31 Aralık 2019 Salı

Nâzım Hikmet Ran - Yazılar 1

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

(..) Sanatkâr demek, beynine akseden tabiatı en güzel veya en çirkin, en kuvvetli olarak bize betekrar iade eden adam demektir. Herkesin gördüğü tabiatı, herkesin gördüğü gibi aynı kuvvetle, aynı güzellik veya çirkinlikte gösteren ayna, bir sanatkâr kafası olamaz. Nasıl ki bir fotoğraf adesesi sanatkâr değildir. (..) İstikbal yalnız hakiki sanatın ve hakiki sanatkârlarındır.
*
Nâzım Hikmet / Akşam, 22.11.1924 (Sayfa: 7-8)

***
(..) Son günlerde ismi sık sık geçen Şekspir'i nazar-ı itibara alalım. Şekspir bir taraftan, içinde yaşadığı içtimai teşekkülün tenkitçi bir ifadecisi olmuş; diğer taraftan ''gelen''i, istikbali sezmiş ve ana hatlarında düsturlaştırmıştır. Halbuki böyle bir inkişaf merhalesinden esas itibariyle, bütün milletler geçtiği için Şekspir'in tipleri, karakterleri de beynelmilel bir mahiyet almıştır.
Belki Şekspir'den evvel bu işi yapanlar olmuştur, fakat o bunu en muvaffak ve orjinal bir surette yapmıştır. (..) (Sayfa: 15)

***
(..) Hakiki dehayı bulmak için sahte dehaları, kafalarımıza zorla dikilen putları yıkalım. 
(Sayfa: 16)
***
*
(..) Kara Davut seyri esnasında zenginleşmenin hâkim olup emretmenin hiç de düşmanı olmadığını göstermiştir, o derebeylerin düşmanıdır. Fakat kendisini demokratik bir surette hükümdar ilan ettikleri zaman buna hiç de itiraz etmiyor. Bu zihniyet, bu tezatlı psikoloji zenginleşmeye doğru giden orta tabakaların zihniyetidir.
*
Resimli Ay, Haziran 1929 (Sayfa: 17)
***
*
(..) Mensup olduğu milletin lisanında bir dönüm noktası teşkil etmeyen, o milletin büyük mücadelelerinin sesini duyuramayan bir şair nasıl milli şair olabilir.? (..) (Sayfa: 22)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları
#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

YENİ NEŞRİYAT ''24 SAAT'' - POEM.
MUHARRİRİ: İlhami Bekir Hakkında:
*
Gelen edebiyat neslinin, giden edebiyat nesline vereceği en kahredici, en kestirme, en kati cevap meydana eser çıkarmasıdır. Bilhassa keyfiyeten eskisinden üstün, eskisinden ileri eser.. Bu hususta görüyoruz ki gelenler gidenleri aratmamaya başlıyorlar. Genç ve yeni nesil çalışıyor. Filhakika, bazen bu genç ve yeni nesil bazı cephelerde kendini daha bulamamıştır. Gelenin bazı grupları yollarını şaşırmışlardır ama, ana hattında edebiyat yeni neslin omuzlarına dayanarak ilerliyor. Bu ilerleyişin kuvvetli adımlarından biri de İlhami Bekir'in '24 Saat' ismi altında neşrettiği poemidir. Bu genç yazıcının, edebi faaliyeti çok şayan-ı dikkat merhalelerden geçmiştir. (..)
İşte kendi ağzından bunu dinleyiniz:
*
Uzun kış akşamlarında,
Kırık masamın kenarında
Yarım yamalak Fransızcamla,
Miyop gözlerimle değil,
Gözlerimde bağdaşan bir kırık camla
Okuduğum
Fransız sembolistlerinin
Her eserini
Bir Himalaya gibi büyütür de gözlerimde
*
Şairin o devredeki mevzuları ise şunlardı
*
Ellerimde bir portakal gibi sıktığım kafamın
Titrek camın
Arkasındaki korkunç hayaleti;
Tavanımda boydan boya uzanan
Bin bir ölüm iskeleti;
Duvarlarda kemik parmak izleri;
Ufukların
Bir kucak gibi açılan mavi etekli denizleri;
Silik camlar;
Sıtmalı titiz öksürüklü akşamlar;
Esrarlı kaldırım taşları,
Ateşli bir gülün al göbeğine benzeyen mangal başları..
Bunlardı benim kırık yarım
mevzularım..
*
Mütereddi Bodlercilik ve ona müvazi olarak sembolizm, dev adımlarıyla değişen, günden güne hâkimiyeti artan şehirlerin, serseri münevverler üzerindeki aksülamelidir. Münevver, şehirde aç kalıyor, şehirden korkuyor, maddenin, sanayinin hâkimiyetinden nefret ediyor ve bu halet-i ruhiyesi korku, kâbus, mabad-et-tabiaya (fizikötesi), maziye hasret temayülleriyle meydana çıkıyor. Şehri dev evleriyle, karanlık kaldırımlarıyla bir cehennem, kadını kan içici bir cadı şeklinde görüyor. Bu itibarla bizde de bu edebi cereyan bilhassa Türkiye'nin en büyük şehri olan ve son senelerde büyük bir yirminci asır şehrinin vasıflarını nefsinde cemetmeye başlayan İstanbul'da eski sanat bohemine benzemeyen bir bohem hayatı vücuda geldi. Filhakika mevcut şerait içinde bu bohemin sanatkâr serseriliğinin müspet, ileri, inkılapçı tarafları vardır. Fakat aynı zamanda bunun geri, mütereddi cepheleri de vardır ki, bu cihet Bodlercilikte, sembolizmde, sürrealizm cereyanlarında kendini buluyor. Bu itibarla İlhami Bekir sembolizmden kurtulmakla tereddiden (soysuzlaşma) kurtulmuştur. Şimdi o, çalışan şehrin açlarının yazıcısıdır. Yoksa, münevver şehir serserisinin şairi değil. Muayyen şerait içinde ıstırap haline gelen şeyin, açlığın, kadınsızlığın azabını duyuyor, fakat geriye bakmıyor, şehirden umacı gibi korkmuyor. Şehrin tekevvününü tarihi bir zaruret olarak kabul etmiştir, ileriye bakıyor.. Filhakika bazen, kâbusundan daha yeni kurtulduğu için sembolizm hastalığının arazını göstermiyor değil, fakat bu mazisinin son ihtilaçlarıdır (çırpınma).
*
Resimli Ay, Ağustos 1929
***
''24 SAAT'' (Şiirde Yeniliği Nasıl Anlıyoruz.?)
*
(..) sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur ama, bazen vücut kendi sağlamlığı ile o kadar meşgul oluyor ki, biçare kafa dumura uğruyor. Bizce bu tezat, ''mütefekkir sportmen''lerin yetişmesiyle hallolacaktır. (..)(..) Pikasso diye meşhur bir ressam vardır. Bu adam resimdeki yeniliklerin mürşitlerinden biridir. Mesaisi, üç merhale geçirmiştir. Birinci merhalede, o ana kadar gelen resim bilgisini tamamen kavramış klasik ressamlar kudretinde tablolar yapmıştır. İkinci merhalede bu bilgisine dayanarak resmi ''dekompoze'' etmeye başlamış, labaratuvarda çalışan bir kimyager azmiyle tahliller yapmıştır. Üçüncü merhalede, yeniyi ''kompoze'' etmeye çalışmıştır. Yani bu üç merhale: Eskisi gibi terkip, eskiyi dağıtmak, yeniyi terkip merhaleleridir. -Bizde, Edebiyat-ı Cedide'nin mürşitlerinden olan Tevfik Fikret de böyle değil miydi.? Fikret, Divan edebiyatını mükemmelen bilen, kuvvetli gazeller yazabilen bir şairdir. (..) Bugün, Türkçe şiirde yeni bir yol açmak isteyen keşşafların, şiir mazisini iyice bilmeleri, hiç değilse hece veznini iyice kavramaları lazımdır. (..) (..) Bu yakınlarda 24 Saat isimli bir manzum risale neşreden İlhami Bekir Bey, hece veznini mükemmelen kullanmış bir şairdir. Bundan dolayı, şiirdeki yeniliğin temiz misallerinden biri olan 24 Saat isimli kitabı, ''Yenilik'' için muzır değil, faydalı bir eser olacaktır. İlhami Bey, bu eseriyle, yeni şiirin başıboş, keyfe göre parçalanmış, darmadağın kelime, his ve fikir çorbası olmadığını ispata çalışmıştır bu eserinde (bu sahada yazdığı ilk eser olduğu nazar-ı itibara alınırsa), fevkalade muvaffakiyet elde etmiştir. 24 Saat gerek muhtevası, gerek hüneri ile, yeni Türkçe şiirin kazandığı meydan muharebelerinden biridir. (..)
*
Orhan Selim, Akşam, 20 Ağustos 1929 (Sayfa: 26-27)
***
*
Kahveler tıklım tıklım
-----Tarlalar takır takırdır.
-----Tamtakırdır.
Toprak
-----Bakılarak
-----Verir
Bu bakış yosunlu, isli kahve pencerelerinden
Dikenli tarlalara
-----Bakmak
-----Değildir.
Güneşte kadın, karda kadın
-----Tarlalarda kadın
-----Çalışır.
Yalansız
-----Yalnız
-----Çalışan kadındır Anadolu..
*
D. Türkmen
***
Şimdiye kadar edebiyatımızda böyle sesler duyulmuyordu. Bu Anadolu kadınının istismarını haykıran ses yeni, faydalı, güzel ve kudretli bir sestir.
***
KÜFECİLER - Fahri Kâmil
*
Bakın he..y,
Bahtın kara okları
aşınan sırtımıza bindi bizim.
İri aynalar gibi gözlerimizden
şarıl şarıl akmadan yaşlar dindi bizim.
He..y, küfeler patııır.. patııır..
patlasın artık,
Biz nasıl
dizleri tiril tiril titreyerek çöken hanlar gibi
çöküyorsak.
Canımızı kanımızı nasıl söküyorsak..
Omuzlara mıhlıdır küfeler.
Bağları
bir elden bir ele kaynayan demir kollar gibi.
Vur, bahtına vurur gibi yükü sırtına..
Ikına
ıkına
gitme gülüm, sana yaraşmaz..
Az
bile bu okkalar.
Boyu aşmıyor.
Yere taşmıyor.
***
Bu numuneler yeni doğmakta olan edebiyat hakkında tabii gayet muhtasar (kısa) bir fikir vermektedir.
*
Resimli Ay, Teşrinisâni 1929 (Sayfa: 30-31)
***
*
Ben Peyami'nin bu son romanını üç defa okudum. Otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım. Her okuyuşta, satırlar evvelce görmediğim, sezmediğim, anlamadığım taraflarını bana gösterdiler. En basitin en mürekkep (bileşik, karışık) olduğunu bu kitap bir kere daha ebediyen ispat etti. Bu kitabın karşısında ben, yıldızlı göklerin sonsuzluğuna bakan ve o lâyetenahi (sonsuz) âlemde yeni pırıltılar, o zaman kadar hiçbir gözün göremediği acayip fakat hakiki âlemler keşfeden bir müneccimin hayranlığını duymaktayım. Hayranım.. (..) (..) 9'uncu Hariciye Koğıuşu'nu, Çalı Kuşu'na ağlayanların anlaması kabil değildir. 9'uncu Hariciye Koğuşu on bin, yüz bin, bir milyon satılırdı; eğer ıstırabı, azabı ve neşeyi coşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma ve yazma bilselerdi. Büyük eserleri ya hakiki halk kitlesi, ya hakiki büyük münevver tabakası anlayabiliyor. Orta münevver ve burjuva, sanatı en az ve en kötü tarafından anlayanlardır. (..) (..) 9'uncu Hariciye Koğuşu'nun bir tek kahramanı var: 9'uncu Hariciye Koğuşu. Bu kitap, bütün bir çocuklar hastahanesinin romanıdır. Burjuvanın çocuğu 9'uncu Hariciye Koğuşu'nda yatmadı, o ve onun anası, babası o beyaz duvarların kâbusunu duyamaz. 9'uncu Hariciye Koğuşu'nda halkın çocuğu yatıyor, benim oğlum yatacak, onu ancak biz anlarız.. (..) (..) Peyami'nin romanı realisttir, fakat eski manada fotoğraf realizmi değil, şeniyetlerin (gerçekliklerin) abidesini yapan ve bunu yapmak için bir sıra tahlil ve terkiplerden mürekkep bir kompozisyon vücuda getiren diyalektik bir realizm.
Peyami'nin romanı.. Peyami'nin 9'uncu Hariciye Koğuşu, Peyami'nin.. Ne söyleyeyim.. İnsan, yahut ben, nefret ettiğim, kızdığım vakit çok söyleyebiliyor ve çok yazabiliyorum. Fakat sevdiğim zaman o kadar çok seviyorum ki, sevdiğim şeyi uzun uzadıya anlatamıyorum. Nefretim sevgimden daha mı kuvvetli.? Zannetmem. Bildiğim bir şey varsa o da, sevince susmak istediğimdir..
9'uncu Hariciye Koğuşu'na hayranım ve susuyorum işte..
*
Resimli Ay, Şubat 1930 (Sayfa: 33-34)
***
*
(..) Heraklit her şeyin cevherini, her şeyi yutan ve mahveden ateşte görüyor ve gürül gürül akan suda tabiatın ve tarihin akışını seyrediyor.
Bize göre hareket zıddiyetlerin kavgası, çarpışması sayesinde vücuda gelmektedir. Yüksek merhaleye geçiş ise sıçramalarla yani inkılaplarla olur. İnkılap prensibi bütün kâinata, bütün varlığa şamildir. Tarihte inkılap muayyen bir kültürden daha yüksek bir kültür tipine geçişin şeklidir. Bu sebeple her inkılap kültür kıymetleri yaratmanın ifadesidir. (..) İnkılabın her zaferi kültürün zaferi demektir. 
*
*
Resimli Ay, Haziran 1930 (Sayfa: 36)
***
*
Öyle kitaplar vardır ki, çıktıkları zaman büyük gürültü yaparlar, fakat bir iki sene ve bazen bir iki ay geçti mi unutuluverirler. Bunlar son moda pantolon filan gibidirler. Bir mevsim herkes onlardan bahseder, sonra modaları geçer ve unutulurlar.
Halbuki bazı kitaplar vardır ki, çıktıkları zaman etraflarında gürültü patırtı yapılmaz. Yavaş yavaş ağır ağır okuyucu kitlesinin etine, canına, kalbine girer ve babadan oğula, nesilden nesile yalnız ruhi değil, uzvi bir veraset gibi intikal ederler.
İşte Mahmut Yesari'nin romanlarının ekserisi bu ikinci cinstendir.
(..) Bağrıyanık Ömer, kanaatimce edebiyat tarihimize girmiştir. Bu içli çocuğun ıstırabı kim bilir daha kaç sene bütün bir köylü cemaatin ıstırabını temsil edecektir.
*
Süleyman, Resimli Ay, Haziran 1930 (Sayfa: 37)
***
[Mayakovski]
''Benim emzikler hakkında mükemmel bir şiirim var,'' diyordu, ''ihtiyarlayıncaya kadar emeceğim emzikler hakkında.!''
Bu fikirle alay edenler oldu. Mayakovski onlara cevap verdi:
''Eğer hâlâ çocukların ağzına emzik vermeyip kirli bez parçaları sokuyorlarsa, bu biraz da şairlerin kabahatidir. Emzik propagandası yapmak, medeniyet propagandası yapmak demektir.'' (Sayfa: 41)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

