#BilgeKarasu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#BilgeKarasu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

Bilge Karasu - Şiir Çevirileri, Hazırlayan: Tunç Tayanç

#BilgeKarasu #ŞiirÇevirileri #HazırlayanTunçTayanç

Rimas
*
XXI
- Şiir ne ki.? - diyorsun, mavi
gözlerini gözlerime mıhlarken.
Şiir ne mi.? Soracak mıydın sen de.?
Şiir.. sensin ya.!
XXXVIII
Havadır iç çekişleri, havaya karışır.
Sudur gözyaşları, denize karışır.
Söyle, kadınım, Aşk unutulduğunda
bilir misin, nereye karışır.?
XLIX
Kalabalığın içinde görürüm onu arada bir
yanımdan geçer,
gülümser de geçerken, düşünürüm: - Nasıl.?
gülebiliyor ki.? derim.
Arkasından benim de dudağım kıvrılıverir,
gülümserim
acıyla alay eder gibi,
düşünürüm o zaman: - Ya o da, derim, ya o da,
benim gibi gülüyorsa.?
*
Gustavo Adolfo Bécquer
*
Pazar İlavesi, Vatan'ın San'at Yaprağı, Vatan, 11 Ekim 1953. (Sayfa: 21)

#BilgeKarasu #ŞiirÇevirileri #HazırlayanTunçTayanç

Uykuda Gezenin Türküsü
*
Yeşil isterim seni, yeşil..
Yel, yeşil. Yeşil dallar.
Tekne, süzülür suda
At dağın doruğunda.
Belinde, hayâlleri,
Kız dalar balkonunda,
Teni yeşil, yeşil saçı,
Gözü soğuk, gümüşten.
Yeşil istedim seni.
Işığında oynak ayın
Bakar her şey bu kıza,
Bakar onlar, bu bakamaz.
*
Yeşil isterim seni, yeşil..
Koca, parlak yıldızlar
Dalgın balıklarla gelir
Şafak yolunu açan.
İncir, yelleri takmış,
Dallarının ucuna;
Tepe dikilmiş durur.
Hırçın kediler gibi.
Kim gelecek ama, hem nereden.?
Balkonunda durur kız
Teni yeşil, yeşil saçı
Denizin acısında hayâllerine dalmış..
*
- Arkadaş gel değişelim
Atımla evini,
Koşumumla aynanı,
Bıçağımla örtünü.
Arkadaş, kanlar içindeyim,
Geldim ta Cabra kapılarından.
- Olaydı oğlum, olaydı,
Yapar, bitirirdik işi.
Ama ben, ben değilim artık,
Evim de artık evim değil.
- Arkadaş, yatağımda
Ölmek isterdim namusumla.
Karyola çelikten olsun
Çarşaflar da ketenden..
Görüyorsun yaramı
Boydan boya açılmış.
- Yüzlercesi esmer gülün;
Süsler ak kefenini.
Kanın kokulu, kaynar
Urbanın içinde.
Ama ben, ben değilim artık
Evim de evim değil.
- Bırakın da tırmanayım
Hiç değilse, balkonlara:
Bırakın tırmanacağım, bırakın
O yeşil balkonlara.!
Kat kat ay ışığında
Sular dökülür durur.
*
Çıkıyor iki ahbap
O balkonlara doğru.
Peşlerinde bir yol kan;
Peşlerinde gözyaşı.
Damlarda titriyordu
Işıcığı kandillerin.
Binlerce billûr, keskin,
Şafağı, yaralıyordu.
*
Yeşil isterim seni, yeşil..
Yel, yeşil. Yeşil dallar.
Onlar hâlâ çıkıyordu..
Koca rüzgâr bırakıyordu
Ağızlarda tadını
Öd'ün, nane ile fesleğen'in.
Arkadaş.! Söyle bana,
Nerede acı kızın.?
Nasıl beklerdi seni.!
Ne de bekledi seni.!
Yüzü taze, saçı kara,
Bu yeşil balkonlarda.
*
Sarnıcın kenarında;
Durmuş Çingene kadın.
Teni yeşil, yeşil saçı,
Gözü soğuk, gümüşten.
Ay ışığı bir kıymık
Tutunmuş ona suda.
Gece, insanı sarar
Küçük meydanlar gibi.
Sarhoş bekçileri şehrin
Sızmış kapı dibine.
Yeşil istedim seni..
Yel, yeşil; yeşil dallar.
Tekne süzülür suda
At dağın doruğunda.
*
Federico García Lorca
*
Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, Mart 1953, Sayı 14, s. 22-23 (Sayfa: 25-31)

#BilgeKarasu #ŞiirÇevirileri #HazırlayanTunçTayanç

#BilgeKarasu #ŞiirÇevirileri #HazırlayanTunçTayanç

Federico Garcia Lorca - Kayıt Düşürün
*
Öldüğümde gömün beni
Meydanın kumlarına
Yanımdaki sazımla.
*
Öldüğümde,
Portakallarla
Nanelerin arasında.
*
Öldüğümde, isterseniz,
Bir fırıldakla beni
Savuruverin havaya.
*
Öldükten sonra.! (Sayfa: 33)

#BilgeKarasu #ŞiirÇevirileri #HazırlayanTunçTayanç

Karanlık Güvercinler Kasidesi
*
----------------- Claudio Guillén'e
*
Defnenin dalları arasında
geziyor iki karanlık güvercin.
Güneşti biri
ay öbürü.
''Komşucuklar'', dedim onlara,
''nerede mezarım benim.?''
''Kuyruğumda'', dedi güneş.
''Boğazımda'', dedi ay.
Bense yürüyüp giderken
yeryüzünü belime dolamış
kardan iki kartal gördüm
çıplak bir kızla birlikte.
Biri öbürüydü
kızsa hiçbiri.
''Kartalcıklar'', dedim onlara,
''nerede mezarım benim.?''
''Kuyruğumda'', dedi güneş.
''Boğazımda'', dedi ay.
Defnenin dalları arasında
gördüm iki çıplak güvercin.
Biri öbürüydü
ikisiyse hiçbiri.
*
Federico García Lorca
*
Dost, Temmuz 1966, s. 13 (Sayfa: 63)

