#JeanBottero etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#JeanBottero etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2021 Pazartesi

Jean Bottero, Gılgamış Destanı, Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, Çeviren: Orhan Suda

Gılgamış Destanı'nın Mezopotamyası


Eski Mezopotamyalılar, tüm evren hakkında, kavranılması güç ve onlara göre değilse bile, bize göre belirsizlikler ve çelişkilerle dolu sanal ve mitolojik bir görüşe sahiptiler. Aydınlık üst kısmı ''Yukarısını'' ya da ''Gök''ü, simetrik ve karanlık alt kısmı ''Yeraltı''nı ya da ''Cehennem''i oluşturan muazzam bir yassı küre olarak görüyorlardı evreni. Çapı üzerinde, tam ortada bir tür merkez ada: ''Yeryüzü'', onun altında, Deniz'in tuzlu suyu tarafından kuşatılmış tatlı su okyanusu Apsû yer alıyordu. Bu sistemin iki ucunda, doğusunda ve batısında, gökkubbeye destek olan yüksek dağların ve özellikle Cehennem'den Gök'e ya da Gök'ten Cehennem'e serbest geçişi sağlayan iki deliğin tasarlanmış olduğu anlaşılıyor. Güneş, Gök'teki gündüz seyri için, doğuda, oradan çıkıyor ve gece seyri için, akşam, batıda oraya giriyor ve tanyerine doğru yol alıyordu. ''Cehennem Irmağı'' denilen suyla kaplı bir mekânın batı deliğinden önce geldiği düşünülüyordu.
Bu tablonun doğu kısmıdır Destan'ımızı, kendince en iyi tanımlayan. Meskûn toprakların dışında, doğuya doğru yol alan Gılgamış, İnsan-Akrepler tarafından korunan, ve sihirli Değerli Taşlar Bahçesi'ne ulaşmak için geçilmesi gereken 120 km'lik dar ve karanlık bir geçit oluşturan İkiz-Dağlar'a ve daha uzakta, Tavernacı Siduri'nin ikamet ettiği kumlaya varacaktır önce. Oradan, Utanapişti'nin Kayıkçısı'nın kılavuzluğunda gemiye binerek, dünyanın bir ucunda, her şeyden ve herkesten uzaktaki ve korkunç ''Ölümcül-Sular''la korunan evine, onunla buluşmaya gidecektir. (Sayfa: 15-16)
*****
*
''Kazıcıların, ağır toprak kefenlerinden kurtardıkları ve hem yorgun güzelliklerinin cazibesine, hem de ilkel ihtişamlarının esinlediği tatlı hayallere kapılarak sevdalandıkları şu sakatlanmış anıtlardan biridir Gılgamış Destanı. İlyada'dan ve Mahabharata'dan yüzyıllarca önce yazılmış, bilinen en eski edebi metindir; dilinin yüceliği, etkisi, esin gücü, konusunun seçkinliği ve evrenselliğidir ona ilk elde, üstün destan sıfatını veren. Tamamı yaklaşık üç bin dize olması gereken bu metnin bugün bize bölük pörçük ulaşabilen kısmı üçte ikisinden biraz daha azdır. Ama bu parçalar, onca serüvenin ardından tam bir şans eseri, o kadar uygun dağılmıştır ki, sıralanışlarını ve yörüngelerini bugün hâlâ yeterince ayırt edebiliyoruz. Ve böylelikle kesik kesik de olsa bizi hâlâ büyülüyor bu ilerleme.
Ölmek istemeyen bir büyük insanın olağanüstü serüvenlerinde, önce kendi kişisel hayatımız açısından, hepimizi bekleyen ölümcül kadere razı olmayı göze almamızı değilse bile, en azından onunla uzlaşmamızı sağlayan bir uyaran keşfediyoruz: Bize örnek oluyor o, çünkü bu arada, kendi içinde yeterince umut veren bir varoluş bırakıyor bize.