*
''Musiki ruhun gıdasıdır.!'' Ne mühim lâf.! Şu iktisadi buhran devrinde, midemizin gıdasını adamakıllı temin edemiyoruz. Hiç olmazsa ruhumuzu doyuralım.. Musiki ile taayyüş (yaşama, geçinme) edelim, dostlar.!
Belediye, fukara-yı ümmet için, bedava konserler verdirsin.. Her köşe başına bir radyo koysun.. Alaturka, alafranga sazendeleri, hanendeleri seferber etsin.. Ruhlarımıza ziyafetler çekilsin, ruhumuzun karnı doysun efendiler.!
Canımız mayonezli balık isterse: Münir Nurettin Beyi dinleyelim. Filhakika, Münir Bey'in sesi ve musikisi, mayonezli levrek değildir ama, hiç olmazsa mayonezli çirozdur ya.!
Yok, balık sevmiyorsak; tavuk kızartmasına ne buyrulur.? Fikriye Hanım'ı dinleyelim. Ruhumuz biraz tavuk kızartması yesin. Ama tavuk biraz kartça imiş.Ne çıkar.?
Şöyle bol patlıcanlı, taze yeşil fasulyeli, hatta içinde bezelye bile bulunan türlü güveçte yemez misiniz.? Muhlis Sabahattin'in plakları ne güne duruyor.? Çal onları, ye doya doya türlü güveçteden.!
Şekeri az, portokalı ekşice bir komposto istiyorsa canın, ses kraliçesi Hudadat Şakir Hanımı dinlemeye git. Ruh midesinin komposto ihtiyacı bir iki sene için tatmin edilir..
Velhasıl-ı kelam, piyasadaki milli musikişinaslarımız, milli sazende ve hanendelerimiz sayesinde ruhumuzun gıdasını pekâlâ temin edebiliriz, üstadım.! Eh.! Artık ruhumuz doyunca, gel keyfim gel.! Yalnız dünyayı değil, ahreti de sağlama bağladık demektir.. Gelsin çiftetelli, dolu bir ruh, boş bir göbekle, aşağıdan kıvır yavrum, aşağıdan..
*
[Ben, Yeni Gün, 20.4.1931] (Sayfa: 46)
***
Dilimin sözleri değerli taşlara benzer..
Değerli taşlar, kırmızı, yeşil, sarı, ak boyaları, boy boy, gözlerimin önünde serili durmaktadır.. Işıl ışıl ışıldayanlar..
Gözlerim kamaşıyor.. Avuçluyorum.. Parmaklarımın arasından dökülüyorlar, güneşli su gibi, pırıl pırıl.!
Ben bir kuyumcu yamağıyım.. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum.. Onları öyle bir dizeyim istiyorum ki, gözlerimiz en güzel bir türküyü dinler gibi olsunlar.. (..)
*
[Orhan Selim, Akşam, 15.11.1934] (Sayfa: 54)
***
(..) Dil, durmadan doğuran bir anadır.. Yürüyüşün buyruğu budur.. Bu böyle akar gider..
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.11.1934] (Sayfa: 57)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

''TEŞYİ'', ''İSTİKBAL''
*
Benim bir arkadaş var. Bilmem nerede çalışır. Geçenlerde bir iş için, şu günü, şu saatte, şurada buluşalım diye sözleştik. Ben gününde, saatinde gittim. Bekledim, bekledim, gelmedi. Kafam kızdı. İçimden kalayladım. Ertesi günü, gece yemek yerken, çat kapı geldi. Daha ağzımı açmadan, başladı söylemeye:
- Affedersin birader, dün randevuya gelemedim. Bizim müdür beyefendi Ankara'ya gidiyorlardı. Kendilerini teşyi etmek mecburiyetinde kaldım. Malum ya..
Daha söylenecekti. Yerimden fırladım:
- İlkönce, dedim, temiz konuş. Bunun için tarama dergisini koynunda taşımak da istemez. ''Affedersin'' diyeceğine ''Beni bağışla'', ''randevu'' diyeceğine ''sözleştiğimiz yere'', ''birader'' diyeceğine ''kardeş'', ''teşyi'' diyeceğine ''uğurlamak, geçirmek, yola koymak'' diyebilirsin. Beyefendi sözünü ise söylemek bile istemez.. Sonra, dedim, uğurladığın adamla yakın arkadaşlığın mı var.? İçli dışlı, can ciğer kuzu sarması mısınız.?
- Hayır, ne münasebet, dedi..
- Ankara'ya gitti diyorsun, dedim, bir daha geri dönmeyecek mi.?
- Yooo, üç dört gün sonra dönüyor, dedi..
- Sen onu geçirmeye gitmeseydin, adamcağız trene binemez miydi.? dedim..
Bu sözüme güldü. Karşılık vermedi.. Kafam büsbütün attı:
- Öyleyse, dedim, bana sözlü olduğuna bakmaksızın, içli dışlı arkadaşın olmayan, sensiz bilet alabilen, üç gün sonra geri gelecek bir adamı ne diye uğurlamaya gidersin.?
Yüzüme bön bön baktı:
- Aman, birader, dedi, dairenin müdürü umumisi gider de ben nasıl onu teşyi etmemek gafletinde bulunabilirim.!
Bu sözlerin karşılığını da ben vermedim. ''Teşyi etmemek gafleti'' diye konuşan, böyle düşünen bir adama neyi anlatayım, nice anlatayım.? Gidecek, Tanrının günü, birini ya uğurlamaya, ya karşılamaya gidecek..
*
[Orhan Selim / Akşam, 11.12.1934) (Sayfa: 62)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