#BilgeKarasu #ŞiirÇevirileri #HazırlayanTunçTayanç

Resim
*
Toprak olmuş bu kadının gözleriyle söyleşirim.
Aşk vardı burada çünkü, söndürülmez bir susuzluk.
Burada istek vardı, öpüşlere kanmayan.
Toprak olmuş bu kadının gözleriyle söyleşirim.
*
Ezra Pound
*
Yenilik, Ağustos 1955, Sayı 32, s. 25 (Sayfa: 71)

26 Ekim 2019 Cumartesi

Bilge Karasu - İmbilim Ders Notları (Yayına Hazırlayan: Cemal Güzel)

#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel

Alışmamız gerekenler:
1) Her bildiğimizi, her okuduğumuzu, karşımızda konuşanın da bilmesi, okumuş olması gerekmez.
Oysa beğendiğimiz, değer verdiğimiz kimselerden bunu bekleriz, genellikle.
Şu beklenti, acaba, 'ne'den kaynaklanıyor.?
*
Bilmediğimiz, bilmediğimizin farkına vardığımız bir konuyu, bir bilenin, bize 'derli toplu' anlatmasını, anlatabilmesini isteriz. Oysa, kabul etmekte isteksiz davrandığımız bir şey vardır: ''Toparlayıcılık'', ''derli toplu'' anlatmak işi, bir bakıma, ''konservecilik''tir.
*
a) ''Toparlayıcılık'' konserveciliktir.
b) Yaşayan düşünce; dilin içinde, bir adamın belli bir noktada (tarih, toplum, kültür v.b.) bir sezgiyi iletilebilir bir biçim içinde ''verebilmek'' için geçtiği yolların hepsini kapsayan bir ''yaşayan'' düşünce ile, değiş-tokuşa yarayan birtakım ''paralara'' dönüşmüş düşünce arasında doldurulamaz bir boşluk vardır.
ba) Düşünceleri ''kaynağından'' okumak.
bb) ''Daha kolay kavranabilir'' biçimdeki toparlayıcılık ya da özetleme göreceliği.
*
2) Her şeyi anlamak zorunda, değiliz. (Her şeyi bilmek, okumak..)
2a) Anlamak, bilmek, okumak, birtakım koşullara bağlıdır. Bu koşullar her zaman denetimimizde değildir. (Örneğin neler.?)
2aa) Denetimimizde olan koşullar ise, ancak kişisel, sürekli bir çaba ile ürün verebilir. Okumayı da, düşünmeyi de sürekli olarak öğrenmek, yetkinleştirmek zorundayız. Elimizden geleni öğrenmek, ona göre eylemek zorundayız.
3) Hiçbir düşünce her şeyi açıklayıp her şeye çare bulduracak değildir.
Gitgide genişleyen kavrama çerçeveleri. Öğrendiklerimizin birbirine basamak oluşu. (Bir bakıma, bildiklerimizin sözünü etmek için, bildiklerimizi ''toparlamak'' için, çizdiğimiz yeni bir çerçeve; bildiklerimizi sığdıracak, temel düzeneği öne alacak, buna karşılık gitgide soyutlaşacak, bir alan. ''Konservecilik'' dediğim, bu süreç. Bunu kendi için kullanan adama yararlıdır bu. Ama başkasına aktarılacak şey bu olunca, doğrusu çok ''az'' şey aktarılmış oluyor. Yaşanmamış bir sürecin sonuçları pek ''zenginleştirici'' değildir..)
(..)
* Beklentilerimizi karşılamak için yapacağımız şey, gidip aramaktır. (Sayfa: 13-15)
***
İm/bilim
*
Bilim.. Bir bakıma, ''belli'' bir alana yönelmiş olan araştırmalar bütünüdür. (Bu tanımın eksiği çok ama, önemli noktaları..) Alanın belirlenmesi, ereknesnelerin seçimi, yöntemlerin seçimi pek çok etmene bağlıdır. O araştırmaların bize ''öğrettiği'' var, yarattığı olanaklar var; bunun yanı sıra neleri bilmediğimizin farkına vardırmak gibi bir yararı da var. Bilmediğimizi bilmediğimiz olanın bir parçacığı bilmediğimizi 'bildiklerimiz' arasına giriveriyor. (..)
İmbilimle uğraşan herkesin anlaştığı önemli bir nokta var: İmbilim, kurulmakta, oluşturulmakta olan bir bilim niteliği taşıyor. (..)
İmbilimin amaçladığı, kabaca söylendikte, anlam üretimi biçimlerinin, anlam üretim biçimlerinin düzenlenişinin incelenmesi, bu alanda biçimselleştirilmiş, niceleştirilmiş birtakım sonuçlara varılabilmesi. (Bu da imbilimi bir bilim haline getirmenin önemli bir adımıdır. Buraya giderken kendisine terimler arar.) (Sayfa: 16-17)
#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel
[Herkes hep anı şeyleri okursa durumumuz bir yoksulluğa varır.
Okumada çeşitlilik gerekir.] Bu, ilgilerde de çeşitlilik demektir.
İlgiler değişik, olanaklar değişiktir. Ama bu başka başka okumalar, terimlerden biri olan ''metinlerarası'' bütün ya da bütünce üzerinde dururken, birden, başka bir anlam kazanacaktır.
[Bir metne yaklaşırken her insanda şu durumlar vardır: İlgimizin var olup olmaması; olanakların var olup olmaması; bizim getirdiklerimiz ile getirmediklerimiz. Bu bizi okuma sorununa götürür. Başka başka okumalar, okunanlar dünyasını oluşturur. Metinlerarası bütünce (bütünce: bir dil olayını incelemek amacıyla araştırmacının derlediği sözlü ya da yazılı örnekler bütünü) iki türlü anlaşılabilir: 1- Ortada olan metinlerin oluşturduğu bütün -bu oldukça somut bir bütündür. 2- Her birimizin okuyarak oluşturduğu bütün. Bu ikisi arasında önemli bir fark vardır. Diğerlerini okumadıkça o diğerleri bizim için yoktur. Okumanın yarattığı sorun, okur olarak metne getirdiklerimiz konusunda epey düşünmek gerekir. Metinden bir şey almadan metne bir şey vermelidir. Metni kurmak -boş bırakılan yerleri doldurmak- gerekir. (Sayfa: 18-19)

