24 Eylül 2020 Perşembe

Nâzım Hikmet Ran - Kemal Tahir'e Mahpusaneden Mektuplar

ÇANKIRI (ARALIK 1940-MAYIS 1941)

Araka Kapak:
*
Kemal Tahir'e Mahpusaneden Mektuplar, Nâzım Hikmet'in 1940-1950 yılları arasında Bursa cezaevinden Kemal Tahir'e yazmış olduğu mektuplardan oluşuyor. Mektuplar, aynı dünya görüşünü benimseyen iki mahpus arasındaki dostluğun yanı sıra, edebiyatımızın iki büyük isminin edebiyat ve sanat konusundaki tartışmalarını da içeriyor. Okur, yaşadığı dönemin sorunlarına ilişkin Nâzım Hikmet'in görüşlerine, dünyada ve ülkede yaşanan gelişmeler karşısındaki heyecanları ve umutlarına, hapishane hayatındaki özlemleri ve beklentilerine, geçim sıkıntısı ve hastalıklar gibi günlük kaygılarına, her şeye rağmen hiç yitirmediği iyimserliğine, insan sevgisine, yaşama ve aşka bağlılığına tanık olurken, aynı zamanda sanat ve edebiyata yaklaşımını, eserlerini oluşturma sürecinde Kemal Tahir'le paylaştığı düşüncelerini ve arayışlarını da anlama olanağı buluyor.
*****
*
''Şeyh Sait ayaklanması bahanesiyle çıkarılan Takriri Sükûn Kanunu sırasında -1926 yılında- Ankara İstiklâl Mahkemesi'nce ''gıyaben'' 15 yıl ağır hapse (kürek cezasına), 1930 yılınca Bursa Ağırceza Makemesi'nce 6 yıl 6 ay ağır hapse, 1938 yılında, Ankara'da, Harp Okulu Askeri Mahkemesi'nce 15 yıl ağır hapse, gene 1938 yılında Donanma Kom. Askeri Mahkemesi'nce 20 yıl ağır hapse mahkûm edildi. (Ceza toplamı 61 yıl 6 ay, bunun mahpusta geçen miktarı 18 yıldır.)'' (Sayfa: 9)
*****
''Seni, aziz Nâzım Hikmet, sevgiyle selamlarım.
Şiirimizi, yani, Anadolu halklarının yüce duygularını, bir ''şair başı yükselten'' mübarek ellerini saygıyla öperim. Sağol.!'' (Sayfa: 14)


''Yine görüşürüz, dostlarım benim, yine görüşürüz
Beraber güneşe güler
beraber döğüşürüz.'' (Sayfa: 34)


11
*
''Hususi münasebetlerde, hususi şahsî menfaatler için yalan söylememek, sözünde durmak, yardım isteyen arkadaşa yardım etmek, yani kıskanmamak, doğru bildiği şeyi söylemekten çekinmemek, namuslu ve prensip sahibi insan olmak.. Biz de biraz daha, biraz daha öyle olmaya çalışalım kardeşim. Ben kendimde de, sende de bu kabiliyeti görüyorum. Çünkü kötü taraflarımızı kendi ağzımızla itiraftan ve bunları düzeltmek için en başta kendimiz amansız bir düşman olarak mücadele etmekten korkmayacak kadar - senin çok sevdiğin tabirle- cesuruz.'' (Sayfa: 42)


13
*
''Piraye geçen gün bana dedi ki: ''Nazım, insan senden çok şey öğrenir, ama sen bunu insana öyle öğretirsin ki senden öğrendiğinin farkına varmaz, bunları ben kendim buldum, zaten biliyordum zanneder..'' Hakkımda söylenen bu söz üzerinde duracak değilim, belki karımın bir iltifatıdır. Fakat bu sözü, beni bir yana bırak, iyice düşünürsek iyi bir neticeye varırız zannediyorum.. Aktif, tesirci, öğretici, yapıcı realizmde bu hususa dikkat etmek lazım.'' (Sayfa: 50)


14
*
''Gelelim şâiranelik bahsine. Bu tabirle neyi kastettiğimi anlatmıştım. Şimdi bir sual soruyorsun, bundan da istifade edilmeyecek mi.? Bence aktif, terbiyeci, tesirci realist edebiyatta bu unsurdan istifade edilemez. Çünkü, evvelâ -tabir caizse- ''gayri edebidir'', saniyen demagojiktir, pratikte realist edebiyatın, sanat çerçevesi içinde kaldığı müddetçe, demagojiden sakınması lâzımdır kanaatindeyim. Demagoji bazan müessir ve hattâ lüzumlu bir silâh olabilir, kullanılması lâzım gelen yerler ve şartlar vardır ve buralarda kullanılmaması belki hata ve sekterlik olur. Fakat bu silâhın tesiri muvakkattir, geçicidir, halbuki realist edebiyatın terbiyeci rolü devamlı, gitgide artan, derinleşen, anlatarak, izah ederek inandıran ve pratikte bu suretle müessir olan bir roldür.'' (Sayfa: 52)
*****
*
''Sanatta en büyük ustalık ustalığı belli etmemektir. Bunun için ise bu ustalığı bir gaye olarak değil, bir vasıta olarak kullanmak lâzım gelir ki ancak bu suretle iptidailik ile alâkası olmayan sanatkârcasına samimiyete ulaşmak mümkündür.'' (Sayfa: 56)