ÖPTÜĞÜM EL..
*
Oda loş.. Ak saçlı kocamış ozan, içine bir çocuk gibi gömüldüğü, geniş, büyük koltukta oturuyor.. Lambanın ışığı, omuzlarını yalayarak, koltuğun kolu üstünde duran sağ elini aydınlatmış.. Mistisizmi seven bir yazıcı olsaydım, derdim ki: Bu el, Ortaçağ boyacılarının karanlık kilise duvarlarına çizdikleri, başlarının çevresi ışıklı İsa erenlerinin yüzlerine benziyor.. Bu benzetiş, belki de bu elin çok ağrı, çok acı çekmişliğinden yana yakışık alırdı. Yoksa bu kocamış ozan elinin ağrı, acı içinde yaratmasından gelen çizgilerini, başının çevresi ışıklı bir İsa ereninin küskün, sarı yüzünde bulamazsınız.
Erenler, varlığını sandıkları bir yaratanın kısır gölgeleridirler; bu el: Yaratandır.. Ölü, kımıldanmaz, sağır sözlerin yığını içinde dolaşarak, onlara dokunarak, onları canlandıran, boyayan, onlardan en işitilmemiş sesleri çıkaran biricik ''tanrı-adam''ın elidir bu.. Erimiş bakır gibi kızgın, kaynar duyguları sözlerin potaları içine akıta akıta yanarak yontulmuş, incelmiş bir el.!
Oda loş.. Ak saçlı ozan, içine bir çocuk gibi gömüldüğü, geniş koltuğun kolu üstüne sağ elini bırakmış. Lambanın ışığı omuzlarını yalayarak yerle göğün bu en güzel verimini, kocamış ozanın elini aydınlatıyor. Ben ki el öpmemişim, eğildim, öptüm bu eli.
Yaratanın yaratanını, kendi kendimi öpmüş gibi oldum.!
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.12.1934] (Sayfa: 63)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

83 YAŞINDA DELİKANLI
*
Okuyucularımdan birisi: ''Öptüğüm El'' başlığı altında yazdığım yazıdaki ozanın kim olduğunu soruyor. Anlatayım:
Geçen gün Abdülhak Hâmit'e gitmiştim.Son yazdığı büyük piyesi bana okudu. Yaşıtlarının birçoğu, sona eren bir akşamın korkusuyla bir Öteyanın varlığına sığınırken, bu ak saçlı büyük usta:
Meçhûle tapma, akl ü izâna tap, dedim
Hayvâna tapma, insâna tap, dedim
diyor. İşte öptüğüm el bu 83 yaşındaki delikanlının eliydi. Öyle bir 83 yaşında delikanlı ki, içinde sonsuz güzelliklerin ışıltıları dolaşan gözleri bugün artık kendi el yazısını bile gözlüksüz seçemezken, sonsuz yaşayışın sevgisi, adamoğlunun yaratıcı gücüne tükenmez inanışıyla, üstüne güneşlerin kızıllığı vurmuş bir kaya gibi dimdik dikilmiş duruyor..
Ben, Hâmit'i şimdi anlamaya başlıyorum. Onun yürek derisini yüzerek bu sert kabuğun içinde tutuşan alevle, gözlerim yeni yeni kamaşıyor..
O seksen üç yaşında ve piyes yazıyor. Daha kırk üçüne basmadan çıktığı yüksekliğe dayanamayarak patlayıp boşanan balonlar gibi, sönmüş nice yazıcılar biliyorum.. Onların yürek gücü mü eksikti.? Yoksa doğuşlarındaki artistlik ateşleri mi yetmedi.?
Bence onların eksikliği, onlara yetmeyen nesne kültürleriydi. Hâmit'e seksen üç yaşında piyes yazdırtan nasıl kültürüyse, yirmi beşine kadar kanlarının sıcaklığıyla çoban şarkıları yazdıktan sonra bu kan soğur soğumaz susanları susturan da kültür eksikliğidir..
Hâmit'i bugün okudukça, onunla konuştukça daha çok anlıyorum ki, derelerin arasında köprüler nasıl bilgisiz kurulamazsa, yüreklerin arasında da köprü kurmak için bilgili olmak gerekir. Eğer ozanlığa özenseydim, tek söz yazmadan önce, en aşağı iki dil öğrenir, iki bin kitap okurdum.
*
[Orhan Selim / Akşam, 20.12.1934]

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

*
Düşünmek kadar güzel, düşünmek kadar korkunç, düşünmek kadar dinlendirici ve çıldırtıcı bir nesne olmasa gerek, diye düşündüm.
Doludizgin, önceden öğrenilmişlere dayanmayarak, korkmadan düşünmek.!
Ben, bu iki işi kıvırabilecek babayiğitlerin yeryüzünde sanıldığından az olduğunu sanıyorum.
Kim, karşıma çıkı: ''Ben düşüncemde ilişiksizim, düşünceme sınır tanımam.!'' diyebilir.? Kimin kafasındaki düşünce, içinde büyüdüğü, yaşadığı, yetiştiği, kımıldandığı, okuduğu, aldığı, verdiği sosyal çevrenin damgasını taşımaz.?
Düşünmek bir başlangıç değil, bir sondur.
Düşüncelerimizin ana çemberini çizen, en geniş bir anlayışla sosyal çevredir.
Düşüncenin sosyal çevre üzerinde dokunağı yok mudur.? Vardır.! Çünkü bana göre, bizim dışımızda bize bağlanmadan var olan varlığın başsız ve sonsuz akışını, değişimlerini, devrimlerini yalnızca uzaktan sezip anlatan bir düşünce değil, bunun üzerinde, bu akışın içine karışarak dokunaklı olan bir düşünce, ancak o, kısır bir kafa gevezeliğinden çıkıp verimli bir yaratılış parçası olabilir.
*
[Orhan Selim, Akşam, 28.1.1935] (Sayfa: 79)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

*
Öleli bir yıl oluyor. Belki adını çoğunuz duymamıştır. Yaşasaydı, adını duymayanınız kalmazdı belki.
Öyle ölüler vardır ki, ben onların öldüklerini düşündükçe, vakit olur, yaşadığımdan utanırım. Onlar kadar değerli, onlar kadar büyük, onlar kadar iyi olmadığıma bakmaksızın yaşamaklığım kötü bir iş gibi gelir bana. Sonra, yine onlar kadar iyi, değerli ve büyük olmak için yaşamak isterim yalnız.
Yazıcı Kemal Ahmet benim bu ölülerimden biridir. Dişlerine yapışmış dudaklarından ciğerlerini parça parça, kuru yapraklar gibi dökerek öleli bir yıl oluyor.
Bence büyük bir ölünün yıldönümündeyiz. Biliyorum, ne toprağına çiçek konacak, ne gazeteler fotoğraflarını basacaklar. Kim bilir, böyle yapılsaydı, onun anımı büyüklüğünden bir parçasını kaybederdi belki. Belki, bugün, burda, benim ondan söz açmam bile saygısızlıktır. Ancak, n'eyleyim, önümde onun 'Gülen Nar ile Ağlayan Ayva' adlı kitabı duruyor. Bunu iki üç gün önce, sağ olsun, Ahmet Cevat adında bir delikanlı bastırmış, bana da göndermiş.
Ben bu kitabı okumayan kalmasın istiyorum ve işte bunun içindir ki, seslerle dolu bir bulut ağırlığıyla susacak yerde böyle bir sürü boş, kuru lakırdı ediyorum. Kemal Ahmet sağ olsaydı beni anlar ve bu yaptığımı gülünç bulmazdı gibi geliyor bana..
*
[Orhan Selim, Akşam, 5.4.1935]