#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel
[Değişik okumalar: Okumalardan biri fiziksel açıdan ele alınabilir: sıyırarak okuma, tarayarak okuma gibi. Bu burada bir kenara bırakılacaktır.
Anlamanın nasıl anlaşılacağı üzerine: değişik zamanlarda yapılan okumalar. Diyelimki okumaya girişilen metin hakkında hiçbir şey bilinmiyor.Okur hiç bilmediği bir metinle karşılaşıyor. Kişi, bu durumda, okurken okurken yavaş yavaş bir şeyler anlayabilir. (Okuma okurun etkin olarak katılmak zorunda olduğu bir süreçtir. Her adımda metnin bizi nereye götürdüğünü bilmek zorundayız.)
Okur bir metni okuduktan sonra yeniden başa döndüğünde, bir şeyleri atladığını düşünür. Bu 'atlama' değildir. 'Atlama' gibi görünen, bir şeyleri bir yerlere yerleştirememektir.
Aynı metni, uzunca bir süre sonra ikinci kez okuduğumuzda, başka bir gözle okuruz. Geçen sürede başka bilgiler, başka yaşantılar, başka okumalar vardır.
Metnin başında bir şey bilmiyoruz. Metni okudukça anlıyoruz. Bunu sağlayan metin içi bağıntılardır. Metin içi işleyiş okumaya yardımcı olabiliyor.
Yaşantılar metin dışında getirilenlerdir. Bunlar da metni anlamaya yardımcı oluyor. Yaşama, bilinenlerin genişletilmesidir.
Dolayısıyla okuduğumuz metni anlamada
a) metin içi
b) metin dışı öğeler işe karışmaktadır.] (
Sayfa: 19-20)
#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel
[Dilbilim tümcenin bittiği yerde biter; en çok tümceye gelesiye kadar iş görür. İmbilim bunun geldiği yerden başlar. Tümcenin sonrası, yani bağlam imbilimin alanına girer.
''Bu deyimi gökyüzüne attım.''
(..) Bu tümce anlaşılır mı.? Bu soruya iki yanıt verilir:
1) anlıyoruz,
2) anlamıyoruz.
Niye anlamadık.? Tümce sözdizimi kurallarına uygun. Ama sözdizimi kurallarına uygun olması anlamamıza yetmiyor. Neden.? Tümce ne demek istiyor.? ''Demek istemek'' bizi anlama getirir. Bir iletinin uyması gereken kurallardan ilk öbek sözdizimi kuralları, ikinci öbekse anlam kurallarıdır. Bu örnekte anlam kurallarına aykırılık sözkonusudur.] (Sayfa:27)
#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel
[Adla bir şeyi bir yokluktan çıkartıp var ederiz. Belli bir şey haline getiririz. Hükmümüzü adlar yoluyla yürütürüz. Belli bir şeyi dile getirdiğimizde onu hükmümüz altına alırız. Ad bir büyüdür. Adlar yalnız seçip ayıklamada kullandığımız şeyler değildirler. Dünyayı kurmamızı sağlarlar. Çünkü dünyayı adlarla kurarız. Ne ki, bir adı bilmekle de iş bitmez. Bir nesnenin ondan başka adı olup olmadığını da hesaba katmalıyız. Birtakım kuralların olması yetmez. Bunlardan başka kuralların olmadığı da bilinmelidir. Bir şeyi tanımak için olduğu şeyleri tanımak yetmez, olmadığı şeyleri de bilmek zorundayız.
Bazı adlarda uzlaşım sözkonusudur. Ama uzlaşımın dışına da çıkabilir. Öte yandan uzlaşımın sözkonusu olmadığı alanlar da vardır. Örneğin sanat alanı. İnce Memed, Anna Karanina v.s v.s. bunlar bir kullanıma özgü adlardır. ''Ahmet mi Mehmet mi.?'' sorusunu yadırgamayız. Çünkü Ahmet Mehmet de olabilirdi. Ama olmamış. Öte yandan ''Hamlet mi Budala mı.?'' sorusunu yadırgarız. Çünkü kişiyle adı arasındaki ilişki ile sanat eseriyle sanat eserinin adı arasındaki ilişki başkadır da ondan. Sanat alanında yapıtlar adlarıyla gelirler; okurun önüne öyle çıkarlar. Sanat eserinin adı hemen onu ayırmaktadır hem de onun bir çeşit tanımıdır. Bir tanedir, başka şeye de benzemez. Sanat eserinin adında, insan ya da nesne adlarında olmayan bir şey daha vardır: Örneğin Levent Levent'i açıklamaz ama Anna Karanina Anna Karanina'yı açıklamak içindir. Bir öyküyü okuyup unuttuğumuzda, o öyküde anımsadığımız en ufak bir parça bile onu ''var kılar''. Öykünün adı o yapıta bağlanmıştır. Nedeni de açıklayıcı olmasıdır. Adın açıklayıcılığıysa imbilim açısından çok önemlidir. Çünkü bir süreci, hangi yoldan gitmemiz, okumamız gerektiğini verir. Hem yalnız sanat alanında değil, bilim, felsefe alanında da ipucunu, kitabın yolculuğunu verir. Bir kitabın adı, bizim bir ad taşımamızdan daha önemlidir. Bir kitabın adı, o kitabın açıklayıcı bir girişi olabilir. Bir resmin adı, o resmi nasıl okuyacağımıza bir yaklaşım olabilir. Resmin adı, resmin nasıl okunacağını bakana gösterebilir; bir okuma önerisi olabilir. (Sayfa: 28-30)
#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel
#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel
[Duruk metinler bir tek önermeyle özetlenebilirler. Duruk bir metin karşısında okur, şimdi ne denecek diye merak etmez.]
(..)
[Anlatı metninde herhangi bir öğe baştan değilleniyor ya da evetleniyor olabilir. Bu öğe baştan değilleniyorsa sonda evetlenecek, evetleniyorsa da değillenecektir.]
Masalların yoksul Keloğlan'ı sonunda zengin olur. Başlangıç durumunu değilleyen bir son duruma dönüşümü taşıyan bir metne anlatısal metin diyoruz. (Sayfa: 39)

