20 Mart 2023 Pazartesi

Doris Lessing - Siyah Madonna (İngilizceden Çeviren: Aslı Biçen)


Arka Kapak:

*

Sunday Times'ın ''Parlak, tahrik edici, en iyi, keskin, etkileyici, tartışmalı, olgun ve her zaman içten'' dediği Doris Lessing çağımızın en önemli yazarlarından..
Yapıtlarında ''aşk, nefret, şiddet'' gibi temaları ''öfkeli'' bir üslupla işleyen yazarın kendini farklılaştıran özelliklerinden biri de batı kültürüne mesafeli yaklaşması.. Afrika'nın büyüsünün tadına varmak, ''o ağır samimi dansı'' seyretmek için ''ilerlemeci/misyoner'' yaklaşımından vazgeçmek gerektiğini savunması..
Siyah Madonna'daki öyküler ise ''bu çok eski, ağır, samimi dans''tan çekilmiş çarpıcı fotoğraflardan oluşuyor. Afrika aşkının, kıskançlığının, büyüsünün.. fotoğrafları.


Siyah Madonna:
*
''Yüzbaşının tam karşısında siyah bir kız resmi vardı. Genç ve tombuldu. Desenli, mavi bir elbisesi vardı ve yumuşak ve çıplak omuzları giysiden dışarı çıkmıştı. Sırtında kırmızı bir kumaşla bağlanmış bir bebek taşıyordu. Yüzü Yüzbaşıya dönüktü ve gülümsüyordu.
''Bu Nadya'' dedi Yüzbaşı. ''Nadya..'' diye inledi yüksek sesle. Siyah çocuğa baktı ve gözlerini kapadı. Gözlerini açtı, anne ve çocuğu hâlâ oradaydılar. Michele büyük bir dikkatle siyah kız ve çocuğunun başlarının çevresine sarı halkalar çiziyordu.
''Tanrı aşkına'' dedi Yüzbaşı, ''Bunu yapamazsın''
''Neden.?''
''Siyah Madonna olmaz'' (Sayfa: 17)
*
Ivır Zıvır Kutusu:
*
"..nasıl katlandın.? Senin farkında bile olmayan insanlara seneler senesi şefkat hazineni akıtmaya nasıl dayandın.?" (Sayfa: 27)
*
Yaşlı Şef Mshlanga:
*
''Beyaz çocuklar bir araya geldikleri ender durumlarda, oradan geçen bir yerliyi soytarı durumuna düşürmek için ona selam verip eğlenebilirler; köpekleri üzerine salıp onun kaçışını izleyebilirler; küçük siyah bir çocukla bir köpek yavrusuyla oynar gibi oynayabilirlerdi; oysa bir köpeğe suçluluk duymadan taş ve sopa atamazlardı.'' (..)
''..kahkahanın öyle bir türü vardır ki, korkunun ta kendisidir, kendinden korkar.'' (Sayfa: 52)
*
''Eğer insan bir milletin köpek gibi ayağına kapanmasını istemiyorsa, o zaman ''Ben ne yapabilirim ki, ben de bir kurbanım'' diyerek ucuz bir duygu patlamasının getirdiği bir gülücükle, geçmişi yok sayamaz.'' (Sayfa: 60)
*
Platoda Gündoğumu:
*
''Yapamayacağı hiçbir şey yoktu, hiçbir şey.! Orada dururken, bir çocuğun, ''sonsuzluk'' kelimesini duyup anlamaya çalışması ve zamanın, aklını ele geçirmesi gibi, önünde kocaman ve muhteşem bir yaşam olduğunu hissetti, kendisinin olan bir şeye ve başına kan hücum ederken, yüksek sesle: ''Bu dünyadaki bütün büyük adamlar bir zamanlar benim, şimdi olduğum gibiydiler ve benim olamayacağım, yapamayacağım hiçbir şey yok; istersem, kendi parçam kılamayacağım hiçbir ülke yok. Bütün dünyayı kapsıyorum. Ondan, istediğim şeyi yaparım. Eğer istersem meydana gelecek her şeyi değiştirebilirim, bu bana bağlı ve şu anda yapmayı istediğim şeye'' diye bağırdı.
Kendi sesinin söylediği şeylerin kesinliği, doğruluğu ve cesareti onu o kadar pohpohladı ki, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrar şarkı söylemeye başladı, sesi boğazda yankılandı. Yankıyı duymak için durdu ve tekrar şarkı söyledi: Durdu ve bağırdı. Bu oydu.! İsterse şarkı söyleyebilirdi; dünya ona cevap vermek zorundaydı.'' (Sayfa: 68)
*
Büyüler Satılık Değil:
*
''Arada bir, Teddy'yle aynı zamanda doğmuş olan küçük bir zenci çocuk, çalılığın kenarından, mucizevi sarı saçları ve Kuzeylilere has mavi gözleri olan küçük beyaz çocuğa saygıyla karışık bir korkuyla bakardı. İki küçük çocuk birbirlerine kocaman, meraklı gözlerle bakarlardı. Bir keresinde Teddy, siyah çocuğun yanaklarına ve saçlarına dokunmak için merakla elini uzatmıştı.
Onları seyretmekte olan Gideon, hayretle başını salladı ve ''Ah hanımefendi, bunların ikisi de çocuk ve büyüyünce biri efendi olacak, diğeriyse uşak'' dedi; Bayan Farquar gülümsedi ve üzüntüyle ''Evet Gideon, ben de bunu düşünüyordum'' dedi. İç geçirdi. ''Tanrı böyle istiyor'' dedi misyonerler tarafından yetiştirilen Gideon. Farquarlar çok dindar insanlardı ve Tanrı'ya karşı duydukları bu ortak hisler, uşağı ve efendilerini birbirlerine daha da bağlamıştı.'' (Sayfa: 74)
*
''Çalılık sırlarla doludur. Siyah adamın mirası olan yaprağın, toprağın ve mevsimin ve belki de en önemlisi, insan aklındaki karanlık patikaların asırlık bilgeliğini öğrenmeden, Afrika'da ya da en azından platoda hiç kimse yaşayamazdı.'' (Sayfa: 77)

