalar. Ama yanyana değiller. ''Sizin hiç babanız öldü mü.?''
*
Biz gözyaşımızı gizleyen insanlarız.
Biz kahkahamızı da gizleriz.
Biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız.
*
Seni Seviyorum.
*
(Sayfa:85-87)
***
(..)
Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde
Uzat bana uzat ellerini
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor
*
Ben seni düşünüyorum seni
Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.
*
Günümüz ekmeğimiz, türkümüz
Çoluğumuz çocuğumuz
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde
Uzaklarda ne kapılar açılıyor
Trenin biri bir istasyona varıyor
Ordan çıkıyor biri.
*
Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi.?
Üstüne titrrediğimi.?
*
Geldiğimi.?
Gittiğimi.?
*
Hadi.! (Sayfa: 93)
*******
''Sana o kadar alışmış, seni öyle sever olmuşum ki bunu şu birkaç günlük ayrılıkta daha da iyi anladım.''
(..)
''Hadi, bekle beni.
Sevgilerle gözlerinden öperim.
Şiir yazıyor musun.?'' (Sayfa: 97)
***
''Ne incesindir sen. İncelikler güldestesi dense yeridir.''
(Sayfa: 102)
***
''Burda hava son günlerde oldukça serin.. Buna sensizlik ve Memo'suzluk da ekleniyor. (Memo kimdir.? Atamdır, Memo'mdur. Kırmızı beresiyle o küçücük çobandır. Muhammed'lerin en proleteri ve en uzun donlusudur. Ve boynu kısa, pençe elli bir İsa'dır, çetin bir Musa. Kısacası, benim Bünyamin'im.) Sen kimsin.? Şirin'sin, Elif'sin yaralı Mahmud'um ak bakışlı çeşmesin. Öylesin. Çok seviyorum seni. Yakında bitecek ayrılık günleri..'' (Sayfa: 106)
***
''Şiir yaz. Şiirdir kişiyi kurtaran bu karanlık, bu yalnızlıkla, berbatlıklarla dolu evrende. Bir de sevgiler kurtarabilir: bu Memo Sevgisi, Elif sevgisi..
Kuş kanadı, at soluğu, ana sütü..
Bir kızım olsa, üçüncü cemrenin ılıklığında..
Adını ne koyardık bir kızımız olsa.
Ve ne gibi bir filmden dönüşte olurdu bizim kızımız.
Hadi.'' (Sayfa: 109)
***
''Kadınım.
Çayı en güzel sen demlersin.'' (Sayfa: 110)
***
''Hadi, canım, arkadaşım, altınım, Darphanem.
Mektuplar biter, yollar uzar, özlemler büyür.
Burda duman, orda sis.'' (Sayfa: 113)
***
(..
''Üçüz biz.''
Mutluluğu görmeliyiz. ''Gözüz''. Değil miyiz.?''
(..)
''Beş on satır karaladık
Şaire saydılar bizi.''
Eluard'ı okuyorsun değil mi.? Arada sırada dizeler düşürüyorsun değil mi.? Bir mutluluk hastalığıdır bu şiir. Kırılan dalın türküsüdür. Ne roman ne öykü, bana her çeşidinden şiirler getir yolcu.! Temiz, tertemiz olayım; serin, sepserin olayım; burkulursam burkulayım..
Saparsan sen sap ey iç temizliği.!
İşte biz, iki delikanlı, oğlun ve ben, başkentin bir köşesinde durmuşuz, sana sevgiler, özlemler, bozkır çiçekleri yolluyoruz.
İşte sevgili Elif, yitirdiğini sandığın gülü aslında elinde tutmaktasın. Bu böyle ya, neden hâlâ susmaktasın.?''
(Sayfa: 117)