*
''Yeniden felsefeye merak sardım. Elimden geldiği kadar felsefe okuyorum. Diderot'nun Le Neveu de Rameau isimli 1762'de neşredilmiş bir romanı varmış ki -şimdiye kadar bilmiyordum, cehaletime dehşetli düşmanım- bu roman için Engels ''diyalektiğin şaheseri'' dermiş ve Almanca tercümesini Göte yapmış. Şimdi şu Diderot'nun romanını elime geçirmek için bir ay kuru ekmeğe razıyım.. Romanda diyalektiğin, hem de Engels ağzıyla, şaheser tatbiki mühim mesele.'' (Sayfa: 69)


Bir gün Piraye ile Çankırı ve Bursa iklimleri hakkında konuşuyorduk, bana dedi ki: ''Sen Bursa ovası gibi yumuşak, yeşilliği rahatça fışkıran, az emekle çok verensin. Bundan dolayı ''ruhunun'' zıddı olan Çankırı iklimini seviyorsun. Ben ise,'' dedi, ''Çankırı gibi haşinim, bundan dolayı Bursa iklimini seviyorum. Zaten birbirimizi de bundan dolayı seviyoruz.'' (Sayfa: 71)
*****
''Bazen Çankırı plâklarımızın birini çalıyor, hele ''İncecikten bir kar yağar''ı çaldığı zaman Çankırı, odamız, o sidik kokan koridor, ordaki tanışlar, senin keleş kafan, doktorun mini mini burnu gözümde tütüyor. Müşterek kavga ve kötü günler hatıram olan insanları unutmama imkân yok. En acaibini bile böyle anlarda seviyorum. Demek ki onlara hiçbir zaman düşman olamıyorum.'' (Sayfa: 72)



