29 Mayıs 2021 Cumartesi

Galina Serebryakova, Fransız Devriminde Kadınlar (Rusça Aslından Çeviren: Ahmet Açan)

Arka Kapak:
*
Galina Serebryakova Fransız Devriminde Kadınlar kitabıyla, bugüne kadar tarihçilerin, filozofların, sosyologların, sanatçıların söz ve fırçalarının kesintisiz ilgi odağı olan tarihi bir dönemi konu alırken öylesine titiz çalışmıştır ki okuyucu, uzman tarihçi olmadığı halde, yazarın, neredeyse iki yüzyıl boyunca bizden uzak kalmış geçmişin resimlerini görselleştirdiğini, büyük bir kısmı silinmiş olaylara ve yüzlere hayat verdiğini, dönemin rengi ve kokusunun yansıdığını, sadece yazarın yeteneği sayesinde değil, edebi çalışmaya girişilmeden önce büyük, özenli bir çalışma yapıldığını sezmiştir.
Galina Serebryakova'nın Marat'nın ölümüne neden olan Charlotte Corday'ın bıçağını 40 sou'ya satın aldığını, bunun kâğıttan kılıfı olan siyah saplı bir mutfak bıçağı olduğunu neredeyse tutulmuş bir tutanak kesinliğiyle tasvir etmesini yalnızca sanatsal hayal gücüyle açıklayamayız; yazar burada bir sanatçı olmaktan ziyade bir restoratör-tarihçi gibi çalışmıştır.
Fransız Devriminde kadın hareketi henüz çok zayıftı ve hiçbir şeyi mükemmel değildi. Halkın mücadelesini yükselten ana güçler, karşı devrimcilere, kudretli Avrupa devletlerinin koalisyonunun müdahalesine karşı çıktılar ve kadınlar bu adil kurtuluş savaşında, devrimin gelişimini hızlandıran bu kudretli halk hareketinde erkeklerle birlikte omuz omuza yürüdüler.
Ustalıkla yazılmış bu kitapta Galina Serebryakova'nın kadın kahramanları, tamamen başka bir ölçeğin tarihi karakterleridir. Fransız devriminin kadın portreleri, sadece betimlenen özelliklerin gerçekliği, tarihi resmin doğruluğu ile değil, aynı zamanda yazarın yeteneğinin ete kemiğe bürünmesiyle de dikkat çekiyor.
*****

ÖNSÖZ, Manfred Albert Zaharoviç (1906-1976):

*
''Önsözünü yazdığım bu kitabın, doğrusunu söylemek gerekirse herhangi bir reklama ihtiyacı yok. Kendi döneminde, ki 30'lu yıllarda çok kısa bir süre içinde 4 baskı yapmış ve 8 dile çevrilmişti. Tek başına bu gerçek bile romanın okuyucularda nasıl bir iz bıraktığını gösteriyor.'' (Sayfa: 5)
*
''Galina Serebryakova'nın kitabı, ilk satırlarından itibaren yazarın hikâyeyi anlattığı şehirleri, sokakları, olayları, insanları, şeyleri okuyucunun önüne görsel olarak koymasından çok önce biyografi türüne aittir. Genelde yazarın tasvir ettiği resim tam olarak çizilmez; okuyucu yalnızca özenle çizilmiş birkaç ayrıntı görür: ''Devrimci Cumhuriyetçi Kadınlar Kulübünün'' bulunduğu aziz Eustache kilisesinin gotik kasvetli salonundaki dar bir başkanlık masasını; tuhaf bir şekle sahip, büyük cilalı bir ayakkabıyı andıran Marat'nın öldürüldüğü banyoyu; La Force hapishanesinin tek kişilik hücresinde, sert kuru saplarıyla üzerine yatan insanı vahşice tırmalayan saman şilteyi.
Büyük bir kesinlikle aktarılan bu ayrıntılar okuyucuya güven aşılar, onları olayların doğruluğuna ikna eder; böylece yazar bu titizlikle anlatılmış ayrıntılar üzerinden henüz tamamlamadığı tarihsel resmin kalan bölümlerine geçer. (Sayfa: 6)
*
18. yüzyılın Fransız burjuva devrimi, modern zamanlar tarihindeki en büyük ve en önemli olaydı. Devrim, feodalizme karşı ezici, yıkıcı bir darbe indirdi, Fransa toparkalrını feodal çöplerden, ülkenin kalkınmasına engel olan feodal prangalardan temizledi. Burada Marx'ın şu ünlü sözünü hatırlamamak imkânsız:
*

''On sekizinci yüzyılın Fransız devriminin devasa süpürgesi, geçmiş yüzyılın bütün kalıntılarını süpürdü ve böylece modern devletin inşası için son engellerden toplumsal zemini temizledi.''

*

(Karl Marx, Fransa'da İç Savaş, K. Marx ve F. Engels, toplu yazılar, 18. yüzyıl, 2. bölüm, sf. 342) (Sayfa: 7)

*

''V.İ. Lenin şöyle yazar: ''Büyük Fransız devrimine bakınız. Ona boşuna büyük demediler.'' Ve Lenin daha sonra onu Büyük yapan şeyi anlatır: Devrim dünyaya, zaten kaçınılmaz olan burjuva demokrasisinin, burjuva özgürlüğünün temellerini attı; yenilgisine rağmen, sonraki tüm gelişmelerde öylesine derin ve güçlü bir etki yarattı ki ''19. yüzyılın tamamı, ki tüm insanlığa medeniyet ve kültür getiren yüzyıldır, Fransız Devriminin damgasını taşır.'' (V.İ. Lenin, toplu yazılar, 29.cilt, sf. 342) (Sayfa: 7)

*****
*****
İlk Fransız devrimi, esas olarak bir halkın burjuva-demokratik devrimi olduğu için, önünde duran görevleri sonuna kadar yerine getirebilir, feodalizme karşı mücadelede onu tamamıyla yenilgiye uğratıp klasik bir burjuva devrimi haline gelebilirdi. Gerçi burjuvazi, bir bütün olarak bakıldığında o dönemde genç, ilerici, devrimci bir sınıfken ve devrimin başındayken, sadece halk kitleleri devrimci olaylara olağanüstü güç ve kapsam katmışlardı. Devrimde halk kitlelerinin yaratıcı katılımı, feodal baskıyla öldürülen, işkence gören, ezilen milyonlarca insanın uyanışı, yeni dünyanın şafağını efendisinin malikânesinin cayır cayır yanan alevlerinde gören yoksulların kararlılıkları ve anavatanlarını savunma isteği, işte tüm bunlar devrimin güçlerini yenilmez kıldı. Devrimin başkahramanı halktı, harekete geçti, devrimi ilerleterek yükselen bir çizgi boyunca gelişmesini sağladı. Kitlelerin yaratıcı katılımı -toplumsal arzu ve heveslerinin tam olarak tatmin edilmesini uman köylüler, kentli plebler, devrimi bir aşamadan diğerine daha yükseğe taşıdılar: Burjuvazi Feuillantların egemenliğinde karşı devrimci bir pozisyona yuvarlanmış, daha sonra Jironden burjuvazinin egemenliğine girmiş, onlar da seleflerinin akıbetini yaşadıktan sonra Jakoben diktatörlüğünün en yüksek ve kahramanlık aşamasına geçmişlerdi. Ve halk kitleleri elbette devrimin sınıf içeriğini değiştiremedi, Jakoben safhasında bile burjuva kaldı. Her burjuva devriminin özünde var olan sınırlamalar -halk kitlelerinin devrimci yaratıcılığı, devrimin her safhasında onun yarattığı kurumlarda derin izler bıraktı. Dahası, devrimci süreçte halk kitlelerinin cumhuriyetin sayısız düşmanına -iç ve dıştaki karşı devrimci güçlere- karşı mücadelede oynadıkları belirleyici rol, Fransız Devriminin en kendine özgü özelliklerinden birinin en yüksek aşamada ortaya çıkmasına neden oldu: Burjuva devriminin sorunlarının plebist yöntemlerle çözülmesi. Toplumsal mücadeledeki bu aşırı gerginlik, devrimin büyüklüğü ve ihtişamı, onun kahramanlığı, dramatik karakteri, tüm sosyal sınıfların, partilerin ve grupların rolünü meydana çıkaran olağanüstü derecedeki zengin sosyal içeriği, tüm bunlar yazarları kışkırttı ve 18. yüzyılın devrimci fırtınalarından onlarca yıl sonra bile tekrar tekrar bu eski ama tamamen yeni bir şekilde algılanan konuya dönmelerine yol açtı.
Balzac, Viktor Hugo, Anatole France, Romain Rolland, -ben burada Fransız edebiyatının sadece en büyük ustalarının isimlerini sayıyorum- her biri kendi çağında, kendine özgü ve yeni bir şekilde bu edebi konuyu işledi. Yazarlar, özellikle biyografi türünde çalışan yazarlar, doğal olarak ilk önce Fransız Devriminin önde gelen isimleri, liderleri veya özgün temsilcileri üzerine yoğunlaştı. Georges Danton, Maximilian Robespierre ya da liberal burjuvazinin kahramanı Honore Mirabeau içim kim bilir kaç roman, drama, biyografik, tarihsel ve edebi portre yaratılmıştır.'' (Sayfa: 8-9)
*

Théroigne de Méricourt

*

''Yüz yıldan fazla bir süre önce, Salpêtrière akıl hastalarının kaldığı bir binada, devrimin ilk yıllarında Paris'te adı ağızlarda dolaşan bir kadın öldü. Yaşamının yirmi yıldan daha fazlasını ''deli'' olduğu için demir bir kafeste geçirmişti. Son yıllarında ise hastalığı çok ağırlaşmıştı; gece gündüz çılgın bir halde samandan yapılma şiltesinde oturur; geçmişin kanlı hatıralarını zihninde birbirinden bağlantısız halkalar halinde kovalardı. Pisliği ve bitap düşmüş hali acıma duygusu uyandırıyordu.

8 Haziran 1817'de kalın bir hastane defterinin içindeki adının karşısına kısaca, ''öldü'' yazıldı. Bu talihsiz kadının yıllarca içinde koşuşturduğu, parlaklığını yitirmiş düşüncelerle dolu bu taş levhalı oda tenhalaşmıştı. Elli beş yaşında aklını kaçırdığında da, psikoloğunun dikkatini hevesle çekmeye çalışırken de, kralın Versailles Sarayına korkusuz aç kalabalıklarla saldırırken de Théroigne de Méricourt 'Kızıl Amazon'du.'' (Sayfa: 17)



Birkaç ay geçtikten sonra Théroigne, elinde tabancası, üstünde erkek kıyafeti, ensesinde dalgalanan eşarbıyla, atının üzerinde Versailles'e giden ve kraldan bir cevap isteyen kadınların en önündeydi. Sağanak yağış altında bir ordu, kentin varoşlarından Versailles'a doğru hareket etmişti. Théroigne liderliğindeki kadınlar, erkekleri çağırıyordu. 6 Ekim 1789'daki bu açların isyanı 16. Louis'ye ilk tehlike mesajını gönderdi. Théroigne'ın ateşli konuşmaları, onun zafere duyduğu sarsılmaz güven, isyancıları saldırıya hazırlamıştı. Bu, onu kendi kahramanları yapan aç fakirlerin tam da ihtiyaç duyduğu şeydi.