Kendi hayatımızı yönlendirme yararına değil, geçmişimizin bilgisine erişme ve atalarımızla buluşma yararına, yeniden yorumlandığında, kaçınılmaz son karşısında duyulan bu korkular, bu reddedişler, bu derin kaygılar; ölümü aşmak ya da ona çare bulmak için harcanan bu işitilmedik ve boşuna çabalar; ve sonra, yenilgiyi kabullenme, ve hiç değilse, iş işten geçmeden dolu dolu yaşamaya bakma, bizi bu çok eski ataların düşünce ve duygularına ulaştırmaya; onların heyecanlarını, korkularını, dünya görüşlerini, değer yargılarının kapsamını, yaşama ülkülerini, ve bizim uygarlığımızdan bazı parıltılar içerse bile, bizden alabildiğine uzak saygın uygarlıklarının tüm değişkenlerini kavramamızı sağlayan kanıtlardır. Bu ölümsüz şaheserin, bu muhteşem ve zengin harabenin okunması, en uzak atalarımızın uzaktan uzağa fark edilen arkaik ahalisinin ruhunu duyumsatır bize.'' (Sayfa: 17-18)
*****
*
*
''Uzun bir şiir bu, Babil Ülkesi'nde, üç bin beş yüz yıl önce, Akkadca yazılmış: Sami dilinin bir kolu olan Akkadca, iki binyılı aşkın bir zamandan beri konuşulmayan ölü bir dil, ama aynı dil ailesinden, daha yakın zamanda ortaya çıkmış diğer dillerle: İbranice, Aramca, Arapçayla vb akraba.
Babil Ülkesi, Mezopotamya dediğimiz ve haritalarımızda aşağı yukarı Irak'ı kapsayan bölgenin güneyinde idi. Dünyanın bilinen en büyük uygarlığı IV. binyıl boyunca bu bölgede doğdu. Ülkeye nispeten uzun bir zaman önce yerleşmiş ve çoğu hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz birçok etnik topluluğun ortak eseriydi bu uygarlık.'' (Sayfa: 19)
*****
''Sümerler ve Akkadlar az çok sürekli ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz oldukça hızlı bir ortakyaşam başlatarak, zamanla birbirleriyle kaynaştılar, bu sayede kültür birikimlerini ve karşılıklı yeteneklerini birleştirip bu zengin, özgün ve bereketli, melez Mezopotamya uygarlığını yarattılar. Akkadlı Samilerin bu uygarlığa, başlangıçta kendilerinden çok şey kattıkları inkâr edilemez. Bunula birlikte, Mezopotamya uygarlığının, oluşumundan itibaren, Sümerlerden büyük bir iz taşıdığı da kesinlikle hemen göze çarpıyor. Bu süreçte en dinamik, en yaratıcı olanlar Sümerlerdir: Örneğin, IV. binyıl sona ermeden hemen önce, düşünceyi kâğıda dökmek ve yaymak için gün ışığına çıkarılmış ilk sistemin: ilk yazının icadı (o zamandan beri, zihnimizin tüm gelişimini gerçekten sarsan ve yönlendiren bu olağanüstü buluş) haklı olarak onlara mal edilir. Aynı Sümerler, kültür alanında ülkede III. binyılın sonuna dek, yönetimde, dinde, edebiyatta kendi dillerinin ağırlık kazanmasını dayatacak kadar üstünlük sağladılar. Sümerce, etnik bakımdan daha güçlü Akkadlar tarafından sindirilmiş geleneksel kullanıcılarının ortadan kalkmasından sonra bile, resmi dil Akkadcanın yanı sıra geçerli ''kültür dili'' olarak kaldı: ''Aydınlar'' onu öğreniyorlardı, anlıyorlar, hatta işliyorlardı -bizde Rönesans'a kadar Latince de biraz böyleydi.'' (Sayfa: 20)
*****
*
''Destan, Gılgamış'ı Kent-Devleti ''Uruk'un kralı'' olarak tanıtıyor; Bağdat-Basra yolu ortasında, çöl ortasında bulunan (bugün Warka dediğimiz) Uruk harabeleri Alman arkeologların 1912'den beri yaptıkları kazılar sayesinde gün ışığına çıkarıldı. Uruk hem çok eski geçmişinden, kültürel ve siyasi öneminden, hem de surlar içindeki çok büyük tapınağından: Sümercede ''Gök'ün Tapınağı'' anlamına gelen E.anna (Eanna)'dan dolayı ünlüydü. Yerel dinin en ulu kişilerinden birine: egemen kutsal hanedanın kurucusu ve babası, Gök tanrısı An'a (Akkadcası Anu); ve de eşine -daha doğrusu, gözdesi, metresi (Sümerce ''Gök'ün Tanrıçası'' denilen) İnanna'ya adanmıştı: İnanna da ünlüydü ve özellikle bedensel aşkın (aynı zamanda ''Savaş''ın, hatta Venüs gezegeninin) koruyucusuydu; Akkadlar İştar diyorlardı ona.'' (Sayfa: 21-22)