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

''Sen birinci hamura basılmış dokuz punto beyaz karaktersin.
Alınyazımsın, daha doğrusu alınyazımın tek okunaklı yerisin.
Koru beni.
Ve güven bana.
Güvenildikçe yaşarım ben.
Ya güvenmezsen.?
O zaman da gider Cumhuriyetçi Güven Partisi'ne girerim. Yani kolumu kanadımı kırarım. Ölürüm yani.
Sana Ankara'dan Memo Emrah kokusu ve Cemâl Süreya soluğu.
Elif'imiz, günümüz, gecemiz, her şeyimiz.
Kaçız biz.?'' (Sayfa: 120-121)
***
''.. Ölüm bu, kimsenin bağışıklığı yok.'' (Sayfa: 125)
***
''Biletim öldü;
Gömleğim kirli.'' (Sayfa: 128)
***
''Seni çok özledim. Senin değerini, benim için ne ifade ettiğini senden uzakta daha iyi anlıyorum. Sen hikâye gibi ütü yapar, piyes gibi çay kaynatırsın. İncir kuşlarını hatırlatan bir sesin vardır. Ne kadar memnunum, ne kadar keyifliyim senden dolayı, bir bilsen.'' (Sayfa: 137)
***
''İstanbul bir özlem halinde masmavi akıyor içimde, seninle karışık. Seni nerelere götüreceğim. Sana neler alacağım. Dağlar var dağlardan yüce. Şöyle bir adam görüyorum: kumar oynuyor. Şiirle doluyorum.
(..)
bir bardak çay i çin
zencefil
zenci fil
inci fil
filelması.'' (Sayfa: 138)
***
''Sana rastlamak, mutluluktu; sana sahip olmak başka bir şey başka bir ad bulmak gerek; ''içine taşınması'' gibi bir şey insanın.'' (Sayfa: 139)
***
''Hadi gözlerinden her türlü tanımın üstündeki özlem duygularımla öperim.
Memo'mu bağrıma basar öylece kalırım.
Yakında görüşmek üzere.
Hadi. '' (Sayfa: 141)
***
''Seni nice sevdiğimi biliyorsun. Bilmiyorsan, ya da unutmuşsan, söyle, söylediklerimi yeniden yeniden tekrarlayayım.''
(..)
''Unutma: yalnız ikimiz. Her şeyde bu.'' (Sayfa: 146)
***
''O şarkılar, türküler söylediğimiz günü bir türlü unutamıyorum. Aşkımsın. Yalnız seni sevmişim hayatta. Yalnız seni seviyorum. Yalnız seni seveceğim.
*
Günler geceler..
*
Dağlar ovalar..'' (Sayfa: 149)

Cemal Süreya - On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları

''Şiirin çok beğenildi. Cahit Külebi'ye göre o sayının en güzel şiiri o. Bu yüzden ''kuşa çevrilmiş'' falan diye üzülme. Ben onun gereksiz kısımlarını çıkardım, o kadar. Biliyorsun, şiir, her planda büyük bir ayıklama işidir. Ayıklamadan, atmadan soylu şiir ortaya çıkmıyor. Eluard'ın şiirlerinde görmüyor musun bunu.?
(Sayfa: 153)
***
''Ağzımın tadı.!
Nicesin.?''
(..)
''Tavşan aralığı,
Yurdumsun.!''
(..)
''Vagon gelincik tarlalarının arasından geçmeğe başladı. Kıpkırmızıydı hepsi de. Sana o kırmızıların tadını, tazeliğini, ileriye dönüklüğünü, kalabalıklığını gönderdim. Almadın mı.? Sen ki sümbülsün, leylaklaştın, ama haklı olarak manolya olmayı her zaman yadsıdın. Elif'sin sen, anısın ve geleceksin, gerçeksin ve düş. Şiirin takma adı, devrimin ağaç altı, alnımın yazısı. Evet, sende ıhlamur kokusu, bende tarçın kokusu. Yapıtlarını deniz kıyısında birbirine karıştıran iki eski uygarlık gibiyiz.''
(Sayfa: 154-155)
***
''Ey Ankara, Ankara. Bütün sevdiklerim İstanbul'da.!
Biraz yağmur yağıyor: için için.
Ey düzyazı, sen ancak uçağa binebilirsin.!
Biletim öldü;
Gömleğim kirli.
Hadi, gözlerinden öperim.
Resim yapmak istiyorum: kendi ölümümün resmini.!''
(Sayfa: 157)
***
''Biliyor musun başkentim nedense
Birbirimizden çekiniyoruz ikimiz de,
Sen yaslarına hiç yaslanmaz oldun
Bense acılarıma yeterince
*
Tek boynuzlu yapılar arasında
İki katlı ve gözlüklü hayırevi
Dayandım ak bedenine öptüm öptüm
Aşkım değilsen haber ver benzerimi.!
(Sayfa: 161)