Théroigne'ın monarşiye başkaldıran kitleler arasındaki popülaritesi, kralcılar arasında dehşet bir nefret uyandırmıştı. Aristokratların gazeteleri ve mizah dergileri onu ''Seyyar pislik'' diye nitelendiriyor, korkunç iftiralarla dolu sayısız yazı, karikatür ve makalede, Théroigne'ın şahsında devrim kötüleniyordu. Ona yönelik iftiralar kralcıları bozguna uğradığı 10 Ağustos tarihine kadar kesilmedi.'' (Sayfa: 20-21)



''Théroigne, Saint Antoine varoşlarında bir kadın kulübü kurdu. Kadınlar haftada üç kez akşamları burada toplanıyor; kitap okuyor, tartışıyor ve toplumsal işlerle meşgul oluyorlardı. Bu, çok kısa bir süre içinde erkeklerde memnuniyetsizlik yarattı; çocuklar bakımsız kalmış, yemek pişmiyor, elbiseler onarılmıyor, kadınlar evde bulunmuyordu. Erkeklerin 'toplantılarda sürten' kadınlara karşı hoşnutsuzluğu, onları büyük önlemler almaya yöneltti; öyle ki artık, Jakobenler Kulübü'nde, kadınlar kulübünün kapatılması tartışılıyordu.'' (Sayfa: 24)
*****
*****
''Jironden liderlerin Ulusal Meclis'ten kovulduğu gün olan 31 Mayıs 1793'ten hemen önce, Théroigne, Tuileries'de bulunuyordu. Öfkeli yoksullar ordusunun varoşlu kadınları, aç işsizler, sarayın önünde ''Kahrolsun Brissotçular.!' 'Brissot'ya Ölüm.!' diye haykırıyor, Jironden vekillere tehditler savurarak saldırıyorlardı. Sarsılmış Théroigne, ayaklanmayı taş sarayın eşiğinden izliyordu. Uzaktan sırtı hafifçe kamburlaşmış Brissot göründü. Öfkeli sans-culot-te'lara bakarak kararsız ve çekingen adımlarla yürüyordu. Théroigne ona doğru koşmaya başladı. Brissot'yu olası bir saldırıdan kendisinin koruyabileceğini umuyordu; ama yanıldı. Jakoben kadınlar, onun menfur 'Brissotçular'ın karargâhına geçmesine izin vermediler. Kalabalık, ihanet ve dönekliğin simgesi olarak gördüğü Brissot'nun yanında Théroigne'ı görünce çıldırdı. On kadar kadın, varoşlarda 'Liyej güzeli' diye isimlendirilen Théroigne'ı ellerinden yakaladı ve yalvarışlarına kulak asmaksızın elbiselerini parçalayarak, acımasızca kırbaçladı.'' (Sayfa: 27)
*****

Simone Evrard:

*

''Simone çok iyi bir insandı. Marat'nın özel yaşamı onun sayesinde düzene girmişti. Jakoben liderlerinden hiçbiri ondan daha güvenilir bir dost, bir yardımcı bulamazdı.
1790 yılında Simone Evrard, bir miktar servetini ''Halkın Dostu' gazetesinin basımı için Marat'ya verdi. Sıkı bir Jakoben olan Simone, 'Halkın Dostu'nun yardımıyla Marat'nın propagandasını yürütürken, hiçbir zorluğun önünde yılmıyor, tüm bu süre boyunca kocasının tüm işlerini ve çıkarlarını takip ederken, her türlü işi kolaylıkla başarıyordu. Marat'nın gazetesinin aynı zamanda hem redaktörü, hem yayıncısıydı. Jean Paul Marat, 26 yaşındaki Simone ile evlendiğinde 46'sını doldurmuştu. Özgür bir birliktelikti. Simone evlilik işlemlerini yaptırmadı. Sonraları bu yasallığın ayaklar altına alınması büyük acılara mal olacaktı, Marat'nın 'metres'i acımasızca tacize uğrayarak hakaretlere maruz kalacaktı. Marat sanki iftiraları önceden sezmiş gibi, üstlendiği yükümlülüğü şöyle yazmıştı:
*
''Güzel, nitelikli Bayan Simone Evrard benim kalbimi çaldı ve aşkımı kabul etti. Bazı ilişkiler kurmak zorunda olduğum Londra gezisinden döndüğüm zaman kendisiyle evlenmek üzere ona sadakatimi bırakıyorum. Bağlılığımın garantisi olarak sevgim ona yeterli gelmiyorsa bu söze ihanet beni utanç içinde bıraksın.''
*
Jean Paul Marat, 'Halkın Dostu'. Paris, 1 Ocak 1792
*
Fakat Simone, kendisinin ve Marat'nın duygularının sağlamlığına inanarak 'yasal evliliği' daima reddetmişti.''
Simone endişesini gizleyerek Marat'nın yanına geldi. Zayıf, kül rengi bir ışık, dar pencereden sızarak odayı aydınlatıyordu. Duvar haritası üzerindeki yeni çizilmiş zikzaklar, Fransız parlamento temsilcilerinin dağılımını gösteriyordu. Marat'nın oturduğu banyonun üzerine konmuş beyaz çarşaf, bir deri bir kemik kalmış vücudunun üzerini örtüyordu. Tuhaf bir şekle sahip, parlatılmış dev bir siyah ayakkabıyı andıran banyonun sıcak, boğucu bir havası vardı; hastayı rahatlatan kükürtlü sıcak su hızla buharlaşıyor, buhar, terlemiş vücutla kaynaşarak, lekeli, nemli duvarlara yapışıyor ve odayı dolduruyordu. Marat, salyaya bulanmış ağzıyla ağır havayı içine çekip, banyodaki tahtanın üzerine koyduğu kâğıtlara bir şeyler yazarken, yavaşça eşinin ıslak, şişmiş, hamur gibi sararmış solgun yüzüne döndü. Yeşil minesinden ayrılmış siyah gözbebekleri acıyla doluydu; hasta kafası serinlesin diye başına konulan beyaz havlunun altından siyah saçları tel tel dökülüyordu. Simone, kocasının yanındaki sandalyeye oturdu. Marat, her zaman olduğu gibi bu saatte, fiyatların artması ve cephedeki durum hakkında heyecanlı heyecanlı sorular sorarak ondan gazetenin redaksiyonunu yapmasını rica etti.
Marat, karşı devrimci güçlerin kendilerini gizlemelerinin ne kadar tehlikeli olduğunu görüyor, hem Fransa'nın içinde hem de dışında, aristokrasinin ve ona katılan Jirondenlerin cumhuriyete karşı bir ordu topladıklarını biliyordu.
Karşı devrimcilerin planlarını anlamak için duyduğu müthiş arzu ve Marat'nın her zaman bunları etkisiz hale getirme gücü, parti mücadelesinin temelini oluşturuyordu. Son günlerdeki tüm makaleleri ve kışkırtıcı bildirileri bunun üzerineydi.
Marat'nın korkunç bir öfke duyan düşmanları, onun hakkında canavarca iftiralar atıyor ve ölmesini arzuluyorlardı. (Sayfa: 30-31)
*****
*****
''7 Nisan 1793'te Jironden gönüllüler başarısız bir geçit töreni düzenlediler. Meraklı bir kalabalığın önünde resmi geçide sadece otuza yakın kişi katılmıştı. O zaman Charlotte böyle bir mücadele tarzının başarısından şüphe etmeye başladı. Hayal kırıklığıyla yüzünü buruşturmuştu: Yanında duran Petion, Charlotte'a bakıp ona şakayla karışık, bu otuz kişiden kimseye üzülüp üzülmediğini sordu. Charlotte şaşkınlıkla ona baktı: Bir türlü, kendisini küçük, zayıf kadınlar gibi büsbütün renksiz, alelade biri gibi görmelerine alışamamıştı. O an Charlotte'un, gönüllülerin acınacak derecedeki başarısız gösterisinden sonra Jirondenlerin korkaklığına kanaat getirip kendi rolünün kesin olarak belirlendiğine inandığını ve terörist bir eylemde bulunmaya karar verdiğini tahmin etmek hiç de zor değildir.'' (Sayfa: 34)
*****
*****
''Amacını herkesin gözünde yüceltmek isteyen kadın şöyle yazdı:
''Ey Fransa.! Huzurun, yasaların uygulanmasına bağlı; tüm dünyanın mahkûm ettiği Marat'ı öldürerek hiç de bu yasaları ihlal etmiş olmuyorum; yasadışı olan bizzat onun varlığıdır.'' (Sayfa: 37)


''Marat, Charlotte'la baş başa kalmıştı. Charlotte şüphe uyandırmadan banyonun yanındaki sağlam bir sandalyeye oturdu. Nefes alıp veren kurbanını dikkatle izliyordu. '' (Sayfa: 38)




''Paris'te Marat'dan daha ünlü, daha tehlikeli ve daha sevilen başka bir insan yoktu. Mart, burjuva devrimindeki sertlik ve mücadelenin timsaliydi. Üçüncü tabaka, büyük, küçük demeden dertlerini, şikâyetlerini, kuşkularını liderlerine anlatmaya gelirdi.
Paris'in yoksul Dağlılarının kolu kanadı kırılmıştı. Daha kısa bir süre önce dostlarını zafer alayıyla uğurlayıp çelenkle taçlandırdığı Marat'ya halk ağlıyordu. Marat öldürüldükten bir saat sonra evine binlerce kişi toplandı.'' (Sayfa: 39)
*****
*****
''Mahkeme başladı. İlk tanık olarak Simone Evrard geldi. Onun çıkışı, herkes tarafından sempatiyle karşılandı. Felaket, devrimci kadının metanetini bozmamıştı. Charlotte'e bakan 'Mart'nın dul eşi' gözyaşlarına hâkim olmak için büyük çaba sarfederek, olayın ayrıntılarını anlattı.
Marat'nın ölümünü ayrıntılarıyla anlatan Bayan Evrard'ın, dinleyicileri hayrete düşüren tumturaklı sözlerini Charlotte da kesmiyordu.
Simone'un sınırsız hüznü, yüksek cesareti, samimiyeti ve sadeliği, Mart'nın katili olan kadının önemsizliğini daha da vurgulamıştı.'' (Sayfa: 41)


''Hiçbir çekiciliği olmayan, ne aşk sevincini ne de anneliği tatmış, insanlığa ve hayata kızgın bu 25 yaşındaki kız, kimsede sempati uyandırmıyordu. En büyük övüncü aristokrasiye ait olmaktı ama devrimden beri gururu sürekli acı çekti. Bu fanatik monarşist, Fransa'da olup bitenler için etkili bir çıkış aradı. Hiçbir zaman dikkati kendine çekemeyeceği için, kalabalığın arasından sıyrılma arzusu onu cinayet işlemeye sürükledi.'' (Sayfa: 42)
*****
*****
''Simone Evrard ''Halkın Dostunun'' ölümünden sonra otuz yıl daha yaşadı ve 1824 yılındaki ölümüne dek, Marat'nın anısına ve Jakobenlerin düşüncelerine sadık kaldı.'' (Sayfa: 44)
*