*****
*
''Destan'ın birinci kısmındaki muzaffer ve şanlı Gılgamış'ı seyrederken, halkın ve onun peşinden giden yazarların, hem sürekli savaşlar, hem de doğuya ve batıya yaptığı muazzam seferler pahasına, başkent Akkad çevresinde, 2300'e doğru, Mezopotamya'da İran'dan Akdeniz'e kadar uzanan -ve yüz yıl devam eden.!- en büyük imparatorluğu kurmuş ilk Sami'yi, Yüce Sargon'u/Şarrukin'i örnek aldıklarını düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Efsanenin ondan da yararlandığını, ve -belki daha eski oluşundan dolayı daha da ün salmış selefi kadar ''tanrılaştırılmamış'' olsa bile- adının tüm ülkede yüzyıllarca yankılandığını söylemek gerekir.'' (Sayfa: 26)
*****
*
''Binyılın ikinci ya da üçüncü yüzyılında talih yüzümüze güldü ve Sümerce eserlerin metninin yer aldığı çok sayıda tablete kavuştuk: Çünkü o sırada, bunlar öylesine büyük bir coşkuyla temize çekiliyordu ki büyük bir çağın sona erdiği hissediliyordu, ve ne pahasına olursa olsun, bu çağa ait çok sayıda eseri korumak gerekiyordu. Bu şiirlerden, bu mitlerden, bu efsanelerden bazıları gene o güzel dillerinde yazmaya can atan ve geçmişe bağlı aydınlar tarafından kaleme alınmıştı. Fakat birçoğunun daha erken, daha eski dönemlerde değilse bile, Ur Krallığı döneminde gün ışığına çıktığı kuvvetle muhtemeldir. Kahramanı Gılgamış olan ve onun geniş folklorundan yararlanmış çok sayıda eser böyleydi işte.
Bugüne kadar beş tanesi biliniyor bunların, her biri Uruk'un en eski kralının olağanüstü hayatının, bize göre genellikle yeni olan, özel bir taslağını geliştiriyor, ama hangisinin gerçek ve hangisinin halkın ya da şairin hayal gücünün ürünü olduğunu ayırt edebilme şansımız yok. Bu konuda bir fikir vermek için, en azından şunu söyleyebiliriz: Gılgamış Destanı'nın ''tarihöncesi'' denebilecek zamanını temsil eden bu eserlerin çoğu, bu tarihöncesinin değişik dönemlerini değilse bile, oluşumunu bir bakıma aydınlatabilir.
*
a) En farklısı olan ilki: yüz on beş dizeden ibaret, Gılgamış ve Akka, Kiş Kralı Akka ile Gılgamış arasında, önceden bildiğimiz bir çatışmayı anlatıyor. (..)
*
b) Gılgamış ve (Şulgi'nin ilahisinde sözü edilen) Huwawa ile ilgili birçok versiyon korunmuştur, bunların en kapsamlısı yaklaşık iki yüz dizeden meydana gelmiş olanıdır. ''Kerestelik reçinelerin bulunduğu'' -Dağ'dan ve Orman'dan ibaret- bir ''ülkeye'' Gılgamış'ın bir seferinin öyküsüdür bu. (..)
*
c) Gılgamış ve Gökyüzü-Boğası'nın yüz kırk dizesi pek iyi korunamamış: Geriye kalan, başlangıç kısmı eksik ve ne yazık ki yer yer kesilen boşluklardan oluşan bir bölüm. (..)
*
d) Çok daha iyi bilineni, Gılgamış, Enkidu ve Cehennem diye nitelediğimiz efsanedir. Eksik birkaç sözcük dışında, üç yüz satırdan biraz fazla olan bu efsanenin metni tam bir bütün oluşturuyor. (..)
*
