31 Ocak 2020 Cuma

Nilgün Marmara - Metinler

#NilgünMarmara #Metinler

Sonra buradan giderdim bir hiç için, nasıl hiç nedensiz
dökülüp de yollara vardımsa şu doğa kucağına
ve birden buralı doğumlu, buralı yaşamışlı nasıl
duyabildiysem ben-imi, öyle kolayca bir başka belde
de kabullenebilir beni ve hep bulurum yeni güneşler
yeni dağlar yeni denizler yeni sevi titreşimleri, hiç
yardımsız. Düşüneceğim bu buluntuların ne kadar
sonsuz olacağından başka hiçbir şey ve yaşamın tüm
kolaylığı içindeki erişilmez gizem ve güçlük.. -Bir
kelebeğin insanlara çok doğal görünmesine karşın,
doğanın onu o denli uyumlu yaratabilmek için belki
de düşlenemeyecek nicelikte zorlukları göğüslemişliği.
Bu çok hızlı bir müzik ritmi benzeri, beynimi
kazacaktır, ya da bir ılık rüzgâr gibi okşayıcı olacaktır
benim için. Korkunç kokular saçan, renk cümbüşü
içinde, çekiciliği kavranamaz çiçekliyolların, sürekli
kuşkucu yolcusu kimliğinde belirlenemez miyim.?
İncecik tahtalar üstünde neredeyse denizin üstünde,
ortasında yürüyormuş duygusu yaratan iskelelerin,
ayakları kaydırma olasılığı için korkarak, geceleri
sakınımlı adımlar sıralayan bir deniz gecesi ya da
gece denizi tutkunu olarak sürüklenemez miyim.?
Hep yürüyen biri olmak istenmez, yürümek sürekli
izlenimdir, duraklamak ve düşünceyi beklemektir
yolun varlık kanıtı. Dural bir yol isterim, öyle bir
yer ki hem yürüyüş duyumunu yaşatacak, hem de
duruk. Orada, motorları geçen işleyişiyle beynimin,
yalanlar, gerçekler, düşsellik, geçmiş, olacaklar,
tüm olasılıklar, göksellik, yersellik, erlik, dişilik,
hünsalık, görülenler, görülemeyenler, yaşadıklarını
sananlar, hiç yaşamayacaklarını sezenler, göreceli
tutuncalar bularak onlara sarılıp ana memelerini
bırakmak istemeyenler örneği yaşamlarını
sürdürmekte bekinenler, ışıklı hayatlar, karanlıklara
gizlenenler, seçmeler, vazgeçmeler, değişimler,
tanrılılar, tanrısızlar, yakaranlar, ilençleyenler, yeni
canlar yaratmak için çırpınanlar, yarattıktan sonra
pişmanlıkla yananlar, bu olayı unutmuş olanlar,
kendilerini bile sürükleme gücünden yoksun insana
dönüşebilecekleri daha tohumken yokedenler, çılgınca
arzulayanlar, arzularını gizleme zorunluluğu duyanlar,
taşıdıkları gizilgüçten habersiz olanlar, en yüce
sevgileri düşleyenler, sevgi sözcüğünü silenler, yine
yazanlar, yazgı diye ölümü bekleyenler, yaşamlarının
son bulacağına başkaldıranlar, elleri ve gözleri göğe
çevrili o en büyüğün ellerini tutacağını ve göz
kapaklarını okşayacağını umanlar -- üzerine, üzerinde
sonsuz düşün gidiş gelişleriyle kıvranabilirim..
*
Kasım, 1979
İstanbul

#NilgünMarmara #Metinler

Gün süreci çevriminde bakım gereksinen bir bebek,
döngün sorunları olan bir çocuk, çocukluk ve
yetişkinlik arasında bocalayan bir imge.

Oysa ne kadar emin kendinden gece.! Gören bir
yetişkin.. sürekli yenileyen ve yenilenen, ölümü
unutmadan yaşama tutkun dinginliği genleştirerek
her an duyumsatan..
*
Nisan, 1980, İstanbul, Sayfa: 11

#NilgünMarmara #Metinler

Günün ilk saatlerinin kırılganlığı- yeğni rüzgârlarla
sakınımının varoluşunu gizlemekte zorlanan küçük
gündüz. Sıcağın kendinden emin, korkusuz, güçlü
soluğunun gecikmeyeceği besbelli şimdiden.
*
Gün çarpık bir gülüşle ve alaycı bir tavırla, sezgilerini,
böylesine bir başlangıçla dışavuruyor.
*
İşte güneş atmıklarını yağdırmaya başladı yeryüzüne.
Işınlarının kavuruculuğu, kurutuculuğu, tüketme ve
yıpratmayı nasıl da kolaylaştıracak. Gölgelerin yitmesi,
varlıkların çizgilerinin belirginleşmesi, artan seslerin
vurgun etkisi bu oluşumun seçik göstergeleri.
*
Ey tiksinç Aydınlık.! Kusuluyor senin için, bil.!
*
Temmuz, 1980, Marmaris, Sayfa: 13

#NilgünMarmara #Metinler

Zarf Dileği:
Bu tuhaf bir atılımla size ulaşan betik, dingin
bir günbatımı kızıllığında ve insansız bir yerde
okunmalıdır. Elinize geçtiğinde bu ortamın koşulları
bütünlenmemişse beklenmeli; betik, geçen anlar
süresince ve dilenen alanın yaratımı süresince
farklanmayacak, hep aynı kalacaktır. Kuşku
duyulmasın hiç.! (Sayfa: 14)