*
''Benim şiirler hakkındaki kanaatini bildirip bildirmemekte bir hayli zaman tereddüt ettiğine canım sıkıldı. Şiirlerimi kötü bulduğunu yazmak ne zamandan beri bir cesaret meselesi oldu.? Kötü bulduğun şeyi ''kötüdür'' diye en sevdiğin insanın yüzüne dahi haykırmak hakkından hiçbir endişe seni alıkoymamalı. Bilirsin ki ben şahsen kendi yazılarıma karşı elimden geldiği kadar merhametsizim. Daha iyiyi, daha iyiyi veremeyeceğime kanaat getirdiğim gün belki yazılarıma karşı merhamet duyacağım. Ve bu merhamet sanatkârlık ölümüme karşı duyduğum merhamet olacak. Şimdilik böyle bir merhametten uzağım. Yazılarıma kızıyorum, onlara acımıyorum, onları adam etmek için çıplak sırtlarına çalıyorum kamçıyı..'' (Sayfa: 74)
*****
*
''Bir romanda cümleler birbirinden parlak olursa realiteden uzaklaşırız. Realitede ''parlak'' ve ''silik'' vardır. ''Parlak ve silik'' tezadının birliği realiteyi meydana getirir.'' (Sayfa: 80)
*****
*
25
*
''Sana biraz da yakında teşrif edeceğini ümid ettiğim odamızdan bahsedeyim. Tavanı beyaz ve duvarları açık mavi badana ettirdik. Rafları maviye boyadık, bir çeşit mavi köşe oldu. Pencerenin içinde bütün pencere içini kaplayan bir bahçemiz var ki çeşitli çiçekler açıyor. Yani pencere içini toprakla döşedik ve fideleri doğrudan doğruya bu toprağa diktik. Tahtamız, yani döşememiz yüksek, tam pencere hizasında. Ha, aptesthane kapısıyla oda kapımız da yağlı boya neftî.. Yarın öbür gün döşemeyi kaynar su ile yıkatacağız, tahta kuruları ölecek.. Velhasıl Kemalciğim, geleceksin diye odamızı süsledik. Sana Malatya'yı aratmaması için elimizden geleni yaptık.'' (Sayfa: 89)
*****
''Mazide melce aramak kaçaklıktır, ama bir asır sonrasının dalgasına düşmek de kaçaklık. Asrımızı bütün sefalet ve büyüklüğüyle, ölen ve doğan unsurlarıyla anlarsak ve faal olarak asrımızın kavgasına ''hayat'' cephesinden iştirak edersek ve kendi asrımızın saadete kavuşacağına inanırsak yaşadık diyebiliriz. Şimdi şiir için, roman için, hikâye için olsun bu temanın ne geniş, ne teferruatlı ve tekrarlana tekrarlana bitmeyecek imkânlar verebileceğini düşün.'' (Sayfa: 93)
*****
*
''Memleketimiz, halkımız, dünyamız ve insanlarımız için en güzel şiirlerimizi,, en güzel hikâyelerimizi yazacağız.. Rahatlığımızdan, şahsî emniyetimizden yüzümüz kızaracak, dehşetli azap duyacağız, fakat Türk halkına ve dünyamızın insanlarına söyleyebileceklerimizin en güzellerini söyleyeceğiz..'' (Sayfa: 106)
*****
*
''Yengen geldi gitti. Hep senden konuştuk. Otuz yaşını aşkın bir çocuğumuz olduğu için kendimizi çok ihtiyar, fakat bu çocuğumuza çok güvendiğimizden kendimizi çok genç bulduk.'' (..) ''Sana bir şey söyliyeyim mi Kemal: İki insan arasındaki çeşitli ruh, akıl, bilgi, görüş münasebetleri silsilesiyle birbirine gayet uygun olursa dostluk denen hadise dehşetli bir kuvvet oluyor. Düşünüyorum. Seninle benim aramdaki münasebetlerin silsilei meratibi temelden yukarıya doğru menşurdan geçen renkler gibi vazıh, berrak ve birbirine imtizaç edici..''
(Sayfa: 107)
*****
*
''Biliyorsun,
ancak kavgada vurulan acı duymaz,
ve kavga edebilmek hürriyetidir
-----en mühimi hürriyetlerin.!
*
İçerim yanıyor, Kemal
-----dışarım serin..
Anlıyorsun,
zaten ettiğim laf
-----bizim laflarımızdan herhangi biri,
-----çok konuşulmuş
-----konuşulmakta olan
-----bizim laflarımız.
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip
-----acıyarak
-----bu lafı ediyorlar.
*
Anlıyorsun;
zarar yok,
ben anlatacağım yine.
Elden hiçbir şey gelmediği zaman
-----konuşup anlatmanın alçak tesellisi..'' (Sayfa: 111)
*****
*
''Piraye'ye yazdığın ve bundan evvelki mektubunda bana gönderdiğin şiirlerindeki lirismden memnun ol Kemal Tahir. Lirism tabirinin çok aşağılık adiliklere alem olması lirismin kötü bir şey olduğuna delâlet etmez. Sağlam ve sıhhatli lirism -senin o yazılarındaki gibi- bütün güzel sanat şubelerinin temel taşlarından biridir. Hakikî mânâsıyla lirik olmayan adam ne şair ne de romancı olabilir. En büyük realistlerde sağlam lirismin payı ve hissesi vardır. Mesele lirismin hacminde, söylediği şeyde, muhtevasında. Her ne hal ise. Lirismden ulu orta nefret etme, ''hayatta idealistlerin'' hepsinde lirism vardır.'' (Sayfa: 117)
*****
*
''Zafer bütün felaketleri unutturacak kadar kuvvetli bir nesnedir.'' (Sayfa: 125)
*****
*
''Piraye son mektubunda aynen şöyle yazıyor: ''Pahalılıkla ne âlemdesin.? Paranız yetişiyor mu.? Kemal ne yapıyor acaba.? Oraları çok soğuk olmuş. Oğlanın parası da yoktur.''..'' (Sayfa: 136)
*****
*
''Senin iki evvelki mektubunu Piraye'ye yollamıştım -sebebini de sana yazmıştım- fakat tesiri şu oldu, Piraye senin o mektubu okumuş, bana şunları yazdı: ''Kemal'in parasız, sıkıntı içinde kalması ayıp. Benim Naci'yle aram açık. Sen Naci'ye yaz da oğlana para yollasın.'' Görüyorsun ya, senin yenge orda kocasına yapılan meth ü sena ile alâkadar olacağı yerde, gayet pratik bir neticeye, mektubunun son satırlarına alâka duymuş. O haklı. Ben kepazeyim.'' (Sayfa: 138)
*****
*
''..lisan meselesinde, ''çetrefilliğin'' değil de bilavasıta, en kestirme, en aydınlık ve en samimi üslûbun -yine tekrar ediyorum- mektuplarında ulaştığın merhalenin mevzuubahs olduğunu anlamış bulunmana memnun oldum. Okuyucuların karşısına o kıyafetle çıktığımız gün, ne kalem efendisi, ne züppe, ne ukalâ, ne derbeder, fakat kendi temiz ve rabıtalı kılığımızla, bunda dolayı da okuyucuya âzamî hürmet ederek çıkmış olacağız.''
(Sayfa: 139)
*
''Sağ olsun karıcığım bana son mektubunda: ''Kendine iyi bak. Sakın benden evvel ölme.!'' diye yazmış. Ben bundan güzel sevgi sözü duymadığım için sana yazmaktan kendimi alamadım.'' (Sayfa: 141)
*
''Yücel mecmuasında Halide Edip'le bir mülâkat yapmışlar. Orda: ''Bugünkü gençler hakkında ne düşünüyorsunuz'' diye bir sual var. Halide Edip burda diyor ki: ''İçlerinde 'Taranta-Babu' ve sırf ideoloji propagandası olan parçalar çıkarılırsa 'Benerci Kendini Niçin Öldürdü.?' derecesindeki eserleriyle gençler arasında hatta bu devirde dâhi sıfatını alabilecekler vardır.''
Bunu tesadüfen Raşit'in göstermesiyle okudum. Üzerimde çok karışık bir tesir yaptı. Evvelâ ''dâhi'' lâfını yadırgadım. Halide Hanımın alay etmediğine eminim, fakat ''merhamet'' ettiğinden şüphelendim. Sonra düşün ki bir insanın, ciddiyetine ve hattâ edebî zevkine, umumî kültürüne oldukça inandığı bir insan tarafından, kendisine ''dâhi sıfatının verildiğini ve böyle bir şeyi ilk defa duyması bir hayli acaip oluyor. Sonra bir an, ama çok kısa bir an, ''Acaba doğru mu söylüyor.?'' diye aklımdan geçti ve aynı an içinde bu sıfata bence de, kendimce de müstahak addettiğim büyük sanat üstatları gözümün önüne geldi ve yine aynı anda ''Hayır, ben bu sıfata lâyık değilim'' dedim ve rahatladım. Sonra yazıyı bir daha okudum, beni gençler arasında sayması tuhafıma gitti. Hem içerledim hem sevindim. Sonra ve belki hepsinden önce ''ideoloji'' meselesine güldüm. Hey sersem bayan, dedim, ben bir dâhi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârlarınız yoksa ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra muhteva olamıyacak kadar tefessüh etmiş olmasından gelir.''
(Sayfa: 141-142)
*****
*
''Bir sırrımı daha faş edeyim sana, İstanbul'u da senin kadar göresim geldi. Meğerse ben bu şehri bir dost insan sever gibi severmişim.'' (Sayfa: 152)
*****
*
''Dostluk, kafa, yürek ve iş dostluğu, her sahada aynı işi yapmanın dostluğu insanlar arasındaki sevgilerin en harikalısıdır.'' (Sayfa: 153)