Manon Roland:

*
*
''Onun ilkel dinsel duygularını ortaya çıkaran manastırda edindiği düşünceler, okuduğu Rousseau'nun, Voltaire'in, Raynal'ın, Mably'nin satırlarındaki fikirlerle mücadele ediyordu. Aydın bir kız, şeytanın yılana dönüşmesi ve cehennem azabı gibi hikâyelere kolay kolay inanmazdı: Metafizik ve felsefede kuşkularının yanıtını arıyordu. Ayrıca tarih ve ahlak problemleriyle de ilgilendi.'' (Sayfa: 48)
*****
*****
''Manon kendi isminin telaffuz ediliş biçimini duyduğunda tekrar geleceği düşünerek bu önemli konuda da sessiz kalamıyordu: ''Evet, Manon.! Bana böyle diyorlar, roman severler için bu konuda üzülüyorum; bu yüce, kahramanlara yaraşır parlak bir isim değil. Fakat en nihayetinde bu benim ismim ve ben kendi hikâyemi yazıyorum. Bundan başka eğer ismimi annemin telaffuz ettiği gibi duysalardı, en duygusal insanlar bile ismimle barışır, onu nasıl taşıdığımı görürlerdi.''..'' (Sayfa: 49)
*****
*****
''Manon'un bu titizliği babasını endişelendiriyordu. Bir gün kalfasını öğle yemeğine gönderip, kızını sertçe sorguladı. Manon konuşurken lafını esirgemiyor, asla 'basit, halktan biri'yle evlenmeyeceğini söylüyordu; ona, düşüncelerini, duygularını paylaşabileceği bir koca lazımdı. Tüm tüccarların kendisine saygı duyduğu Gatien, onların iyi davranışlara ve eğitime sahip olduklarını söyledi ama Manon zengin esnafları alaya alarak, ''selamlaşmayı becermek iyi davranış ve eğitim demek değildir.'' diye cevap verdi. Genç Phlipon, bu sınıftan insanların onun zevkine uymadığını kesin bir dille tekrarlıyordu: ''Onlar yalnızca nasıl para kazanacaklarını, satın aldıkları malları daha pahalı yeniden nasıl satacaklarını düşünürler.'' Tüccar bir kocayla uğraşmak için doğmamıştı. Gatien, verecek cevap bulamadı, fakat kendini kırılmış hissetti.'' (Sayfa: 50)
*****
*****
''Marguerite Phlipon, kimse farkına varmadan sessizce öldü. Gatien Phlipon, bir süre eşinin yasını tuttu. Dul kaldıktan sonra kendini özgürleşmiş ve gençleşmiş hissediyordu. Ancak dadandığı iskambil oyunları onu hızla yıkıma götürmeye başladığında, yoksulluğun yaklaşmakta olduğundan korkan Manon istemeyerek de olsa dükkânla ve babasıyla ilgilenmek zorunda kaldı. Bu zorunluluk ister istemez onu Quai de I'Horloge'da yaşayan komşularıyla yakınlaşmaya, ihtiyaçlarını gözetmeye sevketti.
Adaletsizliğin yaygınlaştığını, haksızlıkların çoğaldığını ve kendi sınıfının hakarete uğrayıp engellemelere maruz kaldığını keşfeden Manon, ilk kez Fransa için eski kitaplarda okuduğu cumhuriyeti istemeye başladı.'' (Sayfa: 51)
*****
*****
Manon:
*
''..''Ülkemi seviyorum, özgürlüğe tapıyorum. Hiçbir çıkar, hiçbir tutku, bununla karşılaştırılamaz. Benim konuşmalarım, kalbimin en derin yerinden geldiği için açık ve dokunaklıdır. Önemli bir konu beni ele geçirdiğinde öylesine büyüleniyorum ki kendimi bile unutuyorum.''..'' (Sayfa: 56)
*****
*****
''Saat beşte, cellat arabası Lamarck'la birlikte onu Devrim Meydanı'na götürdü. Bir zamanlar giyotini 16. Louis'nin ensesine indirirken gözyaşlarını tutamayan cellat, şimdi titreyerek ağlayan Lamarck'la kayıtsızca alay ediyordu. Manon teşvik edici ve cesaretlendirici sözlerle Lamarck'a gücünü toplaması için yardım etmeye çalıştı. Giyotin yolunda sözcükler faydasızdı; araba, sallanarak Seine Nehri üzerindeki köprüden geçerken uzaklardan dar pencereleri mazgala benzeyen evi ve Quai de I'Horloge görünüyordu. Anılar, pişmanlıklar, çocukluğu sadece bir anlığına gözlerinde canlandı. Devrim meydanına ve Özgürlük heykelinin gizlediği giyotine iyice yaklaşmışlardı.
Saint Honore sokağında arabanın peşine az sayıda meraklı takıldı. Artık idam gösterisi aynı ilgiyle izlenmiyor, oradan geçenler idam mahkûmlarının adlarını kayıtsızlıkla dinliyordu. Manon kalabalıkta, ıslak, büyüleyici gözleriyle Golgotha yürüyen bir aziz gibi ondan gözlerini ayıramayan Bosquet'u aradı. Bosquet, Paris yakınlarında gizlendiği ormandaki kulübesini bırakıp hayatını riske atarak kente gelmişti.
Giyotinin yanında cellat atını tutarken, mahkûmların inmesine yardım ettiler. Manon, Lamarck'ı cesaretlendirmek isteyerek şöyle dedi: ''İlk siz çıkın, ölümüme dayanamayabilirsiniz.'' Sırasını beklerken bir kalem ve kâğıt istedi; Gelecek kuşaklar için son duygularını kaydetmek istiyordu. Son ricası reddedildi. Bayan Roland tek bir kelime bile konuşmadan sehpaya çıktı. Sonradan bazıları sanki idam sehpasının yanında bulunmuşlarmış gibi onun sözlerini efsaneleştirdiler: ''Ey özgürlük, senin arkana sığınılarak daha ne kadar suç işlenecek.''..'' (Sayfa: 79)
*****

Claire Lacombe:

*


''Jacques Rous, ''Kudurmuşlar'' diye anılan, ''aşırı sol''un yetenekli lideriydi. 25 Haziran 1793 yılında Ulusal Meclis'te şöyle konuştu:
*

''Özgürlük; eğer bir sınıfın insanları diğerlerini açlığa mahkûm ettiği için ceza almıyorsa boş bir hayaldir. Eşitlik; eğer zenginler tekelleri kullanarak kendi yakınlarının ölüm ve yaşam hakkını elinde tutuyorsa boş bir hayaldir. Cumhuriyet; eğer karşıdevrimciler günden güne yiyecek fiyatlarını yurttaşların dörtte üçünün satın alamayacağı şekilde artırıyorlarsa boş bir hayaldir. Sans-Culotte'lara devrimi ve anayasayı cazip kılmak için yiyecek fiyatlarını düşürmek ve elbette dürüst tüccarları bunların arasından ayırmak şartıyla soygun ticaretini yasaklamalıyız.''

*
Roux'nun bu açıklamasından kısa bir süre sonra varoşlu kadınların arasında ''Kudurmuşlar''ın etkisi hızla büyüdü. ''Halkın kanını emen'' vurgunculara ve tekellere karşı protesto mitingleri yapılıyordu. Çamaşırcı kadınlar Ulusal Meclis'e bir heyet gönderdi. Sabun, külsuyu, kola, çivit fiyatlarındaki artış öylesine aşırıydı ki hiç para kazanamıyorlardı. Heyecandan kızararak, şevkle Ulusal Meclis'e dilekçe yazan beyaz başlıklı bir kadın, çamaşırcı kadınların yoksulluğunu ayrıntılı bir şekilde tasvir ederken vurguncuların ölüm cezasına çarptırılmasını istedi. Kadının şişmiş, damarları çıkmış esmer elleri, aristokratların işbirlikçisi tüccarların boyunlarını sıkar gibi kürsünün parmaklıklarına yapışmıştı.
''Yakında en fakir sınıf, temiz çamaşır giyemeyecek ve bu olmadan da onlardan bir şey beklemeyin'' dedi çamaşırcı kadın. ''Bunun nedeni gerekli malzemelerin olmaması değil. Onlar yeterince var ama vurguncular ve madrabazlar fiyatları artırıyor..''
1793 yılı Nisan'ında ''Amazon Taburu''nun propagandacılarından eski aktrist Claire Lacombe ve çikolatacı Pauline Leon bir kadın kulübü örgütlemeye karar vermişti. Bu çok zor değildi çünkü en yoksul kesimlerin kadınları, ''halkın dostlarına yardım etmek, düşmanları devirmek ve kendi durumlarının bilincine varmak için'' varlıklı kadınları örnek almışlar ve kendiliğinden birleşmeye çalışıyorlardı.'' (Sayfa: 83-84)


''Claire'i ilk kez, 1792 yılının sıcak Temmuzunda Yasama Meclisi kürsüsünde fark ettiler. Bu tanınmayan dilekçe yazarı, profesyonel aktris, Bakan Veaublan ona söz hakkı verir vermez özellikle titrekleştirdiği bir sesle hazırladığı konuşmayı teatral bir edayla okumaya başladı. (..)

''Kanun Yapıcılar.! Ben bir Fransız kadınıyım, bir aktirisim ve şu an bir yerim olmadığı için umutsuzluğa sürüklenmem gerekirken, ruhum saf bir sevinçle doluyor. Bu yüzden tehlikede olduğunu beyan ettiğiniz anavatanımıza para bağışında bulunamadığımdan ona kendimi vermek istiyorum. Bir Romalı cesaretiyle ve despotlara duyduğum nefretle doğan ben, onların yok edilmesinde katkıda bulunacağım için mutlu olacağım.. Tek bir despot dahi kalmayıncaya kadar hepsini yok edelim.! Kanun yapıcılar.! Siz anavatanın tehlikede olduğunu söylüyorsunuz, ama bu yeterli değil, Fransa'yı mahvetmeye yemin etmiş, bu tehlikenin ortaya çıkmasından sorumlu olanların da iktidarını ellerinden alın ve bize güven veren liderleri başa geçirin, düşmanların ortadan kalktığını söyleyin.''..'' (Sayfa: 87)

*****

Lucile Desmoulins:

*
''Paris'teki Büyük Fransız Devrim Müzesi'nin aydınlatılmış alçak tavanlı salonlarından birinde, 18. yüzyıl sonlarının modasına göre giyinmiş şık bir genç kadının portresi asılıdır. Hülyalı bebeksi yüzü yağlı boyada gözle görülür bir şekilde soluktur. Bu kişi, devrimden önce hiçbir yararlılığı olmamasına, kargaşalı ve çalkantılı dönemde hiçbir yeteneği olmaksızın ''sıradan bir eş'' gibi yaşamasına rağmen pek çok kez tarihçiler tarafından yüceltilmiş, şairler tarafından hakkında şarkılar yazılmış birinci cumhuriyetin şan şöhret düşkünü hatibinin eşi, 'müşfik Lucile, Lucile Desmoulins'di.'' (Sayfa: 111)


