18 Ekim 2018 Perşembe

Lou Andrea Salome - Nietzsche



Çeviri: Nil Erdoğan
Sayfa: 4
***
Rica
*
Çok iyi tanırım bir kişinin aklını
Ama bilmem kendimi nerede bulacağımı.!
Çok yakın bana gözlerim-
Ve gördüğüm ya da görmekte olduğum ben değilim.
Kendime daha iyi hizmet edebilirdim
Kendimden bir nebze uzaklaşabilseydim
Düşmanlarım kadar uzakta olmasa da,
Oturur dostlarım çok çok uzakta.
Yine de, onlarla benim aramda, ortada,
Dileğimi ve bilmecemi tahmin eder misin.?
(Nietzsche)
*
Hemen şimdi Leipzig'e gel.! 2 Ekim'e kadar beklemek neden.?
Hoşçakal, sevgili Lou.! Senin F.N.
***

Sayfa: 
19

Nietzsche insan karakterinin iki temel grubu arasında ayrım yapmaktaydı: Farklı itkilerin ve güdülerin karşılıklı uyum içinde var olduğu, sağlıklı bir birlik üretenler ve itkilerle güdülerin birbirine engel olduğu ve birbirine saldırdığı kişiler. İlk grubu, sürüvari bir insanlığın hiyerarşik olmayan ve toplum öncesi örgütlenmelere sahip tarih öncesindeki vaziyeti ile kıyaslamaktaydı, bu dönemde her insan ancak sürüyle bağlantılı olarak bireyselliğe ve bir güç duygusuna sahipti; bu grup, çeşitli güdüerin birleşik bir kişiliğin genel toplamı haline geldiği modern insanla benzerlik taşır. Buna karşılık, diğer grubun içsel yapıları -çatışan insanlar gibi- kişilikleri, kişiselleştirirlmiş keyfi güdülerin büyük bir toplamı içinde bir ölçüde çözerek, bir iç kişilikler çokluğu ile sonuçlanır. Bu durum daha yüksek bir dış gücün her şey üzerinde egemenlik gösterecek daha güçlü bir otorite yaratması yoluyla alt edilebilir ancak; bu, tüm istençleri kapsayan, kanun dayatan hiyerarşik bir durumun benzeridir. Oysa, bireyin ve eğilimlerinin boyun eğişi - ya da bütün içine karışarak kaybolması- bahsi geçen ilk grup için oldukça içgüdüselken düğer grupta bu tür bir boyun eğme kişiselleştirilmiş keyfi güdülerin terbiyesi ve bunların ilişkilerinin yapılanmasıyla vaki olabilir ancak. Nietzsche'nin dediği gibi, ''İçgüdülerle savaşmak zorunda olmak'' -düşüşün formülü budur: Hayat yükseldiği sürece, mutlulukla içgüdü eşdeğerdir''
(''Sokrates Sorunu'' Putların Alacakaranlığı, 11)
Nietzsche decadent ile doğuştan aristokratik doğalar arasında bu şekilde bir ayrım yapar.

***


''Bir dev bir diğer deve, yüksek derecede düşünsel konuşmalar devam ederken emekleyerek uzaklaşan kötü huylu, gürültülü cücelerce rahatsız edilmeden, zamanın aralarında kapı olan metruk odaları vasıtasıyla seslenir.''
*
Nietzsche, Tarihin yaşam için Yararı ve Zararı
***
Fakat en yüksek tür sadece insan derinliklerinde, onun metafiziksel toprağında yatan şeyi yüzeye taşıdığı için, esas olarak, kutsal bir çıplaklık sergileyerek kendisini insan kitlelerinden farklı kılar. Oysa kitle insanı gerçek varlığını, dünyayı ve yaşamın tüm yüzeylerini örten ve bazen donarak nüfuz edilemez hale gelen binlerce kat giyinir.
***
(..)
Dionysoscu, decadence, zamansız ve deha kültü.
Nietzsche'yi ya da düşüncelerini bulduğumuz her yerde, diğeri de istisnasız mevcuttur ve kendisini felsefesine daha kişisel olarak enjekte ettiği ölçüde, düşünceleri de daha karakteristik olarak biçimlendirir. Düşünceleri değişim ve renklenme süreçlerinde gözlemlenecek olursa, neredeyse uçsuz bucaksız ve fazlasıyla çetrefilli görünürler. Ancak, insan bu düşüncelerin daimi özelliklerini ve değişimlere rağmen baki kalan yanlarını ortaya çıkarmayı denediğinde, problemlerin sadeliğine ve metanetine şaşıracaktır.
''Hep farklı, ancak hep aynı kişi''
Nietzsche''nin kendisi hakkında yapabileceği bir gözlemdi bu.
(Sayfa: 51)