*
''Faust hakkında: Ben Faust'u biraz da keçiboynuzuna benzetirim. Bir araba odun yemek, çiğnemek lâzımdır. Fakat bu bir araba odun ve tahta parçası çiğnendikten sonra elde edilen lezzet birçok bakımlardan harikalıdır. Faust'un felsefesi idealisttir fakat kullandığı metod diyalektiktir. Faust'ta bütün bir tarihi devrin ihtirası ve arzuları vardır. Fakat dedim ya çok paradoksal bir mukayese ile bizim Divan şiirlerine benzer. Bir yığın kötü, zevksiz, beylik beyit okursun, ama bu kalabalığın içinde sahici mücevherlere rastlarsın. Sonra benim de kanaatime göre beynelmilel burjuvazi, umumiyetle Göte'de ve hassaten Faust'ta da göze çarpan bir çeşit uzlaştırıcılık, mürailik dolayısıyla, Faust'u da Göte'yi de bir hayli şişirmişlerdir.'' (Sayfa: 158)
*
''Gorki'nin Ana'sının ikinci cildini bugün bir hamlede kim bilir kaçıncı defa okudum. Yeryüzünde bundan kötü tercüme olmaz. Fakat cevheri sağlam olan şeyi ne kadar kötü bir kalıba soksan yine kıymetinden bir şey kaybetmiyor. Büyük Gorgi'm. Hele bugünlerde Ana'yı okumak insanı saadetten ve umuttan ağlamaklı ediyor. Mübalâğasız söylüyorum, hemen hemen her sayfasında ağladım. Yazılmağa değer olan yalnız onun kahramanlarıdır ve o kahramanların çocukları, torunlarıdır. Aptal, Dostoyevski, bütün hünerine rağmen anlatılmağa değmez insanları anlattığı için nasıl boş bir emek, tek taraflı, kısır ve ölü bir doğum.'' (Sayfa: 159)
*****
*
''Her gün daha güzel, daha cesur, daha büyük şeyler yapmağa mecburuz, Türk halkı, dünya halkı bizden bunu istiyor. Görüyorsun ki geçen senenin ''demir kafesteki aslanlığını'' duymuyorum. Kendimi cephede dövüşen bir nefer gibi silâh başında sayıyorum. Bu beni her gün daha çok ve daha derin ve daha daha büyük çalışmağa, dövüşmeğe sevkediyor.'' (Sayfa: 165)
*****
*
''Sevinç beni hep böyle yapar. Ben kızdığım zaman, öfkeyle, iyi çalışırım. Adeta, zorluklar ve işlerin müşkül gidişi beni kamçılar. Büyük sevinçlerimde ise elim ayağım kesilir, artık o sevincin asıl kaynağından başka bir işle alâkadar olamam.'' (Sayfa: 181)


*
''Canım şiir yazmak istiyor, ama Manzaralar'dan ayrı ve taban tabana zıt şeyler, lirik, eski tabiriyle şi'r ü hayal dolu, tatlı, yumuşak, renkli şeyler. Ben ihtiyarladıkça şunu iyi ve cesaretle anlıyorum ki, sıhhatli, umutlu, hattâ yumuşak, kederli lirik şiir insanlara lâzımdır. Ondan sakınmak, onu hor görmek bir çeşit sol çocukluk hastalığıdır. Ama körolası tercüme beni daha bir ay için öyle kıskıvrak yakaladı ki. Sana bir şey söyliyeyim mi Kemal, ben tercüme yapmağı sevmiyorum, âdeta ağırıma gidiyor bu iş.'' 
(Sayfa: 188)


*
''Daktilo ile yazı yazmak ne güzel şey ve yeryüzünde mülkiyetini affedeceğim yegâne istihsal âleti daktilo makinasıdır.'' (Sayfa: 190)


*
''..-sana gayet tuhaf bir şey söyliyeyim, bazan bir romanın insanları silik olur da roman yaşar, yani roman vardır, bazan da aksine, insanlar yaşarlar fakat roman yoktur, yahut zayıftır, halbuki iş, yaşayan bir romanın içinde insanları yaşatmakta-..'' (Sayfa: 191)


''Dünyada olup biten işlere bakıyorum da bir taraftan içim sızlıyor, bir taraftan kurnaz kurnaz gülüyorum ve bir yığın sakallı bıyıklı, koskoca heriflerin dehşetli körlüklerine, önlerini göremiyecek kadar sınıf menfaatlarıyla körleşmelerine şaşıyorum ve sevgili memleketime ve halkıma bazı kötü oyunlar oynayacaklarını düşünüp içerliyorum.'' (Sayfa: 192)