Friedrich Engels - Maymunun İnsanlaşma Sürecince Emeğin Rolü (Türkçesi: Murat Şenoğuz)


Arka Kapak:

*
Önce emek sonra emekle elele veren dil, maymun beynini tedricen insan beyni haline getiren iki etkendir. O insan beyni ki, esas olarak maymun beyni olduğu halde bu iki etkenin etkisi ile maymun beynine göre çok büyümüş ve çok daha karmaşık fonksiyonları yerine getirir hale gelmiştir. Beynin gelişmesi ile onun en yakın silahları olan sinirlerde ona paralel olarak gelişmiştir. Konuşmanın adım adım gelişmesi nasıl konuşma için gereken işitme organlarının gelişmesi ile paralel gitmişse, beynin gelişmesi de genellikle bütün organların gelişmesi ile beraber yürümüştür.
*
Friedrich Engels Kimdir.?
*
''Hegel'in felsefesi zihin ve düşüncelerin gelişmesinden bahsediyordu, yani idealistti. Zihin gelişmesinden doğanın, insanın, insani ve toplumsal ilişkilerin gelişmesine varıyordu. Hegel'in ebedi gelişim fikrini (Marx ve Engels'in düşünsel gelişimlerinde büyük Alman Filozoflarına, özellikle Hegel'e çok şey borçlu olduklarını sık sık belirtmişlerdir. Engels, ''Alman felsefesi olmasaydı bilimsel sosyalizm hiçbir zaman doğmazdı'' demişti.) kabul ettikleri halde, Marx ve Engels düşüncelerin şeylerden önce varolduğunu iddia eden idealist görüşü reddediyorlardı.
Onlar, yaşantıya dönerek evrenin zihinsel açıklamasına doğadan ve maddeden varılması gerektiğini gördüler. Hegel ve diğer Hegelcilerin tersine Marx ve Engels materyalist idiler.'' (Sayfa: 12)
*
''Engels proletaryanın sadece acı çeken bir sınıf olmadığını, aslında proletaryayı önüne geçilmez şekilde ileri iten ve eksiksiz bir kurtuluş için savaşmaya zorlayanın, bu sınıfın içinde bulunduğu utanç verici ekonomik durumun olduğunu söyleyen ilk kimseydi. Savaşan proletarya kendi kendine hizmet edecektir. Emekçi sınıfın siyasi hareketi, işçileri kaçınılmaz bir şekilde tek kurtuluşun sosyalizmde olduğunu anlamaya yöneltecektir. Öte yandan, sosyalizm emekçi sınıfın, siyasi mücadelesinin amacı olduğu zaman bir güç haline gelecektir.'' (Sayfa: 14)
*
''Engels, İngiltere'ye gelene kadar, sosyalist değildi. Manchester'de, İngiliz işçi hareketinde aktif olan kimselerle ilişki kurdu. Ve İngiliz sosyalist yayın organları için yazmaya başladı. 1844'de Almanya'ya dönerken Paris'te daha önce mektuplaşmaya başladığı Marx ile karşılaştı. Farnsız sosyalistlerin ve Fransız yaşantısının etkisi altında Marx da sosyalist olmuştu. Burada ikisi Kutsal Aile ya da Eleştirisel Eleştirinin Eleştirisi adlı kitabı kaleme aldılar. İngiltere'de işçi sınıfının durumundan bir yıl önce çıkan, büyük bir kısmı Marx tarafından yazılan bu kitap, esas görüşlerini yukarıda açıklamış olduğumuz ihtilalci materyalist sosyalizmin temelini içerir.
''Kutsal Aile'' filozof Bauer kardeşlere ve müridlerine verdikleri alaycı lakaptır. Bu baylar bütün pratik eylemlerden ve çevreyi ve çevrede meydana gelen olayları eleştirisel olarak ele alan ve bütün gerçeğin, partilerin ve siyasetin üstünde yer alan bir eleştiriyi vaaz ediyorlardı. Bu baylar, Bauer'ler, proletaryayı eleştiri yeteneğinden yoksun olan bir yığın olarak küçük görüyorlardı. Marx ve Engels bu güç ve zararlı eğilime şiddetle karşı çıktılar.'' (Sayfa: 15)