e) Aynı kaygılar, Gılgamış'ın Ölümü'nü konu edinmiş son bir Sümer eserinde bütün çıplaklığı ile tekrar görülüyor. Topu topu üç yüz dizeden oluşan, okunamayan yalnızca iki bölümü bulunan -bunlar çok kötü durumdadır- metin iyi korunamamıştır ve okunamayan bölümlerin tek versiyonu mu, yoksa aynı konunun iki farklı biçimi mi yansıttığı bilinmemektedir. (..)
''Ağır hastalanan Gılgamış yatakta yatmaktadır ve ölmek üzeredir. Arada bir boşluk var sonra, belki rüyasında, Tanrıların Yüce Kurulu huzuruna çıkıyor, ona serüvenleri, Reçinelileri ele geçirişi, Huwawa'yı öldürüşü ve hatta Tufan'ın kahramanının evine kadar gidişi hatırlatılıyor -ilk defadır ki Tufan, Gılgamış'ımızla birlikte dile getiriliyor.''
*
''Söylenebilecek olan şudur: Böyle bir efsane, ölümünden sonra Gılgamış'a bağışlanan doğa üstü yüceliği anlatmakla kalmıyor sadece, fakat Uruk'un kralı ile Ölüm'ün yol açtığı sorunlar arasında -sözlü efsane geleneğinin yansıması denebilecek- yazılı folklorda yer almış sıkı ilişkiyi de, güçlü bir anlatımla belirtiyor.'' (Sayfa: 27-34)
*****
*
''M.Ö. XVIII. yüzyıldan itibaren, Mezopotamya'da, şüphesiz uzun zamandan beri usul usul hazırlanmış önemli değişiklikler meydana geldi. Ülkenin en eski işgalcisi Samilerin bir kolu olan, kültürleri Sümerlerden izler taşıyan, ama III. binyıl boyunca, onları yavaş yavaş ortadan kaldırmış ''Akkadlar'' vardı ortada. Daha önce görüldüğü gibi, bilimde, dinde ve edebiyatta her zaman Sümerce kullanılıyordu, ama bütün bu alanlarda yönetim, hukuk ve konuşma dili olarak Akkadca egemendi. Öte yandan, yine kuzeybatıdan tek tak ya da topluluk halinde gelen yeni Sami göçmenler, aynı binyılın sonundan itibaren Akkadlara karışmışlardı. Amoritler deniyor bunlara.'' (..) ..1700'lerden itibaren, ve (Amorit soyundan) yüce Hammurabi'yle birlikte, ülkenin siyasi yapısı kökten değişti, hem de uzun bir dönem için. Sargon/ Şarrukin İmparatorluğu ve III. Ur Krallığı tarafından engellenen ve yeni binyılın başında tekrar usul usul yürürlüğe girmiş olan eski Kent-Devletleri rejimi, tamamen ortadan kaldırıldı. O zamana kadar pek tanınmayan ve gölgede kalmış Babil kentinde, Hammurabi, bölgenin kuzeyindeki Asur, bazen müttefik, çoğu zaman rakip, ama kültür yönünden derinden bağımlı ikinci bir siyasi birlik kurmak için ayrıldığı zaman bile, varlığını sürdürecek olan benzersiz ve istikrarlı bir Babil İmparatorluğu'nda ülke halkını bir araya getirdi; Babil, başkent olmanın ötesinde tüm ülkeyi aydınlatacak ve besleyecek bir büyük kent, bir merkez, bir deniz feneriydi.
(..) Atrahasis'in ya da Yücebilge'nin Şiiri. Yazarı bilinmeyen, bin iki yüz dizeden oluşan, harikulade anlam yüklü ve o zamana kadar bilinmeyen bir sentez gücünden, denenmiş bir yaratma tekniğinden, düşünce ile dil arasında hiç rastlanmamış bir dengeden oluşan bu eser, insanlık ''tarihi''nin, yaratılışından ve esatir çağından tarihsel çağa kadar, yani aşama aşama oluşarak ya da yenilenerek kendini uygun şartlar içinde bulduğu noktaya kadar, olağanüstü ve ölümsüz bir tablosunu çizdi; ve bu arada, bu tablo insan varlığına, onun ihtiyaçlarına, evrenin muazzam yapısı içinde tutarlı ve gerekli bir rol oynamasına tüm anlamını veriyordu.
