#TalipApaydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#TalipApaydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2018 Perşembe

Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları

17 Nisan 1940 tarihli yasayla kurulan ve tamamen Türkiye'ye özgü eğitim kurumları olan Köy Enstitüleri, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan konulardan biridir. Köylerde çalışacak öğretmenler, tarım ve sağlık görevlileri yetiştirerek, köyleri bir an önce kalkındırma ereği güden, üretime dönük bir eğitim anlayışıyla faaliyet gösteren bu kurumlar, çok partili rejime geçildikten sonra tutucu çevrelerin ve Demokrat Parti'nin yoğun eleştirileriyle karşılaştı. Ve eğitim programları, önce klasik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirilen Köy Enstitüleri, sonunda tümüyle kapatıldı.
Köy Enstitüsü Yılları, bu kurum içinden yetişen bir yazarın, Talip Apaydın'ın kaleme aldığı, öğrencilik yıllarına ilişkin anılarından oluşuyor. Köy Enstitülerinin kurucusu Hakkı Tonguç'la son görüşmelerinde, Tonguç'un ''Enstitüye nasıl girdiniz, nasıl okudunuz, bu duruma nasıl geldiniz, biriniz bunu anlatın'' sözü üzerine, ''Geç de olsa, ben bu görevi yerine getiriyorum'' diyen Apaydın, her zamanki duru ve içten anlatımıyla Köy Enstitüleri gerçeğini birinci ağızdan aktarıyor.
***
Bursa'da iki gün kaldık. Kız Öğretmen Okulu'nu, Teknik Tarım Okulu'nu gördük. Camileri, müzeleri gezdik. Her şey sinema şeridi gibi üst üste yığılıyordu. Sonra Mudanya üzerinden İstanbul'a gittik. Vapur akşam geç vakit varabildi. Uzaktan ışıklar, ışıklar.. Göğün yıldızları bile sönük kalmışlardı. 
''Bunca ışık arasında, bir tek kör kandilim yok''
diyen bir dostumun sözü bana hep İstanbul'un o ilk gördüğüm ışıklarını anımsatır.
İstanbul İstanbul'du ha.! İnsanı vuruyordu. Hele yoksul insanı eziyordu ince ince. Bunca zenginlik, bunca ses, ışık, renk üstümde pek ağır bir etki bırakmıştı. Erimiş, silinmiş gibiydim. Şaşmaktan çok acı duyuyordum artık. Peki bizim oralar niye böyle değildi.? Kafamda bir kurt peydah olmuştu, gezinip duruyordu. (Sayfa: 
53)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
Biz son sınıfta iken önemli bir şey oldu. Bir gün yüksek kısmın şan öğretmeni gelmiş dediler. Şan kelimesinin müzikteki anlamını ben o zamana kadar duymamıştım. Ün karşılığı olarak düşünüyor ve bu öğretmen ne öğretir acaba diyordum. Meğer Devlet Operası ses sanatçılarından basbariton Ruhi Su imiş. Bir cumartesi eğlencesinde bağlamasıyla türküler söyledi. Hiç böylesini duymamıştım. Bir ses vardı adamda, çağlıyordu. Bambaşka güzel oluyordu türküler, o söylerken. Bize birkaç gün müzik dersine girdi. İki sesli şarkılar, marşlar, türküler öğretti. Yepyeni bir yol açılmıştı önümüzde. (Sayfa: 57)

Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
''Kahrın ağır işçileri deyin bize.'' (Sayfa: 63)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
Köy Enstitüleri Marşı

Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine.
Milletin her kazancı, milletin kesesine.
Toplandık baş çiftçinin Atatürk'ün sesine
Toprakla savaş için ziraat cephesine.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
İnsanı insan eden, ilkin bu soy, bu toprak
En yeni aletlerle, en içten çalışarak,
Türk için, yine yakın dünyaya örnek olmak,
Kafa dinç, el nasırlı, gönül rahat, alın ak.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Kuracağız öz yurtta dirliği, düzenliği.