#BilgeKarasu #İmbilimDersNotları #YayınaHazırlayanCemalGüzel
Bir arkadaşınız, işlenenleri ilginç, yararlı bulmakla birlikte, bunların kendisini ürküttüğünü söyledi. ''Okumaktan korkar oldum..'' dedi.
Bir bakıma, dile getirdiği şu: Kimi şeyi bilmek, okumanın kendiliğindenliğini, ''doğal''lığını ortadan kaldırıyor. Kendini ''kaptırmak'' gitgide güçleşiyor.. (Oysa, kendiliğindenliğin, kaptırmanın hazzı, çocukluğumuzla birlikte yitirmeğe başladığımız bir haz türüdür. ''Yitik cennet'' mythosu, bildiğimiz kadarıyla, her kültürün demirbaş öğelerindendir. Belki öğrenmemizi sürdürdükçe o cennete dönmenin yolunu, bambaşka bir biçimde, yeniden bulabiliriz. Bu da, 'büyük uygarlıkların' demirbaş öğelerinden biridir.
Ama şunu da unutmamalı: Bu öğrendiklerimizi sindirdikçe okumamız ağırlaşmaz derinleşir. [Hızlı okuma sorunu ayrıca ele alınacak bir sorundur.] Zamanla, okumamız gene hızlanabilir. Ama verimi artmış bir okumanın, hızlı olmakla kalan bir okumadan daha ilginç olacağı söylenebilir sanırım.
Gene hızlanabilir okumamız; çünkü sözü edilen çözümleme işlemleri artık ''kendiliğinden'' hem de çok çabuk, çok yönlü olarak yapılacaktır.
Elbette, okuduklarımız üzerine 'yazmak' başka bir iştir. (
Sayfa: 62-63)

31 Mayıs 2019 Cuma

Bilge Karasu - Gece

yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi
*
Turgut Uyar
(Pazartesi YENİLGİ GÜNLÜĞÜ - Her Pazartesi)
(1)
Geceleri, çoğu zaman, uyanık, beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur. Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.
.......
...... uzak, tehlikeli bir geceye --geceler hep böyledir zaten-- girip yittiler.
......
...... simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğleşen, düşlerde eğleşen herkes gibi de tehlikeli. Düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler, nesneler şeneltir. Her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır. İmin gücü, düşün gücüdür......
*
(2)
Kendini kuran bireyliğin devinimi ...... gerçek dünyanın oluşumudur. (Sayfa: 11)

# BilgeKarasu #Gece

Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. İki kişi arasında. İki duvar arasında.
Sonra soyunmağa başlayacak insanlar. Gecenin açtığı yaralar biraz daha acısın diye.
(..)
Bir tek diller bilecek, tepelerde, toprakaltı saraylarında yanan ışıkları; yalnız dil söyleyecek bu ışıkta yıkanan tek hücreli hayvanları.
Gece oluyor yavaş yavaş. Bağırsaklarımızın içinden yüreğimize gözlerimize doğru yükseliyor.
(Sayfa: 15-16)
Bir tek diller bilecek, tepelerde, toprakaltı saraylarında yanan ışıkları; yalnız dil söyleyecek bu ışıkta yıkanan tek hücreli hayvanları. Gece oluyor yavaş yavaş. Bağırsaklarımızın içinden yüreğimize gözlerimize doğru yükseliyor.

Gecenin işçileri, daha ikindi üzeri ortalıkta görünmekle yaratacaklarını bildikleri ---oysa başlangıçta, ancak, umdukları--- ürküntüyü sürdürmek, uzatmak, bu sürdürülen, uzatılan ürküntüyü daha da yeğinleştirmek üzere dalgalandırmak, yani gönüllerinin dilediğince azaltıp artırmak için çeşitli yollar denerler.. Sokaklardaki, evlerdeki insanların bu ürküntüyü pek değişik biçimlerde yaşamaları karşısında kendileri de, ürken insanlara bakarak duydukları hazları nasıl çeşitlendirebileceklerini araştırırlar; yeni yeni ürküntü yaratma yöntemleri hazırlanması için kendilerinden beklendiği üzere gözlem yaparlar.. Birkaç saat içerisinde daha ne incelikler bulup yaratacaklarını o gün, ortaya çıktıkları o ikindi saatlerinde, belki kendileri bile henüz bilmezler.
Şehrin ana caddesine açılan en geniş yan sokaklardan birinde yakaladıkları delikanlı olayında, bunun böyle olduğunu pek çok insan açıkça anladı. İşçilerin uyguladıkları işlem, ossaat gönüllerine doğuvermiş bir doğaçlamanın bütün tazeliğini, usta işi acemiliğini taşıyordu çünkü.
Ama gene o gün, daha da ince bir üzgüyü karanlık bastıktan sonra akıl edeceklerdi. Daha önce böyle bir şey düşünemediklerine biraz şaşarak, biraz da yerinerek.
Bu incenin incesi buluş, oldukça sudan bir şeydi üstelik. Bütün yaptıkları, susmak, kıpırdamamak oldu. O kadar. Görünmemek, susmak, yokmuş gibi davranmak. Birkaç saat boyunca.
Gizlendikleri karanlık köşelerden seyrettiler aydınlık pencerelerden kaygılı bakışların sağa sola kaçamak kaçamak bakarak perdelerinin ardında yitmesini, yüpürgen ellerin kapı önlerindeki çocukları kapıp içeri alıvermesini, karanlığa bakanların önlerine bakarak koşar adım evlere dalmasını. Kapıların sessizce sürgülendiğini işitti çakal kulakları. Işıkların teker teker söndüğünü gördüler. Karşı konmazı beklemenin, beklenenin gelmeyişiyle artan kaygının gitgide yeğinleştirdiği korkunun, karın boşluklarındaki kemiriciliğini duyar gibi oldular; dile gelmez hazlar duydular etlerinin her noktasında. (Sayfa: 25-26)
Şehrin ana caddesine açılan en geniş yan sokaklardan birinde yakaladıkları delikanlı olayında, bunun böyle olduğunu pek çok insan açıkça anladı. İşçilerin uyguladıkları işlem, ossaat gönüllerine doğuvermiş bir doğaçlamanın bütün tazeliğini, usta işi acemiliğini taşıyordu çünkü.