*
''Piraye'yi çoktandır gördüğüm yok. Fakat sık sık mektuplaşıyoruz. Birbirimizi günden güne seviyoruz, birbirimize günden güne âşık oluyoruz, burjuvazinin bana yaptığı biricik iyilik beni mütemadiyen karıma hasret yaşatarak ölünceye kadar ona âşık kalmamı temin etmek oldu.'' (Sayfa: 193)
******
81
*
Kemal Tahir, kardeşim,
Mektubunu aldım, dakikası dakikasına cevabını veriyorum. Evvelâ, Sağırdere hakkında ve umumiyetle senin hakkında Piraye'nin son mektubunda yazdıklarını aynen sana gönderiyorum:
Nâzım,
Dün hava yağmurluydu, içim sıkılıyordu. Kemal'in Sağıdare'yi okuyayım, dedim. Kaldığım yeri buldum. Başladım okumağa, yemek yerken okudum, gece yatakta okudum, elimden bırakamadım. Sabahın dördüne kadar okudum, bitti. Fevkalade buldum. Büyük bir köy romanı. Bizde böylesi hiç yazılmamış. Senden istediğim şeyleri Kemal yapıyor, sağ olsun. Kavakların pamuklandığını da yazmış. Düşündüm: Bu romanı yazan adam, ciddi, ağırbaşlı, akıllı bir adamdır, öyle olması lâzım. Eğer çıktığı zaman Kemal hakikaten böyle iyi olursa arkadaşlık edeceğim onunla. Yoksa eski zıpır, deli oğlanla hiçbir zaman.
Lütfen ona yaz: Romanı çok güzel, fakat sakın fevkalade bir şey yaptığı için kendini dev aynasında görmesin. Oraya düşen her akıllı, zeki, iyi görüşlü insanın yapabileceği bir işi yaptı. Üstelik senin gibi teşvikkâr bir arkadaşa da sahipti. Bununla bize gösterdi ki dehşetli istidadı var. Fakat daha Marks'ın kitabını okurken uyuduğunu unutmadım. Ne olur, deme. Ben İsmet'le oturmuş çalışıyorduk, sen bir şeyler bırakıp gitmiştin, Kemal de minderde oturmuş kitap okuyordu. Uyudu. Onun akşamdan uyuduğu vakti değildi. Meyhanelerde sabahlar. Ağır bir kitabı okumaya tahammülü yok. Halbuki iddiası büyük, her şeyleri okuması, öğrenmesi lâzım. Velhasıl romanını pek çok beğendim. Zaten beğenmesem bu kadar çok şey yazmazdım. Düşünmezdim. Ben sevdiğim zaman aksi olurum, bunu kimse bilmez. Arkadaşlığıma lâyık gördüğüm insanları iyi isterim, iyi olmadıkları zaman da çok kızarım. Şimdi bu kitabıyla Kemal ciddi bir adam oldu gözümde. Ve birden arkadaş buldum onu. Fakat çıkar da eski deli olursa hiçbir vakit arkadaş olamayız. Senin tarafından konuşuyorum, çünkü bundan sonra belâlı bir karı olacağım, Jan Jak Ruso'nun Terez'i, Tolstoy'un karısı yanımda halt edecek. (Sayfa: 196)
*****
*
''Benerci hakkında yazdıkların -bunları sık sık yazar ve eskiden de sık sık tekrar edersin- gözlerimi doldurdu. O kitap yazılalı on sene oluyor. Geçen gün tesadüfen bir kere daha baştan aşağı okudum. Aradan geçen on sene onu benim olmaktan çıkarmış. Bundan dolayı herhangi bir kitap hakkında konuşur gibi konuşabiliyorum: Beğendim. Şairine karşı dehşetli bir kardeşçe acıma duydum. Ne mustaripmiş herif. Hakkın var Kemal, o kitabı asıl iç ıstırabıyla anlamak için kitapta yazılmayan birçok başka şeyleri bilmek lâzım. Onları ben ve sen biliyoruz. Bundan dolayı da onu herkesten başka ve en doğru olarak anlıyoruz.'' (Sayfa: 204)
*****
*
''Bazı eserler vardır ki sadece bir yazıcının değil bir milletin edebiyat tarihinde tek başlarına bir dönüm noktasını göstermeseler de onu müjdelerler. Kelleci onlardan biridir. Sağırdere bunu daha kuvvetle müjdeler ve öyle umuyorum ki yakında ''Çıplak İnsanlar'' onu, o dönüm noktasını müjdelemekle kalmayıp bizzat gösteren eser olacaktır.''
(Sayfa: 211)
*****
*
''Falih Rıfkı, Tanin'de bir fıkra yazmış: Biz Türkiyeciyiz, dışardan gelen Türkçülük ithalât malıdır, harp bir felakettir ve en temiz milliyetçilikle bile istense, milletler harp isteyen insanlara artık deli gömleği giydireceklerdir, en büyük mücadele memleketimizde Memet'i refaha kavuşturmak için yapacağımız savaştır, bunun dışında macera arayanlar bu memlekette yaşamaktan korkanlardır, filân diyor. Bu kadarına da aşk olsun. Tevekkeli bizim Naziler geçenlerde çıkardıkları bir kitapta Falih Rıfkı'yı kıpkızıldır diye ilân ediyorlardı. Demek ki kim biraz olsun Memet'i düşünürse kızıl oluyor. Ne mutlu kızıllara..''
(Sayfa: 213)
*****
*
''Bizim beşinci koldan, Alaman ajanı bir serseri bir kitap çıkarmış. İhaneti vataniye suçunu her sayfasında işleyen bu kitap benim hainliğime delil olarak saydığı gösteriler arasında soyadımı da ele almış. Malûm ya benim soyadım Ran. Meğer Ran, nar'ın tersiymiş. Nar çiçeği ise kırmızı olduğu için ben kendime böyle soyadı almışım. Gülmekten katıldım. Ve bir fıkra gibi, gülesin diye san yazıyorum.''
(Sayfa: 215)
*****
*
''Beni sorarsan ben bu güzelim dünya içinde:
Ne mutlu bana, ne mutlu,
ışıklı rüyalarla dolu bir bahar uykusu gibiyim,
akar su gibi umutlu
-----ve buğday tanesi gibi cesurum.'' (Sayfa: 220)
*****
*
''''..-artık sevdiğim insanları yalnız fotoğraftan görmek sinirime dokunuyor. Ben hayatın ve şuurun bütün tezahürlerinde aktif olmağı seven adamım ve sevginin, dostluğun her çeşidini ancak aktif tezahürüyle anlarım..''
(Sayfa: 223)
*****
*
''Ah, bir kere, bir saniye olsun, memleketimi bir sosyalist şairin sevdiği gibi sevmesini, bir sosyalist şairdeki Türklük şuuru gibi bir şuura sahip olmasını öğrenebilseydiler. Bir sosyalist şairde memleket ve halkının sevgisi nasıl konkre, elle tutulur bir toprağa ve gözle görülür, sesle konuşulur insanlara ait bir sevgidir. Ama onlar bunu bilemezler. Onlar sevgililerini bile mücerret bir mahlûk olarak şiirlerine geçirirler. Halbuki, meselâ ben, sosyalist şair, memleketimi ve halkımı, tıpkı karımı sevdiğim gibi, etiyle kemiğiyle seviyorum. (..) Münevverler tanırım ki bayramlarda kürsüye çıkıp yaşasın Memetçik diye bağırırlar, ama Memetçik etiyle kemiğiyle ve elinde bir istida ile masalarının önüne gelince kapı dışarı ederler.'' (Sayfa: 228)
*****
*
''Dostlarımızın ve bizzat kendimizin şahsî kusurları ve zaaflarıyla amansız bir mücadeleye girişmeliyiz, fakat bunu bir Katolik papazı gibi değil, bir Marksist insan gibi yapmalıyız.'' (Sayfa: 236)