Lou Andrea Salome - Arayışlar

Sayfa: 3
*
Sıcak bir yaz günü, babamın o zamanlar garnizonda görev yaptığı Almanya-Galiçya sınırının epey gerisinde bir köyde, minicik bir kız çocuğu olarak ebemin kucağında otururken, kocası ensesine bir tokat indirdiğinde onun âşıkane bakışlarını alçakgönüllülükle adama çevirişini izlemiştim. Hava sıcak olduğu için örtmediği geniş esmer ensesinde kıpkırmızı bir iz kalmıştı; ne var ki, ben korkuyla ağlamaya başladığımda Galiçyalı ebem karşımda öyle bir mutlulukla gülmüştü ki çocuk kalbimle o vahşice darbenin kadının hayatındaki özel hoşluklardan biri olduğunu sandım. Durum belki gerçekten de biraz böyleydi, çünkü beni dokuz ay boyunca kendi sütüyle emzirdikten sonra bazı Slav kadınlarına özgü o köpeksi sadakatle bizim evden ayrılmayı reddetmişti ve şimdi kocasının bir gün onu görmeye gelmekten vazgeçeceğinden, ona karşı artık aşk da, öfke de duymamaya başlayacağından korkuyordu hep. Ne var ki adam geldiğinde ebemi sık sık dövüyordu, ama kadının söylediği türküler hiçbir zaman bu buluşmalardan sonra olduğu kadar neşeyle dökülmüyordu dudaklarından.
***
Sayfa:4
*
..ileride ne olacağımızı ve neyin acısını çekeceğimizi biz daha beşikteyken bir kuş cıvıldayarak kulağımıza mı fısıldar.? Bilmiyorum, belki de bunları başımıza saran ne rastlantıdır ne de mucizevi bir kuşun cıvıltısır; aksine çok eski yüzyıllardan gelen alışkanlıklar, çoktan ölüp gitmiş kadınlardan kalan kölelik ruhudur bu esnada içimizde fısıldayan; hem de bizim olmayan bir dilde, ancak bir düşteyken, sırtımızdan bir ürperti geçtiğinde, sinirlerimiz titrediğinde anlayabildiğimiz bir dilde.

Sayfa: 40
*
‘’Wallenstein’ın Ölümü’’. Kitabın orta yerinde kuru, geniş bir sarmaşık yaprağı çatırdadı ve kitap kendiliğinden oradan açıldı. Max’ın ünlü monoloğu ince bir kurşunkalemle boydan boya işaretlenmişti: 
*
Çiçek benim hayatımdan çıktı artık,
Soğuk ve renksiz durduğunu görüyorum önümde.
Çünkü o gençliğim gibi duruyor yanımda
Hakikati düşe çeviriyor karşımda,
Nesnelerin sıradan netliğini
Sabah kızıllığının altın kokusuyla sarıp dokuyarak,
Hayatın gündelik sığ figürleri
Şahlanıyor beni hayrete düşürerek
Onun aşk duygusunun ateşinde.
Bir de daha ötesinde hissettiğim özlem,
Güzellik gitti artık, bir daha gelmeyecek.


Lou Andrea Salome - Feniçka

Sayfa: 9
*
Artık güneş sabah sisinin arasından süzülerek, Paris’i Sen kıyıları üzerindeki nemli havanın yarattığı enfes bir kızıllıka sarmaya başlamıştı.
‘’Bu muhteşem bir şey.!’’ Diye bağırarak sokağın ortasında durdu Fenya, fakat sonra hemen son derece sıradan bir istekle sözlerine devam etti:
‘’Bir fincan koyu kahve olsaydı şimdi.! Ozaman eve gittiğimde hemen yatmak zorunda kalmazdım ve günü kurtarırdım.’’
‘’Hiç de yorgun görünmüyorsunuz, aksine son derece zindesiniz,’’ diyerek kıza baktı Max Werner. ‘’Bir gece uyumamak sizi zorlamayacak belli ki.’’
Fenya başını salladı.
‘’Buna alışkınım,’’ dedi, ‘’geceleri kitapların başında oturmayı tercih ederim. Ortalık o kadar sessizken..’’
***
Sayfa: 10
*
''Bakış açımızı genişleten, hayatı önümüze seren ve bizi bağımsızlaştıran kitaplar niye bir cephe hizmeti olsun ki,'' diyerek şaşkınlıkla ona baktı kız. ''Bu dünyada bizi özgürlüğe yaklaştıran tek bir şey varsa o da zihinsel çalışmalardır.''