Balıkçılar sokağındaki olay herkesi üzdü, ama kimseyi şaşırtmadı.
Şehrin ana caddesine açılan en geniş yan sokaklardan birinde, Bakkallar sokağı köşesinden üç adım beride, Balıkçılar sokağının en civcivli saatinde, gecenin işçileri o gence niçin saldırdılar, bilinmiyor.
Söylentilere bakılırsa, elinde götürmekte olduğu ekmek dörtköşe değilmiş; saçının rengi kara değilmiş; ya da aksayarak yürüyormuş.. Söylenti elbet, bütün bunlar. Doğrusunu kimse bilmiyor. Ayrıca, bilinecek bir doğru var mı.? O bile bilinmiyor. Bilinebilen, görülebilen ise, işçilerin, ansızın duvarlardan, köşelerden, kapı ağızlarından sıyrılarak o genci kalabalığın içinden çekip ortalarına aldıkları, bir daha dağılıp gözden yittiklerindeyse ortada kanlı, tanınmaz bir et yığını kalmış olduğu. Genci, gecenin işçilerinin ortasında yitmeden önce görebilenlerin söylediğine göre, bu et parçası, o alımlı delikanlının yarısı kadar bile olamazdı. Bu kanlı etin üzerine talaş serpildi, kuru yapraklar örtüldü.
Ertesi sabah oradan geçenler, bir türlü aydınlanamayan günün donuk ışığında, asfaltın üzerinde esmerce bir lekeden başka bir şey göremediler gencin parçalanmış olduğu yerde.
İnsanlar artık yalanan ağızlar, pençeler arıyor insanların yüzlerine, ellerine bakarken. Oysa işçiler, gecenin işçileri oldukları için, güpegündüz görünmezler sokaklarda. Gecenin işçileri herkes gibi miydi bir zamanlar.? Böyle olduğuna inanmak isteyenler var.
Daha mı az ürkecekler böyle olsa.? (
Sayfa: 28-29)

#BilgeKarasu #Gece

#BilgeKarasu #Gece
Sayfa: 34 - Görsel: Pavel Kuczynski

#BilgeKarasu #Gece

#BilgeKarasu #Gece

#BilgeKarasu #Gece

Bir insanın bir insanı vurması, öldürmesi, genellikle, öfke, korku ya da baskıyla açıklanan, açıklanmak istenen bir iştir. Öfke, korku, baskı, kolaylıkla birbirine dönüşür, birbirinin kılığına girer; dışarıdan geleni içten, içten geleni dışarıdan gelirmiş gibi gözükür. Benin, benliğin altta kaldığı duygusunun, birer görünümüdür üçü de. Benin, benliğin altta kaldığı duygusunun, birer görünümüdür üçü de. Gecenin işçileri hep altta kaldığı duygusuyla bunalmış insanlardan mı derlendi.? Çocukluğundaki umacılardan kurtulamayan, sevdiklerini gönüllerince saramayan, etlerini istedikleri etle birleştiremeyen insanlar mıdır hep, bu işçiler.? (Sayfa: 59)

#BilgeKarasu #Gece

Büyük işlerin küçük ahlâk ölçülerine kapanarak görülmeyeceğini bizden önce söyleyenler çok.. Bizse, bir yandan --o da yerine göre-- o küçük ölçüleri daha da daraltmak üzere bağırıp çağırırken, yapılması gereken temizliği her türlü ölçünün dışına taşımak gereğini bir inanç haline getirmek için uğraşırken, herkese boyun eğdirmek isteyenin engel bilmez, engel tanımaz davranışını (kendi aramızda bile) üstü kapalı bir biçimde benimsemek istiyoruz. Gizliliği, yani bilinmeyeni, korkuyu, gözdağını, yıldırmayı başkalarına karşı kullanırken, içimizde de bunları en yeğin biçimleriyle kurduğumuzun, neden sonra, farkına vardık. Bugün hiçbirimiz geri dönemez, hiçbirimiz vazgeçemeyiz. Oysa hiç değilse birkaçımız, biliyoruz ki birtakım dönülmez sanılan yerlerden her zaman dönülebilir; yeter ki durduğumuz yerden ileriye değil, ileriden, durduğumuz yere bakabilelim. Güçtür bu iş, ama olmayacak, yapılmayacak bir şey de değildir. Evet, hiç değilse birkaçımız bunu hâlâ biliyoruz, daha unutmadık. Ama unutacağımız günler yakın gözüküyor.
Anlatmak istediğim, epey karışık; bilmem becerebilecek miyim.? Bir oyun düşünün: Kara taşların kazanması gerekiyor. Karaların yanında kırmızılar, sarılar var. Karşılarında yeşiller, morlar, aklar. Bir taşa bir taş almak oyunu çok uzatır, kazanmanızı önleyebilir. Nasıl oynamalı ki bir taşa karşı iki, üç taş alınsın karşıdan.? Dahası, sizin yanınızda oynayanlardan da bir, iki, üç taş alabilesiniz.?
Bu soruya, niye gizleyeyim, onun da yardımıyla, gerçekten doyurucu yanıtlardan birini ben buldum. Ama, görüyorsunuz, övünemiyorum. (
Sayfa: 127-128)