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

*
(..)
Bana göre bütün kâinat, bütün unsurlarıyla başsız ve sonsuz bir akış halindedir. Dün yok oluyor, bugün dünün, yarın bugünün yerine geçiyor. Böylelikle her an gelen bir yarının akışı içinde,
adımlarını bu akışa uyduran adam, yaşayan adamdır.
*
[Orhan Selim, Resimli Perşembe, 25.4.1935]
***
*
Çocukluğumu, delikanlılığımı ve kırkına merdiven dayayan yaşımı, kitaplarında toplayan bir yazıcı olduğu için onu, şu veya bu düşüncenin dışında, tabiatın bir görünüşünü sever gibi severim.
Çocukken anam yüksek sesle okur onu, ben masal gibi dinlerdim. Çok yerlerini anlamadan, Arap bacılarına, kamburlarının, köftecilerinin, Şıpsevdi'lerinin konuşmalarına katıla katıla gülerdim.
İlk delikanlılığımda, bana, insan yaşayışı üstünde düşünceler yürütmek kolaylığını gösterenlerden biri oldu. Şimdi ona, bütün radikal, küçük-burjuva ideolojisini bir yana bırakarak, bütün bir yaşayış tarihinin bir bölümünü gösteren boyaları parlak bir tablo gibi doya doya bakıyorum.
Hüseyin Rahmi, yalnız kendi alnının teriyle tanınmışlığını yapan bir büyük yazıcıdır. Bu bakımdan da onu sayarım.
*
Bugün kaç yaşındadır, bilmiyorum. Ancak bir büyük yazıcının ara sıra kutlulanması yaşına bağlıysa, bu yaşa nasıl olsa çoktan gelmiş olduğunu sanıyorum. Ve yine sanıyorum ki, halkın en çok okuduğu bir büyük artisti kutlulamakta geç bile kalınmıştır.
*
[Orhan Selim / Tan, 21.5. 1935] (Sayfa: 87)
***
*
Müzelik olmanın iki anlamı vardır. Biri alaydır, işe yaramamazlığı gösterir; ötekisi büyük bir değerin değimidir.
Ayasofya'nın müze yapılışında ikinci anlamı bulurum.
Bu bakımdan, Ayasofya müze yapılarak ona büyük bir ün verilmiştir.
İyi, güzel, yerinde bir ün veriş. Yalnız Sinan'ın Süleymaniye'si Ayasofya'dan çok mu daha az değerlidir ki ona da böyle bir ün verilmiyor.
Ben, kendi payıma adamoğlunun taş ve toprağı bir aydınlık şarkı biçiminde düzene koyarak yarattığı verimler içinde Sinan'ın Süleymaniye'si kadar güzelini, insana yaratılmamış yaratılışın sevgisini verenini az gördüm.
Süleymaniye'de bir Katolik kilisesinin karanlığı değil, başı ve sonu olmayan, yaratılmadan var olan kâinatın açıklığı, genişliği, güneşliliği vardır.
Yeryüzünde az verim bulunur ki, Sinan'ın Süleymaniye'si kadar, kendini yaptırtanların iç dileklerinin taban tabana tersini vermiş, göstermiş olsun.
*
[Orhan Selim / Tan, 22.5.1935] (Sayfa: 88)
***
*
Entelektüel dediğin, şarkıya benzer. İyisi, özlüsü, derini ve düzenlisine doyum olmaz. Kötüsü çekilmez bir nesnedir. Ne dinlenir ne tadılır.
***
Entelektüellerin çoğu, bir bakıma, gramafon plakları gibidirler. İçlerine neyi doldurmuşlarsa onu çalarlar. Yalnız, bunların arasında bir cinsi de vardır ki, öyle doldurulduğu için öyle çaldığını değil, öyle dilediği için o çeşit ses çıkardığını sanır. Bunlar, yağmurun bir yığın sebepler sonunda yağdığını değil, yağmak istediği için yağdığını söyleyen putatapıcılardan ayırtsızdırlar.
***
Her küçük, yarım, taslak entelektüel kendisini dünyanın mihveri sanır.
***
Tavuğun, sığırın küçüğü, civcivi, palazı, danası güzeldir.
Entelektüelin ise, büyüğü..
***
Entelektüeller, sosyal hayatın katlarında bir apartmanın merdiveni gibidirler. Hangi kata düşüyorsalar orda oturanların pisliğini, temizliğini gösterirler.
*
[Orhan Selim / Akşam, 7.6.1935] (Sayfa: 90)
***
*
(..)
Kitap denince akla her şeyden önce bir hacim gelir. Bir üst üste dikilmiş kâğıtlar yığını. Hele sosyal tarih deyince, bu kitabın sayfa sayısı en aşağı 200 olmak gerektir sanırız. Oysaki, Hüseyin Avni'nin kitabı küçücük. (..)
Hüseyin Avni o genç bilginlerdendir ki, iki sayfa yazmak için iki sene çalışır ve iki bin kitap, gazete, vesika okur. İşte bunun için, onun iki sayfasında, bütün fazlalıklarından temizlenmiş, dört yanı en usta bir kalemtıraşla büyük emekler verilerek yontulmuş bir elmas ışıltısı vardır. Yalnız şunu da söylemek lazım ki, Hüseyin Avni sadece bir elmas yontucusu değildir. O elması ham halinde arayan, bunun için bütün güçlüklere büyük bir sabırla katlanan bir işçidir. (..) İşte bunun için: 1908'de Ecnebi Sermayedarlığına Karşı İlk Kalkınmalar bütün bu şartlar içinde kusursuz bir eser, eşi bizde bulunmayan bir araştırma oluşumudur. Ben kendi payıma Avni'nin kitabını üç kere okudum. Daha da okuyacağım. (..)
*
[Orhan Selim / Yarım Ay, 15.6.1935] (Sayfa: 93)
***
*
(..)
İhtisas ve zevk-i selime, sanata ve bilgiye yer verilmezse, onun boşluğunu ne para, ne yaldız doldurabilir.
*
[Orhan Selim / Tan, 21.7.1935] (Sayfa: 98)
,***
*
Işıkları, boyaları, gölgeleri, kımıldanışlarıyla gözün önünde alabildiğine uzayan bir tabiat parçasına göz doyabilir.
Derinlikleri, yükselişleri, kıvrılışları, felsefesi ve yapısıyla bir senfoni ancak bir buçuk saat dinlenir.
Kabartıları, göçüntüleri, hareketi ve kompozisyonuyla bir tablonun önünde durabileceğiniz vaktin sınırı o kadar da, alabildiğine geniş değildir.
Oysa bir kitap, bütün ışıkları, gölgeleri, derinlikleri, kımıldanışı, akışı ve tezatlarıyla tabiatı, sosyeteyi, insanı sayfalarının aynasında, bir tabiat parçası, bir senfoni ve tablo gibi aksettiren hakiki bir kitap, üstünden baş kaldırmaksızın saatlerce okunabilir. Okumak, görmeyi, işitmeyi, duymayı ve düşünmeyi birleştiren bir nesnedir.
Eğer bu en büyük tadı bugün yığınlarla insanlar duymuyor ve çok defa duyamıyorlarsa , bunu o insanların özlerinde değil, onların içinde yaşadıkları sosyal şartlarda aramak gerekir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 27.7.1935] (Sayfa: 102)
***
*
Budapeşte'de çıkan Macar İstatistik Bülteni, 1934 yılında ayrı ayrı ülkelerde basılan kitapların çeşitlerini gösteren bir istatistik yapmış. Bu istatistiğe göre: Sovyetler'de 32,379 çeşit, İngiltere'de 15,022, Fransa'da 12,971, Amerika'da 8,092 ve Macaristan'da 3,920 çeşit kitap basılmış.
Bu kitap istatistiği içine girebilmek, bence bir ulus için en ünlü kazançlardan biridir.
Top, tüfek, sinema yıldızı, dolar, misyoner ve tuhaflıklar istatistiğinde rekor kıran Amerika'nın bu kitap istatistiğinde bu kadar geri kalmasına ne dersiniz.? Bu hesapça Amerika'da 10.000 adama 0,6 kitap düşüyor demektir. Amerikalı misyonerler bizde İncil dağıtacaklarına Amerika'da kitap dağıtsalar daha iyi olmaz mı.?
*
[Orhan Selim, Akşam, 28.8.1935] (Sayfa: 106)
***
*
(..) öğreniyoruz ki, Holivut kırılası burnunu Şekspir'in kitapları arasına sokmaya başlamış. Üstadın, 'Bir Yaz Gecesi Rüyası' filme çekiliyormuş.
Zavallı Şekspir.! Asırlarca önce gelişini müjdelediği bir sosyal rejimin en sonra kendisini de ne hale sokacağını görseydi, onun böyle yürekten, bu kadar ateşli bir müjdecisi olmazdı belki..
*
[Orhan Selim / Tan, 9.10.1935] (Sayfa: 113)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

BAY AMCANIN KUVVETİ VE KUSURU
*
Bu yazımla Cemal Nadir'e bir ''methiye'' yazmak istemiyorum. ''Cemal Nadir bir büyük karikatürcüdür, şöyledir, böyledir,'' diyecek değilim. Ben, yalnız Cemal Nadir'den çok daha tanınmış, ondan çok sonra da adı dillerde dolaşacak olan ''Bay Amca''dan daha doğrusu ''Amca Bey''den söz açacağım.
Bu yuvarlak göbekli, minicik şemsiyeli yurttaştan önce, gazete ve dergilerin kâğıtlarında, çeşit çeşit çizgiler dile gelmek, kâğıtların üstünden fırlayıp evlerimizin içine, kaldırımlarımızın taşlarına, aramıza karışmak istediler. Fakat hiçbirisi bunu beceremedi.? Niçin.? ''Amca Bey''in ötekilerden ayrılığı nedir, neresindedir ki, onu bir çeşit Nasrettin Hoca gibi her günkü yaşamımızın adamı yaptı.?
Bu her şeyden önce, ''Amca Bey''in filozof oluşundadır. O filozoftur, fakat ''ukala'' değil. Onun filozofisi çok açıktır, herkesin anlayacağı kadar açık, fakat herkesin birdenbire bütün derinliğine ulaşamayacağı kadar ''etraflı''..
Bay Amca filozofide materyalisttir. Onun materyalizmi ile Şarlo'nunki arasında bir benzerlik vardır. İkisi de hayatı severler, ikisi de her şeyden önce maddeye inanırlar. Her ikisinin de bir tek kusuru vardır: Alaylarında septik oluşları. Onların ikisi de ''tenkit'' ederler, fakat ''nasıl olması'' gerek olduğunu göstermezler. İkisi de, bu bakımdan, yarı yolda kalmışlardır. Ve işte bunun için ''işin içinden nasıl çıkacağını'' bilmeyen, kestiremeyen büyük bir çokluğun ruhunu ''ifade'' ederler.
Bay Amca alay eder, iğneler, fakat kızmaz. Büyük bir çokluk alay etmekte, iğnelemekte ''hemfikir''dir, gel gelelim ''iğneledikleri, alay ettikleri'' nesnelerin nasıl düzeltilmesi gerek olduğunda ''hemfikir'' değillerdir. Bay Amca, onların ''hemfikir'' oldukları basamakta kalır ve daha ileri geçmez. Bunun için de herkes ondan hoşlanır.
Diyeceksiniz ki, ''Bu büyük bir kusurdur.'' Doğru. Bunu ben de yukarıda söyledim. Fakat unutmayın ki, bir ''aksiyon'' adamı olmayan ''Amca Bey''in bütün kurnazlığı buradadır.
''Amca Bey'' ortaya sadece ''meseleyi vazeder'' onun suret-i hallini'' size bırakır. Ve siz de onu bunun için seversiniz.
*
[Orhan Selim / Akşam, 23.11.1935] (Sayfa: 120-121)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

İKİ KİTAP
*
Son zamanlarda Avrupa matbuatı Türkiye ile yakından alakadar olmaya başladı. Hemen hemen her gün, ecnebi gazetelerinden birinde bir makaleye tesadüf ediyor, bize dair yeni bir kitap neşredildiğini duyuyoruz.
Bu eserlerin içinde çok değerlileri vardır. Mesela son zamanlarda, memleketimizde bulunmuş olan iki Avusturyalı diplomatın yazmış oldukları eserler cidden dikkate şayandır.
Orta elçi Von Kral'ın eseri 'Kemal Atatürk'ün Memleketi''dir. Bay Kral, eserinde vesikalara dayanarak Kurtuluş Savaşı'mızı anlattıktan sonra, modern bir devlet kurulması için bütün devrimleri, kanunları, bunları yaşatmak üzere kurulan müesseseleri incelemektedir.
Kitabı okuyanlar, Kemalist Türkiye'nin ilk çağları olan Sıvas-Erzurum Kongresi'nden 1935 sayım hareketine kadar, bütün devrimlerini kavrayabilirler.
Bazı Viyana gazeteleri, bu eserleri fazla Türkiye'den yana bulmuşlardır. Fakat bu tarizleri (dokundurma), M. Kral'ın kitabındaki objektif deliller, tahliller ve bunlardan başka rakamlar susturmaya kâfi gelmiştir.
Kendisini hem tebrik eder, hem de Türkiye'nin büyük bir dostu olarak selamlarız.
İkinci kitap Müsteşar Von Bischoff'un eseridir. Müellif eserinde, Türk milleti tarihini muhtelif devirlerdeki çıkış ve yayılışları ile ele alarak kurduğu devletlerin ve kültürlerin karakteristiğini göstermektedir. Türk devrimi ve bunun siyasi, iktisadi ve kültür bakımından varmak istediği gayeler hakkında çok enteresan mütalaalar vardır. Bilhassa kapitülasyonlar, Avrupa'nın bu büyük günahı, emsalsiz bir üslupla ve tefekkürle anlatılmıştır.
Bu iki eseri, Almanca bilen Türklere tavsiye ederiz.
*
[Orhan Selim / Akşam, 25.11.1935] (Sayfa: 122)
***
TERS ANLAMAYALIM
*
(..) Sizin anlayacağınız, şunu demek istiyorum ki, birçoklarının ''Materyalizm'' sözünü ''menfaatperest''lik, ''para severlik'' vs. anlamında anlamaları çok ters ve yanlış bir düşüncedir. Bu, ''Materyalizm'' sözü için yapılagelen ara sıra bilgisizce, ara sıra bilerek düşmanca propagandaların verimidir. (..) Materyalizmi bir tek anlamda, bir felsefe okulu olarak anlamak gerektir. Ona bundan başka bir anlam vermek ya bilgisizliktir, yahut aptalca bir düşmanlık. (..) ..) Nitekim ''idealizm'' sözünü de felsefe anlamında anlamayacak olursak kafamız karmakarışık olur. Çünkü o vakit, sözgelişi, şöyle bir cümlenin içinden nasıl çıkabiliriz:

