29 Kasım 2019 Cuma

Vincent Van Gogh - Theoya Mektuplar (Çeviren: Pınar Kür)

#VincentVanGogh #TheoyaMektuplar #ÇevirenPınarKür

Buralar öylesine güzel ki.. Tabii, insanın görmesini bilen, yalın ama kendinden ışınlı gözleri varsa.. Gerçi insanda öyle gözler varsa, her yer güzeldir zaten.. (Sayfa: 12)

*****

İnsan her şeyi açık seçik anımsayabilse ne iyi olur; ama işte uzun bir yolun görünümü gibi, uzaklaştıkça her şey küçülüyor, bir çeşit sise bürünüyor. (Sayfa: 30)

*****

Tüm içtenliğiyle yaşayan, türlü dertlerle, binbir düş kırıklığıyla karşılaşan, ama bunlardan yıkılmayan, bunlara boyun eğmeyen kişi, işleri her zaman rast gitmiş ve görece bir refah içinde yaşamış kişiden çok daha değerlidir. (Sayfa: 32)

*****

Gerçekten anlam taşıyan az söz söylemek, kuru gürültüden başka bir şey olmayan, kolay söylendiği kadar yararsız olan bir araba laf etmekten daha iyidir.
Gerçekten sevilmeye değer şeyleri sadakatle sevmeyi sürdürebilirse kişi, sevgisini anlamsız, değersiz, önemsiz şeylere ziyan etmezse, zamanla daha çok ışığa kavuşacak, güçlenecektir.

(..)
..yaşam kısa, zaman çok çabuk geçiyor. İnsan bir tek konuda tam anlamıyla ustalaşırsa ve o tek konuyu çok iyi anlamışsa, fazladan daha birçok şeyi de derinden kavrayabilecek, anlayabilecektir. Kimi kez insan içine çıkmak, şununla bununla bir sürü gevezelik etmek hoş olabilir, hatta bazen zorunlu bile oluyor bu, ama sessiz sedasız kendi işini sürdürmeyi yeğleyen, çok az sayıda arkadaş isteyen biri insanlar arasında da, dünyada yürüdüğü yolda da en güven içinde olandır. İnsan hiçbir zaman her şeyin iyi gittiği, sıkıntısız, dertsiz dönemlere güvenmemeli, rahatına da fazla düşkün olmamalı. En kibar ve kültürlü ortamlarda, en iyi çevrelerde, en rahat durumlarda bile kişi içinde Robinson Crusoe'nun esas özelliklerinden, doğaya bağlı münzevilikten bir şeyler taşımalı, yoksa kendi köklerini yitirir; ruhumuzdaki ateşi hiçbir zaman söndürmemeli, her an körüklemeyi sürdürmeliyiz. Kim kişisel yoksulluğu bilinçle seçer ve severse, büyük bir hazineye sahip demektir ve her an vicdanının sesini işitebilecektir.. (Sayfa: 33)

*****

Sanat ne büyük zenginliklerle dolu; insan gördüklerini unutmadıkça hiçbir zaman verimli düşüncelerden uzak, gerçekten yalnız ya da tek başına kalamaz. (Sayfa: 39)

#VincentVanGogh #TheoyaMektuplar #ÇevirenPınarKür

Tüylerini dökme -tüy değiştirme- vakti kuşlar için neyse, biz insanlar için de düşkünlük ve mutsuzluk dönemleri aynı zor zamanlar. Böylesi bir tüy dökme döneminde ömrü billah kalabilir kişi, ya da atlatır, yenilenmiş olarak yaşama döner.. Ama ne olursa olsun, başkalarının gözü önünde yapılamaz bu, çünkü hiç de eğlenceli bir şey değil.. Öyleyse saklanmaktan başka çare yok. İyi ya, öyle olsun. (Sayfa: 40)

*****

Shakespeare harika bir adam.! Kim onun kadar esrarlı olabilmiş.? Dili, üslubu, gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda, tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi.. (Sayfa: 43)