Gogol - Müfettiş


Arka Kapak
*
Nikolay Vasilyeviç Gogol (1809-1852) Ukrayna'da, orta halli toprak sahibi bir ailede dünyaya geldi. Çocukluğunu etkileyen köy yaşamı ve Kazak gelenekleri eserlerine yansıdı, Ukrayna halk kültürünün ögeleriyle işlenmiş öyküler yazdı. Mizah anlayışı, gerçekçi tutumu ve canlı anlatımıyla Rus edebiyatında önemli bir yeniliğin öncüsü oldu. Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları, Petersburg Öyküleri ve Mirgorod Öyküleri'nde mizahın yanı sıra, yaşam karşısında karamsarlık ve dünyanın kötülüğü üzerine düşüncelerini ortaya koydu. Ölü Canlar adlı romanı feodal toprak mülkiyeti ve serfliği ele alan bir başyapıttır. Büyük bir komedi olan Müfettiş adlı oyununda ise yozlaşmış bürokratları acımasızca alaya almıştır.

İoanna Kuçuradi - İnsan ve Değerleri

İoanna Kuçuradi - İnsan ve Değerleri
Böyle bir problemi araştırmaya yönelmemin nedeni, hergün adım başında rastladığımız bir olgudur. Hayretle karşılardım hep bu olguyu. Ama bunun doğurduğu çeşitli sonuçları göre göre, bende bu hayretin yerini bir başkaldırma isteği aldı. Ancak kalemle ne kadar başkaldırılabilir ki.!
Sözünü ettiğim olgu aynı insanların, aynı eylemlerin, aynı kararların, aynı eserlerin, hatta aynı fenomenlerin farklı kişiler tarafından farklı şekillerde değerlendirilmesi, farklı şekillerde yorumlanması, farklı şekillerde açıklanmasıdır.
Yapılan bununla da kalmıyor: aynı insanların, aynı olayların bu farklı değerlendirilmesi sözlerde kalmıyor; her farklı değerlendirme tek doğru değerlendirme olduğunu ileri sürerek ortaya çıkıyor; bu da kişilerin birbiriyle çatışmasına, yanyana yaşamanın çoğu zaman imkânsız hale gelmesine, kişilerin harcanmasına neden oluyor. Hem her şey sonunda gelip tek tek kişilere dayandığından, bu sorun, insanlığın ''kaderi''yle ilgili bir sorun oluyor. Böylece, ideali demokrasi olan çağımız insanları için doğru değerlendirme problemi özel bir önem taşır.
Deşmeğe çalıştığım sorunlar, yüzyıllar boyu deşilmeğe çalışılmış sorunlardır. Felsefe tarihinde bunlarla ilgili çeşitli teoriler vardır; bunlar değerlendirme probleminin birçok noktasına ışık tutan görüşlerdir. Ne var ki çoğu zaman üzerinde durulan, yaşamdaki değer problemleri değil, sadece kavramlardır. Fenomen analizi yerine, kavram analizleri yapılır çoğu zaman.
Eskiden felsefi görüşlerden hareket edilerek felsefe yapılıyordu. Çağımız insanının bir özelliği ise, fiilen yapılanı -bu yapılan ne olursa olsun- meşru göstermeğe çalışması; yapılanın ''felsefesini'' yapmasıdır.
Düşünürün görevi, başkalarının yaptığını, arkasından meşru göstermeye çalışmak değildir. Onun görevi, olan ve olan bitenin temelini göstermek, bu temeli göremeyenlerin de görmesine yardımcı olmaktır. Çünkü ancak bundan sonra olan bitene yön verme söz konusu olabilir; eyleme sınırlar çizilebilir; insanlara insanca yaşama imkânı sağlama çabalarına umutla bakılabilir.
Sözünü ettiğim olguyla ilgili problem bu şekilde görüldükten sonra, ''felsefi düşünce tarihinde bu konuda yolu tıkayan nedir.?'' sorusu akla gelir. Bunu görme çabasında bana en büyük yardımı sağlamış olan Nietzsche'dir.