2 Kasım 2018 Cuma

Sylvia Plath - Sırça Fanus


Arka Kapak
*
Sylvia Plath'ın kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı ve ilk kez 1963 yılında, ölümünden bir ay önce, başka bir isim altında yayımlatmayı başarabildiği Sırça Fanus, o günün olduğu kadar bugünün insanının da metropol yaşamındaki yabancılaşmasını anlatan modern bir klasik haline gelmiştir. 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının melankolik prensesi Sylvia Plath'ın başyapıtı 50 yılı aşkın bir süredir okurları etkilemeye devam ediyor.
*
''Neşeli, hüzünlü, yalın, parlak ve doğal. En üstün niteliğiyse şaşırtıcı derecede dolaysız oluşu, tıpkı güpegündüz çekilmiş bir dizi fotoğraf gibi.''
*
-Time

Sessizlik bunaltıyordu beni. Sessizliğin sessizliği değildi bu. Benim kendi sessizliğimdi.'' (Sayfa: 23)
*
''.. Geceyle gündüz arasında birdenbire kayan ve hiç bitmeyecek olan bir üçüncü zaman diliminde yaşadığımız duygusuna kapılmıştım.'' (Sayfa: 25)

''Bu hain kentin seni üzmesine izin verme.'' (Sayfa: 43)
***
''..Birlikte kusmak kadar insanları birbirine yakınlaştıran bir şey yoktur.'' (Sayfa: 48)
***
''..Simsiyah bir uykunun derinliklerinden yukarıya doğru yavaşça yüzdüm..'' (Sayfa: 53)
***
''.. İşte şimdi yatağımda sırtüstü yatarken, Buddy'nin o soruyu soruşunu canlandırıyordum kafamda: ''Şiir nedir Esther, biliyor musun.?''
''Hayır, nedir.?'' diyordum.
''Bir parça toz.''
Sonra, tam gülümseyip gururlanmaya başlarken,''Senin kesip biçtiğin kadavralar da öyle,'' diyordum. ''Tedavi ettiğini sandığın insanlar da o kadar toz. Toz ne kadar tozsa onlar da o kadar toz. Sanırım iyi bir şiir o insanların yüzünün toplamından çok daha uzun yaşar.'' (Sayfa: 60)
***
''.. bir milyon yıllık evrim, diyordu acı acı, ve hâlâ hayvandan farkımız yok..'' (Sayfa: 83)