''Materyalist filozoflardan falanca büyük bir idealistti. O kadar ki, ideali uğrunda çekmediği sıkıntı kalmamıştır. (..) (Sayfa: 124)
***
*
Her felsefenin, hele son asırlar felsefelerinin temel sorgusu, ana meselesi: Düşüncenin, ruhun varlıkla, tabiatla olan münasebetidir.
Bu sorguya cevap verişlerine, bu meseleyi çözüşlerine göre filozoflar ikiye ayrılmışlardır. Kim ki, tabiata göre ruhun önceliğini ileri sürmüştür ve böylelikle şu veya bu biçimde, şu veya bu manada kâinatın yaratılmış olduğunu kabul etmiştir, felsefede idealist okulunun herhangi bir bölüğündendir. Buna karşılık, kim ki, tabiatın önceliğini kabul etmiştir, böylelikle kâinatın yaratılmamış olduğunu ileri sürmüştür, felsefede materyalist okulun şu veya bu bölüğüne girmiş demektir.
Çok eski devirlerde, insanlar daha kendi fizik kuruluşları, bünyeleri hakkında tam bir bilgisizlik içindeyken, muhayyileleri ''rüyalarla'' kamçılanırken şöyle bir neticeye ulaşmıştılar: ''İnsanın düşüncesi ve duyguları kendi gövdesinin verimi değildir. Bunlar gövdenin içinde başlı başına oturan bir ruhun eseridir ki, bu ruh, bu can, ölümle beraber gövdeden çıkıp gider. Ve madem ki ruh ölümden sonra da gövdeden ayrılıp yaşamaktadır, öyleyse o ebedidir.''
Tabiat kuvvetlerinin şahıslaştırılmasıyla ilk allahlar doğduktan sonra, uzun bir yoldan geçilerek monotheist dinlerin tek allahına ulaşıldı.
Böylelikle, düşünceyle varlık, ruhla madde arasındaki münasebet meselesinin köklerini çok uzak devirlerde bulabiliriz. Fakat bu, bütün keskinliği ile ancak, uzun bir orta asır Hıristiyanlığı uykusundan uyanan, Avrupa cemiyetinde ortaya konmuştur.
Bizim sütuna sığacak bir biçimde yapılan bu kısacık konuşmadan sonra, materyalist ve idealist felsefe okullarının belli başlı iki bölüğü, metafizik idealizm, metafizik materyalizm; diyalektik idealizm, diyalektik materyalizm hakkında söz açmaya sıra geldi. O da yarın.* (3.12.1935 tarihli Akşam'da Orhan Selim'in yazısı yer almamıştır.)
*
[Orhan Selim / Akşam, 2.12.1935] (Sayfa: 126)
***
*
(..) Kültürün belki biraz sathi fakat en kestirme tarafı bilgidir. Bilgi olmadan kültür olmaz. Kültür bilgi demektir. Bilgiyi elde etmek için başvurulacak ilk yol okumaktır, okumaktır.. (..)
*
[Orhan Selim / Akşam, 19.1.1936] (Sayfa: 134)
***
*
Ölü bir fotoğraf makinesi gibi değil, bir sarhoş şarkısı, bir deli sayıklaması verimi gibi de değil, olanı olduğu gibi gören canlı bir insan kafası gibi, bir ''ruhlar mühendisi''ne benzeyen kitapları severim.
Bence büyük sanat kitaplarını, sahicileri sahtelerden ayıran hususiyet şudur: Olanı durgun, taş kesilmiş olarak değil, olanı olduğu gibi, yani doğuş, oluş ve ölüş akışında aksettirmek.
Dünü öğrenip, bugünü anlayıp, yarını sezebilmek.
Göte'nin Faust'u, Balzak'ın romanları, Henri Heine'nin şiirleri, Şekspir'in dramları böyle oldukları için büyüktür.
(..) Gorki'den Türkçe'ye çevrilmiş 80 sayfalık bir kitap. Kitabın adı: Mahkûmlar.
Ben bu büyük hikâyeyi aslından okumuştum. Birçok dillere çevrilmiş olduğunu duymuştum. Türkçeye çevrilmesi büyük bir kazançtır. (..)
*
[Orhan Selim / Akşam, 30.1.1936] (Sayfa: 139)
***
(..)
Eğer yarı açlığa bile katlanarak sanat yapmakta devam eden bilgili bir artist topluluğu olmasaydı, bugün ''Şehir Tiyatrosu'' olmazdı. Bu artist kolektifine sanatı sevenler borçlu olmalıdırlar.
(..)
*
[Orhan Selim / Akşma, 15.2.1936] (Sayfa: 144)
***
*
(..) harp öyle çırılçıplak bir facia ki, Holivut sütüdyolarının dekorları bile onun iskeletini örtemiyorlar. En operetleştirilmiş harp sahnesinde bile, yıldızların rimelli gözleri yanından ölümün karanlık kemik bakışı şöyle bir görünüyor. (..)
Bundan iki gün önce bir yanımda bir Fransız, bir yanımda bir Alman delikanlısıyla Holivutlaştırılmış bir harp filmi seyrettim.
Film biterken sonra üçümüz de birbirimizin yüzüne baktık. İki delikanlı sapsarıydılar. Kalktık. Hiçbir şey konuşmadan sinemanın kapısı önünde ayrıldık. Yalnız, dikkat ettim, iki delikanlı birbirlerinden ayrılırken garip bir hüzünle, birbirlerinin elini, sanki birbirlerinden hiç ayrılmak istemiyorlarmış gibi uzun uzun sıktılar.
*
[Orhan Selim / Akşam, 15.3.1936] (Sayfa: 148)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

KİTAP KALDIRIMA ÇIKSIN.!
*
Geçen gün bir bildikle Babıâli yokuşundan aşağı iniyorduk. Sağlı sollu kitapçı, berber ve aşçı dükkanlarını geçtikten sonra benim bildik dedi ki:
- Bu caddeyi sinsi sinsi aşçı dükkânları istilaya başladı. Kafanın gıdasını, yani kitabı satan dükkânlar birer birer kapanıyor, onların yerine midenin gıdasını satan aşçılar, piyazcılar, işkembe çorbacıları, şiracılar, limonatacılar, tavukçular açılıyor. Dahası kitap artık sokağa düştü. Hele Pazar günleri gel de bak. Duvar diplerindeki işportalarda kiraz, tıraş bıçağı satar gibi kitap satıyorlar.!
- Mübalağa ediyorsun.! dedim.
- Hayır, dedi, mübalağa etmiyorum. Yumurta, limon, köfte ve pilav sokaktan, işportadan camekânlar arkasına giriyor, kitap camekânlar arkasından sokağa düşüyor. Kaldırıma iniyor.
- Mübalağa ediyorsun, dedim yine. Fakat ters anlama. Maalesef kitap daha senin dediğin kadar sokağa kaldırıma çıkmadı. Tıraş bıçağı ve salata kadar harcıâlem olmadı. Bu yüksek mertebeye yükselen kitapların çoğu, maalesef kötüleridir. İyi, bir şeyler söyleyen, bir şeyler duyuran ve öğreten kitapların çoğu, maalesef daha kavanozda hapsedilmiş balıklar gibi kitapçı camekânlarının arkasında, ağırlıklarınca paraya satılıyor. Asıl onlar, asıl hakiki edebiyat, fen, ilim kitapları kaldırıma çıktıkları gün, sokakta tıraş bıçakları ucuzluğuyla ve salata bolluğuyla satıldığı gün vazifelerini görmüş olacaklar. Bırak, yumurta ve köfte, camekânın arkasına girsin, onların orada temiz temiz oturması lazımdır, fakat kitap sokağa, kaldırıma çıksın.!
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.5.1936] (Sayfa: 166)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

EN KUVVETLİ VE EN DOĞRU SANSÖR
*
Dün bir yazı yazdım, sinemalardan birinde gösterilen aşağılık bir emperyalizm propagandasına dair.
Bir bildik bu yazıyı okumuş, dedi ki:
- Her yıl İstanbul'un beyaz perdelerinde bu çeşit kepazeliklere rastlarız. Her yıl bu hususta birçoklarınız yazı yazarsınız. Fakat ertesi yıl yine aynı soydan filmler halka gösterilir. Bence, bu işin önüne bizzat halk geçmelidir. En doğru, en kuvvetli sansör halktır. Halk bu çeşit filmlere gitmese, yahut gittikten sonra ıslık çalsa, parasını isteyip geri çıksa bu rezaletler bir daha sinemalarda yer bulmaz. Yalnız böyle bir film karşısında halkın infialine gazetecilerin de yardım etmesi lazımdır. Hatta bu çeşit filmlere karşı yapılacak boykotların duyulması için gazetelerin ellerinden geleni yapmaları icap eder.
Bizim bildiğin sözlerini haklı buldum. Şüphesiz ki bu işlerde en doğru, en keskin sansör halktır.
Fakat bizim bildik bu işte gazetecilere pek güvenmemeli. Halk boykotunda yalnız kendi kendinden medet ummalıdır. Gelecek yıl da bu çeşit filmlerin gösterileceğini tahmin etmek güç değil. Şimdiden uyanık olmamız lazım.
*
[Orhan Selim / Akşam, 21.7.1936] (Sayfa: 182)