#VincentVanGogh #TheoyaMektuplar #ÇevirenPınarKür

İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. (Sayfa: 44)

*****

..ne düşündüğüme değğin ufak bir ışık sana: Souvestre'in Philosophe sous les Toits (Damlar Altındaki Filozof)unda bulacaksın bunu. Halktan bir adamın, zavallı, basit bir işçinin kendisini kendi ülkesinde nasıl gördüğünü..
''Belki de kendi ülkenizin ne olduğunu hiç düşünmediniz,'' dedi adam elini omzuma koyarak; ''çevrenizi saran her şeydir; sizleri yetiştirmiş, beslemiş olan, sevmiş olduğunuz her şey -gördüğünüz şu tarlalar, şu evler, şu ağaçlar, gülerek yanınızdan geçip giden şu kızlar, ülkeniz bunlar işte. Sizi koruyan yasalar, emeğiniz karşılığında kazandığınız ekmek, söylediğiniz sözler, halkımızdan ve arasında yaşadığınız şeylerden size gelen sevinç ve acı, ülkeniz bu işte.! Bir vakitler annenizi gördüğünüz küçücük oda, onun size bıraktığı anılar, artık altında dinlendiği toprak, ülkeniz bu işte. Onu her yerde görüyor, havasını soluyorsunuz.! Haklarınızın ve görevlerinizin, sevgilerinizin ve gereksinimlerinizin, anılarınızın ve şükranlarınızın bir hesabını yapın, hepsini aynı ad altında toplayın, o ad vatanınızın adıdır. (Sayfa: 44-45)

*****

Kee bir melek olsaydı benim için çok yüce olurdu ve bir meleğe aşık olmayı uzun süre göze alamazdım. Şeytanın biri olsaydı onunla hiçbir zaman ilişki kuramazdım. Oysa şu durumda onu gerçek -bir kadın olarak görüyorum bir kadının tutkuları, iyi ya da kötü ruhsal tepkileriyle- ve onu çok seviyorum. Dediklerim doğru, bundan dolayı mutluyum. Kee meleğe ya da şeytana dönüşünceye kadar benim de tavrım ve elimizdeki sorun değişmeyecek. (Sayfa: 57)

*****

Onu seviyorum, ama onun uğruna kendimi donduramam, sinirlerimi harap edemem. Bizim gibileri uyaran, istediğimiz kıvılcımı sağlayan da sevgidir açıkçası -yalnızca tinsel sevgi de değil.! (Sayfa: 59)

*****

Seçkinliğe pek meraklı olan kimi kişiler, gerçekten seçkin olanı her zaman ayırdedebilirler mi dersin.? Hey tanrım, çoğu kez göklerde ya da yerin dibinde ararlar da, yanı başlarında olanı görmezler; ben bile ara sıra yapmışımdır bu yanlışı. (..) Küçük bir çocukken bile, sonsuz bir sempati, hatta saygıyla bakmışımdır, yarıdan fazla solmuş bir kadın yüzüne, orada sanki yazılmış olan şu sözleri okumuşumdur: Yaşam gerçeğinin bıraktığı izlerdir bu çizgiler.. (Sayfa: 60)

*****

Öte yandan, Kee'ye duyduğum sevgi çok yeni ve çok başka bir şey. Kendisi farkında değil ama, bir tür hapishanede oturuyor. O da yoksul; keyfinin istediğini yapabilecek durumda değil ve her şeyden vazgeçen bir tür tevekküle bırakmış kendini.. Ayrıca, din adamları, dindar hanımlar, sanıyorum beni etkilediklerinden çok daha fazla etkiliyorlar onu. Ben o gibilerin elinden kurtuldum artık, çünkü numaralarını çakmayı öğrendim; ama o hâlâ inanıyor ve de tevekkül, günah, Tanrı ve daha kimbilir nelerden kurulmuş olan sisteminin boş laftan başka bir şey olmadığı ortaya çıkarsa, yıkılır.