#BilgeKarasu #Gece
(..) Doğrusunu isterseniz, ''Geceyi Örenler'' adlı yazınızda, oyun oynayan çocukların kendi aralarında işlev bölümü yapar, birine ''sen haydut ol'', ötekine ''sen polis ol'', berikine ''sen casus ol'' derken içlerinden en esmer olanına, handiyese zenci sayılabilecek olanına ''sen de gece ol'' diye görev vermeleri ne denli gerçek bir çocukça düşünce gibi geldiyse bana, ''büyükler arasında geceyi örenler sabırlı ellerinde uzun şişleri, önce korkunun yününü, ilmek ilmek, sıra sıra ördüler; kendilerini de yakacak ateş yününün yumakları, torbalarında, sırasını bekliyordu, ''deyişinizi o denli özentili, size yakışmaz bulmuş ama derin bir kuşkuya da kapılmıştım. Bize, bir şeyler bildiğinizi mi anlatmak istiyordunuz.? Neden sonra kararımı verdim; olsa olsa bir sezgiydi bu.
Oysa korku, bizim gerçekten, isterseniz bilimsel diyebileceğiniz bir yolda, kullanmağı kararlaştırdığımız bir duyguydu. Çeşitli biçimlerde kullandık onu, siz de biliyorsunuz, hem de iyi biliyorsunuz. Ama demin ''buluşum'' diyerek övündüğümü söylediğim bir biçimi vardı ki bu kullanışımızın.. Ana düşüncemiz şuydu: Bütün varlıklarıyla Hareket'e bağlanmış gençleri --özellikle gençleri-- bir büyük çelişki içine düşürmek.. Bir yandan, en aşırı davranışlarında bile, korkacakları bir şey olmadığını, kimsenin onlara gerçekten bir şey yapamayacağını duyurmak; bir yandan da.. (Sayfa: 129-130)
#BilgeKarasu #Gece
Yanınızdaki (önünüzdeki, karşınızdaki) adamın, iriliği (boyu, posu, eni) oranında bir gömüt gerektireceğini,
bu kıyımı ölçüsünde toprakaltı canlılarını besleyeceğini,
anasının babasının
doğumundan başlayarak gösterdikleri sevgi, ilgi, çaba
ile
bu gövdeyi besleyip büyütmesinin,
daha sonra, bu gövdeyi taşıyanın
yaşamayı beslenme, yeyip içme diye tasarladığı ölçüde, boğuşa, uğraşa, didine karnını doyurmasının
kim bilir, buna ''gönlünü doyurmasının'' demek
belki çok daha doğru olur
gerçekte, ölümünü özene bezene hazırlamak olduğunu düşünmüş müsünüzdür.? Kendi hakkından başka belki bir belki iki kişinin rızkını yiyerek, başına büsbütün üşüşülecek, iştah kabartacak
solucanları, kurtları, böcekleri, düşünüyorum
elbette şu anda
bir ölü, kendisini gömütlüğe taşıyacak olanları büsbütün terletecek, yoracak, görkemli bir ölü, ağırlıklı bir ölü haline gelmek için uğraştığını düşünmüş müsünüzdür.? Bilmiyorum.
Ama ben, bu dediklerimi, gördüğüm her besili insan karşısında, her gün düşünürüm. ''Biraz toplamışsın,'' diyen herkesin beni tiksintiyle karışık bir kaygıya salması bundan belki de..
Ölümü kurmaksızın yaşamı kurmanın olanaksızlığını duymak, özellikle duymak, hastalık belirtisi sayılsın varsın; nasıl olsa, ne yaparsak yapalım, ölüme hazırlandığımıza göre, bir yaşam dengesi tasarlayabilmek pek çılgınca bir şey olmasa gerek. (..) (Sayfa: 166-167)
#BilgeKarasu #Gece
#BilgeKarasu #Gece
#BilgeKarasu #Gece  💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙
''Büyüsünden sıyrılmamız gereken sözcüklerden biri --en önemlilerinden biri-- de 'insan' sözcüğü. Bir tılsım gibi kullanıp en yüce duyguların aracı haline getiririz onu; tek tek insanı, kişiyi (dostumuz olsun düşmanımız olsun) o sözcüğün yardımı, aracılığıyla ezmekten, yıkmaktan çekinmeyiz. Düşlediğimiz, tasarladığımız, kurduğumuz, dilediğimiz bir anlamı yükleyiverdiğimiz 'insan' sözcüğü, sırasında en güçlü aracımız, saldırganlık kargımız olur.
İnsanı en yüksek yere yerleştirmekten, hayvanlardan, bitkilerden, sulardan, dağlardan çok önemli olduğuna, her şeyin insan için yaratılıp insana kulluk etmesi gerektiğine inanırmış gibi yaşamaktan vazgeçelim. Belki o zaman insanın değerini öğrenir, hayvanla, bitkiyle, suyla, dağla, taşla birlikte bir anlamı olduğunu, olabileceğini anlar, belki o zaman insana saygı duymasını başarırız.
(..) (
Sayfa: 218-219)