''.. Bir kadının bir tek temiz yaşantısı olması gerektiği, oysa bir erkeğin biri temiz, öteki kirli iki yaşantısı olabileceği düşüncesi beni çileden çıkarıyordu.'' (Sayfa: 85)
***
''Hep aynı şey oluyordu.
Uzaklarda kusursuz bir erkek görüyor ama o erkeğin yakına gelir gelmez hiç de uygun biri olmadığını anlıyordum.'' (Sayfa: 87)
***
''Eğer iki karşıt şeyi aynı anda istemek nevrotiklikse ben tepeden tırnağa nevrotiğim. Hayatımın geri kalan kısmını karşıt şeylerin birinden öbürüne uçmakla geçireceğim.'' (Sayfa: 99)
***
''..kolları güçsüz antenler gibi sallanıp duruyordu..''
''..Gökyüzünün kocaman gri gözü de bana bakıyordu..''
(Sayfa:101)
***
''İki yanımda insanlar ve ağaçlar bir tünelin karanlık duvarları gibi geriye doğru akarken, ben tünelin ucundaki durgun, parlak noktaya, kuyunun dibindeki çakıla, annesinin karnında gizlenen tatlı, beyaz bebeğe doğru hızla atılıyordum.'' (Sayfa: 102)
***
''Her şeyi birden, ilk ve son kez yapıp kurtulmak istiyordum.''
(Sayfa: 133)
***
''Doktor Gordon başımın iki yanına birer metal plaka yerleştirdi. Sonra onları klipslerle, alnımı sımsıkı saran bir banda tutturdu, bana da ısırmam için bir tel verdi.
Gözlerimi yumdum.
İçeri çekilen bir soluk gibi kısa bir sessizlik oldu.
Sonra bir şey eğilip beni kavradı ve dünyanın sonu gelmiş gibi sarstı. Mavi ışıklarla çatırdayan havada tiz bir çığlık yankılanıyordu ve her parlamada büyük bir sarsıntı beni yerden yere vuruyordu, bir an kemiklerimin kırılacağını ve yarılmış bir bitki gibi özsuyumun akıp gideceğini sandım.
Bunu hak etmek için ne yaptığımı merak ediyordum.'' (Sayfa: 149)
***
''Romalı bir düşünüre nasıl ölmek istediğini sorduklarında damarlarını ılık banyo içinde kesip açacağını söylemişti. Bunun kolay olacağını sanıyordum, küvete uzanıp bileklerimde çiçeklenen kızıllığın berrak suyun içinde dalga dalga kabarışını izleyerek gelincik rengi köpüklerin altına kayıp uykuya dalacaktım.
Ama iş bunu yapmaya gelince, bileğimin derisi gözüme öylesine beyaz ve savunmasız göründü ki bir türlü yapamadım. Sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da baş parmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, daha başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşılması çok daha güç bir yerdeydi.'' (Sayfa: 153-154)
***
''Bir dalga bir el gibi geri çekildi, sonra ilerleyip ayağıma dokundu.
(..)
Beyaz köpüklü ağzıyla ikinci bir dalga ayaklarımın üzerine yığıldı ve soğuk, ölümcül bir sancıyla bileklerimi kavradı.
Bedenim böyle bir ölümden korkakça irkildi.'' (Sayfa: 159)
***
''Başımı kaldırıp gözlerimi kısarak parlak mavi bir tabak gibi uzanan denize baktım -kirli kenarları olan parlak mavi bir tabak. Taşlı kıyıdan bir mil kadar uzakta iri, yuvarlak, gri bir kaya, kafasını br yumurtanın tepesi gibi sudan dışarı uzatmıştı.'' (Sayfa: 161)
***
''Durumun ne kadar umutsuzsa, seni o kadar uzağa saklamaya çalışırlar.'' (Sayfa: 166)
***
''Bir insan topluluğuyla konuşmaktan nefret ederim. Bir toplulukla konuşurken her zaman içlerinden bir tanesini seçip sözlerimi ona yöneltirim ve konuştuğum sürece ötekilerin de gizliden gizliye bana bakıp hakları olmadan dinledikleri duygusuna kapılırım. Nefret ettiğim bir şey daha varsa, o da insanların kendinizi berbat hissettiğinizi bildikleri halde neşeyle hatırınızı sorup, 'iyiyim,' demenizi beklemeleridir.
''Berbat hissediyorum.''
(Sayfa: 183)
***
''.. nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris'te bir sokak kafesinde ya da Bangkok'ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım..''
(..)
''.. ırmağın suları dokunulmamış bir içki gibi yanımdan geçip gitmişti..'' (Sayfa: 192)
***
''Bir defasında Protestan Kilisesi'nin o hiç hoşlanmadığım papazını bile getirmişlerdi. Adam yanımda olduğu sürece müthiş tedirgindi, benim iyiden iyiye keçileri kaçırdığıma hükmettiğinin farkındaydım, çünkü ona cehenneme inandığımı ve benim gibi ölümden sonra yaşama inanmayanların öldükten sonraki cehennemi kaçıracakları için ölmeden önce cehennemde yaşamak zorunda olduklarını ve kim neye inanıyorsa öldüğü zaman başına onun geleceğini söylemiştim.'' (Sayfa: 209)
***
''Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.''
(..)
''Belki de unutkanlık, kar gibi her şeyi örtüp susturmalıydı.''
(Sayfa: 244)
***
''.. İkinci bir kez doğanlar için de bir dinsel tören olmalı, diye düşünüyordum. Yamanıp lastikleri değiştirilmiş ve tekrar yola çıkmaya uygun olanlar için bir tören..'' (Sayfa: 251)