#NilgünMarmara #Metinler #Birine

BİRİNE,
*
Bu nasıl böylesine pekgözlü, ürkek ve umutlu bir
girişim bilinemiyor--
Bilinebilir olanı, size, tansıksı, büyüleyici kokulu,
düşsel saydamlıktaki yeşil elmanın eriyişine tanıklık
duyumunu, yanısıra, dostluğumuzun (oluşmuş muydu
hiç, yoksa böyle bir kavramı benimsemekle yanılgıya
mı düşüyorum.?) tükenişini yeğinlikle algıladığımı
ulaştırmak arzusundan başka ne olabilir.? Şu an ses
çıkarmak istemiyorum, ayinsi bir yazma eylemini
yaşamak tini tümüyle doyurabilir, nasıl ki bu doyumu,
çoğu kişi için müzik gerçekleştiriyor. Yaşamın
kaynağının yazı olduğuna duyulan inanca güçleniyor
her geçen gün. Ya konuşma.? Onun kendine özgü
bambaşka bir yapısı var ve en az ikiliyi gerektirdiği
için gerçeklikte. Hayır, monologu unutmuyorum,
ancak, taşıdığı sayrı öznellik açısından sözkonusu
edilemez şimdilik. Ve dialog.?! Eksikliğinin beni
o gece (şu tuhaf başkaldırırlığım, suskunluğum ve
umarsızlığımın gözler önüne en uç noktada serildiği,
dışarı açıldığı karanlık) ne denli yıprattığını, ne
ölçüde onulmaz yaralar açtığını, ölümle yaşam
arasındaki o geçiş yerine nasıl duygusuzca atıverdiğini
ve sonra hiç üzünçsüz bir bakan'ı yapıladığını ve
o yargılayıcı bakışın, kendi dışındaki herkes için
yaklaşık aynı değerlendirmeyi yapabilecek olanın (Sayfa: 15)
bilincine vardığımda en büyük acıyı bir travma
gibi, öç alırcasına elime tutuşturduğunu ve işte bu
sarsıcılığının bana neler anlamlayabileceğini hiç
düşünebiliyor musunuz.?
*
Aralıklarla gözlerimi size çevirdiğimde bana sessizce
ve dümdüz baktığınızı ayrımsıyordum. Belki
zorunluluklara, birini o anda bırakıp gidememe, kalık
yapıya ilençler yağdırıyordunuz, belki kadınlara..
En baskını uyku isteğidir ki, ezici özellikleri, dışındaki
her şeyi kara gördürerek, baskısını ''başka'' için
olumsuz yargıya hızla yöneltir. Üzgünüm aşağıladınız
demekten, hüznümü silebilecek birkaç sözcüğü
nasıl da esirgediniz diye sormaktan, bu bilinçli ya
da bilinçsiz seçiminizin suskunluğu hızlandırıcı
ve bütünleyiciliğinin bana umulmaz rahatsızlıklar
verdiğini yadsıyamamaktan ÜZGÜNÜM.!
Karanlığın içinde varoluşunuzu böylesine keder verici
algılamamın sonucu, sonsuzca katlanan uslamlamalar,
içsel haykırışlar, yürek daralmalarına neden olduğunuz
bildirilse, inanışınızın ve düşündükten sonra
katılımınızın içtenlik kanıtı ne olabilir.? Beylik bir
alaycılıkla, küçük gülümsemelerle, o dondurulmuş
suların beyin hücrelerime etkidiğini söyleyip
yazılanları izleyerek, göz kırpıncaya dek geçen incecik
zaman kadar bile sürmeyecek bir edimle kâğıdı
böylelikle düşüncelerimi, örneğin bir ateş kütlesi (Sayfa: 17)
içinde yokedebilirsiniz. Ya da hiç yoketme gereğini
duymadan, yazımı tümüyle usyarılımlı, yorum
delilikli söz oyunları olarak algılayıp belleğinize,
sözcüklerimi kabul onayını verdirtmeyebilirsiniz.
Seçiminiz dolaysız unutuş yanlısı olabilir.
*
Sevgili karagönüllülüğüm ve karamsarlığım
içkinliğinde sunabileceğim olasılıkları çoğaltabilirim.
İyicilliğimden neler diye sorulursa--
*
ŞİMDİ DURMAK ARTIK BÜYÜK OZANLAR
ÇAĞLAYANINDA YUNMAK VAR.
*
Göğünüzün genleşmesi dileği ve sevgiyle.
*
Ağustos, 1980
Marmaris (Sayfa: 19)
***
KURAKLIK
*
Kuraklık ana.! Bir son bulamadık senin için, bir
başlangıç da. Bilememe kapanında öyle yönsüzüz
ki.! Felaketin kıyısını hatırlatan senin tarafsızlığındı,
her zaman. Gündüz kaçağı gözün geceye saldı bizi,
susku karanlığında yazdı hep giz sözünü, çekinmeden.
Önceleri, tayfun yığınları, bora çoğulluğu soluyordu
yaşamımıza. Sonra, zifir durukluğu; söndü, çekip
gitti yıldızlar da. Böylece serildik yatay, paylaşım
olanaksızlığı konutunda. Işıltılarını geri alan
şimşeklerin ilenciyle, yer dışı kaldık. Bu yer ölümü
tanımamıştı, henüz, yaşama tanıklığına ant içmişti.
Bu yemin kalkanını yüzümüze çevirerek savunmakta
kendini hâlâ; kollarımız bağlı, hiçbir karşılık yok
bizden, yansıtabileceğimiz. Bir an kısacık bir önsezi
anında, bir bileşim umudunda, kalkanın gözü
değişiyor; konutun, kızgın ve atılgan, tehditleriyle
geri bıraktırıyor bu önseziyi ya da devinim umudunu.
''Dur'' diyor, ''hangi karşılık sana kucak açar, belli sayı
için, sıfırdan farklanan.?'' ''Nasıl bir kaçışla vazgeçmek
bu ara'lıktan.?'' Ürkünç tavrıyla başlamanın hiçliğini
yineliyor, alıkoyuyor en küçün kımıltıdan. Bizlerin
yanıtı bu alıkoyuşta buluyor varlığını, dönencenin
dışına bırakılmış olanda, kendiliğinden. Ürkekçe
bakıyor, bakıyoruz.. (Sayfa: 21)
II
Bu verimsiz otlaklı köyün dışı için bize de ki,
Ey Kuraklık ana.! Bütün yollar ardıç ağaçlarıyla,
kuş sesleriyle kilitlendi. Sizin bileceğiniz gömütlük
ayinleri, yüzyılların sözü ses olarak, ancak terkedilmiş
yıkıntılarda bulunur. Sözün tınılarını dönendiren de
bir duvar, duvarlar kümesi.. Bu örtük açıklık, kırmızı
bir yüzeyin mavi muskası kabul edilerek, göğsümüze
takacağımız uğur, nişan olacak, pekâlâ.! Bir örnek
giysili çalışkan cüceler bile, hiçbir etkin düşsüzlük
parçası bile geri alamayacak bu belirlenmeyi bizden.


Azınlık sorusu şudur; Kuraklık ana.!
Ben kimim'in arayışı kaç adım gider öz-tanıma.? Engin
bir su izinde yanıta vardığında, ne kadar bilebiliriz
Kimiz'i.?
*
Korku ağına sarınarak, değirmi bakışını yineliyor.
İmliyor sessizce; ''Tam bu kadar işte.!'' diyor, oluş
tarihine, bizi geri gönderen. Sonra, gözleri yeniden
karanlığa yönelmiş, Kuraklık ananın.
*
Mart, 1981 (Sayfa: 23)

#NilgünMarmara #Metinler

Dilsizlik okyanuslarında kılıç kuşanmaları;
Büyüttüğü yürek sancısı ebeleri..
Geçti. İnce üsteleme gelincikle
-----raslantıdan sıyrılan
-----döndü ırmağa
-----karanın umulmaz ışığına.!
*
Uzun günler, aşkın ince kemiği düş ağacında asılıydı.
Peygamber çiçeklerinin sessiz yataklarında gizlenen
boynu bükük ayna, buruşturulmuş yumuşaklığı
ve ters dönmüş yaşamı yansıtıyordu. Artarak
bölünen göz: BEN BÖLÜNEN BÜRÜMCÜK.
*
Su kadar karanlık ve uçucu görümü tozanların
diziyor ürkünç renksizliğini, canlılara yalım
veriyor. Gözleri dalgın ay, gizil yurtluğunda bu
devingen dağılıma tanıktır. Bu karıştı bürümcüğün
sessiz sesine, yunma zamanları dışında. Gök bir
gece dışına kıvrıldı, değişti dönemleri kürenin;
güneş yerde doğuyor, saçıyor huzmelerini göksel
boşluğa. Karanlık toprak boğuntusunu serinletiyor
kendi içrek odağından, şimdi. Zamanı çalıyor
yetkin camda parmakları bürümcüğün, gizli bir
yanardağın lavlarıyla dokunan ağını çözmek için.
*
Biz güven çağına gelmiş olmalıydık, artık.!
*
Mayıs, 1981 (Sayfa: 25)

#NilgünMarmara #Metinler

SAFİR DİLEK
*
Ey dilek koşulu aşkın; beyaz gül ve incelen oklar.
Bir güz ağacı gövdesinde kapalı gerçekleşmenin
kaynağı. Güneşe uyarlanamıyor dilek. Güz, kırmızı
gülün düşmanı, el alıyor donuk karadan kalın oklara
karşı. Barışsızlık sürüyor. Bu çılgın eğlentinin karşıtı
bir yürek hangi kuşun sesinde dinlensin.? Yinelenen
bırakılmalarda araken serin tınısını el, bir sınırı
hatırlıyor, sonsuz.!
*
Ey, olmayan bir yalımı bekleyen devinim, susuyor
öteye varolurken kıydığı çığlıklarını. Durum diyor bu
üstelemenin sarı uzantısı, yaratının ürkünç arılığı ve
donuk izleği yaşamanın.. Nasıl geceler eli açıklığında
üzüm tanelerinin sesine tanıklık kaçınılmazsa, öyle
yükselen servilerle göğe daha yakın olmak. Mavinin
doruğunda diz çöküşü biricik varlığın, öyle süren aşk
çok katlı bir çiçeğin yalnızlığı kadar, bir safir alana
doğrulan çocuksu dilegelişte; karanlık dinletiden uzak
şiirin açılabileceği öte uzam.!
*
Ağustos, 1981 (Sayfa: 27)


#NilgünMarmara #Metinler

KİRPİNİN ÖCÜ
*
Şimdi ölü bir kirpiyim.
Yüzeyi dikenlerle kaplatan, dışa çekerken döndüren
gözümü en derine sen oluyorsun. Bir kez yakmıştın
beni, bir kumsalın ürkünç gecesinde. Eziyetçi
tanıklığın, tutuşan dikenlerimin çığlığını gömmüştü
küle. Kısık gözkapakların yeterince örtmüyordu
parıltısını gözlerinin, az aralığından hazzını izliyordum
yanadurarak. Duymuyordun denize ulaşmaya
yalvardığını tinimin, öte kıyılara, tuttuğun ve
yokettiğin oluyordu, sen oluyordun. Sonsuz tiksintin
her yalımın canavarlığına güç ekliyordu; benim
yanarak özgürleşecek sınırlarıma ise meleksilik.
Önceleri, senin çektiklerinle, acılarımı yendiğime
inanmıştım. Ah.! sonra, yanılgının anlaşılmasıyla,
özkıyım dilendi bir şenlik yerine. Teslim oldum
yalnızca göğün ve suyun her zaman varolacağını
bilmeye. İşkencen tüketilen otlarla, çam pürçekleriyle
aratarak muştuluyordu yaklaşan özgürlüğü. Arzuyla
sunuyordum o zaman, ateşten başka hiçbir şeyin
ulaşamadığı derimi. Zorba bir tansıktı bu; nasıl da
açığa çıkışı karşıtlığın.! Açgözlü dokunmayı yakarak
silmeyi seçiyordum, sense onu hep baştan yazmayı.
Sevgilerin örtüşemeyeceği gerçeği serinletiyordu
yanan bedenimi, seninse yanına varamadığın acın
katlanıyordu, başedemediğin zevkine koşut.! (Sayfa: 33)
Zaman; tavuğun boynunun her devimiyle uçuşturduğu
anlar, denize kaydı senin yönetken ellerinden ve
benim sıfır dokumdan. Eril-dişi suyun kardeşi
olduğuma diretirken ben, tenin adsız olduğuna;
hiçliği kusan uzaklıklar yazgımdı ve öğrettiler
hoşnutluğu, yaşamdan sıyrılacak gizleri. Büzüldükçe
içkinlik kabuğumda, aşıyordum kötücül yakınlıkların
niyetlerini, dolaylı elde edişleri, süreye yayılmış saklı
yol izlemeleri, sayrı tarihine tutsak hınzır önerilerini.
*
Ölü bir kirpi oluyordum, dikenleri yıldızlar ve
yalnızlıkla kıvrılan. Soyumun küskünlüğünü
hazırlıyordum, bir kez daha oralarda gezinmeyecek
olan kardeşlerimin iyicil adınlarını, daha şimdiden
saptırıyordum. Sen de ölüyordun ön-bilisinde, ağlatıyla
giyinecek sonuçları.
*
Şimdi ölü bir kirpiyim.
Sen, ölü bir insan.
*
Eylül, 1981 (Sayfa: 35)