#VincentVanGogh #TheoyaMektuplar #ÇevirenPınarKür

Korkarım bir türlü anlamadığı şeylerden biri de gerçekte Tanrı'nın ne zaman, nerede var olmaya başladığı. Belki de Multatuli'nin İmansızın Duası'nı bitirirken söylediği sözleri söylediğimiz zaman vardır Tanrı: ''Ah, Tanrım, Tanrı yok.'' Din adamlarının tanrısı benim için bir kapı tokmağı kadar cansız. Bu durumda ate mi oluyorum şimdi.? Din adamlarına sorarsan, öyle görüyorlar beni -öyle olsun- ama ben seviyorum, yaşamasaydım, başkaları da yaşamasaydı, nasıl sevgi duyardım:? Ve eğer yaşıyorsak, işin içinde bir esrarlı yan var. Buna ister Tanrı de, ister insan tabiatı, ister başka bir ad ver, son derece canlı ve gerçek olduğu halde sistemtik biçimde tanımlayamadığım bir şey var ki bence Tanrı O -ya da en az Tanrı kadar önemli bir şey.. (Sayfa: 60-61)

#VincentVanGogh #TheoyaMektuplar #ÇevirenPınarKür

Ne yazık ki kendi gözümüzün içini bile göremiyoruz çoğu kez. (Sayfa: 62)

*****

Elim şu sırada söz dinlemiyor olabilir, ama o el, yakında kafamın dediklerini uygulamayı öğrenecek. (..) Ciddi bir etüd üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez, çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı gerçekleştirecek koaylığa varmayı istemedim değil, ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert, kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım. Resimseverlerin, aracı-satıcıların peşinden koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. (Sayfa: 64)

#VincentVanGogh #TheoyaMektuplar #ÇevirenPınarKür

Bana çok dokunan başka bir şey daha oldu. Modele bugün gelmemesini söylemiştim, ama nedenini açıklamamıştım. Gene de geldi kadıncağız, ben itiraz ettim. ''Evet ama, poz vermeye gelmedim, akşama yemeğiniz var mı diye sormaya geldim'' dedi, bir kap fasulye ile patates getirmiş.! Yaşamı yaşamaya değer kılan şeyler de var bu dünyada, görüyorsun ya. Sensier'nin ''Millet'' sinde okuduğum bazı şeyler de çok dokunaklı geldi bana. Millet'nin dediği şeyler:
''L'art c'est un combat -dans l'art il faut y mettre sa peau.''
''Il s'agit de travailler comme plusieurs negres: j'aimerais mieux ne rien dire que de m'exprimer faiblement''
(Sanat bir savaştır, bu işe başını koymak gerek.)
(Birçok köle gibi çalışmak sözkonusu: Kendimi kötü ifade etmektense hiçbir şey dememeyi yeğlerim.) (Sayfa: 66)

*****

Yaşam ne gizemli bir şey; aşk ise o esrarın içinde bir başka gizem. Bir anlamda hiçbir zaman aynı kalmıyor, ama meydana gelen değişiklikler gelgit olayında suların alçalıp yükselmesi gibi -yani, denizde gerçek bir değişiklik olmuyor. (Sayfa: 100)

*****

Dikkatli bakarsan görürsün, ilkbaharın ilk günü Tanrı'nın gönderdiği bir iyi haber sanki..
Ve o gün, onca kurşuni, kırışmış yüzün açık havaya çıktığını görmek, -herhangi özel bir iş için değil, sanki baharın geldiğine kendi kendilerini inandırmak için- gerçekten acıklı bir şey. Örnekse, her türlü insan, böyle bir şey yapacaklarını aklına getirmediğin bir dürü insan pazar yerine doluşup, çiğdemi kardelen çan çiçeği ve benzer çiçekler satan adamın çevresini sarıveriyorlar. Bir de bakıyorsun ki, kara-kuru bir devlet memuru, eprimiş, yakası yağlanmış kara paltosuyla çıkagelmiş -böylesi bir adamı kardelenlerin yanında görmek öylesine güzel ki.! Bence yoksullarla ressamlar arasında ortak bir yan var: Hava değişimlerini, mevsim dönüşümlerini derinden duyumsama özelliği.. Herkes duyumsuyor bunu elbette, ama tuzu-kuru orta sınıflar için onca önemli değil ve genellikle onların ruh hallerini pek fazla etkilemiyor. Bir kanal işçisinden işittiğim sözler durumu çok güzel özetliyor bence: ''Kışları soğuktan çektiğim acıyı ancak kış mısırları çekebilir.'' (Sayfa: 102)