*
MAYMUNUN İNSANLAŞMA SÜRECİNDE EMEĞİN ROLÜ
*
Ekonomistler, ''Emek, her türlü zenginliğin kaynağıdır'' diyor. Gerçekten, emeğin zenginlik haline çevirdiği materyali (ilk maddeleri) veren doğa ile beraber iş, her türlü zenginliğin kaynağıdır. Fakat, emek bundan da çok daha büyük bir şeydir. O, insanlığın iki temel koşuludur ve bu nitelik, bize, insanı yaratan emektir, dedirtecek ölçüdedir. Yerküre tarihinin jeologlarca üçüncü devir denilen devrimin, henüz tamamıyla kesin olarak tayin edilemeyen bir çağın da ve tahminen o devrin sonuna doğru, yani bundan birçok yüzbinlerce yıl önce, sıcak bir yerde, büyük bir olasılıkla şimdiki halde Hint Okyanusunun aşağılarında bulunan geniş bir kıtada, insan benzeri maymunların olağanüstü yüksek bir derecede gelişmiş bir türü yaşıyordu.
Bu atalarımızın yaşamları hakkında en geniş bilgileri Darwin vermiştir: Tepeden tırnağa kadar kıllı idiler, sakalları ve sivri kulakları vardı, sürü halinde ağaçlar üstünde yaşarlardı. Elleri ayaklarına, ayakları ellerine benzerdi.
Bunların (bu insanlara benzeyen maymunların), yaşam biçimlerinin gereği ellerinin ayaklarından farklı bir görev gördüren ve periyodik olarak yapmak zorunda oldukları hareketlerinin (tırmanma, dallar üzerinde yürümenin) ilk sonuçları, yerde yürürken yavaş yavaş ellerini kullanmaları oldu. Dik yürüyüşü benimsemeye başladılar. Bununla maymunluktan insanlığa geçmek için kesin bir adım atılmıştı.
Şimdi de yaşamakta olan insan benzeri maymunlar (goril, şempanze..) ayakları üstünde dik durabilirler ama şöyle böyle ve zorlukla durabilirler. Onların doğal yürüyüşleri yarım dik vaizyetindedir ve ellerin kullanılmasını gerektirir. Bu maymunların büyük çoğunluğu yumruk şeklinde kapanmış olan ellerinin arasından havaya kaldırdıkları ayaklarının indirilip kaldırılması ile, tıpkı koltuk değneği ile yürüyen bir topal gibi hareket ederler. Genellikle maymunlarda, şimdi bile, dört ayakları, iki ayak üzerinde yürüyüşe geçişin bütün basamaklarını görebiliriz. Fakat maymun türlerinin hiçbirinde iki ayakla yürüyüş normal bir yürüme şekli olamamıştır. (Sayfa: 21-22)
*
ELLERİN SERBEST KALMASI:
*
''..insana en çok bezeyen maymunun gelişmemiş elleri ile, yüz binlerce yılın işi sayesinde gelişmiş olan insan eli arasındaki mesafenin ne kadar büyük olduğu meydana çıkar. Her iki elde (insan ve maymun elinde) kemiklerin ve kasların sayısı ve genel düzenlenişi aynıdır; buna rağmen en ilkel bir vahşinin eli bile hiçbir maymuna nasip olmayan yüzlerce iş yapar. Hiçbir maymun eli, hiçbir zaman, en kaba bir taş bıçak dahi yapamamıştır.
Bu nedenle, atalarımızın, birçok bin yıl süren, maymunluktan insanlığa geçiş devresinde ellerini yavaş yavaş alıştırdıkları eylemler, başlangıçta çok basit olabilirdi. En aşağı vahşiler, hatta insan haline dönmekte oldukları tahmin edilen ve bedenen gelişmeye başlayan vahşiler bile bu hayvanlardan daha yüksektirler. İlk çakmak taşının, insan eli ile bıçak haline gelmesi için herhalde, öyle uzun bir devir geçmiştir ki, bildiğimiz tarihi çağ ona oranla sözle ifade edilemez derecede küçük kalır. Fakat kesin adım atılmıştır ve el serbest kalmıştır.'' (Sayfa: 24)