#NilgünMarmara #Metinler

SIRÇA SIĞINAK
*
Her zaman onu anlatır ozan. Sonradan en karanlık
yüzlerimizle, arı suçlarla bir yere döneceğimizi,
bıkmadan erinçle.
*
Korkarız ortak sayılmaktan bir an'a, herkesin
unutmaya yaşadığı, ayırdında olmadan içinden
geçtiği sonsuz gün sırçası bakışından, korkarız.! Bir
ortaklık, cama ulaşabilir yoldan ilerler, ak açelyaları,
kardelenleriyle saydam kalabilen yaşama. Fazladan
gözleri gereksiniyor örtülü ser; camı görebilmek.!
*
Biz görmüştük, sen ve ben, bu örtük yoldan
sızan doğrudan ışığı, ötesindeki geçirgen
kum yığınında mutlu eşlenmeyi.. En taşkın
çocuksuluklar ve bilge ağırbaşlılıkları bekler onun
ardındaki parlaklık. Bilmişlik, oluşumundaki
inceliğin her zaman gerçek sayılamayacağını.
Direniyorduk yine de sabrın cömertliğiyle, göz
bağlayanları elekten süzebilmek için sonunda..
*
Kabullendi sırça konutu soylu sevinci bizleri de.
Erdem sığınağının kanatları altında, sen ve ben
çocuklarıyız açelyaların, kardelenlerin.
Ah.! Bilinmez kaçıncılarız.?
*
Eylül, 1981 (Sayfa: 37)

#NilgünMarmara #Metinler

ZAMAN, YER, SONRA
*
Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve
farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan sözediyor,
bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir
ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz,
yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi,
bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor.
Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzumuza
biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı,
anaların istemi kadar tehdit edici yükler. Örümcek
ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor.
Yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri,
dudakların uyarısıyla sonu ertelenen aşkın iyicil kucağı
açılıyor, öte dünyanın gerçek konutlarında..
*
Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları
acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdi'yi saklayan
güzellik.! Hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız,
bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla.
Arınalım, arınalım artık yozluklarından, şu densiz
yeryüzünün kalık çirkefinden;
Sevgi yazısıyla.!
*
Ekim, 1981 (Sayfa: 39)

#NilgünMarmara #Metinler

Burada daha ne kadar öleceğim.?
Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca
kestiğiniz yerde.?
Ben size alışamam. Tehdit: koltuğunuzun bedeninizle
dolmaması. Tehdit: bir merdivenin uygunsuz konumu,
gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün
yokoluşu. ''Ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve
sadece orada.'' Öylesine yoksulluk, bir sevi düşünün
bu kadar yayılması günlere, hiç karşılıksız..
Ağlıyorduk. Ben bu ıslaklığı tanıyordum,
düşümde böyle düşünüyordum size dokunurken.
Siz bu ıslaklığı tanıyordunuz, düşümde böyle
düşünüyordunuz. Nasıl biliyorduk, nasıl.? Her ışıltı
anının acı yükünü, ülkemizin sonsuzca yumuşayarak
kuraklıktan kurtulduğunu; bu gözyaşlarının
susulmuş her çığluk, beklenmiş her sevinç için,
onun için bu kadar akıcı, saran ve parlak..
WET: SORROW-
Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor,
varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer
ediniyor. Bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini
ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan
böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle
her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla.
*
Onu sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa
çıkarılamayacak, tanımlanabilir gün ve gecelere
maledilemeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay,
saygısını bulsun içkin dünyasında belirsiz ''Ben''in.
Yaslı yüreğimin utangaç itirafı: ''SİZİ
SEVMEKTE ÖLÜYORUM''
*
Mart, 1982 (Sayfa: 41-43)

#NilgünMarmara #Metinler

Kim bilebilir koygun yüreğin ince çalkantısında
alıkonan tılsımlı geceyi.?
Biten arzu, büyük yalımın gücünü yoketti, varlığın
yansıtılabilir gizemli kimliğini..
Nasıl'ı, nasıl niçin'e çevirmeli, ayırdetmeli
gelmeyenleri hep gidecek olanlardan; suyu karadan.?
Beklentileri bir yakaya iliştirmiş, gözlerimiz düşsel
doruğun parıltısına bağlanmış, duruyoruz ayakta.
Bir cüce işitti mi korku yönetmenliğinin acımasız
maddesini.? Yaptırım şu: Irmak örtülüyor. İzlenemiyor
yönleri akışın. Kaskatı bir devinimsizlikte, unutulmuş,
yitik beden arzuları.! Aranan ve bulunamayan kaynakta
gizli, her şey karanlık kesintilerinde saklı çevrimin;
aklığa direnmek orada.! Şimdinin açığa çıkarılması
sayrı bilincin bulaşıcı akımıyla olası; acı yüzlü odalar
donuk portakal rengi; portakalın tersi, direngen tenine
sığmayan kara boşluklarda. Geriye kalan, bir eskil
tutkunun dinsel doyumu: saydam mavi kavanozlarda
deniz kabukları biriktirmek sanki.. Bir dilek, bir
dilek: Gölgede kalan her kıpırtı gerçeğe bir adım, güne
uymaya başkaldıran bir adım olsun.!
GİDERLERSE - GİDERİZ.!
*
Mart, 1982 (Sayfa: 45)

#NilgünMarmara #Metinler

KISKANÇLIK
*
Gece vardı; her zamanın esrik ve karanlık
suyunun sonsuza yönelmiş akışıyla bakışımlı
değil.! Kurtarılmış camdan bir sığınak olarak,
ötelerde duran örtülü bir alan olarak değil.. İçinde
barındırıldığımız konut, yağmuru da gizlemiş,
mevsimlerin dönüşüm ve şaşırtma ivmesini de. Bu
beton fanusun altında vazoların yalnız çiçekleri; alıp
taç yapraklarını dağlara çıkmak isteyen çiçekler.!
Günden her zamanın payını alan mor kuşlar --
oradalar, belirsizlikte -- damlaların etkisini tehdit
saymıyorlar. Yaşamı ve ölümü yaymışlar mevsimler
içi ve ötesi bir zamana; kuşlar. Kendi uçuşlarının
yalnız yargısıyla gökboşluğunda yer değiştiriyorlar.
*
Düşlenen konut: doğayla şenlenmeyen, ses ve su
geçirmeyen cam bir küre, üçgen bir prizma, içerden
dışarıya, dışardan içeriye bakıldığında görüş olanağı eş.
Bu konutu aşağılık, saldırgan, karşı koyan, yaygaracı
ve zamandaş bir bakışla yıkmak olanaksız. Billur leke,
varoluşun parçalı duyumunu kendini sergileyerek,
kendinde sürdürmeli.
*
II
Şimdiyse, acısı sona erdirilemez böylesine sinsice
yaklaşan kapan ve taş sabahın. Korkusuyla, değişimin
olanaksızlığını bağıran bitkisel gün.! Çünkü, gecenin
açlığı ve uyanıklığı sevgililerim, ne döşenmiş çimen,
ne de her gün kurulan bir gökyüzü. Yazık; gece uçuşu
çiçeklerin açılışı kadar.! Gösterilmeye çalışılan çevrim
kendi tutsaklığını taşırmış; yaşamanın ve yazmanın
yapay zorlaması boyunca..
Hiç bitebilir bir acı değil, düşsel uçurtmaların zaman-
dışı boşluklarda salınmasını beklemek, bu tekdüzelik
ve sıradan değişimler kuşatmasında. Bir yağmur
kuşağında gizlenen çocukluk tutkuları, küçük, yaralı
dalgalarla eski sevgilileri çağırıyor. Saklamışlar onlar
da; arzu nesnelerinin biz olduğunu üsteleyerek,
sevginin bir tehdit ve eliaçıklık olarak doğruya
yöneldiğini yineleyerek.. Şaşkınlık yalnızca bu geriye
dönük şimdilenmede; Ah.! onların olmayan mavilere
sığınmış delikanlıların dönük saçlarından taşan haz
kırıntıları.. Artan imgeler yoğunluğuyla kıstırılan
bir durum-saat bu beden.! Olanaksızlığın solak bedeni
sonsuz eksiklenmede; şimdi elleri soğuyor, yalnız
yüreği ağlıyor, aç.!
*
Nisan, 1982 (Sayfa: 47-49)