Anton Çehov - Vişne Bahçesi

Arka Kapak
*
Rusya'da 19. yüzyılın ortalarında toprak köleliği kaldırılmış, burjuvazi yükselişe geçmiştir. Vişne Bahçesi ülkede değişen toplumsal, politik ve ekonomik düzenin gerçekliğiyle yüzleşemeyen aristokrat bir ailenin dokunaklı portresidir. İçinde büyük bir vişne bahçesinin bulunduğu aile çiftliğinin borçlar nedeniyle satılması söz konusudur. Çiftlik sahiplerinin çocukluk anılarıyla birlikte, vişne bahçeleri de geçmişte kalmıştır artık. Yeni düzen karşısında kararlı davranıp mülklerini ellerinde tutmaktan acizdirler. Vişne Bahçesi, 1904 yılında Moskova Sanat Tiyatrosu'nda Stanislavski tarafından sahneye kondu. Çehov yapıtının ''komedi, hatta yer yer fars'' olduğunu vurgulasa da, Stanislavski oyunu ''trajedi'' olarak ele almakta ısrar etmişti. Stanislavski o güne dek aşırı duygusal olan Rus tiyatrosuna doğal ve gösterişten uzak bir anlatım getirmesiyle ünlenmiş olsa da, Çehov'un kendi oyunları için istediği yalınlığı ve doğallığı yakalayamamıştı. *
''.. Ah çocukluğum benim, o lekesiz yıllar.! Bu odada uyur, buradan bahçeye bakardım, her sabah mutluluk da uyanırdı benimle..'' (Sayfa: 22)
***
''.. Sizi bir çift sözle rahatsız etmek istiyorum..'' (Sayfa: 33)
***
''.. Kim bilir.? Ve ne demektir ölüm.? Belki insanın yüz duygusu var da, insan öldüğünde bunlardan bizim tanıdığımız beş tanesi ölmektedir de, öteki doksan beş tanesi canlı kalmaktadır.''
(..)
İnsanlık, sahip olduğu güçleri yetkinleştirerek ileriye doğru gidiyor. Onun bugün akıl erdiremediği şeyler, bir zaman gelecek, elle tutulurcasına anlaşılır olacaktır; fakat çalışmalıyız, gerçeği arayanlara tüm gücümüzle destek olmalıyız. Rusyamızda şimdilik çok az kişi çalışıyor. Benim tanıdığım aydınların büyük çoğunluğu hiçbir şey araştırmaz, hiçbir şey yapmaz ve şimdilik kıllarını bile kıpırdatmazlar. Kendilerini aydın diye adlandırırlar ya, hizmetçi kadını ''sen'' diye çağırır, köylülere hayvana davranır gibi davranırlar. Doğru dürüst öğrenim görmezler, ciddi hiçbir şey okumazlar, hemen hemen hiçbir şey yapmazlar, bilimin sadece sözünü ederler, sanattan pek anlamazlar. Hepsi ciddidir, hepsinin yüzünden düşen bin parçadır, ciddiyet konusunda hiçbiri burnundan kıl aldırmaz, durmaksızın felsefe yaparlar.. Ama tüm bu aydınların gözleri önünde işçiler çok kötü beslenmekte, yastıksız uyumakta; tahtakurularının cirit attığı, leş kokulu, rutubetli, ahlaksızlığın hüküm sürdüğü tek göz odalarda otuz kırk kişi barınmaktadırlar. Nereye baksak karanlık, rutubet, ahlaksızlık.. Ve çok açık bir şey ki, bizde tüm iyi konuşmalar, sadece ve sadece başkalarını ve kendimizi kandırmak içindir. Gösterin bana, üstünde o kadar çok ve sık çene çaldığımız çocuk yuvalarımız hani nerde.? Nerde okuma salonlarımız.? Sadece romanlarda rastlıyoruz bunlara. Gerçek yaşamda kırıntıları bile yok. Var olan sadece pislik, bayağılık, Asyalılık.. Asık suratlardan korkarım ben, sevmem onları, ciddi konuşmalardan ben korkarım. En iyisi susalım.! (Sayfa: 44-45)
***
''.. Ey doğa, ey olağanüstü varlık, sonsuz bir aydınlıkta parlarsın, olağanüstü bir güzellikle ve umursamazca.. Ey kendisine anne dediğimiz; benliğinde yaşamın varlığını ve yokluğunu birleştirirsin. Can veren de, yok eden de sensin..'' (Sayfa: 45)
***
''.. bahçenizdeki her bir vişneden, her bir yapraktan, her bir ağaç gövdesinden size insanların baktığını hissetmiyor musunuz; seslerini işitmiyor musunuz onların.. Hepinizi, bugün yaşamakta olanlarınızı ve daha önce yaşamış atalarınızı, canlı insanların mülkiyetine sahip olmak çarpıklaştırdı.. Ve böylece, anneniz, siz ve dayınız, başkalarının hesabına, borç karşılığında, kapınızın eşiğinden bile içeri sokmadığınız başka insanların sırtından yaşadığınızın farkında bile değilsiniz..'' (Sayfa: 50)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...