*****

Dokuma tezgahı gibi bir yaşam, çeşitli ipliklerin birbirinden ayrı tutulması gerekiyor. (Sayfa: 107)

*****

Yaşam cici çocuk masallarındaki ya da orta halli papazların bildik vaazlarındaki kadar basit ve karmaşıklıktan uzak olsaydı, başarıya ulaşmak pek kolay olurdu. Oysa gerçeklik bambaşka, her şey sonsuz derecede karmaşık ve doğada siyah ile beyaz nasıl kesinlikle birbirinden ayrı değilse, yaşamda da doğru ile yanlış kolayca seçilebilecek gibi uzak değil birbirinden. Kapkara siyahın içine düşmemeli insan, bilinçli kötülük demek çünkü bu.. Aynı şekilde yeni badanalanmış bir duvarın bembeyazından da kaçınmak gerek, çünkü bu da iki yüzlülük ve sonsuz kendini beğenmişlik demek. Aklın yolunu, özellikle de vicdan yolunu -aklın en yüksek, en yüce aşaması olan vicdanın yolunu- cesaretle izlemeye çalışan, dürüst olmak için elinden geleni yapan kişi, sanırım hiçbir zaman yolunu toptan şaşıramaz -bir sürü yanılgıya düşecek, engellerle karşılaşacak, kusursuzluğa erişemeyecek olsa da.. (Sayfa: 112)

*****

Görev mutlaktır. Peki, ya sonuçlar.? Onlardan sorumlu değiliz, ama görevimizi ''yapmak mı yapmamak mı'' seçiminden kesinlikle sorumluyuz. (Sayfa: 119)

*****

Ancak; insanoğlunun kökleri var; köklerin bir yerden başka bir yere aktarılması -yeni ekildiği toprak daha verimli olsa bile- acı verebilir. (Sayfa: 126)

''Ce qui ne pase pas dans ce qui passe'' (Geçici olanın içerdiği dayanıklı (temelli) öğe. Michelangelo'nun harika bir mecazla söylediği şeyi bence Millet mecazsız söylüyor ve belki de Millet bize görmeyi, bir 'iman'a varmayı en iyi öğretecek kişidir. İlerde daha iyi işler çıkarırsam, şimdi çalıştığımdan daha 'değişik' çalışacak değilim kesinlikle. Yani, elma aynı elma olacak, ama daha olgun.. Ta başından beri sürdürdüğüm görüşlerden vazgeçmeyeceğim. İşte bu yüzden, kendi payıma diyorum ki: Eğer şimdi değersizsem ilerde de değersiz olacağım, ama ilerde değerli olacaksam, şimdi de değerliyim. Çünkü mısır mısırdır, her ne kadar kentliler ilk bakışta onu ot sansalar da..

''Ce qui ne pase pas dans ce qui passe'' (Geçici olanın içerdiği dayanıklı (temelli) öğe.
Michelangelo'nun harika bir mecazla söylediği şeyi bence Millet mecazsız söylüyor ve belki de Millet bize görmeyi, bir 'iman'a varmayı en iyi öğretecek kişidir. İlerde daha iyi işler çıkarırsam, şimdi çalıştığımdan daha 'değişik' çalışacak değilim kesinlikle. Yani, elma aynı elma olacak, ama daha olgun.. Ta başından beri sürdürdüğüm görüşlerden vazgeçmeyeceğim. İşte bu yüzden, kendi payıma diyorum ki: Eğer şimdi değersizsem ilerde de değersiz olacağım, ama ilerde değerli olacaksam, şimdi de değerliyim. Çünkü mısır mısırdır, her ne kadar kentliler ilk bakışta onu ot sansalar da.. (Sayfa: 140)