***
*
(..) Halk sözü geniş bir insan kalabalığını ifade eder. Halk sözü kendi damı altına fukara ve orta köylülüğü, esnafı, zanaatkârı, işçiyi ve müvevverliğin bir tabakasını toplar. (..)
(..) Sanatkâr ''ruhların mühendisi'' olmalıdır. (..)
*
[Orhan Selim /Akşam, 9.8.1936] (Sayfa: 184)
***
*
(..) ..okumaya başlayan işçi, köylü, esnafla yeni okumaya başlayan münevver arasında ekseriya şöyle bir fark vardır:
Birinciler okurlar, öğrenirler. Kendileri gibi de kendilerinden önce de okuyup öğrenenlerin varlığını gayet tabii bulurlar.
''Münevver'' ise, tabii bir muayyen çeşit münevverden bahsediyorum, ilmin kendisiyle başlayıp kendisiyle biteceğine emindir. Hatta bu emniyetinde samimidir de..
*
[Orhan Selim / Akşam, 20.8.1936] (Sayfa: 185)
***
*
(..) Karikatür sergisinde bir cemiyetin tarihi sosyal inkişaf (gelişme) seyrini aşağı yukarı takip etmek mümkündür. (..) (Sayfa: 188)
***
*
Büyük Fransız romancısı Balzak, siyasi kanaatleri bakımından, monarşistti. Fransa'nın saadetini krallığın, ana hattında, derebey münasebetlerinin ''avdetinden'' bekliyordu.
Fakat Monarşist Balzak'ın romanlarını Marx ve Engels gibi ilmi sosyalizm kurucuları okuyorlar ve takdir ediyorlardı.
- Bu nasıl olur.?
- Balzak realisttir. Romancı Balzak'ın realizmi öyle müthiş bir kuvvetti ki zaman zaman ona monarşist Balzak'ın hiç de işine gelmeyecek hakikatleri bile yazdırmıştı. Realist romancı Balzak monarşist mürteci Balzak'ı arka plana atıyordu.
Realist romancı Balzak yalnız bütün bir Fransız cemiyetini olduğu gibi aksettirmekle kalmamış, kendisinden bir hayli zaman sonra Fransız cemiyetinde belirecek olan tiplerinde ana çizgilerini çizdirtebilmişti ona..
Zola'nın küçük burjuva realizmiyle politikada ölmüş münasebetlerin ihyasını bekleyen Balzak'ın realizmi arasında büyük bir fark vardır.
Balzak'ın realizmi, Zola'nınkine göre daha aktiftit. Zola ''realizmine'' kendi sosyal ve sınıfi zaafının damgasını daha kuvvetle basmıştır. O, Balzak'a nazaran bütün ebadıyla teşekkür etmiş bir cemiyette yaşadığı halde bunun yalnız bir tarafını görebilmiş, gösterebilmiştir.
Bugün realizm en ileri edebiyatın bayrağıdır.
(..)
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.9.1936] (Sayfa: 190)
***
*
Klod Farer hakkında dün yazmış olduğum yazıyı iyi Türkçe bilen bir ecnebi ahbap okumuş, dedi ki:
- Türkler ancak antiemperyalist olanların dostluklarından şüphelenmezler, diye yazmışsın. Antiemperyalist olmayan, kendi memleketinin menfaati bakımından müstemleke politikasına taraftar bulunan herhangi bir Avrupa münevveri sizin samimi dostunuz olamaz mı.?
Dedim ki:
- Böyle bir Avrupa münevveri, dostumuz olamaz. Neden mi.? Kısaca anlatayım:
Biz, dünkü yazımda da yazmış olduğum gibi siyasi istiklalini antiemperyalist bir kavgadan muzaffer çıkmak suretiyle elde etmiş bir milletiz. Türkiye halkı, Türkiye'nin geniş kitleleri bu kavga yıllarının hatırasını çok sıcak bir türkü gibi hâlâ söylüyorlar. Antiemperyalist bir kavgayla istiklalini kazanan bir millet bu istiklali ancak antiemperyalist kalmakla koruyabilir. Bunu biliyoruz.
Türkiye halkı sulh taraftarıdır. Türkiye halkının muharebeyle elde etmek istediği ne bir müstemleke, ne bir pazar vardır. Türkiye harp ederse bu, 1918-22'de olduğu gibi, müstemleke haline gelmemek için olacaktır.
Halbuki antiemperyalist olmayan bir Avrupalı münevver eninde sonunda harp taraftarıdır. Ve bir emperyalizmin bekası için harp isteyen bir Avrupalı münevverin bize karşı dostluğundan nasıl olabiliriz.?
Kaldı ki, ''Kendi memleketi bakımından'' bile antiemperyalist olmayan, harp isteyen bir Avrupalı münevver, bizzat kendi milletinin büyük ekseriyeti için düşmandır. Kendi memleketinin geniş halk yığınlarına düşman olan bir adam bize dost olabilir mi.?
*
[Orhan Selim / Akşam, 23. 9. 1936] (Sayfa: 196)
***
*
(..) Bir sahne artistinin sahip olması lazım gelen kültür sadece kendi ihtisasının en dar çerçevesinin icap ettirdiği bilgiler yekûnu değildir. (..) Meselâ, tarih, felsefe, ruhiyat, sosyoloji, hatta biraz da ekonomi kültürü olmayan bir sahne artisti, ne kadar istidatlı olursa olsun, eninde sonunda hudayinabit (kendi kendine yetişen) bir istidat olarak kalır. (..) Sadece Hamlet'in kim ve ne olduğuna, neyi ifade ettiğine dair birbirine zıt yirmi otuz görüşü toplayabilen bir sanatta derince bir umumi kültür şarttır. Operet artistleri için de bu böyledir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 9.11.1936] (Sayfa: 214)
***
*
(..) Babalarımız bizi mektebe verirken, ''Eti senin kemiği benim,'' dermiş. Biz çocuğumuzu mektebe verirken, ''Kafası senin, eti benim.'' diyoruz. Bu kafayı sağlam isteriz. 17 milyonluk bir Türk kitlesinin kültür hayatı yarınki kültürel ilerlemelerin temeli bu ilkmektep kitapları üzerine kurulur. Bunu tesadüfe bırakamayız.
*
[Adsız Yazıcı / Tan, 11.3.1937] 8Sayfa: 218)
***
HALK SANATKÂRI MI.?
DEVLET SANATKÂRI MI.?
*
Maarif Vekâleti, güzel sanatları himaye için her sene en güzel sanat eserini veren ressam, muharrir, musikişinas ve heykeltıraşa vereceği mükâfattan başka devlet sanatkârı unvanını vermeyi kararlaştırmış. Bir memleketin güzel sanatları, kültür seviyesinin bir ölçüsüdür. Medeni milletler arasında yer alabilmek, halkı yüksek bir kültür seviyesine çıkarmak için, güzel sanatların himayesi lazımdır. Maarif Vekâletinin sanatkârlara karşı gösterdiği himaye ve teşvik, devletin sanata karşı duyduğu hürmetin bir tezahürü olmak itibariyle çok ileri bir adımdır.
***
Yalnız, senenin en güzel eserini veren sanatkâra devlet sanatkârı unvanının verilmesindeki hikmeti anlamadım. Sanat bir cemiyetin muayyen devirlerdeki bedii (estetik) duygularının, zevklerinin, içtimaileşmiş bir ifadesidir. Sanatkâr bu duyguları yaşadığı cemiyetin içinden alır.
İlk cemiyetlerde sanatkâr doğrudan doğruya kitlenin hislerini ifade eder. Saz şairleri, halk şairleri gibi..
Derebeylik ve saltanat devirlerinde sanatkâr, kitleden ayrılır. Yüksek sınıfın, sarayın hizmetkârı olur.. Divan şairleri gibi..
Demokrasilerde, muhtelif sınırların sanatkârları vardır, burjuva sanatkârı, küçük burjuva, halk, proleter sanatkârı gibi. Fakat tekâmülün bu merhalesinde bir devlet sanatı olmadığı gibi, devlet sanatkârı da yoktur.
***
Maarif Vekâleti'nin en güzel eseri veren sanatkâra devlet sanatkârı unvanını vermesi, devlet sanatkârının, halk sanatkârının fevkinde (üstünde) olduğu hissini veriyor ki, kafalarda istifham (soru) yaratıyor. Bugün bizde de, her memlekette olduğu gibi, yüksek sınıfın hislerini ifade eden, halkın hislerini ifade eden sanatkârlar vardır, fakat bunların hiçbirisi devlet şairi, devlet muharriri, devlet heykeltıraşı değildir ve olmamalıdır. Ve en güzel sanat eserine biçilen kıymet, realiteyi en kuvvetle veren, en yüksek unvan da, devlet sanatkârı değil, halk sanatkârı unvanı olmalıdır.
*
[Adsız Yazıcı / Tan, 15.3.1937] (Sayfa: 219-220)
***
ÜNİVERSİTE BİR MANASTIR MIDIR.?
*
Üniversite rektörü, musikinin üniversiteye girmesini menetmiş. Rektörün kanaatine göre, ''Bir ilim muhiti olan üniversiteye eğlence ve zevk vasıtası olan musiki'' giremez. Profesörler ve talebe bu fikirde değiller.. Bunlara göre musiki bir sanattır ve üniversiteye girebilir. Ben talebe ve profesörlerin tarafındayım. (..)
*
[Adsız Yazıcı / Tan, 23.3.1937] (Sayfa: 221)
***
HALKI NASIL OKUTMALI.?
*
(..)
Buna esaslı ve tali birçok çareler gösterilebilir. Halkın refah seviyesini yükseltmek, halk dersanelerini çoğaltmak, halkın menfaatlerini gösteren, halkın anlayacağı eserler neşretmek, şehirle köy arasındaki boşluğu doldurmak, çalışanlara boş zaman bırakmak, halkı memleketteki cereyanlarla alakadar etmek, halka her meselede kendi sesini duyurmak imkânını vermek, köy okuma odalarını çoğaltmak, kitap baskısını ucuzlatmak, kitap tevziini (dağıtma), satış vasıtalarını organize etmek, halkın ihtiyaçlarını gösteren eserleri açık bir lisanla onlara vermek, daha bunun gibi birçok çareler gösterilebilir. Fakat bunların başında refah seviyesini yükseltmek ve bütün bu işleri iktisadi, içtimai, kültürel bakımdan teşkilatlandırmak lazım.
*
[Adsız Yazıcı / Tan, 29.3.1937] (Sayfa: 224)
#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