Bunları söyledikten sonra, yine aynı dönemde Gılgamış'ın her zamanki yüce kişiliğini, tüm cazibesini ve itibarını koruduğu için, Yücebilge'nin yazarı kadar özgün ve güçlü bir (başka) yazarın, olağanüstü, ve büyüleyici bir edebi eserde, bir uyarlama yapmak: hayran olduğumuz Destan'ı, sonunda, hiç değilse, bir ilk taslak halinde hazırlamak için eski efsanenin dağınık parçalarını toparlamış olmasına pek hayret etmemek gerekir.'' (Sayfa: 35-37)
*****
''Yazarı asla bilinmeyecektir -bir şaheser olan eski eserlerin birçoğu için bir kuraldır bu özellikle Mezopotamya'da- onun kimliğini Şiir'i, zekâsı, fikir gücü, kültürü ve insancıllığı ortaya koyacaktır.'' (Sayfa: 44)
*****
*
''Destan'ın Babil Ülkesi'nde yaratılmasından pek az sonra, II. binyılın tüm ikinci yarısı boyunca, bu kadar yaygınlaşması, bu dönemin hiçbir edebi metnine nasip olmayan bir durumdur: Bu durum, kültür farklarını aşarak, daha derin olanı, yani insanların zihninde ve gönlünde ortak olan şeyi etkileyerek bir anda uyandırdığı ''evrensel'' ilginin bir göstergesi değil midir.? Bir başka önemi var bu olgunun: ''Aydınlar'' nesilden nesile, bu anlatıyı, sadece bıkıp usanmadan temize çekmek, çevirmek, kısacası ''yeni basımını'' yapmak için değil, fakat aynı zamanda kendi döneminin zevkine göre, üslubu, metni dilediğince yeniden işlemek ve bir olayın tanıtımını az çok yenilemek, ve gerektiğinde, tamamını, ya günümüze ulaşmamış kayıp eserlerden, ya da sözlü geleneğin hiç dinmeyen engin selinden aktarılmış yeni değişikliklerle bezemek için tekrar tekrar ele almış, yüzlerce yıllık bir çalışma ortaya koymuşlardır -değiştirmeler, çeviriler, özetler bunun kanıtlarıdır.'' (Sayfa: 49)
*****
*
''Uzak atalarımızı iki binyıl büyülemiş ve eğitmiş olan bu yıllanmış ve bulmacamsı şaheserin geniş bir bölümünü yeniden keşfetmeye ve yavaş yavaş, parça parça bir bütün oluşturmaya başlamak için, XIX. yüzyılı, çok uzun zamandır unutulmaya bırakılmış kutsal Mezopotamya'da sürekli kazılar yapılmasını, çetin ve mucizevi bir çalışma sonunda çiviyazısının okunmasını beklemek gerekti.
Böyle bir yeniden yapılandırma -henüz tamamlanmamakla birlikte-, çok sayıda Asurbilim uzmanının direngen sabrının ürünüdür ve bulmaca sözcüğü bunu tastamam ifade etmektedir. Bu uzun metinden sadece dağınık parçalar bulunmuştur şimdiye kadar, ve bunların her biri arkeologlar ve müze sorumluları tarafından bir kısaltmayla belirtilmiş, ve de eserin tamamının önceden bilinen kalıntılarına göre filologlar tarafından incelenmiş, ayıklanmış ve çevrilmiştir.'' (Sayfa: 56)
*****
''Destan'ın tüm formlarıyla, bize ''sakatlanmış anıt'' halinde ulaşması, her şeye rağmen, ihtiyatlı olmamızı gerektiriyor. Duyarlık ve estetik alanında, bu kalıntıların güzelliği ve gücü, parçalanmışlıklarını unutturuyor, ve onları bir bütün halinde tasarlamak ve iyice tadına varmak için, kesintiye uğramış dış görünüşü, zevklerimize, tercihlerimize ve hayal gücümüze göre, tamamlamaya kışkırtıyor bizi. Ama tarihi hakikat kaygısı, asla bir güzellik duygusuna tabii olmamalıdır: Önce, eleştirilmiş belgelere dayanan objektif kesinlikler gerek bize. Bununla birlikte, böylesine bir şaheser karşısında, belki de bazen, iki coşkuyu bir araya getirmek daha akıllıca olur: Olayları sezinlemenin verdiği coşku ve onları değerlendirme coşkusu.'' (Sayfa: 58-59)