#NilgünMarmara #Metinler

NOCTURNAL
*
Yalım avcısıdır gece. Her varlığın içsel karanlığının
birlikte oluşturduğu gizil kın.. Bir kama, bu kının
içinde; bilinç dışı taşının gölgesinde bilenmiş,
kendini tehdit eden.. Gece, bulutunun ördüğü kınla
gizleniyor ateşten, aydınlıktan, böylece yaklaşıyor cam
şeffaflığına, bilmeden, yutarken yalımları bir bir..
JOURNAL
Kayalıklarda teşhirci dalgalar çarpar başlarına..
*
Kendi içindeki düşüncesini köpükle kıran, ufalayan
su, insanların yüzlerine yükseltiyor iyilikçi beşiğini.!
Bir elma ağıyor göğe, birden. Kırmızı yüzeyi,
yuvarlaklığı, gün ışığında, deniz tuzunda öylesine
kışkırtıcı.! Dönmeye başlıyor insanlar arasında. Kendi
gizilgücüyle zıplayan elmayı yakalamaya, birbirlerine
ulaştırmaya çabalıyorlar. Su üzerinde, yalnız başları,
boyunları ve kolları görünen insanlar ve çığlıklar içre,
elma dansını sürüyor, kimsenin eline geçmemeye
devinerek. Karşı karşıya olanlardan biri, elmayı atıyor
diğerine, onun yanıbaşına düşüyor. Bu kez bir başkası,
zayıf parmaklarıyla, suyun içinde yakalamayı başaran,
bir başkasına fırlatıyor. Tutmaya çalışanın ellerinden
kurtulan ve kendini yeniden dalgalara bırakan elmanın
utku.! Ona ulaşmak için köpüğün içinde savaş sürüyor;
kavranıp yükseltiliyor kırmızı gülle, sunuluyor
boşluğa.. Kaçıyor elma, düşüyor yanlarına, yörelerine,
avuçlar kapanmıyor üzerine, kapanamıyor; kayıyor
ellerden, gözlerin üzerinden; yönsüz hedefini kendi
saptıyor ve sonsuzca uzatıyor çift katlı devinimini,
denizin ve insanın..
*
Eylül, 1984 (Sayfa: 51-53)

#NilgünMarmara #Metinler

''BANA DOĞRU GELEN KİM.?''
YA DA
ŞİMDİKİ ZAMANDA BİR MOBİL,
BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS
*
Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yokedilerek
kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş. Her an,
hoşgeldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan
duyargalarımla. Sarkıyorum tavandan (bir tavan
varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak)
renklerini bilmeme karşın -lal rengi, çivit mavisi ve
sarı- ve onların yananlamlarını -tutku, dinginlik ve
ölüm- kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi- bir aşağı
bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol. Yönlerin
bulanıklığında bir sorumluluk bu.! Uluma geri tepiliyor
böylece, bana doğru gelene karşı.! Bir iskeletler zinciri
tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık
yüklemeye ve devindiğim cılız önlemleri yıkmaya
çalışarak. Soğukkanlı bir çaba.! Ben, kusursuz bir porte
olmayı yeğlerdim, oysa. İşte şuracıkta, özlüyorum
sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam, nereye
dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra..
*
Şimdilik, hava akımının istencine boyun eğmişim,
sinekler ırzına geçerken uzantılarımın, sürüyorum
dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden
güne, ben tümünü ezip geçinceye ve ''Bana doğru
giden kim.?''in yatay bilgisine ulaşıncaya dek.!
*
16 Haziran 1986 (Sayfa: 55)

Homeros - İlyada


#Homeros #İlyada

Homeros
*

Homeros kimdir.? İnsanlar yirmi beş yüzyıldır bu soruyu evirdiler çevirdiler, araştırdılar durdular, yine de bir sonuç alamadılar. Homeros bir bilmece olarak kaldı: Onu hiç bilmiyoruz, hiçbir zaman bilemeyeceğiz desek de yeri, biliyoruz, hiçbir şairi bilmediğimiz gibi biliyoruz desek de yeri. İnsanlık tarihinde bir gün geldi ki sanatçının kimliğini kestirmek için eserine bakmakla yetinmez oldu insanoğlu. Kimdi bu sanatçı ne zaman doğdu, nerede doğdu, nasıl yaşadı diye bir sürü soru sormaya girişti. İşte o gün Homeros gürültüye gitti, çünkü hiç hazırlıklı değildi bu sorulara cevap vermeye. O gün bilim doğdu diyeceksiniz, evet ama bilim Homeros'un üstüne üstü karalı kâğıtları öyle bir yığdı ki altından Homeros'u bulup çıkarmak güç iş oluverdi. Bir üniversite profesörü, ''Homeros sorunu mu.? 40.000 cilt cevap.!'' derdi bana. Yani eni konu bilgin olmadan girişilmez Homeros'u anlatmaya demek isterdi. Bu iş koyun çokluğundan sürüyü görmemeye varır. Kitapların altında az daha Homeros kayboluyordu, hem birçokları için kaybolmuştur bile. Bugün okuyucu Homeros destanlarının tadına varmak için bilimden ne kadar arınmaya çalışsa boşuna uğraşır, bilime ne kadar dalsa, o kadar çıkmaza girer, kısacası bilimle de yapamaz, bilimsiz de edemez. Ama Homeros'u bilime başvurmadan dinleyen çağlar varmış.
(
Sayfa: IX)

#Homeros #İlyada

Homeros İlyada'yı yazdı mı, yazmadı mı.? İlyada'yı yarattı ya, eserini kendisinin ya da bir başkasının kaleme alması o kadar önemli değildir. Kaldı ki efsane geleneği içinde bu bilinçli seçmeyi yapan ozanın yazının bilindiği bir çağda aslında okunmaya yarayan destanını yazı ile yazması da akla uygun geliyor. Ama öyle değilse, yani destanları Homeros kendi kaleme almamış da bir başkası almışsa, bu başkası da kimi eklemeler yapmışsa, bundan ne çıkar.? Homeros problemi bilimin yersizce şişirdiği bir çıkmazdır. Homeros'u anlamak için 40.000 cilt kitap okumamalı, tersine yalnız İlyada ile Odysseia'yı okumalı, tadına vara vara. 
(Sayfa. XXI) Azra Erhat