#VincentVanGogh #TheoyaMektuplar #ÇevirenPınarKür

Resim yapmak bir tür sığınılacak yuvadır, demek istiyorum ve ressam olan kişi yuva özlemi çekmez. (Sayfa: 144)

*****

Gecenin, gündüzden daha canlı, daha zengin renklerle dolu olduğunu sık sık düşünmüşümdür zaten. (Sayfa: 200)

*****

Gelenek ve göreneklerle dolu bir dünyada aldığımız tüm eğitime ve yaptığımız çalışmalara karşın doğaya dönmeliyiz bence. (Sayfa: 206)

*****

.. kendini öldürmeye kalkmış ama suyun çok soğuk olduğunu ayrımsayınca var gücüyle kıyıya yeniden dönmeye çalışan bir adam gibiyim. (Sayfa: 230)

Sophokles - Elektra (Çeviren: Azra Erhat)

Yaşamıyor muyum.? Biliyorum sefil bir yaşam sürüyorum, ama bana bu da yeter. Onları rahatsız ediyorum..
Yaşamıyor muyum.? Biliyorum sefil bir yaşam sürüyorum, ama bana bu da yeter. Onları rahatsız ediyorum.. (Sayfa: 12)

25 Kasım 2019 Pazartesi

Erdal Öz - Gülünün Solduğu Akşam

Bu kitabı yazarken
*
O günlerden bende kalanları toparlayıp yazarken Ferenc Molnar'ın yazdığı Pal Sokağı Çocukları adlı o pek sevdiğim çocuk romanını yeniden okuyor gibi oldum. Bütün inançları, olanca sevimlilikleri içinde, ellerini kana bulamaktan özenle kaçınan; hele ''kır gerillası'' serüvenini, sanki dağda kamp kurmuş korkusuz bir izci topluluğu olarak yaşayan bu gözüpek çocuklara karşı büyüklerin çok acımasızca davrandığını da öfkeyle belirtmekten kaçınmadım.
Bir önceki dönemin asılan üç büyüğüne karşılık, üç genç insanın sanki bir ödeşme biçiminde asılışlarını, sonucu üç-üç biten o korkunç ve uzatılmış maçı, yaşadığım, edinebildiğim bilgilerin ışığında oldukça ayrıntılı anlatışım da, uygulandıktan sonra bir daha onarılamayan, bir daha dönüşü olmayan ölüm cezalarının ne kadar insanlıkdışı, ne kadar ilkel bir eylem olduğunu vurgulamak içindir.
Bu kitapta anlatılanlar, serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Birtakım acı gerçekleri daha da etkili kılabilmek için, böyle bir biçim kullanmam kaçınılmazdı. Başka türlüsünü de yapamazdım. Bu da benim yazış biçimim. Ancak bu yazdıklarımın, bir roman gibi okunsa da, roman olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Serüvenlerini yazarken, bu gözüpek çocukların kişiliğinde birer kahraman yaratmaya çalışmadım. Okuyunca görülecektir: Onlar gerçekten yiğit kişilerdi.
Olaya, bir avuç teröristin silahlı eylemi, birkaç anarşistin düzene karşı ayaklanışı olarak bakmak, olanları bu gözle görmek, o günlerde olduğu gibi, şimdi de yanlış bir yargılamaya götürebilir.
Belki bir avuçtular, birkaç kişiydiler. Görünüşe göre de silahlı eylemlere girişmiş, kurulu düzene baş kaldırmışlardı. Yanıltmamalı bu. Görünüşün ardında yatan büyük ve gizli girişimi görmezden gelerek bu genç insanları yargılamaya kalkarsak, 12 Mart sonrasında olduğu gibi, yine onları yok edip ortadan kaldırmak, öldürerek cezalandırmak kastıyla yargılar, birçoğunu yeniden ipte sallandırırdık.
Bir avuçtular ama bir başına değillerdi.
Oyuna getirildiklerinin, yalnız bırakıldıklarının acısını, öldürülmekten yakayı sıyırıp yaşıyor olanlar, sanırım hâlâ duyuyorlardır.
12 Mart'ı gerçekleştiren güçlerin başarılı ya da başarısız sorumluları, aradan bunca yıl geçtikten sonra, birbirlerini suçlayan, kendilerini aldatmaya çalışan ilginç açıklamalarda bulundular. Hiçbir açıklamada, nedense bu genç insanların adı bile geçmedi. Sanki hiç görmemişler, hiç tanımamışlar bu çocukları; asker-sivil bir yönetimin başarısız girişimcileri, bu çocukların sırtını hiç sıvazlamamışlar sanki.
Okuyunca görülecektir: Bu çocukların bana gizlice anlattıklarında az da olsa ipuçları vardır.