Yıkıyor engelleri ulus egemenliği.
Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği.
Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz. 
(Sayfa: 66)
***
Köy Enstitülerini kötüleyenlerin en çok yüklendikleri noktalardan birisi, bu kadar işin gücün içinde kültür derslerine az yer verildiği, öğrencilerin iyi yetiştirilmediği konusudur. Biz buna hemen, ''yanlıştır'' demeyeceğiz. Hele bilginin, kültürün sadece ezbere dayanan, kafaya istif edilen birtakım kurallar olduğu sanısından hareket edilirse, yani klasik okul açısından bakılırsa, bu çalışmalar içinde öğrenci elbet zayıf yetişmiştir. Fakat kültür nedir.? Kültürlü insan kimdir.? Eli kolu işlememiş, anlayış ve görüş açısı yaşamı güzelleştirmeye çevrilmemiş, bütün bildikleri ezber halinde kafasının içinde kalmış insan, kültürlü insan mıdır.? Hele bu insan öğretmen olunca, bizim köylerimizde kime ne öğretecekler.?
Bilgiyi iş haline getirmek gerekir. Bilmek, söylemek değil, yapmaktır. İlkel hayatı değiştirmek, güzelleştirmek, geliştirmektir.
Bize sık sık şu fıkrayı anlatırlardı: Bir müzisyen, bir filozof, bir doktor, Afrika'nın ortasında zencilere esir düşmüşler. Zenciler kabile başkanının çevresine toplanmışlar, bunları yiyecekler. Müzisyen el kol hareketleriyle kendisinin müzisyen olduğunu, çalgı çaldığını, kabileye yararlı olacağını anlatır. ''Peki, göster hünerini'' derler. O da içi oyuk bir ağaca at kuyruğu telleri gerer, bir de yay yapar başlar çalmaya.. Zenciler hoşlanırlar. Hatta çaldığı havaya uyup oynarlar. Onu öldürmezler.
Doktor kendi işini anlatır. ''Hastaları iyi ederim, ölecekleri ölümden kurtarırım'' der. Bir hasta getirirler. Doktor muayene eder, çantasını açıp iğne yapar. Hastayı kurtarır. Onu da affederler.
Sıra filozofa gelir. Fakat o bir türlü ne iş yaptığını anlatamaz. ''Ben filozofum, insan ruhunun oluşlarından, evrenin gizlerinden, aklın erdiği, ermediği sorunlardan söz ederim'' diye bağırır. Zenciler hiçbir şey anlamazlar. Doktorla müzisyen, bakarlar ki iş kötüye gidiyor, arkadaşlarını kaybedecekler; aralarında göz kırpıp işaretleşirler. İlerdeki kuyunun başında döne döne su çeken beygiri gösterirler. Bu filozoftur, hep aynı yönde döner derler. Zenciler de yorgun beygiri çözüp onu koşarlar. Böylece filozof kazanda pişmekten kurtulur.
Bununla birlikte, bize asla bilgi düşmanlığı aşılanmamıştır. Sadece kuru bilgilerin, hayatta işe yaramayan ezber bilgilerin yetersizliği, süsten öte geçemediği, yaşama bir değer katamadığı söylenmiştir. Boyuna okumamız, ders dışı kitaplara taşmamız öğütlenmiştir.
Öbür yandan Enstitülerin kuruluş yıllarındaki ağır çalışmalar, o günlerin koşulları içinde bir zorunluluktu. İşler normal seyrine girmemişti. Bütçe yetersizliği, yiyeceğimizden giyeceğimize, binamızdan suyumuza, elektriğimize kadar her işimizi kendimiz yapmamızı, yaparken de öğrenmemizi zorunlu kılıyordu.