31 Aralık 2018 Pazartesi

Bilge Karasu - Ne kitapsız Ne Kedisiz

Ne Kitaplı Ne Kitapsız, 1987
*
''Okun/a/mayan kitap, ölü bir nesnedir, bir yüktür. Ne yazık ki okunmuş kitapların birçoğu da zamanla böyle bir ölü yük olmaya adaydır.
*
(şimdi, aldıktan otuz, hatta kırk yıl sonra okuduğum kitaplardan söz edebiliyorum. İşin tuhafı, bu okumaların hemen hemen hiçbiri ''geç kalmışlık'' duygusu vermedi bana. -Verecek olan kitapları zaten okumuyor muyum ne.?- Tersine, ancak kırkına ellisine gelindiğinde okunması gereken kitaplar hiç de az değilmiş diye düşündüğüm çok oldu. ''Birçok kitabın, yazar kaç yaşında yazmışsa o yaşta okunması galiba pek yerinde olur,'' dedim sık sık). Ama artık nesne-kitaptan değil, metinden söz etmekteyim.
*
Yazarın avuncu, 3200 yılı aşkın bir süre önce, bir papirüs üzerinde şöyle dile getirilmiş:
''.. İnsan ölür, gövdesi yeniden toz olur
benzerlerinin hepsi toprağa döner yeniden
ama kitap, anısının ağızdan ağıza iletilmesini sağlar.
Bir kitap, sağlam bir evden yeğdir
ya da Batı'da bir tapınaktan,
bir kaleden de yeğdir..'' (Chester Beatty IV, arka yüz)
*
Temel ilkem, herhangi bir kitabı, herhangi bir anda, istediğim için, istek duyduğum için okumak. İstek duymadığım bir kitap, karşımda duruyorsa, beni rahatsız bile edebilir. (Sayfa: 9-14)
*****
İmge Üretiminde Roman Hâlâ İlk Sırada, 1983
*
Yolculuk bir yola vurmaktır kendini; karşı yakaya ulaşmanın bütün hazlarıyla acılarını, güçlükleriyle kolaylıklarını yaşatacak bir yola.. Kendimizi sınayıp tanıyacağımız, çeşitli yol arkadaşlıkları kurabileceğimiz ya da yalnız, yapayalnız kalacağımız bir yola..
*
İmgelerimizde değişiklik yapmağa hiç katlanamaz gibiyizdir. Oysa, yaşayabilmek için bu imgeleri durmadan düzeltebilmemiz gerekiyor, değiştirebilmemiz, ''zenginleştirebilmemiz'' gerekiyor. Yaşamak, yaşlanmak, dünyaya, insanlara, olup bitene her gün yeniden bakabilmek, bütün bunların her gün yeniden anlam taşıyabilir olması, ancak bu değişme ile olanak kazanır.
*
Okuma, bir bakıma ''alışveriş'' değildir; yazıyla, yazının yazarıyla ''tartışır'' görünsek de, kendi kendimizle tartışmaktayızdır bu açıdan bakıldıkta. Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın imge üretme gücü ölçüsünde, küçük ya da büyük olacaktır. Okuma yaşantısı diyebileceğimiz süreçtir bu.
*
Doyurucu dediğimiz okumalar, boşlukları, eksiklikleri, aykırılıkları duyurmakla başlayıp bunları giderek, dolduran, gideren, ''düzelten'' okumalarımız olsa gerek. (Sayfa: 15-26)
***
İletişimin Güçlükleri Üzerine Yerli Yersiz Sözler, 1982
*
Birinin konuştuğu bir dilden söz ederken ''anadili'' demek, nasıl bir toplum yapısının ürettiği bir deyimi kullanmaktır.? Hangi aşılmaz duygusal sınırlar içerisinde kalmaktır.?
*
Bir dili bilmek dendiği zaman, o dilde düşünebilmektir usuma gelen. Yani, anadilimizi kullanırken yaptığımız ilk işi o dilde de yapabilmektir.
*
Kolaylıkla dilimizin ucuna geliverdiği için, belli durumlarda herkese bir şeyler anlatacağına inandığımız için, kullanıverdiğimiz birtakım deyimler vardır dile ilişkin: ''Bunun Türkçesi şudur..'' deriz, bir kalıp, bir deyiş biçimi atarız ortaya; ''dil dehası''ndan söz eder, bir yabancı terimin ne güzel bir Türkçe karşılık buluverdiğini söyleyerek seviniriz; ''çeviri kokuyor'' diyerek (haklı, haksız) bir deyiş biçiminin Türkçe'nin alışılagelmiş deyiş kalıplarına aykırı düştüğünü ileri süreriz.
Bunun altındaki varsayım, değişmemiş bir dünyanın değişmez durumlarını dile getirmekle değişmez kalıplar kullanılması gerektiği olabilir mi.? (Bir dili kendi dışındaki bir dille karşılaştırırken bile işin içine değiştirici bir etmen kattığımızın farkına, her zaman, varır mıyız.?)
*
Dilin, dilin yarattığı bir dünyayı-kavrama biçiminin, yeni öğeleri etkilemesi, onları belli bir dilin açısından dile getirilir kılması kadar, dilin de bu yeni öğelerin etkisiyle, bir ölçüde, değişikliğe uğraması, sürekli olarak göz önünde tutulmalı sanırım. Ancak, yeni öğeler gitgide büyüyen, genişleyen kavram çerçeveleri ya da yaşantı yorumları biçimini aldıkça, yani düşünce dili, sanat dili gibi özel alanlarda devinilmeğe başlandıkça, söylem özelleştikçe, bildiğimiz kalıplar, yapılar yetmemeğe başlar.
Güçlük de burada başlar.
*
Dil yalnız bir kurallar dizgesi, daha doğrusu, belli kurallar uyarınca oluşmuş bir dizge değildir; bir esneklikler dizgesidir de.
(Sayfa: 27-38)
***
''Yeni'' Dediğimiz Üzerine, 1986
*
YENİ ÜZERİNE, yenilik üzerine söylenecek şeylerin yeni olması güçtür. Ama gerekli midir, bu sözlerin yeni olması.?