''6 Temmuz 1792'de Lucile, Horace adında bir oğlan çocuğu doğurdu. Camille oğlunu dini tören yaptırmadan cumhuriyet'in vaftiz ettiği dernek binasına götürdü. Cumhuriyetin ilk nüfus kütüğü onun ismiyle açıldı. Desmoulins, notlarında oğlunun doğumu konusunda şöyle yazar: ''Ben oğlumu, gelecekte belki de seçmeyeceği bir dine bağlamak istemiyorum. Dünyada insanların yaydığı 900'den fazla din var ve o daha annesini bile tanımıyor.''..'' (Sayfa: 117)
*****
*****
''Özellikle ''korkunç Kudurmuşlar'', Jirondenler gibi güzel konuşma, bilgi, zerafet gibi meziyetlere sahip olmadıklarından Lucile'i çok öfkelendiriyordu; Lucile'e göre ''Kudurmuşlar'', zaten devrim yeterince onların lehineyken, yoksullara hak ettiklerinden fazla çıkar sağlamak amacıyla varlıklı yurttaşların huzurunu bozmaya cüret ediyorlardı. Onların, özel mülkiyet hakkına ve kişisel özgürlüğe kastetmeleri Lucile'i şaşırtıyor, hatta bu ona saçma sapan ve küstahça geliyordu. Lucile genç kızlığında çeyizine konulmuş gümüş takımlarının, ona miras kalan malikânenin, ailesinin sahip olduğu büyük rantların özgürlüğe ne gibi bir zararı olabileceğini saf saf soruyordu.'' (Sayfa: 121)

Maximilien Robespierre

''Belediye Sarayı'nın önündeki meydan hemen hemen boştu. O sırada Barras'ın beyaz gönüllüleri saldırıya geçti. Onların devriyeleri Robespierre'i yasadışı ilan ederek, şehri kolaçan ediyorlardı. İki müfreze, Komün Konseyine doğru harekete geçtiğinde, onları beklenmedik bir başarı bekliyordu. Belediye binası korunmuyordu. Aydınlanmış salonlarda varoşların temsilcileri ve belediyenin hatipleri birbirlerini selamlarken, Robespierre bir arkadaş çevresi içinde ayaklanmayı örgütlemeye girişmiş ama geç kalmıştı. Ulusal Meclis'in askerleri ansızın belediye binasına girip, Jakoben liderlerin toplantı halinde bulunduğu salonun kapısını kırdılar; intihar eden Philippe Le Bas'nın silahının sesini, yaralı Robespierre'nin yere düşmesi, devrilmiş sandalyeler, ezilen ayaklar, Jakobenlere edilen küfürler ve muzaffer Thermidorcuların nidaları bastırdı. Robespierre'in kardeşi pencereden meydanın taş döşemelerine atlamıştı.
Robespiercilerin bozguna uğradığını bildiren trajik haber geldiğinde, Thermidor'un 9'unu, 10'una bağlayan sonsuz gecenin biteceği beklentisiyle Elisabeth tükenmişti. Haberi öğrenen Elisabeth bayıldı ve iki gün kendine gelemedi. Neyse ki, Robespierre ve fikirdaşlarını Duplay'in evinin yakınından geçerek giyotine götüren cellat arabasının tanıdık sesini duymamış, çıldırmış kalabalığın, daha dün taptıkları ''satın alınamayanı'' götüren ölüm arabasını marangozun evinin önünde durdurup, küstah bir çocuğun onun kanını evin kapısına ve kapalı pencerelerine sürdüğünü de görmemişti. Çenesi dağılmış hareketsiz yatan Robespierre, onların alaylarına karşılık veremezdi, gözleri kapanmıştı. Pencerenin aralığından her şeyi gören Maximilien'ın sadık dostu Eleonore ise bu işkenceden kendini kurtaramadı.
Elisabeth, kendini zorlukla toparladıktan sonra, Philippe'in mezarını boşuna aradı; Le Bas'yla birlikte Chillicem de ortadan kaybolmuştu. Köpek iki gün boyunca, Le Bas'nın mezarının bulunduğu berbat bir tepenin üzerinde yattı ve 12 Thermidor'da sahibinin, acı acı keskin çığlıklarla ağlayan eşinin yanına döndü.'' (Sayfa: 138-139)
*****
*****
''Pek çok kez denemelerine karşın Thermidorcular, Elisabeth Le Bas'yı satın almayı başaramadı. Elisabeth anılarında onların ısrarlı çabalarından yakasını nasıl silktiğini anlatır. Bir gün kurnazca, Philippe Le Bas'yı reddederse onu kurtaracaklarını söylerler. Elisabeth, elinin altında kalem ve mürekkep olmadığı için elini keser ve kanıyla, kocasının cellatlarından hiçbir yardım kabul etmeyeceğini yazar.
(..)
Philippe ve Elisabeth'in oğlu yetenekli bir bilim adamı oldu; tıpkı babasının devrim zamanlarında olduğu gibi tutku ve sadakatle kendini bilime verdi. Tarihin garip bir cilvesi olarak Ulusal Meclis'in üyesinin oğlu Profesör Philip Le Bas, restorasyon yıllarında bir süre genç bir adama eğitim vermesi için yurt dışına davet edildi. Dersleri görünüşe göre kendine özgüydü, çünkü bu gençten bir Jakoben çıkmamıştı.
Philip Le Bas'nın öğrencisi geleceğin 3. Napolyon'undan başkası değildi.'' (Sayfa: 140)
*****

Madam Tallien (Thérésa Cabarrus):

*

''Bordeaux'lu yurtseverler, eski aristokratlardan çekiniyordu, ama Theresa'nın büyüleyici güzelliği karşısında dayanamadılar. Bayan Cabarrus, devrim bayramları günlerinde sembolik olarak özgürlüğü tasvir eden giysiler giyiyordu. Ulusal Meclis Komiseri Tallien, beyaz tuniğinin içinde ağır ağır yürüyen, siyah, gevşek saç örgüleriyle kollarını devrimci kalabalığın önünde heyecanla kaldırmış eski Markiz'den gözlerini ayıramıyordu. Theresa Cabarrus, bu hayranlığı yakalamış ve kafasında değerlendirmişti. Tallien çok da ilgisini çekiyor değildi ama Bordeaux'da onun iktidarına ihtiyacı vardı ve bu Ulusal Meclis temsilcisinin yetkileri sınırsızdı. Herkes tarafından bilinen düşmanları ortaya çıkacak diye korku içinde ''kendi'' göçmenliğinden ve karşıdevrimciliğinden yakasını kurtarmaya çalışan Markiz Fontenay, nafile bir çabayla devrime sokulmaya ve gönlünü eğlendirmeye çalışırken şimdi bu terör çağında, tutuklanmaların olağan olduğu bir saatte, gece yarısı kapısı çalındığında, umulmadık bir şekilde ortaya çıkan bu âşığı sayesinde artık korkmayacaktı.
Bir ay bile geçmeden Bayan Cabarrus, kendine olan güvenini yeniden kazandı ve Tallien'le dostluğunu pekiştirdi. Theresa şanslıydı, Ulusal Meclis Komiseri'nin, büyük ya da küçük rezilliklerle devrime ihanet edenleri sezecek sağduyusu yoktu. Bu düşüncesiz kariyerist, haris şöhret düşkünü, başkalarının etkisiyle kolayca değişebilen, korkak, kindar, fakat ''iyi bir yaşam sürmek'' isteyen, devrimin sıradan bir memuruydu. Eyaletteki sınırsız güç onu bozmuştu. Theresa Cabarrus insanları tanıyor ve onların zayıflıklarından yararlanabiliyordu. Tallien'e istediği her şeyi yaptırdı. Öncelikle şüpheli tanıdıklarının hayatta kalmasını rica ederek, 'dostu'nun en önemli işlerine kolayca müdahale edebiliyordu.'' (Sayfa: 147)
*****
*****
''10 Thermidor günü Robespierre'in öldüğü saatte Theresa Cabarrus, La Force Hapishanesinden çıktı. 'Günün kahramanı' sevgilisi Tallien, nezik Barras ve yeraltından çıkmış ''yeni rejim'' taraftarları, hapishanenin kapısında eski Markiz Fontenay'yi selamlıyor, Theresa tarafından büyülenen Thermidorcular, birbirleriyle yarışırcasına, ona ülkelerini 'kurtardığı' için minnettarlıklarını sunuyorlardı. Tallien'e ilhamı veren Theresa'ydı. Theresa, bir tür sosyete hovardasıyken, 'Thermidorun Meryem Anası' ünvanını almıştı ve bu ünvan genç Bayan Tallien'in (Theresa Paris'te hemen Tallien'le evlenmişti) ayrılmaz bir parçası oldu.'' (Sayfa: 151)
*****
*****

''Markiz Fontenay'den, Jakoben Tallien'e; Direktuvar'ın başındaki Barras'dan, milyoner Ouvrar'a ve Ouvrar'dan Prens Chimay'ye. Bu aşamalar, büyük devrimin iniş eğrisini mükemmel bir şekilde yansıtır. Thérésa Cabarrus, yaşamını politik rüzgârın estiği yöne göre sürdürmeyi başarmıştır.'' (Sayfa: 156)

*****

Joséphine Bonaparte:

*

''Bonaparte'la Bayan Beauharnais tesadüfen tanıştılar. Rose'un oğlu Eugene Beauharnais, Ulusal Meclis'in babasının kılıcına el koyma kararının geri alınması ricasıyla Bonaparte'a başvurdu. Generalle özel bir görüşme yapmayı başardı ve Bonaparte, ricasını yerine getirdi. Böylece Bonaparte'a minnettarlığını gösterme fırsatı yakalamış olan Bayan Beauharnais bu fırsatı iyi değerlendirerek Bonaparte'la tanışmaya gitti. Rose, modanın ruhuna uygun hışırdayan bir ipekle Paris orduları komutanının odasına girdi. Kendini yetenekli bir yosma gibi gösterebilmek için, aynada dayanılmaz bakışını ve gülüşünü özenle nasıl prova ettiğini kolayca canlandırabilirsiniz.'' (..)
''Josephine ve Napoleon'un evlilik sözleşmesi bilinçli olarak yanlış bilgilerle doludur; Bonaparte'dan 6 yaş büyük Josephine için evlenme tarihleri hatalı gösterilmişti: Napolyon kendine iki yıl ekledi, Josephine dört yıl çıkardı, böylece aradaki yaş farkı ortadan kalmış oldu. Nikâh tanıkları Barras ve Tallien'di.'' (Sayfa: 162-163)
*****
*****
''1794 yılında 'Sans-Clotte Jakoben' diye çağırılan Bayan Beauharnais, General Bonaparte'ın maceraperest eşi, bencil ve açgözlü İmparatoriçe Josephine, elbette ulusal bir kahraman olmayı hiç hak etmedi.
Onun gibi kadınlar, renkli, zehirli, mantarlar gibi büyüdüler ve sadece çürümüşlüğün egemen olduğu tepki ve gerileme döneminde nüfuz sahibi oldular. Thermidor'un 'kahraman kadınları' Bayan Tallien'in öyküsü, Bayan de Custine'in yaşamı birçok açıdan Bayan Beauharnais'nin yazgısını hatırlatır.
Direktuvar tarafından beslenen ilkesiz ve inatçı Josephine, mükemmel bir şekilde tüm rejimlere adapte oldu. O, Fransa'nın eski kral ve soylularıyla, yeni burjuvazi ve plutokrasi arasındaki gerekli köprüleri nadir görülen bir hünerle kurmayı başarmıştı.'' (Sayfa: 167)

7 Mayıs 2021 Cuma

Martin Duberman - Haymarket, 1 Mayıs'ın Romanı (Çeviren: Mehmet Harmancı)


Arka Kapak:

*
 1870'lerin grev dalgalarıyla sarsılan Amerika Birleşik Devletleri; emekçi hareketinin 8 saatlik işgünü hakkını elde etmek için verdiği kararlı mücadele; büyük gösterilere şahit olan Chicago; 1 Mayıs 1886'da bütün ABD çapında 350 bini aşkın kişinin katıldığı büyük grev; 4 Mayıs'ta Haymarket Meydanı'nda toplanan işçiler dağılmak üzereyken, kalabalığın ortasına ve onların üstüne yürüyen polislere atılan bir bomba; hemen ardından başlayan cadı avında sekiz önderin tutuklanması; Albert Parsons, August Spies, Adolph Fischer ve Georg Engel'in asılarak idam edilmeleri, Louis Lingg'in ağzında dinamit patlatarak intihar edişi..