*
''Şahsî felâketlerle daha fazla meşgul olunacak devirde değiliz. Dünya insanlığı kan dökerek ıstırap çekiyor, diyorsun. Bu ne enteresan bir zihniyettir, bilirim. Ben de bir aralık, ta senelerce evvel ve yıllarca sürmek şartıyla bu düşünceye sağlanmıştım, hattâ bunun ifadesi olan yazılarım, bir de piyes taslağım vardır. Fakat, tuhaf değil mi, birkaç ay önce anladım ki, insanlığın kanlı yahut kansız büyük felâketi ve ıstırabı dediğimiz şey, küçük şahsî felâketlerin, şahısların çektiği ıstırapların dışında değil, bunun diyalektik bir sentezidir. Ve şahsın şahsî felâketleri dışında mücerret hiçbir insanlık ıstırabı yoktur. Bu mesele bilhassa biz edebiyatçılar için üzerinde durulacak iştir. Başka bir bakımdan da, şahsî küçük felâketi olmayan, şahsen ıstırap çekmeyen, yahut çekmediği farzolunan bir insanın beşeriyeti mustaribe namına ıstırap çekmesi mümkün olmadığı gibi, yani böyle bir şey bugünkü dünya şartlarında olmıyacağı için, canlı, etli, kanlı bir mahlûk olarak bir edebiyat eserine sokulması pek uydurma olur.''
(Sayfa: 238-239)
*****
*
''Biz burda harıl harıl sergiye hazırlanıyoruz. İstanbul'da açılacak olan Yerli Mallar Sergisine bizim tezgâhlar da mal gönderecek. Mucidi şahsen özüm olan ve adına, beraber çalıştığımız ustanın köyüne izafeten, Kaymakçıköy kumaşı dediğim bir çeşit ve emsali piyasada mevcut olmayan yarı ipek, yarı iplik ince bir gömleklik de bu vesileyle dünya yüzü görecek. Burda daha dokunurken kapış kapış aldılar. Ve ipek memleketi Bursa'nın ipekçi ustaları hayrette kaldılar. Şakayı bırak ama, hakikaten harcı âlem bir ipekli icat ettim. Halis ipeği halis pamukla karıştırıp, ter çekmesi bakımından da faydalı, demokrat bir ipekli çıkardım. Şu prensip daima doğrudur: Yapılanı iyice bildikten sonra, ona yeni bir şey katmalı, bunun için de bilgi, zevk ve kafa el ele çalışmalı. Yeni icadımdan, yeni bir şiir yazmış kadar memnunum. İbrahim Balaban da -köylü ressam- Dokumacılar isimli bir tabloyla sergiye iştirak ediyor.''
(Sayfa: 245)
*****
*
''Bak geçenlerde Stefan Zveig'in Merhamet isimli bir kitabını okudum -Zola ve Dostoyefski karışığı. Zola'dan aldığı şey: Atmosfer, haleti ruhiye ve teknik. Tıpkı Dostoyefski gibi -teknik bakımdan- tam iş tatlıya bağlanacakken bir ruh haleti tepkisiyle aksilikle sona erer. Bermutat baş psikoloji unsuru: İradesizlik. Dostoyefskiler filân falan Tolstoy'un yanında -yüksek müsaadenizle- çok hilebaz herifler. Ben Tolstoy kadar hileye tenezzül etmeyen sanatkâr az gördüm. Kurnazlık yapsa bile bir devin çocuk kurnazlığı. Zaten başka türlü de olamaz, kuvvetine güvenen insan kurnaz değildir.'' (Sayfa: 249)
*****
*
''..zaten düşünüyorum da, bizim için güzel olmayan gün yok sanıyorum. Günleri bir daha çirkinleşmiyecek, kepazeleşmiyecek hale getirmek için çalışan insanların bu çalışma seyrinde kötü günleri olabilir mi.? (..) Günün birinde öleceğimi bildiğim için hayatı seviyorum ve onun daha güzel olabileceğine inanıyorum biraz da.''
(Sayfa: 257)
*****
121
*
''.. Sabahattin Ali birinci kitabı Avukattan almış, okumuş, diyor ki: ''Gelelim sana. Asıl bu mektubu bana yazdıran âmil, senin 'İnsan Manzaraları'. Bunun birinci kısmını Hakkı'da okuduk. Hiçbir şey söyliyemiyeceğim. Yalnız şuna inan ki, senin dostun olmakla değil, sadece seninle aynı devirde yaşamış olmakla övünüyorum. Bence Cervantes'in 'Don Kişot'undan beri, kendi memleketimde ve dünyaya bu kadar tesir edebilecek bir eser yazılmamıştır.'' Sabahattin Ali'nin bu aşırı beğenişi yontulsa da yine birinci kitabın lehinedir. (Sayfa: 258)
*****
123
*
''Sınıflı kapitalist cemiyeti bilhassa, insanları standartlaştırıyor, ferdi öldürüyor ve ancak sınıfsız bir cemiyette insan tam, ferdi hususiyetini belirtebilecektir.''
(Sayfa: 261)
*****
*
''Gün iyiden iyiye ışıdı artık,
tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık,
sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldim birden bire:
aydınlık, alabildiğine aydınlık..'' 
(..)  
''Aramızda sadece bir derece farkı var,
işte böyle kanaryam,
sen kanatları olan düşünemiyen kuşsun,
ben: elleri olan düşünebilen adam..'' (Sayfa: 272)
*****
*
140
*
''..sanat, ön plana düzenin değil, düzen fonda olmak şartıyla konkre insanın ve macerasının alınmasını istiyor.''
(Sayfa: 286)
*****
*
''Bilirsin ki ben onlara yıllardan beri hep ''Merhaba Çocuklar'' diye hitap ederek mektup yazarım. Bu sefer son yazdığım mektupta -Sinop'un herhalde değişen müdürü- bu hitabımı beğenmemiş ''Merhaba'' ne demek, bundan mânalar çıkar filân diye mektubumu bana iade etti ve bundan böyle bu suretle hitap etmememi istedi. Ben de hitapsız mektup yazdım. Yaşamak ve hapiste yatmak hakikaten çok meraklı ve faydalı şey.'' (Sayfa: 287)
*****
*
''Günün 24 saat olması işimi pek bozuyor bu aralık. Öyle bir çalışma humması içindeyim ki elimden gelse uykuyu üç saate indireceğim.'' (Sayfa: 292)
*
''Öyle resimler vardır ki eğer ressam iki gün önceki hallerinde bıraksa daha canlı, daha samimi olurlardı. Bunun gibi öyle kitaplar vardır ki dört sayfa önce bitseler, yahut, biraz daha az vıdıvıdıya kaçsalar daha iyi ederlermiş. Hâsılı, şu benim Manzaralar uzuyor. Yılmıyorum. Üzülmüyorum. Ama ne de olsa bu dünyadaki her şey gibi ona da bir son demek ve daha iyisine, daha yenisine, daha gelişmişine başlamak gerekiyor.'' (Sayfa: 293)
*****
*
''Dağın üstünde
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var.
Bugün de
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti saatler.
Birazdan açar
-----gecesefaları kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
-----vatan ayrılığına benzeyen ayrılığımızı..''
(Sayfa: 307)
*****
*
''Öfkem yine bastırmağa başladı. Her şeye rağmen Türk halkı, memleketim güzel günlere kavuşacaktır. Ve bu memlekette bütün tarih boyunca hiç kimse bizler kadar memleketini ve onun namuslu, çalışkan insanlarını sevmedi. (..)
Ne tuhaf bugün çenemdeki sakalların bembeyaz olduklarını fark ettim. Her insan böyle hallerde üzülürmüş filân diye yazarlar, hiç üzülmedim, kaşlarım bile ağarsa geberene kadar genç kalmaya ahdim var.'' (Sayfa: 314)
*****
*
''Bak Kemal, anhâsı minhâsı (şöylesi böylesi) ben her sanat eseri için, edebiyat olsun, mimarî olsun, musikî olsun, hepsi için şu suali soruyorum: ''Ne demiş.? Nasıl demiş.?'' Bu iki soruyu bir birlik halinde soruyorum, öyle bir birlik ki esası ''Ne demiş.?'' yani tayin edici unsur bu soru olmak üzere, ne ve nasıl demişi soruyorum. Aldığım karşılığa göre de o sanat eserini kendimce değerlendiriyorum. Elbette ki bu soruyu konkre olarak sormak gereklidir. Hangi devirde, nerde sorusunu da unutmamak icabediyor. Şimdi Orhan Veli de dahil, bizim genç şairlere bu soruyu sorunca, malesef çoğu, birçok yazılarında verdikleri karşılıkla beni doyurmuyorlar. Hele son zamanlarda sadece şekle kaçıyorlar, nasıl demişe karşılık veriyorlar, fena dememiş, eğlenceli, hoş, zeki ve akıllıca, kurnazca demiş, amma gel gelelim ne demiş, hiç. Yahut da, ''Bulut gibi sarhoş olmak istiyorum,'' yahut, ''Bana ne oldu da ben bilemem, eski halimi hiç göremem,'' yahut da bu ayarda şeyler diyorlar. Sosyal muhitleriyle göz önünde tutuldukları zaman işin bu kadar kepazeliğe düşmesi sebepleriyle filân anlaşılıyor. Ama bir şeyin izahı o şeyi mazur göstermek için yeter mi.?'' (Sayfa: 323)
*****
*
''Burda havalar biraz serinledi, yakında benim de başımı kaşıyacak vaktim kalmayacak. Bir yandan henüz bir metelik kâr getirmeyen dokumacılık, bir yandan bir türlü parasını alamadığımız tercümenin -350 sayfa- temize çekilmesi, bir yandan yeni bir iş: Abajurculuk -resim kâğıdını suluboyayla nakışladıktan sonra bezir yağlarıyla filân şeffaf deve derisi haline getirip tel iskeletine ibrişimle geçirip abajur yapmak- nihayet bir yandan da yazılar. Görüyorsun ya yaz aylarının korkunç tembelliğinden sonra sonbahara doludizgin çalışarak giriyorum. İşin biraz komik-acı tarafı, hapishanede bile on altı saatlik iş günümün on saatinden fazlasını asgarî bir ekmek parasını çıkarmağa ayırmak zorunda kalışımdır.'' (Sayfa: 332)