*
Dünyayı bir açılma olanağı, bir çeşitlilik kaynağı olarak gören çağın karşısında, insanın kendi içine kapanmağa, gedikleri elden geldiğince yamamağa, büzülerek, dünyaya açtığı yüzeyi daraltmağa, azaltmağa çalıştığı bir çağdır bu.
*
Dilin sayıya gelmez olanakları içinden birini, birkaçını işleten bir yazarın o güne dek kullanılmamış bir biçimi ortaya koyması yadırganabilir. Öyle olsa bile, dilin bu olanağı içinde taşıdığını görmek gerekir. Dilin gücül bir olanağının gerçekleşmesini ''güzel'' bulanlar da olacaktır, bulmayanlar da. Ancak, bir kez gerçekleşmiş, yazılmış bir biçim, bundan sonra herkesçe kullanılabilecektir. Dilin biçimlerinden biri de bu olacaktır. Olagelmişin ürettiği bu devinim, bu değişiklik, ancak tarih içinde, ancak ''tarih''le vardır.
*
Geçmişi okuma biçimi olarak; bir okuma biçimi olarak da bu tarih, çağına sıkı sıkıya bağlı olacaktır: Çağının kaygılarına, düşünme doğrultularına, bilgi birikimine uyarak, ya da, ona karşı bir tutum takınarak.. Tarih -ister iyimser, ister kötümser davranarak- bu yeniliği geçmişte okurken onu, zaman içerisinde geriye doğru giderek kuracaktır. (Andre Gide, ''Kalpazanlar''ın Günlüğü'ne 20.11.1924 günü şöyle bir şey yazmış: Bir kuşağın davranışlarından birçoğu, bir sonraki kuşakta açıklamasını buluyor.. İletmekle yetiniyorum.) O zaman bu yeni, daha önce de ulaşılabilecekken -mantıksal olarak daha önce de ortaya çıkmış olabilecekken- daha önce gerçekleşmemiş, bir çok etmenin bir arada işe karışmasıyla ancak o belli noktada gerçekleşebilmiş bir şey olarak görülebilir; dağınık birtakım ''başlatıcı öğeler''in hiç beklenmedik bir yolda bir araya getirilip geliştirilmesi olarak da.
*
Bir tarih, bir yeniliği ''görmüyor'' ya da ''görmemiş'' olabilir, bir başka tarih ise görür, görebilir.. Bu da tarihin hangi çerçeveye uyarlanmış olduğuna bağlıdır sanırım.
*
Çağımızda, duruk bir dünya ''görüşü'' egemen olabilir mi bir yerlerde.? Burada ''duruk'' derken, kendini tutucu olarak gösteren bir toplumu, bir devleti, bir devletler topluluğunu düşünmüyorum elbet. Yeniliğin, değişmenin, ilerlemenin (ya da gerilemenin), ''daha iyiye (ya da kötüye) gitme''nin, buna benzer yüzlerce deyimin tamamıyla dışında kalan, kendini bunların tümünden sıyırmış ya da bunların hiçbirini tanımamış bir yer olabilir mi.? Kuramsal olarak böyle bir yer düşünebiliriz gene de: Hiçbir yeniliğin, değişikliğin tasarlanamadığı, tasarlanamayacağı bir yer.. Merak ettiğim, böyle bir yerde herhangi bir tarihin yazılıp yazılmayacağı, yazılırsa da nasıl yazılacağı.. Merak bu ya.!
(Sayfa: 39-55)
***
Bir Hayvanla Yaşamak, 1992-1993
*
Cinayetleri, çoğu zaman, ''kavramlar'' işletir. Cinayetler, hep, ''kavramlar'' adına savunulur.
Cinayet işlemek zorunda değiliz ki.! (Sayfa: 64-72)
***
''Dostlarım Üzerine'' Diye Söze Girişerek.., 1982
*
..bir ilişkide, ''konuşmak'' zorunda kalmadan düzeltilebilen şeyler çok azalıyorsa, karşımdaki kişinin arada bir (daha sonra, sık sık) gidiverdiğini, yerine bambaşka bir insanın geliverdiğini duyuyorsam, gidenle mi gelenle mi dostluk ettiğimi kestiremez hale geliyorsam bu ilişkinin ''serüvenliliği'' pek fazla gelmeğe başlar. İlişkinin içinde de yeni bir denge kurulması gerekebilir bu durumda, gerekir..
*
Kişilik, ''değişmezliği'' içinde, her ilişkiye göre, değişik bir kalıba girer, her ilişkiden biraz değişmiş çıkar.
*
Dondurulmuş duyguların kokusu çıkmaz ya, dondurmaktan vazgeçmeyegörün, kokuları yeri göğü tutar.! (Sayfa: 73-90)
***
Bilge Karasu Adlı Birinin 50. Yaşı Üzerine Metin Taslağı, 1981
*
Oysa böbürlenmek neye yarar.? Ölümün eşitleyiciliğini unutmağa, olsa olsa.
*
Bu adam, soyunmak, (çok gerekli, vazgeçilmez sayılabilecek üç dört parça şey dışında evini, çevresini dolduran her şeyden) sıyrılmak ister.. Kimi zaman sevgilerinden, sevdiklerinden bile. Kısacası, ardında artık bırakmamış bir ölü olmak ister. Çırpınır; ama bunu başarmak pek güç olacağa benzer.
Bilge Karasu - Ne kitapsız Ne Kedisiz
Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım, kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu ânın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, ulaştığımız bu ânı geçmişe yansıtıp yaşamak, yanlış bir iş, der oldu Karasu.
*
Bir adamı anlatmak: Sayfalar, kitaplar, şeritler dolusu; ya da birkaç tümce, birkaç çizgi.. Ne biri yeter, ne öbürü.. Belki ikisi de gevezelik. Okuyan karar verir; elbet, kendi hesabına.
(Sayfa: 91-100)
Bilge Karasu

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...