#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir
Çanakkale'den bir kaptıkaçtıya binersiniz. Kentten çıkıp biraz yükseldiniz mi, boğaz rüzgârı püfür püfür eser. Bir yanınız deniz, bir yanınız çamlık, zeytinlik; alabildiğine maviler, yeşiller, sarılar, küme küme kırmızı gelincikler. İçiniz bir hoş olur, çünkü bu toprak başka toprak, kahramanlık destanları anlatılır size karış karış. Yüzyılları birbirine katmış da hep Doğu ile Batı arasında kavgaya, dövüşe sahne olmuş bu toprak. Çanakkale Boğazı'na baktıkça bir kıtayı bir kıtaya bağlayan su köprüsünün ne demek olduğunu anlarsınız. Hellespontos derlermiş ilkçağda ona, küçük Helle'nin boğulduğu deniz. Efsane en eski çağlarda bile kana boyamış bu su geçidini. Yığın yığın insanlar bir bu kıyıdan o kıyıya, bir o kıyıdan bu kıyıya geçmişler Boğaz'ı; göçler, ordular, donanmalar.. Hepsi de iki dünyanın kapısını açan bu kilidi ele geçirelim diye uğraşırmış. Boğaz'a baktıkça Batı uygarlığının ilk büyük destanı neden burada doğdu diye şaşmazsınız artık. Bu destan Troya destanıdır.Bir varmış, bir yokmuş, Troya diye bir kent varmış. Bu kentin alınyazısı ta kuruluşundan beri belliymiş, çünkü kurucuları onu insanoğlunu şaşırtan Ate (Gaflet) tanrının hüküm sürdüğü tepeye kurmuşlar; diyor masal. Masal ne desin, Boğaz'ın kilit noktasında kurulan bu kentin başına gelenleri nasıl anlatsın başka türlü.? Bu kent zengindi, arkasında bolluk, uygarlık kaynağı koca Anadolu vardı da ondan boyuna saldırılara uğradı demek masalın değil, tarihin işi. Masalcı ipuçlarının hepsini veriyor, alsın tarihçi anlatsın bize Troya destanının gerçeklerini.
*
(Sayfa: XXIII) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Troya ve Hisarlık
*
Hisarlık Tepsi'ne çıktığınız zaman karşınızda iri gümüşi taşlarla örülmüş bir duvar görürsünüz. Bu duvar bir iki saatte dolaşabileceğiniz bir höyüğü çevreler: Koca Troya kenti bu mudur demekten alamazsınız kendinizi. Bu kuşkucu tavrı sizden önce birçok insan takınmış, ama bugün Hisarlık Tepesi'ndeki dokuz katlı oturma yerinin Homeros destanlarının anlattığı Troya olduğuna hiçbir kuşku kalmamıştır. Bu sonuca varıncaya dek ne kavgalar oldu, ne çok mürekkep döküldü, ne çok mürekkep yalandı.! Troya'nın savaş dolu alınyazısı bir otuz yüzyıl sonra bilim dünyasında kopan kavgayla bir daha canlandı sanki. Homeros'un Troya'sı efsanelik bir kenttir gerçi; Homeros destanlarını yazdığı zaman Troya beş yüzyıldan beri yıkılıp gitmişti. Ama ozan bu kenti İda, yani Kazdağı'nın eteğinde, Skamandros ya da Ksanthos (Küçük Menderes) ile Simoeis (Dümrek) Çayı'nın sınırladıkları ve bir yanı Ege Denizi'ne, bir yanı Boğaz'a bakan üçgen biçimli ovaya egemen yüksekçe bir kale olarak öylesine yerleştirir ki Troya'yı Hisarlık'ta elinizle koymuş gibi bulursunuz. Ne var ki Homeros Troya'sının bir gerçek olabileceğini geçen yüzyılın ortasına kadar kimse aklından bile geçirmemişti. Büyük buluşlar âşıkların işidir.
*
(Sayfa: XXIV) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Homeros Âşığı
*
Geçen yüzyılda bir Homeros âşığı çıkmış, adı Heinrich Schliemann, yurdu Almanya'nın Mecklenburg bölgesinde bir köy. Heinrich Schliemann çocukluğunda babasından Noel hediyesi olarak aldığı bir resimli tarih kitabını okurken vurulmuş Homeros'a, ona ulaşabilmek için de dünyada hiçbir âşığın aşamayacağı engelleri aşmış. Köylü çocuğu önce gemi tayfası, sonra ticarethane kâtibi, sonra tüccar, sonra altın arayıcısı, sonra milyoner olur, bu arada kırk düvelin dilini öğrenir, en sonunda Latince ve eski Yunancayı da söküp emeline kavuşmak, yani Homeros'un Troya'sını bulmak üzere yola çıkar. Yıl 1870. Schliemann elinde bir İlyada, bir de Odysseia metni, Çanakkale'ye varır. Cebinde bütün engelleri yenebilecek kadar çok para vardır. Amerikan konsolosunun kendisine gösterdiği Hisarlık Tepesi'nde hemen kazıya başlar. Höyük bir define kuyusudur. Kazıdıkça bir kent, bir kent daha, bir kent daha çıkıverir ortaya; dokuz kat yerin dibine iner de bu soğan gibi kentin hangisi Homeros'un Troya'sıdır diye düşünür Schliemann. Arkeoloji bilgileri de derme çatmadır, bütün bilgileri gibi. Mantık der ki destan Troya'sı en eski Troya olduğuna göre en alt katta olmalı. Homeros âşığı üst katlarda bulduklarına pek önem vermeden kazıdıkça kazır, indikçe iner. Priamos'un ülkesine varayım diye ana toprağa ulaşır. Homeros'un Troya'sı hangisidir.? Derken bir iz, bir parıltı.. Altın arayıcısına yolu yine altın gösterir. Schliemann bir define bulur: Altın gerdanlıklar, altın iğneler, altın bilezikler, kucak dolusu altın. Helena gibi Yunanistan'dan alıp getirdiği genç karısı Sophia'nın şalına sığmaz olur altınlar. Schliemann, Priamos'un definesini bulduğundan emindir. Defineyi de kentin alttan ikinci katında bulduğuna göre, ikinci Troya Homeros'un Troya'sıdır demek. Buraya kadar hepsi iyi hoş; kazı yaparken Schliemann'ın birçok değerli buluntusu Homeros'un Troya'sına ait değil diye bozması, o zamanlar arkeolojik kazılar bilgisi henüz pek ilerlememişti diyerekten bağışlanabilir, ama bundan sonrası hoş değil. Heinrich Schliemann altın parıltısını görür görmez, işçilerini paydos eder, karısıyla birlikte çıkarırlar altınları, gizli gizli barakalarına saklarlar, sonra binbir dalavereyle Yunanistan'a, oradan da Almanya'ya kaçırırlar. Haram maldan hayır gelmezmiş, İkinci Dünya Savaşı'nda bir köye saklanan Berlin Müzesi hazinesinin yerinde yeller eser bugün. Bu hazine üstüne bir bildiğimiz varsa, Priamos'a ait olmadığıdır, çünkü Schliemann'ın Homeros Troya'sı sandığı Troya II. Homeros Troya'sı değildir.
*
(Sayfa: XXIV-XXV) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Ege'de Kaynaşma
*
Helenler çeşitli kavim adları ile bütün Yunanistan'a yerleşmişler, küçük kentler kurup her bölgeyi güçlü bir kaleyle egemenlikleri altına almışlardı. Mykene, Pylos, Sparta, Phthie bu kalelerin birkaçıydı; her birinin başında bir kral vardı. En güçlü kral Mykene kralı (efsanede adı Agamemnon'dur) olduğuna göre, öbür krallar ona savaşta hizmet borçludurlar. Kral en çok sürüsü, en çok tarlası olan adamdır. Tanrı vergisi sayılan skeptron, yani asa bu çoban kralların elinde bir değnekten ibaret olduğundan, biz bunu Türkçe ''değnek'' diye çevirdik. Akhalar atı da yanlarında getirmiş olacaklar. Ata ne büyük bir önem verildiğini Homeros destanlarında görürüz: At tanrısal bir hayvandır, ikinci bölümde yiğitlerden hemen sonra atların adı sayılır, ne var ki dikkati çeken bir nokta atların hep iki tekerlekli arabalara koşulduğu, hiçbir zaman binek hayvanı olarak kullanılmadığıdır. Akhalar Ege'nin kültürüyle birlikte din ve tanrı görüşlerini benimsemiş olacaklar ki en büyük tanrıları Zeus'un adı bile Hellence değildir. 2000'den 1000 yılına kadar süren bu ırk kaynaşmasında Ege ve Anadolu'nun tanrı efsanelerini, tanrı kültlerini Akhaların nasıl kendilerine göre uydurduklarını görüyoruz. Giritli tanrı Zeus, Anadolulu ana tanrıça Kybele, Anadolulu tanrı Apollon Akhaların din düzenine girip özlerini değiştirmişlerdir. Homeros destanlarında onlar bu ad ve biçimlerle karşımıza çıkarlar, ama bir yandan da bu destanlarda Hellenlerin ilkel dinlerinden kalma insan kurbanlarına rastlarız.
*
(Sayfa: XXX) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Homeros Kimden Yana.?
*
Dinleyicilerin ulusal onurunu alabildiğine okşamakla birlikte, Homeros Anadolu toprağını övmek, Troyalıların Akhalardan çok daha insan, çok daha uygar olduklarını belirtmekte hiçbir fırsatı kaçırmaz. Benzetmelerde Akhalardan dem vurunca hep üstün benzetme öğeleri seçer, örneğin Akhaları aslanlara, Troyalıları sineklere benzetir, ama bu benzetmelerin her biri Anadolu gerçeğinden alınmış, Anadolu'nun doğasını dile getiren ve her dafasında da ozanın duygularını, sevgilerini taşıyan özgün şiir parçalarıdır. Homeros Hektor'dan, Andromakhe'den, Priamos'tan söz ettikçe ciğerini söyler, efendileri için Akhilleus'ları, Agamemnon'ları övmek zorunda kalan Anadolulu ozan onların bir yandan kavgalarını, sövgülerini, acımasızca adam öldürmelerini canlandırır, bir yandan da oturmuş, ağır, onurlu bir toplumun başına gelen belalara yanar, İlyada boyunca kulaklarımızda çınlayan ''Bir gün gelir, yok olur kutsal İlyon,'' dizesinde içimizi ürperten bir acılık vardır. Destan sonunda da Homeros bu canım kenti gelip yıkan Akhalara öyle bir insanlık dersi verir ki Hektor'a ağıtlarla kapanan İlyada Akhilleus'un değil, Hektor'un destanı oluverir. Ama bu kadar. Homeros'un hangi gerçekler içinde, hangi geleneklere uyarak İlyada'yı dile getirdiğini unutmayalım ve şu ya da bu tarafı tutmak için kendi zamanının bilmediği ya da biliyorsa da anlatmaktan hoşlanmadığı facia ve vahşet sahnelerini eserine alabileceğini sanmayalım.
İlyada ile Odysseia gerçeklikle örülmüş iki destandır. Canlandırdıkları çağları aydınlatmak için onlardan daha aydın bir belge bulunamaz. Gönül ister ki bilimin bu destanlarla el ele giden araştırmaları İlyada ve Odysseia'nın kapladığı gerçeklik alanını bize büsbütün açıklayabilsin birgün.
*
(Sayfa: XXXIII) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