*
''Ben gerçek mimarlığı güzel sanatların en önemli kollarından biri sayarım. İnsanlara bu kadar faydalı olan ve güzel sanatlığa bu kadar lâyık olan bir sanat daha az bulunur. Zaten mimarlığın ana prensibi bütün güzel sanatların ana prensiplerinin temelidir. Mimarîsi olmıyan musiki, resim, edebiyat kemiksiz, iskeletsiz insana benzer, vıcık vıcık bir külçeden, yahut sersemce bir anarşiden başka bir şey değildir.'' (Sayfa: 337)
*****
*
''Doktor Bey'in sana yaptıklarına gelince, ne diyeyim, adamcağız bundan böyle Türk edebiyatına boylu boyunca girdi demektir, ben kendi payıma ona bu hizmeti yapacağım, tabii sen de ihmal etmezsin. (..) Hep aklımda fikrimde sana: ''Edepsiz komünist'' diyen Sertabip Bey. Bizler kadar yurtsever, halksever, namuslu olmak kolay iş değildir ve bizler yurdumuzu milletimizi, insanlarımızı sevmeği, namuslu olmağı çok ağır ve acı emekler sarfıyla, çok defa hayatımız, hürriyetimiz bahasına elde ettiğimiz, öğrendiğimiz için, birçokları, yurtlarını ve milletlerini sevmeyen birçok baylar bu sevgiden mahrum olduklarından, bizi ''edepsiz'' görürler. Onların gözünde ''edepsiz'' olmağı, elbette ki onlar gibi yurt ve millet düşmanı olmağa tercih ederim.'' (Sayfa: 339)
*****
*
''Sevdiklerimden uzak olmanın azabını daima çekerim ama yalnızlık denen azabı öyle bir iki günden fazla çektiğim olmamıştır.'' (Sayfa: 351)
*****
*
''Artık, hayvanlar, nebatlar, yıldızlar, hâsılı kavrayabildiğim genişliğiyle bütün kâinatın kalabalığı bu kalabalığın bir bölüğü olan insanlar kadar beni ilgilendiriyor, ama öyle mücerret bir ilgi değil, canlıya, en geniş mânasıyla canlıya karşı duyulan sevgiyle, üzüntüyle, ümitle, hiddetle karışık bir ilgi.
İşte böyle canım Kemalciğim, bütün kalabalığıyla kâinatı bir tek kadını sever gibi sevmeğe başlıyorum.''
(Sayfa: 354)