*
Amerikalı yazar Martin Duberman, 'Chicago Anarşistleri'nin en ateşli militanlarından Albert Parsons ile mücadele etme kararlılığında ondan hiç geri kalmayan Lucy Gonzalez'in aşkı etrafında, bütün dünya emekçilerinin birlik ve mücadele günü olan 1 Mayıs'ın doğuşunu hazırlayan yılların, ABD tarihinin en sert sınıf çatışmasını yansıtan eylemlerin, en çıplak haliyle mülk sahiplerinin çıkarlarına hizmet eden taraflı bir yargıç ve uydurma bir jüriyle, işçi önderlerinin asılması kararıyla sonuçlanan Haymarket Davası'nın hikâyesini anlatıyor..

*

Birinci Bölüm:

*
''..''Ben safkan Aztek değilim.'' Kız, erkeğin yüzüne baktı, artık zamanının geldiğine karar verdi. ''Seni seviyorum, Albert,'' dedi. ''İlkelerin, Spectator'da benim, ezilmiş halkımın adına yaptığın tehlikeli çalışman.. O işi seninle paylaşmak istiyorum. Hayatımı seninle geçirmek istiyorum. Ben gururlu bir kadınım, Albert. Kimliğimin hiçbir parçasından utanç duymuyorum. Ama benim sadece İspanyol ve Kızılderili değil, daha pek çok kan taşıdığımı bilmen gerekir. Beni anlıyor musun.? Benimle evlenmen diğer kısımlarımın da günışığına çıkacağı anlamına gelir ki, bunun bedeli çok ağırdır.''
''Anlıyorum ve bir süredir de anlamıştım,'' dedi Albert, sakin bir sesle.
''Sen ve ben, benim kim olduğumu biliyoruz. Seninle yaşamak ve sağ kalmak istiyorsam bunu sadece ikimizin bilmesi gerektiğini de biliyoruz.''
Albert kızı kollarına almak için bir adım ilerledi. ''Bunu bütün bedelleriyle kabul ediyorum Lucy.'' Ama Lucy erkeği itti.
''Benden daha iyisini yap, o zaman. Demek öyle.! Yapmam gerekeni yapacağım ama yaşamak için beni bir parçamı inkâr etmek zorunda bırakan bu ülkeye de lanet ediyorum. Lanet ediyorum, anladın mı.?''
Albert, kızı kolları arasına alarak onu olduğu kadar kendisini de avutmaya çalıştı. ''Biliyorum sevgilim.'' diye mırıldandı. Saçlarını okşarken Lucy ağlamaya başlamıştı. ''Biliyorum. Ama biz birbirimize sahibiz. Bunun da bir anlamı var, değil mi.?''..'' (Sayfa: 23-24)
*

İkinci Bölüm:

*
''Lucy geriledi. ''Nasıl oluyor da bütün bu yıkımlar ve yeniden kurmalar arasında kimse kaybedilen hayatlardan, sakat ve evsiz kalan insanlardan söz etmiyor.? Chicago kendisine bir geçmiş ya da şimdi istemiyor, sadece hiç gelmeyecek bir geleceğin peşinde. Bu, sonu hiç gelmeyen bir domuz mezadının ortasında olmak gibi bir şey.''..'' (Sayfa: 36-37)
*****
*****
''Ancak Albert, Chicago'ya ayak bastığından beri bir şeye çok kızıyordu: kent halkının atlarına karşı barbarca davranmasına. Onların gelişlerinden bir yıl önce, 1872'de, altı haftada binden fazla atı öldüren ve sonra da aylarca devam edip teşhis edilememiş bir at hastalığı olan ''At Salgını'' yaşanmıştı. Atların çektiği ticari arabalar için kente öküzler getirilmişse de, trafik bir süre durmak zorunda kalmıştı.
Albert, atların ''teşhis edilememiş'' olan bu hastalığının nedenini bildiğine emindi: Sadece hayvanlara kötü davranılması..'' (Sayfa: 37)


''..''Onların tek suçu yoksul olmak. Kızların çalışırken vakit geçirmek için birbirleriyle konuşmalarına bile izin verilmiyor. Oğlunun durumu daha da kötü. Çocuk henüz sekiz yaşında ve günde on saat sucuk doldurup kasaları temizleyerek çalışıyor, bütün bu süre boyunca mezbahanın dizlerine kadar çıkan suyunun içinde, pis havayı soluyor. Çocuk birkaç hafta önce Pazar günü eve arabayla getirildi. Yaşlı bir adamdan farkı yok.''..'' (Sayfa: 51)
*****
*****
''Peki, kim bu marangoz.? Sana neler anlattı.?''
''Adı George. Soyadını söylemedi. Emeğin Şövalyeleri için adam topluyor ama aynı zamanda Birinci Enternasyonal'in gizli örgütçülerinden. Çok ciddi, çok..''
''Birinci Enternasyonal nedir.?
''Marksist bir grup.''
''Karl Marx'ın takipçileri mi.?'' diye sordu Lucy. ''Ama o çok..''
''Evet, çok radikaldir. George, Chicago'da Enternasyonal'in on yıldır bir şubesi olduğunu söyledi; kuran işçilerin çoğu Almanmış. Ama bu ekonomik krizden sonra hızla artmaktaymış.''
''Kaç kişi olmuşlar.?''
''George dört yüz kadar dedi.'' (Sayfa: 55)
*****
*****
''..Zengin tekelciler Devlet'ten büyük bir güç olmuşlardır.. demokrasinin temelini çürütüyorlar.. büyüklüğün gerçek ölçüsü servet değil, ahlâki değerliliktir..''..'' (Sayfa: 60)
*****
*****

#AugustSpies

*

''Ama sizi namusumla temin ederim ki, insanların henüz kendileri için neyin en iyi olduğunu bildiğine inanmış değilim. İşçilerin çoğu birer robota dönüşmüşler, kendi çıkarlarını bile anlamaktan yoksunlar.'' (Sayfa: 71)



''..''Evet, Henry Box Brown'ı duydum,'' dedi Lucy. ''Onun ismini kim duymamıştır ki.?''
''Ben duymadım,'' dedi Lizzie, gayet masum bir tavırla.
''Kendini özgürlüğe gönderdi,'' dedi Fielden, sonra konuyu kapatmasının daha iyi olup olmadığını bilemeyerek durakladı.
Hikâyeye Lucy devam etti. ''Henry Brown, Virginia'da bir köleydi, Lizzie. Kendini, hava delikleri açtığı bir sandığa kilitledi, yanına yiyecek içecek aldı. Adams Ekspresi'yle Philadelphia'daki köleliği kaldırma merkezine gönderildi ve yirmi altı saat sonra sağ salim oraya vardı.''
''Ne kadar da cesurmuş,'' dedi Lizzie.
''Onun konferansları beni çok etkiledi,'' dedi Fielden. ''Köleliğin dehşetini onun sözleriyle anladım. O konuda çok şey okudum.. Harriet Martineau.. Fanny Kemble.. Tom Amca'nın Kulübesi.. Amerikan İç Savaşı'nda Lancashire halkı, pamuk ithalatı yapılamadığı için çok sıkıntı çekti, ama Kuzey'i desteklemekten de hiç geri kalmadık.''
''Yapmanız gerekeni yapmışsınız,'' dedi Lucy. Sesi az da olsa yumuşamıştı.
''1868'de bu ülkeye geldiğimde, bir süre Güney'de çalıştım ve o sözde özgür insanların, aslında, her zamanki gibi köle olduklarını gördüm..'' (Sayfa: 77)
*

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

*

Albert R. Parsons'un Günlüğü:

*


24 Haziran:
*
''Paranın kokusunun, insanları haklı bir davadan  döndürebilmesine çok şaşırıyorum. Kendi ıstıraplarıyla birlikte  arkadaşlık duygusunu da bitiriyor sanki.'' (Sayfa: 92)
(..) 
''Avrupalı Baronlar gibi yaşıyorlar. Chicago'nun dört bir yanında insanlar yatağa aç yatıp, avunmak için zavallı bir bez bebeğe sarılırken.!'' (Sayfa: 94)



1 Ağustos:

*
''Hayal edilebilecek olayların çok, ama çok daha kötüsü oldu. Şu anda ülkenin üzerine huzursuz bir sükûnet çökmüş gibi. Ama geçen o birkaç gün tam bir karabasandı. Ben bir insana ömür boyu yetecek kadar zulme tanık oldum. Yüzlerce ölü ve yaralının tüm suçunu askerlere ve polislere atıyor değilim; pek çok yerde kendilerini taş yağmuruna tutan çocuk çeteleri tarafından kışkırtıldılar. Yine de güvenlik güçleri tetiklerine basmakta çok acele davrandılar. Bunların neden bu kadar azı işçi arkadaşlarına ateş ettiklerinin farkında ki.? Cihicago emniyet gücünün yarısından fazlası Alman ve İrlanda asıllılar. Çoğu o sıkıntılı göçmen hayatını yaşamış, zorba bir ustabaşı emrinde bir fabrikada çalışmış, sefil evlerde yaşamıştır ve şimdi de ayda elli-altmış dolardan fazla almayan insanlardır. Ama yine de, yozlaşmış amirlerinden, 'Hamam' Coughlin'lerden ve Mike McDonald'lardan emir alıyorlar; 'bozkurtlar' adını verdiğimiz bu kişiler de, emirlerini mülkiyet sahibi sınıflardan almaktalar. Bu kaosun sorumlusu bu sonuncular işte. Büyük patronlar on yıldır işçilerin daha iyi çalışma koşulları için ortaya attıkları barışçı talepleri önemsemediler, onları geçip gidecek bir çekirge sürüsü gibi gördüler. İşçiler seslerini duyurmak için yükseltince, patronlar kulaklarını tıkamaktan vazgeçip kendilerine yardakçılık eden politikacılara döndüler ve zehirlenmiş fareleri süpürürken bile bir an duraklandığı halde, hiç tereddüt etmeden işçileri vuracak haydutlar tuttular.
Gözlerimle gördüğüm olayları yazarken ellerim titriyor. Bütün ayrıntıları buraya aktaramayacağımı hissediyorum. Yine de, bu günlüğe başlamamın amacı olayları kaydetmek olduğu için kendime hakim olmalıyım.'' (Sayfa: 109-110)
*****
*****
''Geçen hafta Rahip Henry Ward Beecher, New York cemaatine, grevcilerin 'asayişe karşı zorba bir muhalefeti' temsil ettiklerini söyledi. Buna inanabiliyor musunuz.? Şimdi işçiler zorba oldu.! Beecher daha sonra şöyle dedi: ''Adam sigara ve içki içmeye devam ederse, günde bir dolat bir işçiyle beş çocuğunu geçindirmeye yeterli olmaz elbette.! Oysa günde bir dolar, ekmek almaya yetmez mi.? Su bedava. İnsan yalnız ekmekle yaşayamaz, doğru; ama ekmek ve suyla yaşayamayan bir insan da yaşamayı hak etmez.'' Bunu söyleyen bir kadın ayartıcısı, lüksün kucağında yaşayan bir zampara.'' (Sayfa: 113-114)
*