İlyada
*
Homeros'un Yunanca İlias adını taşıyan destanı İlyon ya da Troya olarak anılan kentin destanıdır. Konusu Troya Savaşı olmakla birlikte, hem bu savaşın ancak kısa bir dönemini kaplar, hem de Troya efsaneleri diye andığımız büyük bir efsane ve masal çemberinin küçük bir bölümünü içine alır. İlyada'da bütün bir savaşın öncesi ve sonrasıyla bir otuz yıl süreyle uzanan öyküsünü arayan okuyucu büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Aslında İlyada Troya'nın destanı değil, Akhilleus'un destanı sayılmalıdır. Konusu sınırlıdır: Akhilleus'un Akha ordularının başkomutanı Agamemnon'a karşı öfkesi yüzünden savaşı bırakıp barakasına çekilmesiyle başlayan destan, arkadaşı Patroklos'un ölmesi yüzünden savaşa geri dönmesi, Troya'lı kahraman Hektor ile çarpışması, onu öldürmesi, ölüsünü Troya surları çevresinde arabasına bağlı olarak sürüklemesi ve sonunda insafa gelerek Hektor'un ölüsünü babası Kral Priamos'a geri vermesi ile biter. 24 bölümlü ve 16.000'i aşkın dizeli bu koca destan Troya Savaşı'nın dokuzuncu yılında tam 51 günlük bir süreyi kapsar. Oysa Troya Savaşı'nın kendisi de savaştan önceki ve sonraki olaylarla birlikte Homeros'un yapıtlarını çok aşan dallı budaklı bir efsane bütünüdür. Bu efsaneleri tek tek olarak Homeros'un iki yapıtında da, Homeros destanlarının dışında çeşitli destan ve öykülerde de bulabiliriz. Troya savaşlarıyla ilgili efsaneler öyle çok ve çeşitlidir, Yunan yazınının her türüne öylesine yansımıştır ki ilkçağ Yunan öykü ve söylencelerinin kökeninden elimize geçen yüzlerce efsane bu gür ağacın kökenleriyle karışmış, dallarına dal uzatmış, yaprak ve ürünlerini birbirine karıştırmıştır. Yunan ve Roma uygarlıklarından doğma Latin ve Cermen dillerinin de efsaneleri aynı kökenden türemiş olduğuna göre, burada ne görkemli bir öykü, inanç ve söylence topluluğunun ortaya çıktığı kolayca anlaşılır. (..)
*
(Sayfa: XXXV) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Olympos'ta tanrılar toplantısı: Zeus izin verir, her tanrı istediği gibi yardım edebilecektir savaşa. Tanrılar iki cepheye ayrılır: Hera, Athena, Poseidon, Hermes, Hephaistos Akhalardan; Ares, Apollon, Artemis, Leto, Aphrodite ise Troyalılardan yanadır.
*
(Sayfa: xIıı) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Olympos
*
Homeros tanrıları belli bir yerde otururlar. Olympos Dağı'nda. Yunan ilkçağı Ege çevresinin birçok dağına Olympos adını vermişti, nitekim ''yüksek dağ'' anlamına gelen bu adı bizim Uludağ da taşırdı. Ama tanrıların ülkesi Teselya'daki Olympos olsa gerek. Homeros'a göre tanrılar buraya yerleşmişlerdi. Binbir doruklu, hep karlarla örtülü, pırıl pırıl ışıldayan bu dağ öylesine sarp ve yüksektir ki göklere karışır. Doruğuna atları uşan arabalarıyla ancak tanrılar ulaşabilirler. En yüksek tepesinde Zeus taht kurmuştur, oradan dünyada olup biteni gözler. Tanrıların sarayları biraz daha aşağıda olsa gerek. Bu sarayı da tunçtan ya da altından avlusuyla tanrı Hephaistos'un yaptığı çeşit çeşit daireleriyle tıpkı bir kral sarayı gibi tasarlar Homeros. Zeus bu sarayın kralı, Hera kraliçesidir. Hera'nın da tahtı Zeus'unki gibi altındandır.
*
(Sayfa: xIv) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

İlyada'da İnsanlar Dünyası
*
İlyada'da karşımıza çıkan kişiler belli bir dünyanın insanlarıdır. Homeros bu dünyayı en ufak çizgilerine varıncaya dek anlatır, gözümüzün önünde canlandırır. Troya Savaşı'nda iki toplum karşı karşıya gelir: Yurları Anadolu'da bulunan Troyalılarla yardımcıları ve Yunanistan'dan gelmiş Akhalar topluluğu. Binden fazla gemiyle ve Troyalıların ordusundan on kat büyük bir orduyla Troya'ya saldırdıkları söylenen Akhalar bu sefere niçin çıkmışlardır.? Karısı kaçırılan Menelaos'un öcünü almak için diyor Homeros. Bir kraliçenin kaçırılması İlyada'nın geçtiği çağlarda savaşa yol açabilecek önemli bir olaysa da, efsanenin bu olayı fazla şişirip Troya Savaşı'nın önür gerçek nedenlerini gölgede bıraktığına hiç kuşku yok. Bu savaşın nasıl çıktığını, Akha ordularının nasıl tooplandıklarını İlyada'da anlatılan toplum düzeninden iyice anlıyoruz. Akha ordusu Yunanistan'ın çeşitli bölge krallıklarından oluşmuş bir ordudur. Her kral kendi gemileri, kendi adamlarıyla yola çıkmıştır. Troya Ovası'nda da her kral ve ordunun ayrı yeri, ayrı barakaları vardır, ordular hep birlikte savaşa yürüyünce her birlik ayrı safa dizilir. Bu ayrılık içindeki topluluk feodal bir düzene dayanıyor. Mykene Kralı Agamemnon 1200 yıllarında bütün Yunanistan ve adaların en güçlü kralı olsa gerekti. İlyada'da ''erlerin başbuğu'', ''orduların güdücüsü'' diye anılan Agamemnon kralların kralıdır. Ona bu üstün gücü altın değneği ile birlikte Zeus vermiştir diye inanır Homeros. Krallık Zeus'un bir armağanıdır, tanrıların en büyüğü de buyruklarını doğrudan doğruya krala ulaştırır. Zeus'un alışverişi hep Agamemnon veya Priamos'ladır; oysa Agamemnon'un buyruğundaki küçük krallara yol göstermek, haber ulaştırmak, Zeus'un buyruğundaki öbür tanrılara düşer.
*
(Sayfa: Ivıı) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Yalvarıcılık bir, konukluk iki, hiçbir yiğit bu kuralların dışına çıkamaz. Yunanistanlılarla Anadolulular bir kadın için mi, mal mülk için mi, ne için çarpışırlarsa çarpışsınlar, aralarında konukluk bağları yoksa amansız düşmandırlar birbirlerine, ama bu bağlar varsa akan sular durur, düşmanlığın yerini dostluk alır.

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Yolculuk
*
Homeros dünyasında insanlar epey yolculuk ederler. İş için olsun, konukluk için olsun, gemiyle, arabayla Ege çevresindeki ülkelere gidip gelirler. Homeros destanları bu yolculuk öyküleriyle doludur. Tanrı misafirliği o eski zamanlardan kalma olsa gerek bu çevrede. Bir eve konuk geldi mi, kılığına kıyafetine bakılmaz, adı sanı sorulmaz, hemen içeriye alınır, eli ayağı yıkanır, sırtına temiz rubalar giydirilir, ocak başına oturtulur ve yemek ikram edilir.Fırsat düşerse, kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği sorulur, ama fazla da ısrar edilmez. Odysseus gibi kimliğini gizlemek istiyorsa, sırrına saygı gösterilir. Konuğun şerefine oyunlar, şölenler düzenlenir, çalgı çalınır, ozanlar çağırılır, sonra da yoluna devam etmesi için bir arabaya, bir gemiye ihtiyacı varsa, o da sağlanır, armağanlar verilir, böylece ev sahibi ile konuk arasında kuşaktan kuşağa süregelecek konukluk bağları kurulur. İlyada'da da Odysseus'da da bu geleneğin çeşitli belirtilerini görürüz. Ant bozan insanlar vardır da, yalvarıcıya saygı ya da konukluk geleneğine karşı gelen Paris'ten başka bir tek kişi yoktur destanlarda. Ama Paris'in de bu suçu ne kadar pahalı ödediği belli.