*
''..yalan ve iftira bataklığı hiçbir zaman aşık kemiklerini aşmamalı ve seni eser vermekten alakoyacak gibi sinirlendirmemeli.'' (Sayfa: 370)
*****
*
''Geçen sene Avrupa, daha önceleri Amerika'da büyük bir ilgiyle karşılanan ve hattâ filmi de çekilmiş olan Gazap Üzümlerinin Türkçe tercümesini okuyorum, bitirmek üzereyim. Bir kere şunu söyliyeyim, her şeyden önce ibretle okunacak bir roman. Bu romandan ibret dersi alacak olanların arasında, meselâ sen, ben yokuz, lâkin, ibret almağa muhtaç birçok insan da olsa gerek. (..) Roman muhavere esası üzerine kurulmuş. Bu bir yenilik sayılıyor. Halbuki sen Sağırdere romanında bunu hemen hemen Amerikalıyla aynı zamanda ve ondan habersiz yapmıştın. Bana acı veren şey, Kemal Tahir'in romana getirdiği ileri hamle, değil dünya, henüz Türkiye okuyucuları tarafından bile meçhulken Amerikalınınkinin beynelmilel oluşu. Tuhaf bir kıskançlık diyeceksin. Kıskançlık değil, başka bir şey..''
(Sayfa: 371)
*****
*
''Ben artık öfkelenmeyi unuttum, hattâ öfkelenmeyi lüzumsuz bir lüks sayıyorum. Anlıyan, bilen, gören adam öfkelenmez sanıyorum. Sevdiklerimin macerası beni sevindiriyor, yahut üzüyor, fakat sevmediklerimden nefret dahi etmiyorum, nefretten de kuvvetli bir şey, onları buz gibi soğuk ve hissiz bir aydınlığın içinde ve altında böcek filânmışlar gibi seyrediyorum, hapis adamın bundan başka yapabileceği bir şey daha var. Biz sevgili memleketimize ve namuslu milletimize, hapiste ancak ona lâyık eserler vermekle sevgimizi ispat edeceğiz ve memleketimizin, halkımızın düşmanlarına da, burda, indirebileceğimiz en kuvvetli tokat da yine namuslu Türk halkına lâyık eserler vermek olacaktır.'' (Sayfa: 376)


*
''Sanatta kötümserlik gayet kolaydır. Muayyen şartlardan dolayı faciayı sanata daha çok yakıştırırız ve bize facianın daha çok asaleti varmış gibi gelir. Baksana, Şekspir'i Molyer'den daha çok sayarız. Kötümserlik bir felsefe sistemi, bir görüş zaviyesi olarak berbat bir şeydir ve kolay bir şeydir, güç olan, zor olan ümitli olmak, iyimser olmaktır sanatta. Tabii, kötümserlikle kederliliği birbirine karıştırmamak lâzımdır. Çok ümitli, çok iyimser bir sanat aynı zamanda kederli de olabilir.'' (Sayfa: 390)
*****
*
''Eşyalar insanlardan çok dayanıyor ama , ne de olsa eninde sonunda -tazelenmezlerse- onlar da ihtiyarlıyor.''
(Sayfa: 394)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...