Dördüncü Bölüm:

*
''Albert, ''Bir gün gelecek işçi sınıfından biri bu devletin başına geçecek,'' dedi. ''Yani, işçi sınıfı, o gün gelmeden önce devlete olan inancını kaybetmezse.''..'' (Sayfa: 131)


Lucy Parsons:
*
''Daha az ücret alan, biraz daha fazla çalıştırılan, şikayet şansı daha az olan kadınlar, aslında kölelerin köleleridir.'' (Sayfa: 150)
*****
*****
"Lizzie bize bundan sonra yarım saat, Musa'yı sazlar arasından kurtaran, ama sonra fikir değiştirip tekrar oraya atan Mısırlı prensesin mumyasını anlattı. Lucy kıs kıs gülerek "Bir de 'tarih öncesi bir balina' olan Zeuglodon'un otuz metre boyundaki iskeleti vardı," diye ekledi.
"Basında iskeletin gerçek olmadığı iddia edilince Albay Wood bunu kanıtlamak amacıyla bir grup 'bilimadamı' topladı," diye devam etti Lizzie. " Ancak ne yazık ki, Albay Wood'un on yaşındaki oğlu, annesinin elinden bir an kurtulup çakısını Büyük Zeuglodon'un kaburgalarından birine batırınca, boya tabakası altındaki çam tahtası ortaya çıkmıştı.".." (Sayfa: 169)
*

Beşinci Bölüm:

*
''Johann Most'a gelince, bu adam hakkındaki çelişkili duygularımı çözebileceğimden pek emin değilim. Buradaki performansının insanı çileden çıkarmasına rağmen, Devlet konusunda haklı olanın Marx değil, anarşistler olduğunu, devletin kim kontrol ederse etsin kaçınılmaz olarak bir baskı aracı olduğunu, başkalarını yönetme alışkanlığının insanı yozlaştırdığını anlamamıza, onun Die Freiheit'ta yazdığı makalelerin büyük katkıda bulunduğunu unutmamamız gerekir. Anarşistlerin gönüllü işbirliği temeline dayanan yerinden yönetim hayali, en iyi hayaldir.'' (Sayfa: 181)
*****
*****
''Genel bir ekonomik çöküş söylentisi hızla yayılıyor, işsizlik oranı epey yükselmiş. Bu arada Standart Oil Trust'ı tam bir tekel haline getirmek için rakipleriyle güçbirliği yapan John D. Rockefeller sayesinde, fiyatlar da sürekli artıyor.'' (Sayfa: 187)
*****
*****
''Elektrik geceyi gündüze çevirirken, başımızın üstünden geçen teller ağı da gündüzü geceye dönüştürüyor.!'' (Sayfa: 188)


''Sonra Fil Oteli var.! Bina daha çok bir hayvanın heykelini andırıyor, ahşaptan yığma, teneke kaplı dev bir yapı. Hayvanın gövdesinin çeşitli yerlerinde otuz dört odası, ön bacağının birinde bir tütüncü, diğerinde bir diorama, hortumunda bir şarküteri var. Arka bacaklarındaki helezonik merdivenden, başındaki gözlemevine çıkılıyor. Daha neler yapacaklar acaba.? Pardösü biçiminde bir giyim mağazası mı.?'' (Sayfa: 189)


''Bir yerde de sana anlatmaya çekindiğim bir atıcılık oyunu gördüm -oyunda bir zenciyi burnundan vurmaya çalışıyorlardı. Zavallı adam bir bezde açılmış delikten başını uzatıyor ve yüzüne atılan lastik toplardan kaçınmak için sürekli başını yana kaçırıp duruyordu. Coney Island'a, 'çalışan insanın eğlence yeri' deniyor. Daha az barbarlığın olduğu bir gelecekte, çok daha farklı bir eğlence tanımına erişmemiz için dua ediyorum.'' (Sayfa: 190)


''..''Kentliler Birliği'nin kendilerini  tepede tutan bir sistemin değişmesini gerçekten isteyeceklerini düşünmek saçma geliyor.''
''Ama koşulların düzeltilmesini talep edebilirler.''
''Ah, Albert.! Birlik herkesin, halen var olan sefaletin kapitalizme değil, 'geçici' ekonomik bunalıma bağlı olduğuna inanmalarını istiyor. Ancak emekçi kesim bu bunalımdan çok daha önce de aynı sefalet içindeydi.''..'' (Sayfa: 199)


Lucy Parsons:
*
''Bencil olmayan devrimciler ne ödül alırlar, ne de almak isterler.'' (Sayfa: 200)
*****
*****
''..''Spies'ın ateşli mavi gözlerini ve atletik yapısını unutma, hanımlar her ikisinden de sık sık söz ederler.''
''Sahi mi.? Çok şaşırdım.! Bunlar namuslu kadınlar olamazlar.''
'Spies'ın çekiciliğinin gerçek kaynağını anlayamayacak kadar kibar kişilerdir.''
''Zekâsını mı.?''
''Hayır, kontrollü alaycılığını -daha karanlık ve daha cinsel bir enerjinin yanılmaz göstergesidir.''
Albert neşeli bir sesle, ''Şimdi düşüp bayılmam mı gerekiyor.?'' dedi. ''Unutma, ben de alaycı bir kişiyle yaşıyorum.''
''Şükret öyleyse.!''
''Nasıl şükrediyorum, bir bilsen.'' Birbirlerine bakıp gülümsediler.'' (Sayfa: 201)
*****

Altıncı Bölüm:

*

''Lucy sözcüklerin üstüne basarak, ''Köle değiller,'' dedi. ''Ve asıl mücadelelerinin ırk değil, sınıf mücadelesi olduğunu anladıklarında daha büyük özgürlüğe erişecekler. Kapitalizmin yenilgiye uğradığı gün zencilere yönelik küstahlıklar da sona erecek.''..'' (Sayfa: 221)
*****
*****
''..''Sen benim için çok değerlisin.. bunu biliyor muydun.? Lizzie, benim için ne kadar önemli olduğunu, seni ne kadar sevdiğimi biliyor musun.?''
''Biliyorum. Gerçekten biliyorum. Sen de benim için çok önemlisin.''
''Eğer bilmiyorsan, bunun sorumlusu sadece benim. O kadar öfkeli ve kaba davranıyorum ki.''
''Bu senin ruhunun büyüklüğünden, canım. Bütün dünyanın acılarını ruhunda topluyorsun. Ve hayatta çoğumuzdan daha fazla kötülükle karşılaştın. Öfkeli olmakta haklısın.''..'' (Sayfa: 224)
*****
*****
''Cihicago'da McDonald'ın el atmadığı bir iş yapmak neredeyse imkânsızdı. Onlarca içki dağıtım işinin kontrolü onun elindeydi, at yarışı bahislerini o oynatırdı, çeşitli kefalet şirketlerine büyük yatırımlar yapmıştı ve kentin zengin kumarbazlarına hizmet veriyordu. Onlara, zar ve iskambil oyunları, konyak ve puro sunan, büyük paraların döndüğü kumarhanenin tek patronuydu. McDonald'ın, varlıklı görünen taşralıları bir kumar oynamaya teşvik etmek için tren istasyonları ve otel lobilerinde tuttuğu onlarca adamı vardı. Chicago'nun daha küçük çaplı kumarhanelerinin ayakta kalması, ancak McDonald'a her ay yüzde vermeleriyle mümkün olabiliyordu. McDonald 1885'te kentin en gözde semtlerinden birinde yer alan Ashland Caddesi'nde kocaman bir konak satın almıştı.
Bonfield, McDonald'ın, polis müdahalesinden korunmak, karakola düşen adamlarının alacakları cezaların tecil edilmesini sağlamak ve seyrek de olsa mahkemeye düştüğü zaman dost ve etkili tanıklar bulmak için, güvendiği belli başı insanlardan biriydi. McDonald buna karşılık olarak, Bonfield ile kendisine yardımcı olan diğer memurların iyi para almalarını sağlar, kalpazanlık ve tefecilik, çalıntı mal satma ya da sokak satıcıları ve fahişelerden haraç alma gibi çeşitli işlerinden hisse verirdi.'' (Sayfa: 226)


Albert Parsons:
*
''Ben emekleriyle sizlerin böyle güzel giyinmenizi sağlarken kendileri kaba ve adi giysiler giymek zorunda kalan; sizin o zarif ve konforlu saraylarınızı yapıp kendileri izbelerde ya da sokaklarda yaşayan insanların oluşturduğu toplantılarda konuşmaya alışkınım. Bu iyiliksever insanlar -bu donsuzlar- sizlere karşı çok cömert davranmıyorlar mı dersiniz.?'' (Sayfa: 231)
*
''Siz insanları devrim yapmaya itiyorsunuz. Ben güç kullanılmasından yana değilim. Bunu sadece önceden bildirmeye çalışıyorum. Şiddet biz istediğimiz için değil, siz onu kaçınılmaz kıldığınız için gelecektir.!'' (Sayfa: 232)
*****
*****
''Lucy telaşlı adımlarla odanın içinde yürüyordu. ''Hız azalıyor. Bunu hissedebiliyorum. İnsanlar Enternasyonal'e değil, sendikalara ya da Emeğin Şövalyeleri'ne kaydoluyorlar. Bu da, baştakilerin bizim önümüze birkaç göstermelik reform atmasıyla her şeyin sonuçlanacağı anlamına gelir.''
Lucy, Albert'ı uyandırmayı başarmıştı. Albert'ın, kendisinin bile fazla dokunmaya cesaret edemediği nazik bir noktasına dokunmuştu.'' (Sayfa: 236)