Anı-belge karışımı bu anlatıyı bir roman gibi de okuyabilirsiniz; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı, onarıcı olsun.
Sanırım hüzün, gerçek acıların izdüşümüdür.
*
İstanbul, Ekim 1986
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
Bir akşamüstü
oturup
hapishane kapısında
rubailer okuduk Gazalî'den:
''Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
*
Nâzım Hikmet Ran (Sayfa: 17)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam
Can Yücel - Mare Nostrum (Bizim Deniz)
*
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak..
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi..
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun.!
*
Deniz Gezmiş anlatıyor
*
Bugünkü kuşak bizden oldukça değişik; bambaşka özellikler taşıyor.
Bakıyorsun, çocuğun doğum tarihi ya 1950 ya 1951. Almış eline silahı, eyleme girivermiş.
Suç bu çocukların mı.? Değil. Hiç değil. Geçmiş kuşakların sorumluluğunu da bu kuşak yüklenmiş. Bu yeni arkadaşları söylüyorum.
Bak, bizim kuşak başka türlüydü.
Biz edebiyattan falan geldik buraya.
Beni al işte: 1966'da üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi'ne. Parti'ye 1964'te girmiştim, Türkiye İşçi Partisi'ne. Fakülte kantininde edebiyat tartışırdık. Sonra Yenikapı'ya dadandık. Bir tür bohemlik işte.
Bu yeni kuşak, bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada, mahpushanede tanıştı.
Bu kuşak, bizler gibi öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmadı; yapmaya fırsat bulamadı ki: Üniversite özgürlüklerinin yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buldular.
Sonra, bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı. Örneğin, Beethoven'ı doya doya dinleyemedi. Ayzenştayn'ın, Pudovki'nin filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler.
Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar.
Büyük eksiklik bunlar. Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.
Marksizm-Leninizim, nasıl insanlığın bir ürünüyse bu dediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar boyunca yaratıp biriktirdikleridir, ürünleridir.
Bizden sonra gelen bu kuşak, insan olarak bütün bunlardan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil.
Önemli değil belki ama yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar. Sevgilileriyle oturup karşılıklı birer soğuk bira bile içemediler.
İnsanlığın büyük kültür mirasını en iyi, bir devrimci anlayabilir, en iyi o değerlendirebilir. Bilime inananların ötekilere üstünlüğüdür bu.
Sıradan bir burjuva, inan ki, Beethoven'ın Yedinci Senfonisi'ni bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim, bir Lorca'nın, bir Neruda'nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya İçsavaşı'nı yaşayan biri, Rodrigo'yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa bu da öyledir.
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
Yakalandığımda saat gecenin 02.30'u falandı. Beni alıp doğruca Kayseri'ye götürdüler. Ellerim kelepçeli. İki yanımdaki iki iri adama kelepçelemişlerdi beni.
Yolda boyuna soruyorlar.
Konuşmuyorum.
Kayseri'ye varıyoruz.
Gece yarısı.
Valinin karşısına çıkarılıyorum.
''Yakalandın mı sonunda.?'' dedi Vali, küçümsemeye çalışarak.
''Sen bir kulsun, kul kalacaksın.!'' dedim.
Hiç beklemiyordu. Apışıp kaldı. Sözümün altından kalkamadı. Çekip gitti.
Çay getirdiler.
Polisler dönüp duruyor çevremde. Garip bir saygı duyuyor gibiler. Hiçbir kaba söz, kaba davranış yok.
''Ağabey ne istersin.?''
Bir de şu var: Çok duygulanıyorlar.