*
*
*
Tanıtacağım cümle âleme
Her şeyi görmüş
Tüm dünyayı tanımış
Her şeyin sırrına ermiş olanı
Ve her yerde
Gizli kalmış her şeyi keşfedeni
Bilgelerin bilgesini,
Her şeyi bir bakışta kavrayanı:
Seyreyledi Karanlıkları O
Açıkladı tüm Gizleri
(hattâ) öğretti bize
Tufan'dan önce olup biteni.!
Dönünce çıktığı uzun yolculuktan
Bitkin, fakat yatışmış olarak
Kazıdı bir mezar taşının üstüne
Başından geçen her şeyi.! (Sayfa: 63)


''Git ara şimdi
Bakır çekmeceyi
Çevir bronz halkasını

Gizli kanadını
Ve çıkar oradan gök mavisi tableti
Anlamak için
Bu Gılgamış'ın
Bunca serüvenden nasıl geçtiğini.!'' (Sayfa: 65)


''Aştı denizi
Engin Deniz'i
Güneşin doğduğu yere kadar,
Ve bulmak için sonsuz hayatı
Her tehlikeyi göze alarak
Araştırdı tüm evreni,
Tufan'ın yerle bir ettiği Tapınakları,
Yeniden kurmuş olan
Uzaktaki- Utanapişti'ye kadar,
Kimselere değil,
Sadece ona vergiydi hükümdarlık.'' (Sayfa: 66)


''Seslendiler Ulu-Aruru'ya:
''Sen ki İnsan'ı yarattın
Şimdi de kulak ver Anu'nun dediğine
Yarat onun tarafından tasarlanmış
Kasırga'ya denk düşen birini
Varsın O ve Gılgamış dövüşsünler birbirleriyle
Yeter ki huzura kavuşsun Uruk.!''
Duyunca bu dileği
Yerine getirdi Aruru
Anu'nun dediğini
Yıkayıp ellerini
Bir parça kil aldı
Ve bozkıra bıraktı onu:
*
Ve orada bozkırda
Yarattı Gözüpek-Enkidu'yu,
Ve saldı dünyaya
Ninurta gibi savaşçı Enkidu'yu'' (Sayfa: 69)


*
''Ana
Bu geceki rüyamı anlatayım sana:
Gökyüzündeki yıldızlar
Çevrelerken beni
Gök'ten inmiş bir göktaşı
Küt diye düştü yamacıma.
Davrandımsa da yerden kaldırmaya
Mümkünü yoktu kaldırmanın;
Yerinden oynatmaya yeltendimse de
Kımıldatamıyordum bile.!
Başına toplanmıştı Uruk'un ahalisi:
Halk
Kuşatmıştı çevresini;
İtişip kakışırken kalabalık,
Yiğitler
Onu görmek için koşuşmuştu:
Küçük bir çocukmuş gibi
Ayaklarını öpüyorlardı
Bense okşuyordum onu
Sanki karımmış gibi.
Sonra ayaklarının dibine getirdim onu.
Ve sen davrandın ona
Hiç ayrım gözetmeden,
Sanki benmişim gibi.'' (Sayfa: 78-79)
*****
*

Dip Not: ''Bir beklenti ayini: uğruna ''yakarılmış'', yani tanrılardan istenmiş ve hem belirli bir yerde elde edilmiş, hem de gerçekleşmesini engelleyebilecek kötü etkilere karşı korunmuş rüya ayini söz konusudur. Burası, ''dağın'' doruğudur, Şamaş'ın oturduğu ve şüphesiz, rüyayı ''bağışlayacak'' ve göğe daha yakın olan yerdir. Maşhatu'nun yani tütsü olarak yakılan un ya da kokulu barutun kullanılmasının sebebi budur. Enkidu'nun Gılgamış adına gerçekleştirdiği (ama ne olduğunu tam bilmediğimiz) bir aynin, yani uyuyacağı ve rüyayı göreceği sırada ''onu içine kapattığı'' ''büyülü çember'' söz konusudur. Bu ''çemberler'', büyülerde ve Şeytan taşlama ayinlerinde sık sık kullanılırdı.'' (Sayfa: 100)