''Sesi hâlâ korku dolu olan Spies, ''Bu akşam orada olmalısın,'' dedi. ''Yirmi bin kişi bekliyoruz ve kentte gerginlik çok fazla. İnsanlar sınıf savaşının sonunda gelip çattığını söylüyorlar.''
Albert kupkuru bir sesle, ''Tek yönlü bir sınıf savaşı zaten uzun bir süredir devam ediyordu,'' dedi.'' (Sayfa: 242)


''180 kişilik polis ekibi Fielden son sözlerini  söylerken meydana girdi. ''Ne kadar iğrenç olursa olsun, her hayvan üzerine basılmasına karşı direnir,'' diye bağırıyordu. ''İnsanlar salyangozlardan ve solucanlardan daha mı aşağılıktır.?''
Bonfield ile yardımcısı Yüzbaşı Ward, doğruca Fielden'ın konuştuğu arabaya yürüdüler. Ward yüksek sesle, ''Illinois eyaleti halkı adına  derhal ve sükûnetle dağılmanızı emrediyorum.!'' diye seslendi.
''Ama biz zaten sakiniz,'' dedi Fielden.
Ward emrini bir kere daha yüksek sesle tekrarladı.
''Pekâlâ, dağılalım,'' dedi Fielden. ''Zaten dağılmak üzereydik.''
Fielden arabadan indi. Ayağını yere bastığı anda başı üstünden hışırdayarak ve hafif bir parıltıyla geçen  bir nesne polis saflarının tam önüne düştü, büyük bir gürültüyle patladı; Mathias Degan adındaki memur anında ölürken, sekiz onu da ağır yaralandı ve çevredeki camlar kırıldı.'' (Sayfa: 255)


''Savcı Grinnell'in memurları bu arada tutuklularıyla dar merdivenden aşağı inmişlerdi. Harrison onları izlemek için çıkarken tekrar odaya döndü.
''Matbaanızın bir daha kışkırtıcı yayınlar basmayacağına  dair söz vermenizi istiyorum,'' dedi.
''Gerçek, çoğunlukla kışkırtıcıdır,'' dedi Lucy. ''Bizden gerçekleri yazmamamızı mı istiyorsunuz.?''
''Beni fazla zorlamayın, Bayan Parsons. Ben sizinle, sizin derhal tutuklanmanızı isteyenler arasında kalıyorum.''..'' (Sayfa: 265)


''Büyük Jüri 27 Mayıs'ta kararını verdi. Engel, Fielden, Fischer, Lingg, Neebe, Parsons, Schwab ve Spies, Haymarket Meydanı'nda bombanın patladığı ilk anda ölen polis Mathias Degan'ın 'öldürülmesi'nden ve aldıkları yaralardan dolayı daha sonra hayatını kaybeden diğer altı memurun ölümlerinden 'olay öncesi suçortağı' olarak sorumlu bulunmuşlardı. 
Listedeki adlar arasında herkesi şaşırtan, Neebe'ninkiydi. Neebe yorulmak bilmeyen bir sendika örgütçüsüydü, ama Uluslararası Emekçiler Birliği'yle bir ilgisi yoktu ve asla silahlı savunma lehinde konuşmuş değildi. Yıllar sonra, Neebe'nin işçilerini örgütlediği bira fabrikalarından birinin sahiplerinin, büyük jüriyi, onu da suçlaması için ikna etmek üzere 90 bin dolar harcadıkları ortaya çıktı. Karar çıkar çıkmaz Neebe tutuklandı, ancak aleyhindeki kanıtların zayıf olduğu sanki kabul ediliyormuş gibi kefaletle salıverildi. Parsons dışında diğer sanıklar zaten tutukluydular ve 21 Haziran'daki yargılanmalarını beklemek üzere Merkez Karakolu'ndan Cook Kasabası Hapishanesi'ne gönderildiler.'' (Sayfa: 273-274)


''Bu adamlara birinin hukuksal yardım yapması gerekiyordu. Bunu kimse yapmayacağına göre davayı kendisi üstlenmek zorunda kalacaktı.
Black, Schmidt'le diğerlerine kararını söylemeden önce, karısının da onayını almak istedi. Bu nefret edilen hainleri temsil etmek Black ailesinin de dışlanmasına neden olabilirdi ve Yüzbaşı, Hortensia'nın onayı olmadan davayı alırsa huzurlu olamayacaktı.
Karısı ilk anda şoka uğramıştı. Fısıltılı bir sesle, ''Böyle bir şeyi nasıl düşünebilirsin.?'' dedi. ''Bütün geleceğimiz, hatta hayatımız tehdit altına girebilir.''
''Bunu inkâr edemem,'' dedi Black, gayet ciddi bir sesle. ''Ama başka ne seçenek var ki.? Bu adamları savunmasız mı bırakayım.? Bu görevimle alay etmek olur -sadece mesleğime değil, kendime karşı da ihanet olur.''
''Kendin mi.? Bizi bir uçuruma yuvarlamaya seni zorunlu kılan hangi görev, hangi ilke olabilir.?''
''Adaleti ayakta tutacağıma ettiğim yemin. Eğer bu insanların adil bir şekilde yargılandıklarını göremezsem yaşayamam.''
İkisi de bir süre konuşmadılar. Sonra Hortensia, ''Sana bu davayı almamanı söylersem yine de alacak mısın.?''
Black'in boğazı tıkanır gibi oldu. Soluk almakta güçlük çekiyordu. ''Sevgili karıcığım..'' dedi. ''Senin ne kadar iyi yürekli olduğunu bilirim. Bunu benden istemezsin..''
Hortensia sessizce pencereye dönüp bakımlı bahçeye, Haziran güneşi altında parıldayan kadife yeşilliğe baktı. Odaya döndüğünde yüzünde öfkeden eser yoktu artık, sadece gözlerinin kenarında hafif bir hüzün seziliyordu.
''Sen soylu bir insansın, sevgili William. Ben sana layık değilim. Ama yanında olacağım. Dimdik yanında olacağım.''..'' (Sayfa: 278)


''Araba binanın önünde durup da Albert indiğinde Yüzbaşı Black kaldırımda telaşla bir aşağı bir yukarı yürümekteydi. Black hiçbir şey söylemeden Albert'la tokalaştı, sonra kolunu uzattı ve iki adam merdivenlerden çıkıp binaya girdiler. Duruşma salonuna girip de Yargıç Joseph Gary'nin kürsüsüne doğru yürürlerken Parsons'ı tanıyanlar çıktı ve onun mahkemeye geldiği haberi bir anda yayıldı. Yüzbaşı Black, yargıca Albert Parsons'ın yargılanmak üzere teslim olmaya geldiğini dramatik bir havayla bildireceği sırada davaya başsavcı olarak atanan Savcı Grinnell birden ayağa fırlayıp, ''Sayın yargıç, Albert Parsons'ın salonda olduğunu görüyorum.! Hemen şerife teslim edilmesini istiyorum.!'' diye bağırdı.
Grinnell'in bir teslim olmayı tutuklamaya dönüştürerek Parsons'ın eyleminin yüceliğini küçümsetmeye çalışmasına kızan Black, ''Sayın Yargıç, Bay Grinnell'in bu isteği zalimce olduğu kadar haksızlıktır da,'' dedi. ''Gördüğünüz gibi Bay Parsons mahkemeye gelme kararını kendisi vermiştir.'' Parsons da, ''Sayın yargıç, arkadaşlarımla birlikte yargılanmak istiyorum,'' dedi. 
Yargıç Gary, Parsons'a sanıklar arasına geçmesini söyleyerek bir sandalye daha getirilmesini emretti. Sanık bölmesine geçen Parsons arkadaşlarıyla tokalaştı ve gülümseyerek aralarına oturdu.'' (Sayfa: 284)
*****

Yedinci Bölüm:

*
''..hiçbir şey, aynı fikirde olan insanların ortak çıkarlarını keşfedip, onları elde etmek için birlikte hareket etmelerini önleyemez.'' (Sayfa: 295)
*****
*****
''Bu adam kendi kendisiyle nasıl yaşıyor ki.?'' (Sayfa: 300)


''Savcılık bizi mevcut toplum düzenine karşı olmamıza -politik görüşlerimize- dayanarak cinayetten mahkûm etmek istiyor ama gerçekten cinayet işlemiş olan Yüzbaşı Bonfield'ları 'yasa ve düzenin kurtarıcıları' olarak alkışlıyor.''  (Sayfa: 313)
(..)
Geçen Şubat ayında, Ohio kömür bölgesinde konuştuğumda Canton'da genç kızların giydikleri parça parça giysiler neden sergilenmiyor.? Ya da geçen bir trenden düşmüş olabilecek kömür parçalarını karlar altında arayan o bir deri bir kemik kalmış küçük çocukların resimleri neden jüriye gösterilmiyor.?
Büyük Demiryolu Grevi'nde milis kurşunlarıyla Martinsburg'da delik deşik edilen grevcilerin cesetleri neden sergilenmiyor.? Ya da Halsted Sokağı altında tesadüfen oradan geçerken Cihicago polisi tarafından vurulan ve beyni boşalan gencin cesedi neden gösterilmiyor.? 
Allghany'de konuştuğum fabrika işçilerinin ifadeleri neden dinlenmiyor.? Altı kazanı on iki saat süreyle istimde tuttukları ve en küçük bir ihmalin bile patlamaya, kırk elli işçinin ölümüne yol açacağı ve bu felaketin birkaç kere yaşandığı neden bilinmiyor.? Demiryolu baronlarının gerekli güvenlik malzemesi kullanmamaları nedeniyle kafaları köprülerden geçerken kopan demiryolu çalışanlarının dul eşleri neden tanıklığa çağrılmıyor.?'' (Sayfa: 313-314)
*****

Sekizinci Bölüm:

*

Lucy Parsons, Ohio, Cincinnati, 10 Ekim 1886

*
''Sevgilim, o ne onurluluk ve meydan okuma, o ne tutkuydu.! ''İnsanlar fikirleri için ölmek zorundalar mı.?'' diye sorduğunda, salondaki o ürpermeyi hissetmiş olmalısın. Ve sen savcıya yedi adamın boğularak öldürülmesinin ya da kemiklerinin yoksullar mezarlığına taşınmasının herhangi bir şeyi çözümlemeyeceğini veya Amerikan halkının ayaklanıp ülkemizin anayasasının tüccar pransler ve onların kiralık uşaklarının emirleriyle ezilmesine isyan etmelerini önlemeyeceğini söylediğinde Yargıç Gary'nin koltuğunda nasıl huzursuzca kıpırdandığını gördüğünü umarım. Albert, senin sözlerin çağlar boyunca insanların kulaklarında çınlayacak.'' (Sayfa: 336)