Şimdi de içinde bulunduğum eğitim çalışmalarıyla kıyaslayınca, gözümü kırpmadan diyebilirim ki, o günlerdeki gayret, enerji, zamanı dolu kullanış bugün çok gevşemiştir. Ne öğretmende ne öğrencide o dinamizmden eser kalmamıştır. Ülkücülük yitirilmiştir. Geçmiş yüzyılın eğitim anlayışı -üretici değil, tüketici,- kalem efendisi yetiştiren okul görüşü az çok hepimizi sarmıştır.
Kalkınacak Türkiye'nin eğitim tutumu elbette bu olamaz. (Sayfa: 70-71)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
Biz oradayken Enstitü'ye Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel geldi. Yanında başka konuklar da vardı. Bu arada oğlu Can da bulunuyordu. Can o zaman Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisiydi. Tanıştık. Daha o zaman kalın sesli, kavrayışlı, güzel konuşan bir çocuktu. Balgat yakınlarında birlikte yüksekokullar kampı yapmıştık. Bülent Ecevit, Can, bizim Başaran, ben, daha başka edebiyat heveslisi çocuklar.. Sık sık buluşurduk.. Akşamları şiir okur, konuşur, birlikte otururduk.
Can, Yıldızeli'nden beni görünce babasının ve öbür konuklarının yanından ayrıldı, geldi koluma girdi. Enstitü'yü birlikte dolaştık.
Babasının yanında kaç gündür sıkıldığından, resmi konuşmalardan, karşılanıp uğurlanmalardan hoşlanmadığından söz etti. Ankara'dan haberler verdi. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde kaynaşma olduğunu, gericiler ve ırkçılar tarafından bazı profesör ve doçentler aleyhine komplolar hazırlandığını anlattı. ''Gidiş çok kötü'' dedi. ''Memlekette gericiler ağır basmaya başladı. Demokrasi iyi bir şey, ama çok partili hayattan gericiler yararlanacak gibi. Öyle görünüyor.''
Bu yollu ta yemek zamanına kadar konuştuk. Sonradan kaç kez anımsadım Can'ın sözlerini. Belki hep kendinin değildi, bir kısmı babasının fikirleriydi. Ama yıllar geçtikçe nasıl da doğru çıktı o sözler. Aynı dediği gibi oldu. Gericilik gittikçe azıttı. Bir gün geldi, hilafetten bile söz eder oldular. O yıllarda rüyasında görse inanmazdı insan.
Yemekte uzun bir sofra kurulmuştu. Bakan başta idi. Biz de Can'la ta sonda bir köşeye oturmuştuk. Aramızda fiskosla konuşuyorduk. Öğretmenler Can'ın kim olduğunu bilmiyorlardı. Onun için pek ilgilenen yoktu. Böylesinden hoşlanıyordu o da. Sanatçı kişiliği olan, özgür yaradılışlı bir çocuktu.
Bir aralık Hasan Âli Yücel'in, ''Bizim Can nerde kaldı yahu.?'' dediği duyuldu.
''Buradayım'' dedi Can. ''Arkadaşımla birlikte oturuyoruz.''
Gözler hep bizim tarafa çevrildi.
Bakanın oğlu olduğu anlaşılınca, oradan kaldırıp daha ileride bir yere oturtmak istediler. Gitmedi.
''Ne gereği var canım'' dedi. ''Burada oturuyoruz işte.''
Bu sefer de yemekler, meyveler taşımaya başladılar.
Kızıyordu Can böyle şeylere. Daha o yaşlarda Doğulu davranışlara, alaturka alışkanlıklara belirgin bir karşı koyması vardı. Kişiliği öyle gelişiyordu.
Uğurlama yapılırken, ''Ben bu işlere çok tutuluyorum'' dedi. ''Görmeyeyim şunu, hadi hoşça kal.!'' dedi.
Elimi bile sıkmadan gitti, bir cipin arkasına atladı. (Sayfa: 140-142)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...