MÜNEVVERLER FAŞİZMİ NİÇİN SEVMİYORLAR.?
*
(..) ..faşizmin ne demek olduğunu anlatmak lazım. Bu kısa sütun içinde faşizmin en büyük karakteristiklerini şöylece hulasa edebiliriz:
1) Faşizm burjuvazi ile amele kavgasında burjuvaziyi tutmaktır.
2) Cemiyet içindeki sınıfları paralize ederek sermayedar diktatoryasını kuvvetlendirmektir.
3) Amele hareketlerine, teşekküllerine, siyasi fırkalara, halkın serbest cemiyet kurmalarına mani olmaktır.
4) Parlamenter demokrasiyi kaldırmak, kelam, içtima, fikir hürriyetini boğmaktır.
5) Mali sermayenin hâkimiyetini temin etmektir.
6) Emperyalizmi kuvvetlendirmek, müstemlekeler elde etmektir.
7) Büyük devletler arasındaki zıddiyetleri çoğaltarak, bütün dünyayı harbe sürüklemektir. (..)
Yani, köylü, işçi, küçük esnaf, münevver denen kitleleri ezip büyük sermayedarların menfaatini ve hayatını temin etmektir. Faşistler küçük burjuvaziyi tuttuklarını, yalnız amele teşekküllerini ortadan kaldırdıklarını, kendilerinin milli sosyalist olduklarını iddia ederler. Bu küçük burjuvazi, münevverleri aldatmak için bir maskedir, faşizm bu vaatlerle iktidar mevkiine gelir, geldikten sonra, yegâne tuttuğu sınıf büyük sermayedarlardır. Bunun en büyük delili amele teşkilatlarını kaldırması, amelelerin büyük bir kısmını temerküz (bir yerde toplamak) kamplarına hapsetmesidir. Küçük burjuvazinin de açlıktan ve terörden sesini çıkaramayacak hale gelmesidir. (..)
Faşizm demokrasiye muhaliftir. Bu sebeple Parlementoyu kaldırmıştır. Demokrasiler sınıfları telife çalışır. Faşizm, büyük endüstri ve mali sermaye hesabına umum diğer sınıfları imha ve paralize eder. Faşizm emperyalisttir. Büyük imparatorluklar kurmak ister.. Faşizm daimi sulhun ne imkânına, ne de faydasına inanır. Büyük İmparatorluklar kurmak için elindeki vasıta harptir.. Bu sebeple geceli gündüzlü hazırlanır.
Faşizm kültüre düşmandır. Mekteplerinde, üniversitelerinde faşizmden başka bir şey okutulmaz.. Faşizme uymayan bütün ilim kitapları, devlet tarafından yakılmıştır. 1935'te Almanya'da 105.000 münevver işsizdi, bugün bu adet daha yükselmiştir. Umum işsizlerin miktarı ancak harp sanayiinde çalıştırıldıkları için nispeten azalmıştır. Faşizm'in milli ve sosyal demagojilerle münevverleri, halk kitlelerini aldatır, iktidar mevkiine geldikten sonra görülmemiş bir terörle hepsini boğar, Krupp'ların, Deterding'lerin hâkimiyetini ilan eder. (..)
(..) İşte bu sebepledir ki dünya entelektüelleri faşizme düşmandırlar. Yalnız Belgrat'ta değil, İngiltere'de de, üniversite talebesi, bir faşist devlet adamına karşı böyle bir nümayiş yapmışlardı. Sulhu, demokrasiyi, hürriyeti seven münevverler, bütün halk kitleleri faşizme düşmandırlar. Çünkü faşizm, ne münevverlere, ne köylüye, ne halk kitlelerine dayanıyor. Hâkim bir sınıf hesabına bunları eziyor. Hür yaşamak isteyen beşeriyet için faşizmden büyük felaket olamaz.
*
[Adsız Yazıcı / Tan, 13.4.1937] (Sayfa: 229-230)