Kişi olarak kendi problemlerimizi, etrafımızdaki insanların problemlerini, ülkemizin ve çağımızın insanlığının ana problemlerini böyle bir odak etrafında toplayarak onlara bakmak; ve bizden öncekilerin değer problemi konusunda getirdiklerinde değerlendirilebilecek olanın ne, aksayanın da ne olduğunu bilerek değer problemiyle hesaplaşmak, bir varlık hakkı kazanmak gibi bir şey geliyor bana. (
Sayfa: 1-2)
*
(..Kişinin düşünme alanında karar vermemekte direnmesi bile, bununla tutarlı olarak yaşamasını gerektirir. Bu ise eylemsizlik değil, olsa olsa belirli bir durumda çoğunluğun yaptığını yapmamak, başka türlü davranmaktır..) (Sayfa: 6)
*
(.. şeylerin değeriyle ilgili problemleri, değerlerle ilgili problemlerden -değeri değerlerden- ayırmak gerekliliği ortaya çıkar..) (Sayfa: 7)
*
(.. Bu gelişme çizgilerinden biri üzerinde yer alan Antikçağ skeptiklerinden pozitivizmin günümüze dek saldığı dalbudaklara kadar birçok görüşe bakılırsa, ''değerler relatiftir'': aynı çağda toplumdan topluma ve aynı toplumda çağdan çağa değişir; değer ise subjektiftir: aynı ''obje''nin değeri kişiden kişiye değişir..) (Sayfa: 9)
*
(..''Değerlerin relatifliği'' ni savunan bu görüşlere göre, mademki farklı toplumlar ve çağlar aynı ''değer''den başka başka şeyler anlıyor veya aynı ''şeye'' bazan ''iyi'' deyip herkesçe yapılmasını bekliyor, bazan da ''kötü'' deyip yasaklıyor, değişmez ''bir değer'' yoktur..)
*
(.. Mademki her kişi için faydalı olan veya onu tatmin eden şey ayrıdır, aynı ''obje''nin ''değeri'' kişiden kişiye değişir.!''..) (Sayfa: 11)
***
Değerlendirme ve Değer Atfetme 
*
Değerlendirme insanın bir varolma şartı ve bir insan fenomenidir. İnsanları ve kendisini değerlendirmeden, olayları ve durumları -en azından kendisinin içinde bulunduğu olayları ve durumları- değerlendirmeden yaşayamaz kişi.
Ayrıca aynı şeyin farklı kişiler, farklı çağlar ve toplumlar tarafından farklı şekillerde değerlendirildiği de apaçık bir olgudur.
Birçok düşünürü bir değerler relativismi ve ddeğer subjektivismi anlayışına götürmüş olan, aynı şeylerin bu farklı değerlendirilmesinin nedeni nedir.? Bu neden ortaya konduğunda, bu anlayışın doğruluğu veya yanlışlığı da ortaya konacağından, bu sorunun önemini anlamak zor değildir.
Değerlendirme, bir şeye değer atfetme yoluyla değerlendirme olarak anlaşıldığında, değer subektivismini anlamak kolay olur. Sevdiğim bir insanın bana belirli bir durumda vermiş olduğu yirmibeş kuruşluk bir tarak, yalnız benim için ''değer''lidir; çünkü ben o tarağa, kendi dışında olan bir nedenden dolayı değer atfediyorum. Bir olaya veya bir insana Ahmet belli bir değeri, Fatma ise başka bir değeri atfedebilir; çünü onların bu insanla veya olayla özel ilişkileri farklıdır. Oysa değerlendirilen olay veya insan, aynı olay ve insan olduğuna göre, onun kendisine özgü bir değeri vardır. Olsa olsa bu olay veya insanın önemi Ahmet için başka, Fatma için ise başka olabilir. Çünkü bir şeyin önemli olması veya görülmesi, kişilerin en başta özel real durumlarına sıkı sıkıya bağlıdır; bu özel real durum için şeylerin subjektif olduğu kadar objektif önem de taşımaları mümkündür. Söz gelişi bir edebiyat öğrencisi için felsefe grubu dersleri jeoloji derslerinden daha önemli; oysa bir coğrafya