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Av, Denizcilik
*
Yiğitlerin hayatı hiç de tek yönlü değildir. Yurtlarında sürüleriyle, topraklarıyla uğraşmasalar, ava giderler. Her iki destanda da yaman avcılık öyküleri vardır. O zamanlar arslan, pars, yılan, yabandomuzu gibi vahşi hayvanlar Yunanistan ve Anadolu'da bol olsa gerek ki Homeros bunlar için yapılan avları doya doya anlattığı gibi, benzetmelerinde de boyuna onlardan dem vurur. Bir de buna tanrıların insanları cezalandırmak için denizden çıkardıkları efsanelik canavarları katacak olursak, Homeros yiğitlerinin bu alanda ne kadar çok uğraşıp didinmek zorunda kaldıklarını anlarız.
Denizciliğin de Homeros dünyasında hayli ilerlemiş olduğunu İlyada'dan ve hele Odysseia'dan anlarız. Homeros denizciliği, gemiciliği en usta bir denizci gibi bilir. Ozanın bu alandaki bilgisine şaşmamak elden gelmez. Gerçi ozanın her alanda teknik terimleri yerinde ve yanılmaz bir dakiklikle kullanması öteden beri okurlarını şaşırtmıştır, ama denizcilik bilgisi kendisine özgü değil de, zamanın ve çevresinin bir özelliği olsa gerek. Gemiyi en ufak parçasına kadar nasıl sayıp anlattığına okurlarımız İlyada'nın birinci bölümünde iki örnek bulacaklardır.

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Destanda anlatan kişi üstüne kesin bilgiler aramak boşunadır. Ama kim anlatıyor sorusundan vazgeçip nasıl anlatıyor diye sorarsak, Homeros üstüne kucak dolusu bilgi edinebiliriz İlyada'dan.
*
Düz Akışlı Anlatma
*
İlyada düz akışlı bir anlatmadır. Yolculuğunun bir anında Phaiak'ların ülkesine varıp da, Alkinoos'un sarayında başından geçen türlü serüvenleri anlatan Odysseus'un geriye dönen, anılara dayanan anlatışı gibi değildir. Akhilleus'un öfkesi ile başlayıp Hektor'un cenazesi ile sona eren olaylar İlyada'da zaman sırasına göre anlatılır. Ne var ki düz akışlı değildir diyesim geldi. Bu iki cümle de az çok doğrudur. İlyada'ya kuşbakışı bakın, peşi sıra dizilmiş birçok olay görürsünüz; gözünüzü yaklaştırıp inceleyin, zamanda bir geriye, bir ileriye gidildiğini, hal ile geçmişin alt alta, üst üste geldiğini görürsünüz.Homeros'un anlatışına özgü bir ikilik çağdaş okuyucuyu şaşırtır belki, ama sanatının en tatlı yönlerindendir.
*
(Sayfa: Ixxı) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Kral Agamemnon karşılık verdi, dedi ki:
''Doğru ihtiyar, hakkın var yerden göğe.
Ama bu adam herkesten üstün olmayı komuş aklına,
herkese sözünü geçirmeyi, buyurmayı,
herkesin kralı olmayı komuş.
Ona boyun eğmeyecek elbet biri var,
ölümsüz tanrılar onu neden dövüşçü yarattılar,
hep sövsün saysın, bağırsın çağırsın diye mi.? (Sayfa: 12)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Tanyeri ağarınca yine on ikinci günü
hep var olan tanrılar, başlarında Zeus, döndüler Olympos'a.
Thetis unutmamıştı oğlunun isteğini,
fırladı denizin üstüne,
yükseldi şafakla Olympos'a, yüce göklere.
En yüksek yerinde çok doruklu Olympos'un,
öbür tanrılardan uzakta,
oturur buldu iri gözlü Kronosoğlu'nu.
Çöktü önünde, tuttu dizlerini sol eliyle,
okşadı sağ eliyle de çenesini,
yakardı Kronosoğlu tanrılar Kral'ı Zeus'a, dedi ki:
''Zeus baba.! Bir gün ya sözümle, ya işimle
ölümsüzler arasında yararlı olduysam sana,
şimdi yerine getir şu dileğimi:
Kısa ömürlü oğluma değer ver.
Saygısızlık etti Agamemnon, erlerin başbuğu,
aldı onur payını, yoksun bıraktı onu.
Olympos'lu yüce Zeus, bari onu sen say,
gücü Troyalılar tarafına koy, ne olur,
Akhalar saysınlar oğlumu, ününü yüce kılsınlar.'' (Sayfa: 19)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Here söylemeseydi Athene'ye şu sözleri
vakitsiz bir dönüş olacaktı Argoslulara:
''Kalkanlı Zeus'un gücü tükenmez kızı,
gördün mü başımıza gelenleri.!
Bak nasıl kaçıyorlar evlerine,
sevgili baba toprağına Argoslular,
denizin engin omuzları üstünde.
Bir şanlı zafer belirtisi diye mi bırakacaklar
Priamos'la Troyalılara Argoslu Helene'yi.?
Birçok Akha bu Troya'da,
baba toprağından, sevgili yurtlarından uzakta,
o Helene uğruna ölmedi miydi.?
Haydi git, karış tunç zırhlı Akhaların arasına,
yumuşak konuş, yola getir her adamı.
Kıvrık burunlu gemileri denize sürmesinler.'' (Sayfa: 28)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Zephyros yelinin üst üste getirdiği dalgalar
yankılı kıyıya çarparsa nasıl,
önce açık denizde başkaldırır da yükselir hani,
gelir sonra kırılır karada, öter güm güm,
burunlarda olur sırtı yusyuvarlak,
tükürüp saçar köpüklerini;
işte tıpkı bu dalgalar gibi üst üste yığılarak
Danaolar durmadan geliyordu savaşa.
Bir önder komuta ediyordu her sıraya,
erler de yürüyorlardı sessiz soluksuz.
Diyemezdin arkalarında koca bir ordu var,
şu insanların göğsünde ses var diyemezdin.
Önderlerin ardından yürüyorlardı usulcana,
sıralar içinde ışıl ışıl parlıyordu silahları.
Troyalılarsa zengin bir ağanın ağılındaki
koyunlar gibi duruyorlardı, sürü sürü,
nasıl dururlarsa sağılırken ak sütleri.
Kuzuların sesini duyup çığrışırlarsa nasıl,
öyle yükseliyordu yaygın ordu boyunca çığlıklar,
sesler çıkıyordu karmakarışık,
başka başkaydı her birinin dili,
ayrı yerlerden gelme erlerdi bunlar.
Kimini Ares kışkırtıyordu,
gök gözlü Athene kışkırtıyordu kimini.
Üç tanrı daha vardı onları kışkırtan:
Korku, Bozgun, bir de kızgın Kavga,
insan öldüren Ares'in yoldaşı.
Önce birazcık doğrulur o,
uzar, uzar, yükselir sonra,
bakarsın ayakları yerdedir, başı ta göklerde.
İnsanları birbirine katan savaşı saldı yine ortalığa,
yürüdü insanlara doğru, yükseldi iniltiler.
*
Hep birden alana yığılıp kapıştılar,
vuruştu kalkanlar, kargılar kıyasıya,
girdi birbirine tunç zırhlı erlerin öfkesi,
göbekli kalkanlar yapıştı birbirine.
Koptu bir uğultu, bir kıyamet,
çıktı ölenlerin iniltisi, öldürenlerin çığlığı ta göklere,
toprak oldu kan ırmağı.
Karlar erir de seller nasıl akarsa dağlardan,
oyuk bir yarın dibinden kaynayan gür suları
iki dağ arasında birleşirlerse nasıl,
uzakta bir çoban uğultuları dinler hani;
işte girdi karıştı böylece birbirine
insanların korkuları, gürültüleri.
*
(Sayfa: 82-83)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Athene, kalkanlı Zeus'un kızı,
bedenini saran rubayı attı babasının avlusuna,
o alacalı rubayı işlemişti kendi eliyle.
Giydi bulutları devşiren Zeus'un gömleğini,
kan ağlatan savaş için silahlarını kuşandı,
püsküllü kalkanını attı omuzlarına;
o korkunç kalkanda çepeçevre diziliydi
Korku, Kavga, Savunma, adamı donduran Saldırış,
bir de korkunç canavar Gorgo'nun başı,
korku, yılgı salan azman,
kalkanlı Zeus'un belirtisi.
Yüz ilin yaya erleriyle süslü tolgasını geçirdi başına,
iki sorguçlu, dört altın siperli.
Ayak bastı alev saçan arabasına,
aldı eline ağır, uzun kargısını.
Öfkelendiği yiğitleri o kargıyla kırar geçirirdi,
en üstün güçlü tanrının kızı. (Sayfa: 111)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Gökyüzünün tam ortasına gelince gün
bir altın terazi kurdu baba tanrı,
bir kefeye Troyalıların kara ölümünü koydu,
bir kefeye Akhaların kara ölümünü.
Ortasından tuttu kaldırdı teraziyi,
ağır bastı Akhaların ölüm günü
İndi Akhaların kara kaderi at besleyen toprağa,
engin göğe kalktı Troyalıların kaderi,
Zeus yıldırımlar gürletti İda Dağı'ndan,
bir ışık saldı Akhaların ordusuna,
görünce ışığı sarsıldı Akhalar,
kapladı hepsini sarı yeşil bir korku. (Sayfa: 159)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Mutlu bir adamın buğday, arpa tarlasında,
orakçılar karşılıklı sıra olur yürürlerse nasıl,
biçip biçip yere düşürürlerse sarı başakları,
Troyalılarla Akhalar birbirlerine öyle saldırdı.
Uğursuz Bozgun akla gelmeden canlara kıyılacaktı.
Saldırıyorlardı birbirlerine kurtlar gibi,
savaş denk tutuyordu iki başı.
Yerinde duramıyordu hıçkırıklar kaynağı Kavga.
Savaşanlar arasında tanrılardan bir o vardı.
Öbür tanrılar orada yoktu,
Olympos'un kıvrımlarında, kendi evlerinde,
saraylarında yan gelmiş, oturuyorlardı.
Kara bulutlu Kronosoğlu suçluydu onlarca,
zaferi Troyalılara sunmak istemişti.
Ama hiç oralı değildi Zeus baba,
onlardan ayrı, uzaklara çekilmişti,
oturmuştu göz kamaştıran çalımıyla.
Troya iline, Akhaların gemilerine bakıyordu,
öldürenlere, ölenlere, tunçların ışıltısına. (Sayfa: 223)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Ama yeri titreten güçlü tanrı
gözleri kapalı durmuyordu nöbette,
oturmuş gözlüyordu savaşı, dövüşü,
ta yukarılarda, ormanlık Semendirek'in en sivri doruğunda.
Tekmil İda Dağı görünürdü o doruktan,
Priamos'un kenti, Akhaların gemileri görünürdü.
Denizden çıkmış, gidip oturmuştu oraya,
sıkışan Akhalara içi yanıyordu,
çok içerliyordu Zeus babaya.
Sarp kayalardan aşağılara indi birdenbire,
yürüdü geniş adımlarla.
Koca dağlar, ormanlar tir tir titredi
ölümsüz ayakları altında Poseidon'un.
Üç adım attı, vardı Aigai'a dördüncü adımda.
Ünlü bir evi vardı Aigai'da, denizin dibinde,
tekmil altındandı bu ev, pırıl pırıl,
hiç eskimezdi, yok olmazdı.
Orda tunç ayaklı atları koştu arabasına,
altın yeleli uçan atlardı bunlar.
Kendi bedenini de kapladı altınla
ustaca işlenmiş altın kamçısını aldı eline,
bindi arabasına, sürdü dalgaların üstüne.
Altında deniz canavarları sevindiler, hopladılar,
tanımışlardı efendilerini, çıktılar mağaralarından.
Mutlu deniz yol verdi, geç dedi Poseidon'a,
atlar da uçtular rüzgâr gibi.
Tanrıyı Akhaların gemilerine götürdü atlar,
arabanın altında tunç dingil bile ıslanmadı.
*
Denizin diplerinde, ta uçurumlarda,
Tenedos'la kayalık İmbros arasında
bir mağara vardır geniş, kocaman.
Durdurdu orda atları Poseidon, yeri sarsan.
Çözdü arabadan, tanrısal yemlerini koydu önlerine,
bağladı ayaklarına altın zincirler,
bunlar kırılmaz, çözülmez zincirlerdi,
efendileri gelene dek ayrılamazlardı oradan.
Kendi de Akhaların ordusuna doğru yürüdü gitti. (Sayfa: 269-270)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir
Akhilleus'un Savaşa Katılması