''Gördüğüm rüya
Şöyleydi dostum:
Derin bir vadideydik
Ve Dağ
Üzerimize yıkıldı
Ama biz ''sivrisinekler misali
Kaçışıyorduk''
Bozkırda doğmuş olan, o anda
Dedi ki dostuna -
Enkidu rüyasını yorumladı ona:
''Dostum rüyan hayra alamet
Çok güzel bir rüya bu
Gördüğün dağ, dostum,
(..)
Humbaba'yı ele geçirip
Öldüreceğiz
Ve cesedini
Çorak bir (..) atacağız
Yarın iyi bir haber duyacağız
Şamaş'tan'' (Sayfa: 101)


''Tek bir kişi yürüyemez burada
Ama iki kişi
İki (..) kolayca karşı koyabilir
Bir üçüncüye.!
Hiç kimse tek başına koparamaz
Üç katlı bir halatı
Ve bir aslandan çok daha güçlüdür
İki yavru aslan.!'' (Sayfa: 110)


*
*
Humbaba:
*
''..Hey Enkidu,
Baba nedir bilmemiş
Ve tıpkı kaplumbağalar gibi,
Hiç anasütü emmemiş
Balık yavrusu.!..'' (Sayfa: 114)


*
*
''Bunu duyan Anu açtı ağzını
Ve söze başladı
Ve şöyle dedi
Prenses İştar'a:
''Eğer ben Boğa'yı
Bağışlarsam sana,
Uruk ülkesinde
Yedi yıl kıtlık olacak.!
Ve senin önce, insanlar için
Tahıl
Hayvanlar için
Ot istif etmen gerekecek.!''
İştar açtı ağzını
Söze başladı
Ve şöyle dedi
Babası Anu'ya:
''Baba
Senin sözünü yerine getirdim
Önceden koydum yerine
Yedi yıl sürecek kıtlığı
Gözeterek
Tahıl
Ve ot
İstif ettim...'' (Sayfa: 131)


*
*
''Tan yeri ağardığında
Gılgamış bütün ülkeye
Seslendi:
''Ey demirci ustaları.! Ey cevahirciler.!
Ey metal işçileri.!
Ey kuyumcular.!
Bir heykelini yapın.
Dostumun.!''..'' (Sayfa: 153)





*
*
''Bir kaygı
Kemiriyor içimi.!
Ölüm korkusudur
Beni bozkırda koşturan.!
İyisi mi
Gidip Utanapişti'yi,
UbarTutu'nun oğlunu bulayım.!'' (Sayfa: 161)
*****
*
*
''Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş
Can dostumu,
Bütün insanların kaçınılmaz kaderi
Ölüm yere çaldı.!
Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için
Ve razı olmadım gömülmesine
Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar.
İşte o zaman ölümden korkmaya
Ve bozkırda başıboş dolaşmaya başladım.'' (Sayfa: 173)


''Nasıl olur da sessiz kalırım.?
Can dostum
Balçık oldu.!
Enkidu, can dostum
Balçık oldu.!
Ve ben de onun gibi
Bir daha asla kendime gelmemek üzere
Kara toprağa karışacak değil miyim.?'' (Sayfa: 174)
*
*
''Seni Tanrılar
Tanrı-insan cevherinden*
Yarattılar.
Sana babanmış, ananmış gibi
Davrandılar.''
*
*Sözcüğü sözcüğüne: ''Tanrıların tanrı-insan teninden (cevherinden) yarattıkları sen. (Sayfa: 185)