Hele ilk yakalandığımda, Kayseri'ye götürülürken iki koluma kelepçeyle bağlanan iriyarı o iki polis, Ankara'ya götürülüşümde yine aynı arabadaydılar; ağladılar yolda. İsteyerek yapmadıklarını söylediler, üzüntülerini belirttiler. (Sayfa: 61)
''Geçmiş olsun,'' dedi İçişleri Bakanı, gülerek.
Suratına baktım pis pis. Hiçbir karşılık vermedim.
Bakan, gazetecilere döndü:
''Şu pejmürde kılıklı adam, Halk Kurtuluş Ordusu'nun kahramanıymış,'' dedi.
''Beğenemedin mi,'' dedim. ''Tabii kahramanıyım, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun savaşçısıyım. Ne olduklarını gösterdiler,'' dedim.
''Nereye gidiyordun,'' dedi.
''Devrime,'' dedim.
Duvardaki haritayı gösterdi, haritada Sivas'ı gösterdi.
''Buradan mı gidiliyor devrime.?'' dedi.
''Senin kafan almaz böyle şeyleri,'' dedim. ''Karşınıza birgün dikildiğimiz zaman anlarsın,'' dedim.
''Türkiye'de bir tek ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti Ordusu'dur,'' dedi.
''Onun için Demirel ve senin gibi uşakları, hemen istifayı bastınız,'' dedim.
Sinirlendi.
Üzerine yürür gibi yaptım, bir adım attı. Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini kolunu sallayarak kekeleyerek, ''Gö-gö-götürün bunu,'' dedi.
Sürükleyerek çıkardılar beni oradan.
''Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerika'nın güvenilir uşakları.!'' diye bağırdım kapıdan çıkarken.
(Sayfa: 62)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
Sınıf mücadelesinin arttığı dönemlerde yasa masa kalmaz. Hukuk, ancak denge durumlarında vardır ve işler. Siyasal iktidar için pek tehlikeli değilsindir, onun da pek bir gücü yoktur, hukuk vardır o zaman.
Gerici sınıfların en güçlü iktidarıdır faşizm. (Sayfa: 64)
*
O sahneyi çok iyi somutladım:
İdam günü gelip çatınca o sevdiğim, alıştığım giysilerimi giyeceğim: postallarımı, parkamı.
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin. Direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki eyleme gidiş tavrımla gideceğim.
Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Gidip, oturup önce bir sigara yakacağım orada.
Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim.
Ha bak, Rodrigo'nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak, bunu çok isterim. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler. Bunu isteyeceğim. 
(Sayfa: 65)
*
Bir devrimcinin ölümü bile, normal eyleminden, normal mücadelesinden soyutlanamaz.
Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorum. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey.
Ve dönüp oradaki heriflere diyeceğim ki, ''Burada ölen yalnızca benim bedenimdir, ki zaten ölümlüydü, ölecekti. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz, ölmeyecek, yaşayacak,'' diyeceğim.
Sonra avukatlarıma döneceğim, ''Sizler de, gelecek kuşaklara bizler adına tanıklık edin,'' diyeceğim. ''Görün ve tanık olun: Bir devrimci ölüme böyle gider işte; bayram yerine gider gibi.''
Şunu da söyleyeceğim: ''Herhangi bir tarfik kazasında ölmekten falan da güzeldir bu.''
İmam falan gelirse dua mua etmek için, ..tir edeceğim. (Sayfa: 66)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
İrfan'da anlattı: İstanbul'da bütün işkenceleri yöneten Ilgız Aykutlu'ydu. İstanbul Birinci Şube Müdürü'ydü. Faşistlerleydi. Biliyor musun, edebiyat okudu o; İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Edebiyatın bir insanda işkence duygusunu yok edemeyişine şaşıyor insan. Olmaz öyle şey. İyi bir edebiyatın olduğu yerde işkence mişkence olamaz.
Gördün işte İrfan'ın tabanlarını. Getirildiği ilk günlerde et kalmamıştı tabanlarında. Kemikleri çıkmıştı. (Sayfa: 73)
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan

*
Cezaevindeyken dışarıdan yemek gelmesi müthiş sevindiriyordu beni. Babamı yeniden kazanmıştım. Sabah, öğlen yemeklerini babam getiriyordu.
Buraya, Mamak Cezaevi'ne gelmeden iki gün önce babamla konuştum. Burada görüş olmadığını söyledim.
''Belki bir daha görüşemeyiz baba, bu son görüşmemiz olabilir,'' dedim.
Çok üzüldü.
''Ben bir adamını bulurum,'' dedi.
Kalktı. Sendeledi. Düştü yere. Gözleri bana dikilmişti. Çıkardılar.
Ağzından kan gelmiş dışarıda; ağlıyormuş. Üzüntüden mide kanaması geçirmiş. Hastaneye kaldırmışlar.
Annem geliyordu ara sıra. Sinan'ı, Alparslan'ı iyi tanırdı annem. Görüş günleri hep onları anıp ağlıyordu, beni bırakmıştı artık, onlara ağlıyordu.. (Sayfa: 85-86)
*
Nurhak, sana güneş doğmaz.

#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan #SinanCemgil

Nereye bu gidiş.?
Bu yolun sonu nereye varıyor.?
Ve birden Sinan'ın hiç dilinden düşürmediği bir şiir dökülüyor içimden, o akşam saatinde:
Ölüm buyruğunu uyguladılar
Mavi dağ dumanını
Ve uyur uyanık seher yelini
Kanlara buladılar
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul usul yoklayıp
Aradılar
Didik didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tesbihimi tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı..
*
Nice sonra, bir cezaevi koğuşunda, iki katlı demir bir ranzanın alt yatağında, yanık yüzünden incecik yaşlar akıtarak Hacı Tonak, Ahmed Arif'in bu dizelerini okuyordu bana. Sözünün sonunu da şöyle bağlamıştı.
Sinan'ın gerçekten bir tabakası vardı; almış kim almışsa. Bir tesbihi vardı, hiç bırakmazdı elinden; onu da almışlar. Aklıma geldi: Çakmağı da hâlâ bendedir. Ölümü de çok yiğitçe olmuş. Düşüp kalkıp ateş etmiş, düşüp kalkıp ateş etmiş. Bombayı atmaya çalışırken öldürücü yarayı almış. Bombanın pimini çekemeden vurulmuş.
Hemşerim.? Ahmet'le Metin mi.? Onlar o çarpışmadan kaçıp kurtulabilen iki kişi.
Ama hemen ertesi gün yakalanıyorlar. Hem de pisi pisine.
Yine köylüler.
Kaçıp dağda gezinirlerken köylüler çıkıyor karşılarına. Yakalıyorlar bunları, alıp köylerine getiriyorlar. Yok, İnekli köyü değil, bir başka köy.
Köylülerle oturup bütün bir gün konuşuyorlar. Tartışıyorlar. Köylüler yargılıyor bunları. Sonra akılları yatmıyor. Götürüp askerlere teslim ediyorlar.
Bizden bir gün sonra yakalandılar. (
Sayfa: 132-133)

*
Olmayın bu kadar katı yürekli
Ey dünyada kalan insan kardeşler
*
François Villon (Sayfa: 219)

#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan
#ErdalÖz #GülününSolduğuAkşam #DenizGezmişHüseyinİnanYusufAslan

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...