Ayağı tez Akhilleus kaygı içinde dedi ki:
''Madem koruyamadım ölümden arkadaşımı,
ne olur şu anda ölüp gideyim bari,
yurdundan çok uzakta can verdi o,
görmedi beni yanında bir koruyucu gibi.
Besbelli dönmeyeceğim sevgili baba toprağına,
olamadım Patraklos'a bir kurtuluş ışığı,
olamadım bir kurtuluş ışığı öbür arkadaşlarıma,
tanrısal Hektor'un sürüyle tepelediği.
Oturuyorum burada gemilerimin yanında,
toprağın boşuna taşıdığı bir yük gibi,
kurultayda benden üstün adamlar var, ama
Akhalardan bir tek kişi savaşta denk gelemez bana.
Tanrılarda, insanlarda yok olsun o kavga,
aklı başında adamı bile çelen o öfke,
bir bal damlası gibi akar insanın içine,
sarar göğsünü duman gibi,
beni de böyle çıkardı çileden o,
Agamemnon, erlerin güdücüsü.
Ama yeter artık bunca öfke,
bırakalım geçmişi, olan oldu,
gemlemek zorundayız göğsümüzdeki yüreğimizi.
Hektor'la karşılaşmaya gideceğim şimdi,
sevgili dostumun canını alanla,
Zeus'la öbür tanrılar istiyorsa ölmemi,
ölüm durmasın, varsın gelsin.
Güçlü Herakles bile ölümden kaçınamadı,
o ki Kronosoğlu Zeus'un en sevdiği adamdı.
Kader'le Here'nin manasız öfkesi tepeledi onu.
Varsa kaderimde, yere serilip ölürüm ben de
ama üstün bir ün kazanacağım şimdi,
Troyalı, alçak kuşaklı Dardanoslu kadınlar,
silsinler elleriyle ince yanaklarında akan yaşları,
başlasınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaya,
anlasınlar benim savaştan uzak durmam artık bitti.
Ne kadar seversen sev beni ana,
ama savaştan uzak tutmaya kalkma beni.'' (Sayfa: 400-401)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir
''..
Gemilerin yanında yatıyor Patraklos'un ölüsü,
ne ağlayanı var, ne gömeni.
Unutamam onu canlılar arasındayken,
dizlerim tutana dek unutamam onu.
Unutulsa bile Hades'te ölüler,
ben yine anacağım sevgili dostumu.
Şimdi Akha delikanlıları, dönelim gemilerimize,
alın şunu da, çağırın Paian övgüsünü.
Büyük bir ün kazandık, öldürdük tanrısal Hektor'u,
Troyalılar bir tanrı gibi taparlardı ona.''
*
Ayağı tez Akhilleus böyle dedi,
tanrısal Hektor için düşündü kötü şeyler.
İki ayağını topukla bilek arasından deldi,
kayışlar geçirdi deliklerinden, bağladı arabaya,
başı bıraktı yerde sürüklensin diye,
sonra atladı arabaya ünlü silahlarıyla.
Kamçıladı atları, atlar öne atılıp coştu.
Yerde sürüklenen gövdenin çevresinde
bir toz bulutu yükseldi birdenbire.
Toz toprak içinde kaldı bütün başı,
kopkoyu saçları darmadağın oldu,
çok güzeldi bu baş eskiden,
şimdi Zeus verdi onu düşmanlarına,
kirletsinler diye yurdunun toprakları üstünde. (Sayfa: 486)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''Bir şey var insandan Hades ülkesinde bile,
içinde can yoksa bile, bir ruh var, bir gölge.
Bütün gece talihsiz Patraklos'un ruhu
başucumda inledi durdu,
yapacağımı sayıyordu bir bir bana.
Patraklos'a ne de çok benziyordu.'' (Sayfa: 494)
*
Yeni evli oğlunun kemiklerini bir baba
yakarken nasıl ağlarsa,
bu ölüm ananın babanın nasıl yakarsa yüreğini,
Akhilleus da arkadaşına öyle yanıyordu. (Sayfa: 498)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''ama yakında boyun eğecek ömür ipliğine,
ana karnından doğduğu gün ona kaderin büktüğü.'' (Sayfa: 437)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''Dili oynaktır insanoğlunun, söz tarlasında otlar durur,
ne söylersen onu alırsın geri.'' (Sayfa: 441)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''Kafadır oduncuyu oduncu yapan, gücü değil.
Şarap rengi denizi allak bullak edince rüzgârlar,
dümenci kafayla yönetir hızlı gemisini.'' (Sayfa: 501)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...