''Gözleri kırgınlıkla parlayan Spies, ''1886 yılında Illinois eyaletinde insanların daha iyi bir geleceğe inandıkları için ölüme mahkûm edildiklerini tüm dünya bilsin,'' dediğinde, Nina elimi sımsıkı kavradı ve ikimiz de gözyaşlarımızı tutamadık. Sonra Neebe, o saf ve gösterişsiz insan, yargıca diğer sanıklarla birlikte asılmayacağı için üzgün olduğunu, mahkemenin onların kaderlerini paylaşmasına izin vermesini istediğinde bir kere daha ağladık. Fielden da kendine özgü açıksözlülüğüyle, Lancashire fabrikalarında çocuk işçi olarak çektiği çileleri, o acıların kendisini haksızlıktan nefret etmeye yönelttiğini ve hayatını gelecek nesillerdeki çocukların hayatlarını daha kolaylaştırmak için harcamaya adadığını anlatırken aynı derecede duygulandırıcıydı.''(Sayfa: 337)
*****
*****
''Sonra bir de Lingg vardı. (..) Düşün hele.! Sadece yirmi iki yaşında, ölüme mahkûm edilmiş ve yine de kendisine işkence edenlere o küçümseyici yıldırımlarını fırlatacak kadar sakin. Onun sözlerini ezberledim ve sonsuza kadar onlarla yaşayacağım: ''Konuştuğum yüz binlerce kişinin sözlerimi hatırlayacaklarından o kadar eminim ki, darağacında mutlu öleceğim. Bizi astığınız zaman, işte onlar, esas o zaman bomba atmaya başlayacaklar.! Bunu umut ederek size şunu söylüyorum: Sizlerden nefret ediyorum. Sizin düzeninizden, yasalarınızdan, kaba kuvvetle desteklenen otoritenizden nefret ediyorum. Beni bunun için asın.!''..'' (Sayfa: 337-338)
*****
*****

Lucy Parsons, Philadelphia, Pennsylvania, 20 Ekim 1886:

*
''Albert, Albert, sen dünyada benim en sevdiğim insansın, seni amcamın çiftliğinde ilk gördüğüm andan beri hayatıma anlam kattın. Sana olan sevgimi her an kalbinin yanında taşıyacağına söz vermelisin bana.!'' (Sayfa: 341)
*****

Albert Parsons, Cook Kasabası Hapishanesi, Chicago, 25 Ekim 1886:

*
''Hortensia Black de saldırılara maruz kalıyor. Kadının, Yargıç Gary'nin kararına sinirlendiği anlaşılıyor; sanırım Yüzbaşı o kendine özgü iyimserliğiyle karısını çok daha başka bir karara hazırlamıştı. Duruma kızan Hortensia, Chicago Daily News'a gönderdiği bir mektupta bizi gayet açık bir dille savunuyor. Sana onun mektubundan bir parça aktarıyorum: ''Kocam savunma avukatı olana kadar hiç anarşist görmemiştim ve bu terimin ne demek olduğunu bilmiyordum. Gerçekleri öğrendiğimde yanlış insanların tutuklandığına ikna oldum.. O uzun dava sırasında ruhumun bir tür çarmıha gerildiğini hissettim. Sık sık Kutsal Efendim'in sözlerini hatırlıyorum: 'Hangi iyi işlerim için beni taşlıyorsunuz.?'.. Anarşi nihai kurtuluşu, yeni milenyumu getirmeyi hedefleyen insani bir çabadan başka bir şey değildir. Bütün vaaz kürsülerinden zamanın çok yaklaştığı gümbür gümbür söylenirken, bunun için neden insanları asmak istiyorsunuz.?''
Basın, kadına öfke ve kin yağdırıyor. Tahmin edeceğin gibi, Yüzbaşı Black'in kapanış konuşmasında yaptığına benzer bir şekilde İsa'ya atıf yapılması büyük öfke uyandırdı. Kadına sapkından 'ahlaksız'a kadar yapıştırılmadık yafta kalmadı. Kadının bunlara dayanması çok zor, ama ben böylesine asil yürekli bir kadının bizim iyiliğimize ve masumiyetimize inandığını öğrenmekten bencil bir şekilde mutlu oldum.'' (Sayfa: 344)
******

Albert Parsons, Cook Kasabası Hapishanesi, Chicago, 12 Kasım 1886:

*
''..iyimserlikten yoksun kimseler asla toplumsal reformcu olamazlar -onlar hiçbir şeyin daha iyiye gidebileceğine inanmazlar. Kötümserlik, ikimiz için de kabul edilemez.'' (Sayfa: 349)
*****

Albert Parsons, Cook Kasabası Hapishanesi, Chicago, 29 Ocak 1887:

*
''Eyalet Yüksek Mahkemesi'ne verdiğimiz dilekçenin gerekli ağırlığı taşıması için daha pek çok bü tür 'saygın' kişinin açık desteğine ihtiyacımız var. Ünlüler konuşunca yetkililer bunları dikkate alıyorlar, oysa sıradan insanların fikirleri -tabii, seçim zamanı dışında- duyulmuyor bile.. George, Lloyd ve Howells şu anda nerdeyse yalnızlar. Avrupa'da aralarında William Morris, Annie Besant ve George Bernard Shaw'un da olduğu tanınmış kişilerin bizden yana olduklarını duyuyoruz. Ancak bizim yurtsever yargıçlarımız herhalde iç işlerimize bu 'yabancı müdahalesi'nden alınacaklardır.'' (Sayfa: 352)
*****

Lucy Parsons, Omaha, Nebraska, 15 Şubat 1887:

*

''Henry George'un davamıza omuz vermesinden duyduğun memnuniyeti paylaşmıyorum. Bence adam hırslı oportünistin biri. Bildiğin gibi gelecek seçimde New York Belediye Başkanlığı için bağımsız aday olmak ve kazanmak istiyor. Bu nedenle de sanırım Bay George'un bundan sonraki Haymarket sanıkları söylemi bizim fazla lehimize olmayacak. Yanıldığımı umuyorum. Ama ne yazık ki, pek az yanılırım: bu da benim taşımak zorunda olduğum çarmıhım işte.! (Evet, biliyorum -ve senin de). (Sayfa: 354)

*****

Albert Parsons, Cook Kasabası Hapishanesi, Chicago, 10 Mart 1887:

*

''Büyük Alman sosyalisti Wilhelm Liebknecht bizi ziyarete geldi.! Üstelik yanında Karl Marx'ın küçük kızı Eleanor ile kocası Edward Aveling de vardı.! Onlarla demir parmaklıklar ardından konuşmak zorunda kaldık. Bayan Aveling bize çok somut destek veriyor. New York'ta ve başka yerlerde yapılan mitinglerde konuşarak bizim yaptıklarımız için değil, inandıklarımız uğruna suçlandığımızı söylüyor. Bana New York'ta babasının Paris Komüncülerinin kıyımı sırasında söylediklerinden bir alıntı yapmış: cellatlar ''daha şimdiden papazlarının bütün dualarının kendilerini kurtarmaya yetmeyeceği teşhir direklerine çivilenmişlerdir.''..'' (Sayfa: 356-357)

*****
CHICAGO, 1887:
*
''İnfaza günler kala, ülkenin ve dünyanın dört bir aynında toplantılar ve yürüyüşler yapılıyordu. Protesto mitinglerine büyük kalabalıklar katılıyor, 'hukuki katliam'ı kınamaktan tarafsız adalet çağrılarına kadar pek çok karar alınıyordu. Cezanın hafifletilmesi için Oglesby'ye Londra'dan çekilen bir telgrafın imzacıları arasında Oscar Wilde, Edward Carpenter, William Rosetti, George Bernard Shaw, Friedrich Engels, Oliver Schreiner ve William Morris de vardı.'' (Sayfa: 364)

''Yüzbaşı Black, Albert'a Spies'ın mektubunu uzatıp arkasına yaslandı: Mektup sadece iki sayfaydı ve Albert içeriğini bildiğini düşünerek şöyle bir bakarken birden beklemediği bir paragrafla karşılaştı. Şaşkınlıkla Black'e baktı. ''Bu kısmını görmemiştim.!'' Mektubu kaldırıp alçak sesle okudu: ''Eğer bir can feda etmek gerekiyorsa benimki yetmez mi.? Yarı barbar bir kitlenin öfkesinin tatmin edilmesi ve arkadaşlarımın hayatlarının kurtulması için size kendi hayatımı sunuyorum. İlle de yasal bir cinayet işlenecekse benimki yeterli olsun.''..'' (Sayfa: 368)

*****
*****
''Parsons o gece hüceresinde iki çocuğuna bir mektup yazdı:
''Bu satırları yazarken gözlerimden akan yaşlar kâğıdın üzerindeki adlarınızı örtüyor. Sizinle bir daha hiç görüşemeyeceğiz. Ah çocuklarım, babanız sizleri o kadar çok seviyor ki. Siz, hayatımı ve doğal olmayan zalim ölümümü başkalarından öğreneceksiniz. Size miras olarak, namuslu bir isim ve yerine getirilmiş bir görev bırakıyorum. Onu koruyun, daha iyisini yapmaya çalışın. Çocuklarım, benim değerli varlıklarım, bu son sözlerimi, ölümümün yıldönümlerinde sadece sizin için değil, henüz doğmamış bütün çocuklar için ölen birini anmak adına okuyun. Tanrı'ya emanet olun, sevgili yavrularım. Elveda.'' (Sayfa: 375)
*****
*****
''Çok geçmeden aşağıdaki avludan gürültüler gelmeye başladı: Bir sürü testerenin ve çekicin gürültüsü. Darağaçları hazırlanıyordu.
Kimse uyuyamadığından Albert, arkadaşlarının dikkatini gürültüden uzaklaştırmak için şiir okuyup şarkı söylemeye karar verdi. Önce John Greenleaf Whittier'in 'Reformcu'sunu okudu:

İnsanın öleceği en soylu yer

İnsan için öldüğü..'' (Sayfa: 379-380)

*****

''Birden Spies'ın kukuletanın altından yükselen sesi duyuldu: ''Bir gün gelecek, sessizliğimiz bugün boğduğunuz seslerimizden daha güçlü olacak.!''

''Yaşasın anarşi.!'' diye hemn ardından Fischer bağırdı.
''Yaşasın anarşi.!'' diyen Engel'in sesi onunkini bastırdı.
Albert'ın kefeni bağlanırken Fischer'ın sesi bir daha yükseldi: ''Bu, hayatımın en mutlu anıdır.!''
Sonra da Albert'ın güçlü sesi duyuldu. ''Bırak konuşayım, Şerif Matson.! Bırak milletin sesi..''
Kapak açılınca Albert'ın sözü yarıda kesildi.'' (Sayfa: 386)

SON:

*

''Güneş batarken Yüzbaşı Black, mezarlıktaki kısa konuşmasını yapmak üzere öne çıktı. ''Biz burada suçluların tabutlarını şerefsiz bir mezara indirmek için bulunmuyoruz,'' dedi. ''Burada fedakârlıklarıyla yücelen insanların huzurunda saygıyla eğiliyoruz.''

Onu daha öfkeli başka konuşmacılar izledi. Biri, ''Ey Chicago emekçileri, sizler, en iyi beş adamınızın öldürülmesine göz yumdunuz.!'' diye bağırdı. ''Ölülerinizi gömmeyi iyi bildiğinizi gösterdiniz.. Onları sadakatle sevdiniz.. Fakat artık nefret zamanı.. Bu tabutların başında yemin edin.. O boyunduruğu silkinip atın.. Özgürlüğünüzü elde edin.'' (Sayfa: 389)



Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...