*
*
Utanapişti:
*
Tanrıların
Bir sırrını anlatacağım sana.!
Fırat'ın kıyısına
Kurulmuş
Şurrupak Kenti,
Tanrıların doluştuğu
Eski kent, biliyorsun.
İşte orada Tufan'ı kışkırtmak
Hevesine kapıldı en yüce tanrılar.
Ataları Anu;
Danışmanları
Yiğit Enlil;
Yardımcıları
Ninurta;
Ve Ustabaşıları
Ennugi idi.
Ama onlarla birlikte yemin ettiği halde
Prens-Ea
Kamıştan çitime* açıkladı Sırrı''
*
Ülkede ve o dönemde ''evin duvarını'' oluşturan kamıştan söz edilmektedir, bu ''kamıştan çit''in arkasındaki evindeydi Utanapişti. Enlil tarafından karar verilmiş Tufan'dan, hiç kimseye söz etmeyeceğine dair verdiği yemine bağlı kalmak içindir ki, Ea doğrudan doğruya, koruduğu kişiye değil, fakat arkasında bulunduğunu bildiği çite söylüyor.
*
 Dip Not: Yücebilgi'de bu dört tanrı (Anu, Enlil, Ninurta ve Ustabaşları) ''patron''dur ve greve kalkışmış ve böylece insanın yaratılmasını kışkırtmış olan işçi-tanrıların ''işverenleri''dir. Burada, Tufan'la ilgili karar, haksız olarak onlar tarafından alındı deniliyor; Ninurta, vaktiyle ünlü bir Savaş tanrısı ve de Tarım tanrısıdır. (Sayfa: 188-189)


''..''Kamış çit.! Ey kamış çit.!
Duvar.! Ey duvar.!
Dinle, kamış çit.!
Hatırla bunu duvar:
Ey Şurrupak'ın Kralı,
UbarTutu'nun Oğlu,
Yık evini de
Bir gemi yap kendine.!
Yüz çevir dünya nimetlerinden
İstiyorsan eğer sağ salim yaşamak.!
Birlikte bin gemiye
Hayvanların her türlüsüyle
Yapacağın geminin
Eni boyuna
Eşit olsun.!
Güvertesini örten çatı
Apsû'nunki gibi olsun.!''
Ne dediğini anlayınca
Şöyle dedim Efendim Ea'ya:
''Kendimi bu işe vereceğim
Buyruğunu yerine getireceğim.
Ama ne diyeceğim
Kent halkına, Yaşlılara.?''..''
*
Apsû, yeraltındaki, üzeri tamamen kaplı, tatlı su örtüsüdür.
(Sayfa: 190)


''Hepsini yükledim gemiye
Evcil hayvanlarımın hepsini
Ailemi
Tüm hane halkını
Gemiye bindirdim.'' (Sayfa: 194)
*****
''Açtı gök savaklarının vanalarını
Ve Ninurta
Taşırdı yukardan barajların sularını
Cehennem tanrıları
Meşaleleriyle
Tüm ülkeyi tutuştururken.
Göğü
Ölüm sessizliğine bürüdü Adad,
Işıyan her şeyi
Karartarak.
Bir çömlek gibi
Paramparça ettiler ülkeyi.
İlk gün
Kudurmuş gibi esti fırtına
Ve Lanet yağdı
İnsanların üstüne
Göz gözü görmüyordu.
Oluk oluk akan bu sularda
Kalabalıklar görülmez oldu gökten'' (Sayfa: 195-196)


''Yedinci gün ağarınca
Dindi Fırtına, Tufan ve Kıyım.
Kasırga ve Fırtına dinince
''Deniz'' duruldu
Doğuran bir kadın gibi.
Çevreme baktım:
Sessizlik hüküm sürüyordu.!
Balçığa dönüşmüştü
Bütün insanlar;
Ve denizin üstü
Bir taraça-dam gibiydi.
Bir hava deliğini açtığımda
Serin bir hava çarptı yüzüme.
Diz çöktüm,
Ve ağladım sessizce:
Gözyaşları yanaklarıma akıyordu.
Sonra, kıyılara baktım,
Ufukta
Yüz metre kadar ileride
Bir kara parçası görünüyordu:
Nissir Dağı idi bu
Gemi o dağa oturmuştu.'' (Sayfa: 197-198)
(..)
''Yedinci gün
Bir güvercin salıverdim.
Güvercin uçtu gitti;
Sonra geri geldi:
Konacak bir yer bulamadığı için
Geri geldi.
Sonra bir kırlangıç
Salıverdim.
Kırlangıç uçtu gitti;
Sonra geri geldi:
Konacak bir yer bulamadığı için
Geri geldi.
Sonra bir karga
Salıverdim:
Karga uçtu gitti
Ama suların çekilmiş olduğunu görünce
Ne bulduysa yemeğe koyuldu, gak gak öttü, pıskırdı
Ama geri dönmedi artık.
Bunun üzerine, her şeyi dört bir yana savurdum,
Ve bir yemek şöleni hazırladım tanrılara.'' (Sayfa: 198-199)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...