*
''..''el'' yalnız emeğin aleti değil, aynı zamanda emeğin ürünüdür de. Yalnız emek sayesinde, hep yeni hareket biçimlerine uyum sağlayarak, bu suretle kasların, sinirlerin ve uzun bir zaman içinde, hatta kemiklerin kazandıkları gelişme sayesinde ve böylece kalıtımla geçen gelişmelerin gittikçe daha da artan özellikleri, hareketlere uygulanması sayesinde, sadece bunların sayesinde, insan eli, sanki bir sihir kuvveti varmış gibi Rafael'in tablolarını, Torvaldsen'in heykellerini, Paganini'nin müziğini hayata getirebilecek yükseklikteki gelişme seviyesine çıkmıştır.
Fakat el, kendi başına yaşayan bir şey değil, ancak bütünün, olağanüstü gelişmiş bir organizmanın organlarından biridir. Elin gelişmesine yarayan her şey, aynı zamanda elin hizmet ettiği bütün bedenin de gelişmesine yaradı ve bu yararlılık iki taraf için karşılıklıydı.'' (Sayfa: 24-25)
*
ORGANLARIN KARŞILIKLI ETKİLEŞİMİ:
*
''Atalarımız olan maymunlar, yukarıda söylediğimiz biçimde, sosyal hayvanlardı; hayvanların en sosyali olan insanın kökeninin, sosyal olmayan yakın atalardan alınmayacağı büsbütün aşikardır. Emek ve emeğin gelişmesi ile başlayan doğaya hakimiyet, her yeni adımı ile insanın çevresi hakkındaki görüşünü genişletmiştir. İnsan devamlı olarak doğada yeni özellikler, o zamana kadar bilinmeyen özellikler keşfetmiştir.'' (Sayfa: 28)
*
DİLİN GELİŞME SÜRECİ:
*
''Beynin gelişmesi ile, onun en yakın silahları olan sinirler de, ona paralel gelişmiştir. Konuşmanın adım adım gelişmesi nasıl ki, konuşma için gereken işitme organlarının gelişmesi ile paralel gitmişse, beynin gelişmesi de genellikle bütün organların gelişmesi ile beraber yürümüştür.'' (Sayfa: 31)
*
''Mezopotamya'da, Yunanistan'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, ekin yeri açmak için ormanları kökünden söken insanların, bu suretle, bu ülkeleri rutubetin birikme ve korunma merkezlerinden mahrum bırakarak, onların bugünkü boşluğuna (ve çoraklığına) sebep oldukları rüyalarına bile girmemişti. Alp Dağlarında yaşayan İtalyanlar, dağların kuzey yamacındaki çamlıkları -güney yamaçlarda büyük bir gayretle korunmasına rağmen- kökünü kestiklerinin farkına bile varmamışlardı. Onlar, bu hareketleriyle aynı zamanda dağ kaynaklarını, yağmurlarda çılgın sellerin vadiyi basacağının da farkında değillerdi. Avrupa'da patates ziraatini önerenler, aynı zamanda bu unlu yumrularda tüberküloz hastalığını da önerdiklerini bilmiyorlardı. Böylece her adımda ister istemez fark ediyoruz ki, biz doğa üzerinde, bir istilacının yabancı bir ulus üzerindeki egemenliği gibi, doğanın dışında bulunuyormuşçasına hüküm süremeyiz.
Tam tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle doğaya aitiz ve onun içinde bulunuyoruz. Bütün egemenliğimiz, diğer varlıklardan farklı olarak doğa yasalarını anlama ve doğru uygulayabilmemizden ibarettir.'' (Sayfa: 41-42)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...