#NâzımHikmetRan #Yazılar1 #SanatEdebiyatKültürDil #AdamYayınları

*
(..) Sabahattin Ali ile tekrar karşılaştığımız zaman, ''Resimli Ay'' dergisinin siyasi çehresi bürbütün değişmişti. Mehmet ve Sabiha Zekeriya'ların dergiyle hiçbir alakası kalmamıştı. Sabahattin Ali ile onların evinde veya bizde görüşmüştük. 'Kuyucaklı Yusuf' ve 'İçimizdeki Şeytan' romanlarını o yıllarda yazdı. (..)
Bu kitabın ortaya çıkması, büyük gürültülere sebep oldu. Faşist basını onun üzerine atıldı. Kuyucaklı Yusuf romanı, bazı manasız romantizm elemanları ihtiva etmesine rağmen, Türk romanı tarihinde yeni bir merhale teşkil eder. Türk edebiyatında, bir Türk kasabacığının ve kısmen köylülerin hayatı, bu kadar büyük bir kuvvetle ilk defa olarak tasvir ediliyordu. Hatta mürteci münekkitler bile, eserin bedii kıymetini itiraf etmek mecburiyetinde kaldılar.
Bu arada Sbahattin Ali romanlarıyla yan yana olarak hikâyeleri de çıktı. Bu devrede, Türkiye'nin en tanınmış ve mahir nuvelcilerinden (romancı) biri oldu. Sabahattin Ali Türk edebiyatında ilk olarak, halkı onun alelade bir seyircisi gibi değil, ona bağlı olan bir muharrir sıfatıyla anlatmıştır. O sırada Sabahattin Ali'nin ''Düşman'' hikâyesi çıktı. Bu hikâyede, polis tarafından takip edilen bir komünisti eski okul arkadaşlarından birinin nasıl ele verdiği anlatılıyor. Kanaatimce, ustalık bakımından Sabahattin Ali'nin en güzel hikâyesi budur. Ve belki de illegal bir parti üyesini müspet bir kahraman olarak Türk edebiyatında ilk defa ele aldığı için..
Sabahattin Ali ile yeniden ve bu defa ebedi olarak ayrıldık. Ben tekrar hapse düştüm, fakat mektuplaşmaya devam ettik. Sabahattin Ali, Ankara Konservatuarı'nda öğretmen olarak çalışıyordu. Birbiri ardı sıra çıkan hikâye kitaplarının her birinde, realizme gittikçe daha fazla yaklaştı. Bana öyle geliyor ki, Türk hikâyesinde Sabahattin Ali, sosyalist realizmin ilk habercisidir. Ve kendisinden sonra, edebiyatımızda sosyalist realizmin eserlerini yaratacak olanlar, ona çok borçlu olacaklardır.
İkinci Dünya Harbi biter bitmez, Sabahattin Ali, ''Marko Paşa'' gazetesini çıkarmaya başladı. Bu bir siyasi mizah gazetesiydi. Türk mizahı o zamana kadar böyle bir gazete görmemişti. ''Marko Paşa'' emperyalizm aleyhinde yazıyor, Türk burjuvazisi ve burjuva partileriyle öldüresiye alay ediyordu. Gazete haftada iki defa çıkıyordu ve tirajı 150 bini bulmuştu. Böyle büyük bir tiraj Türkiye'de henüz görülmemişti. Hükümet, çok geçmeden gazeteyi ve yazarlarını mahkemeye verdi. Basımevlerine gazeteyi basmamaları için polis tarafından emir verildi. Fakat gazete, bazen hektografta basılarak, bazen de başka isimler altında olarak çıkmaya devam etti. ''Marko Paşa''nın demokrasi, milli bağımsızlık ve barış uğrunda ve emperyalizm aleyhinde yürütülen mücadeledeki rolü çok önemlidir. Sabahattin'i birkaç defa hapse attılar. Buna rağmen mücadelesinden vazgeçmedi. O zamanki iç ve dış durum öyleydi ki, mürteci idareciler, ''Marko Paşa'' gazetesini doğrudan doğruya tasfiye etmeye cesaret edemediler. İrtica için, gazeteyi durdurmanın bir tek çaresi vardı: Herhangi bir provakasyon yardımıyla gazete sahibini yok etmek, yani Sabahattin Ali'yi öldürmek.! Öyle de yaptılar. Türkiye gizli polisi, kiralanmış ajanlarından birinin eliyle, Sabahattin Ali'yi bir ormanda öldürdü.
*
[1952]
[Ekber Babayef, ''Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri'', 1972, Cilt VIII, ss. 467-470] (Sayfa: 236-238)
***
TİYATRO BAHSİNDE KISACIK VE ŞİMDİLİK AKLIMA GELENLER
*
(..) Yarım söylenen doğru, yalanın yapamadığı kötülüğü yapabilir. (..)
*
[Ekber Babayef, ''Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri'', 1972, Cilt VIII, ss. 439-443] (Sayfa: 246]
***
DEVRİMİN HİZMETİNDE
*
(..) Ben sekter olmayacak, nihilizme kapılmayacak ya da herhangi revizyonistlerin yargılarını paylaşmayacak kadar  çok yaşadım bu dünyada. Bunlar benim kanaatlerime aykırı olurdu.
Gerçi hayatımda, sanat anlayışıma da damgasını vuran belli  bir dargörüşlülük olmadı değil. O zaman sanatın bazı şekillerini, bazı imkânlarını yadsımış, ayrı ayrı eserleri yeni zamana layık tek eser saymıştım. Şimdi öyle düşünmüyorum. (..) (Sayfa: 247)
***
(..) Fakat bir gerçektir: Hayranları tanrının kendisinden daha korkunç olur. (..) (Sayfa: 251)
***
(..) Benim için Meyerhold, derinden benimsenen dünya kültürünün, büyük sanatçıları nasıl zenginleştirdiğinin, halkları nasıl yakınlaştırdığının parlak örneklerinden biridir. Bu kötü bir şey olamaz, tersine çok verimli ve iyi bir şeydir. Irkçılar, Zenci kültürü hakkında demediklerini bırakmadılar. Hitlercilerin hem çağsal resimden, hem resim sanatının en büyük ustalarından nefret etmelerinin nedeni, bunların Asya halklarının tecrübesini de benimsemiş olmalarıydı. Buysa Hitlercilerin ve her soydan ırkçıların nazarında aşağı bir ırkın kötü etkisiydi.
Antik çağda kültür değerlerinin sadece Yunanlılarla Romalılar tarafından yaratılmış olduğunu sanmak doğru mudur.? Biz Afrika ve Asya halklarının kültürlerinin göz kamaştırıcı zenginliğini de biliyoruz. Hele şimdi bu kültürlerin gerçekten büyük geleneklerinin tüm önemini de anlıyoruz.
Meyerhold, bu kaynaklardan da bilerek ve bol bol yararlananlardan biriydi. Türkiye'den, Japonya'dan, Çin'den ve diğer ülkelerden Sovyetler Birliği'ne gelen tiyatro adamlarının Meyerhold'u ziyaret etmeleri, Sovyet devrim tiyatrosunun rejisöründen çok şey almaları da sebepsiz olmasa gerek.
Ortaklık duygusu derindi, karşılıklıydı ve Meyerhold'un, temsillerinden birini Çin'in en büyük aktörü Mey Lan-Fan'a adamış olması bir rastlantı değildir. (Akıldan Bela temsili)
Türkiye'den dönüşümde yeniden gördüğüm ilk temsil Müfettiş olmuştu. Bu oyunu Meyerhold Tiyatrosu'nda defalarca görmüş ve her seferinde şaşkına dönmüştüm. Şimdi anılarımda bu pek önemli olaya yine değinmek istiyorum.
O zaman oyunu seyrederken şöyle düşünmüştüm: Çar I. Nikola ''alkışlıyor ve katılasıya gülüyordu'', çariçeyi, veliahdı ve çarın kızkardeşlerini de ''komedi çok eğlendiriyordu''.. Bu sünepe çar gülmekten katılıyordu, çünkü Gogol'ün, sadece taşralı çar memurlarıyla alay ettiğini sanmıştı herhalde. Zaten çar da bunlara tepeden bakar ve onlardan tiksinirdi. Fakat eminim, I. Nikola mezarından kalkıp da Meyerhold'un temsilini görebilseydi, hiç de gülmez, müthiş korkardı. Rejisör bu temsilde, Gogol'ün ne demek istediğini anlamış ve o toplumun tüm çürümüşlüğünü ve geleceği olmadığını göstermişti. Nikola'nın, kıyamet günündeymiş gibi korkudan dudağı patlardı, çünkü bu oyunda bir fırtına gizliydi. 
İstanbul Tiyatrosu, Meyerhold'un buluşlarını izleyerek, onun yorumlamalarını asıl böyle anlayarak Müfettiş'i sahneye koymuş ve bu oyun bizim yöneticiler için tahammül edilmez derecede ifşa edici olmuştu. Oyun, üç-dört temsilden sonra yasaklandı. Oyunda söz konusu olanın Rusya değil, Türkiye'nin çürümüş düzeni olduğunu İstanbul'da anlamışlardı. Gogol'ün dehası bundadır. O, hem ulusaldır, hem tüm insanlığındır. (..)
(Sayfa: 253-254)
*
[Ekber Babayef, ''Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri'', 1972, Cilt VIII, ss. 447-458] (247-256)
***
*
(..) ..gerçek sanatın özelliklerinden biri de budur: Çeşitli mesleklerden, milletlerden mümkün olduğu kadar çok insanla konuşabilmek. Gerçek sanatın biricik ölçüsü budur, demedim. Ölçülerinden biri, hem de önemlilerinden biri budur, dedim. (..) Sanatkâr yaşadığı sosyal çevreden memnun değilse, ondan nefret ediyorsa, onun değişmesini istiyorsa, hicve kadar dayanan mizah janrını büyük bir rahatlıkla kullanabilir. Dünya edebiyatı, dünya tiyatrosu, derebey ve kapitalist cemiyetlerini hicveden büyük eserlerle, büyük sanatkârlarla doludur. Ama sanatkâr içinde yaşadığı sosyal nizamla tezat halinde değilse, tersine bu nizamı seviyorsa, onun bir kat daha sağlamlaşmasını, geçmişin kötü kalıntılarından temizlenmesini istiyorsa, mizah ve hiciv sanatını büsbütün başka bir özle ve başka ifade şekilleriyle kullanır. (..) Ben kendi payıma düşündüren hicvi severim. Bizim Hoca Nasrettin'i, Zoşçenko'yu, bizim Aziz Nesin'i.
Raykin sosyalist bir cemiyette hümanist hiciv sanatının en parlak sahne mümessillerinden biridir. (..)
*
[Ekber Babayef, ''Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri'', 1972, Cilt VIII, ss. 459-461] (Sayfa: 258-260),
***
*
(..) Onun kitaplarından birçoğu, hatta çoğunluğu diyebilirim, Türkçe'ye çevrilmiştir. Fakat öyle sanıyorum ki, en çok okunan ve ilk çevrilen eseri Ana romanıdır. 1908 Meşrutiyet inkılabından biraz sonra dilimize çevrilen bu roman o günlerden bugüne kadar, Türkiye halkının bahtiyarlığı uğrunda çarpışan yurtseverlerin büyük bir çoğunluğunca ya okunmuş, ya dinlenmiştir. (..)
Ana romanı birçok kereler ve resmen yayımlandığı halde Türkiye yurtseverlerini yargılayan birçok mahkemede suç delili diye ileri sürülmüştür. Yani Türkiye'de vatan, millet hainleri, birçok kereler Gorki'nin Ana romanını da Türkiye yurtseverleriyle birlikte mahkemeye sevketmiştir. Doğrusunu isterseniz, yeryüzündeki bütün gerici kuvvetlerin, barış ve milli bağımsızlık düşmanlarının, faşistlerin ve her çeşit yalancı, düzme demokratların en korktukları yazıcılardan biri de Gorki'dir. Neden.? 
(..) Çünkü Maksim Gorki yalnız kendi halkına değil, bütün halklara yurtlarını, hürriyeti, barışı ve birbirlerini sevmeyi öğretir. Çünkü o, insanın, insanlığın geleceğinden, güzel günleri göreceğinden emindir. Çünkü o, emekçi insanı, koluyla, kafasıyla çalışan insanı, yeryüzünün gerçek, biricik efendisi sayar. O, bu insanın, bu efendiliğe kavuşması için savaşmıştır. O, bu savaşa, bu bahtiyarlık savaşına insanları çağırır. (..)
*
[Ekber Babayef, ''Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri'', 1972, Cilt VIII, ss. 479-480] (Sayfa: 261-262)
***
OYUNLARIM ÜSTÜNE
*
(..) İlk opereti yine İstanbul'da Birinci Dünya Savaşı içinde, 1915'te sanırsam, seyrettim. Bu bir Avusturya operetiydi. İstanbul'a turneye gelmişti. Baş aktrisi Miloviç adında, belki Avusturyalı, belki Macar, ama, hâlâ gözümün önünde, çok pembe, çok ak, çok sarışın, iriyarı, bıngıl bıngıl bir avrattı. On üç on dört yaşımdaydım. Bizde oğlan çocukları da, kız çocukları da tez erişir. Bu Miloviç'e harp zenginleri beş yüzlük banknotlardan yorganlar diktiler, cigarasını bin liralıklarla yaktılar. Oysa o sıralarda İstanbul halkı süpürge tohumu unundan ekmek yiyordu. Dört cephede delikanlılar kan revan içinde, aç, çıplak dövüştürülüyordu. Belki bundan dolayı, şimdi bile Çardaş operetinden bir parçayı ne zaman dinlesem, bir yandan haykırmak, birilerine sövüp saymak gelir içimden, tepeden tırnağa isyan kesilirim.. (..) Bir roman yazıyorum. Pravda'nın 1924 yılı koleksiyonunu gözden geçirmem gerekiyor. Evveli gün şöyle bir habercik okudum: ''12 Şubat'ta, Kranso -Presnenski Kalyayef işçi tiyatrosunun salonunda KUTV öğrencileri Mustafa Suphi ve 16 arkadaşının öldürülmelerini anan bir gece tertipledi. Gecenin resmi tören bölümünden sonra Türk dramkolu , Meyerhold tiyatrosunda çalışan Ek Yoldaşın sahneye koyduğu ve kollektif üyelerinden Nâzım Yoldaşın yazdığı ve bütün kollektifçe işlenen bir piyesi oynadı. (..) Piyes milli kılıklarla oynandı. Sahneye konuş lakonikti. Salon çeşitli milletlerden, Türkçe bilmeyen seyircilerle dolu olduğu halde oyunu çok büyük bir ilgiyle karşıladı.
12 Mart 1924 tarihli ''Pravda'' gazetesinde çıkan bu birkaç satır bu yazımda kullanacağım biricik belgedir sanıyorum. (..) Yıllardan yirmi sekiz, yirmi dokuzdu sanırım, İstanbul'da evimde hasta yatıyordum. Arkadaşlar tevkif edilmişti. İstanbul'da Polis Müdürlüğü'nde çıplak göğüsleri cıgara ateşiyle yakıldıktan, tabanlarının derisi sopayla soyulduktan, koltuk altlarına kaynar yumurta konduktan sonra yargılanmak için İzmir'e gönderilmişlerdi. Alabildiğine öfkeliydim, kederliydim, alabildiğine hastaydım ve meteliksizdim. Kapım açıldı, büyük Türk rejisörü Ertuğrul Muhsin girdi içeri. Modern Türk tiyatrosunun belli başlı kurucularından biri olan, Türk tiyatrosunda modern tiyatro disiplinini , hele Rus-Sovyet tiyatrosununkini gerçekleştiren Muhsin, Stanislavski'nin Meyerhold'un hayranlarındandı. Sovyetler Birliği'ne birkaç kere gelip gitmişti. Dostumdu. ''Hazır piyesin var mı.?'' dedi. ''Var,'' dedim. Oysa yoktu. ''Bir haftaya kadar verirsen sahneye koyabilirim,'' dedi. ''Olur,'' dedim. O günkü antikomünist terör havası içinde benim bir piyesimi, İstanbul'un biricik gerçek tiyatrosunda oynamak isteyişine şaşmadım. Dostumdu. Ben dostluğa inanırım. Muhsin gittikten sonra, bir hafta içinde ne yazabilirim diye düşündüm. Aklıma polisin eline geçip yitirilmiş 'Kafatası' piyesimin konusu geldi. Yalnız maddi değil, manevi değerleri de mal yapıp pazara çıkaran kapitalizm.. (..)

(..) Bir gün Fuat Bey'in köşkünde bahçede oturuyorduk. Fuat Bey, karısı ve beş altı yaşındaki oğulları. Oğlan bahçedeki bir çukuru koşa koşa atlamaya çalıştı bir iki kere, ama her keresinde çukurun başında irkilip durdu. Anası oğlanın yanına gitti.

- Atla, dedi. Mademki atlamak istedin, geri dönmek olmaz.
Oğlan:
- Korkuyorum, anne, dedi.
Ana:
- Korkaklık kadar ayıp şey yok bu dünyada, dedi. Atla. Atlayamazsan düşersin çukura, canın yanar, zarar yok, bir kere daha atlamaya çalışırsın. Atla..
Ve oğlan atladı çukuru. (..)
*
Nisan-Haziran 1962, Moskova
*
[Ekber Babayef, ''Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri'', 1969, Cilt V, ss. 5-17]
***
*
(..) Ömrüm boyunca bir tek şiir çevirdim Türkçe'ye, Puşkin'in bir şiirini. (..) Yeryüzünde, Batısı, Doğusu, Kuzeyi, Güneyi içinde, sevdiğin dört şairi say deseler, bu dörtten biri Puşkin'dir.
Puşkin'i on dokuzumdan altmışıma kadar artsız arasız sevdim, çünkü artsız arasız sevdalandım halkıma, bütün halklara, memleketime, bütün memleketlere ve dostlara, kadınlara.
Puşkin'den birçok şey öğrendim, ama öğrendiklerimin başında: kocalmamak sanatı gelir.
*
1962, Moskova
*
[Ekber Babayef, ''Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri'', 1967, Cilt VIII, s. 428] (Sayfa: 279)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...