öğrencisi için jeoloji dersleri felsefe derslerinden daha önemlidir, denebilir. Kaldı ki, geniş anlamda günlük işler ve çıkarlar dışında, şeylerin, olayların ve insanların objektif bir önem sırası da düşünülebilir; insan için önemli olan düşünülebilir. Bu durumda, o şeyin önemi ile değeri aynı oluyor. Ne var ki hayatta şeyleri ve insanların değerleri ile onlara verilen önemin paralel yürümesi ve yürümemesi, değerlendirenlerin insan olarak yapı bütünlükleriyle ilgilidir.
Değerlendirme, kendisinden hareket ederek bir insanı, bir insanın eylemini, bir eseri, bir olayı anlamak ve kendi alanı veya benzerleri arasında yerini bulmak olarak anlaşıldığında, gerçeklikteki sayısız birbirine aykırı ve yanlış değerlendirmeler bir yana bırakılırsa, tek doğru değerlendirme ve onun perspektifleri söz konusu olur.
İşte bir şeyin kendi alanı veya benzerleri arasındaki yeri, onun değeridir. Bu bakımdan bu ''değer'' sözünden muhakkak olumlu bir anlam çıkarmamak gerekir. Ne var ki bir şeyin değeriyle ilgili soru ve değerliliğiyle ilgili soru ayrı sorulardır.
Oysa değerlendirilene değerlendiren tarafından, aralarındaki özel ilişkiden dolayı atfedilen değer, hep olumlu bir anlam taşır. Bir şeye, şu veya bu nedenden dolayı değer atfettiğimde, o yalnız benim için değerlidir.
Bir şeyin kendi değerliliğiyle ilgili soru ise ''bir şey ne için değerlidir.?'' sorusuna karşılık verildikten sonra, cevaplandırılabilecek bir sorudur. 
(Sayfa: 25-27)
***
''Emeğin değerin''nden söz edilmesi ve emeğin değiş-tokuşunun yapılması, ona fiat biçilmesi emeği kendi başına değerli yapmaz. Bu emeğin dolaylı olarak, insan ve kişi değerlerinin gerçekleşmesine aracılık etmesi bakımından, insan emeği olduğundan önemi vardır. Hayvanların bol bol kullanılan ''emeğinin'' değerinden söz edilmemesi neyi gösterir acaba.?
İnsan emeğini ve buna benzer şeyleri değerlendirme çabası kişilerin insanca yaşamanın imkânının önşartı olarak, bağımsız değerleme ve değerlendirme imkânının önşartı olarak önem taşır. Yoksa günde oniki saat bir düğmeye basan, daha karmaşık bir makine olunca gereği kalmayan bir işçinin emeğinin değerinden söz etmek, yanlış bir değerlendirmeye karşı yanlış bir değerlendirmeyle çıkmaktır. Böyle bir emek, günde defalarca aynı cümleleri söyleyen bir uçak hostesinin emeğinden farksızdır emek olarak. Böyle bir emeğin değeri yok, bu emeğin sahibinin insan olarak -ve kendinde taşıyabileceği imkânlardan dolayı kişi olarak- değeri vardır ancak. Kendisi için didinilecek şey bu değerdir; şu veya bu çeşit emeğin değeri değil.
İnsanın, kişinin ve değerlerinin dışında bir şeyin değer taşıması için, kişi yaratması ürünü ve eşsiz olması, dolayısıyla insana yeni imkânlar açması şarttır. Bir amacın değeri ona götürebilecek araçları değerli kılmadığı, onları bir araç olmaktan çıkarmadığı gibi, değer taşıyan şeyler de onlara aracılık eden şeyleri değerli kılmaz; yararlı kılar. (
Sayfa: 44)
***
Bir insanın değerlendirilmesi nasıl olur.? Yaşamda bunca çatışmalara, bunca didinmelere, bunca haksızlıklara, harcama ve harcanmalara neden olan ve aynı zamanda doğru yapılması böylesine güç olan bir kişinin değerlendirilmesi neye dayanır.? Bir insanı doğru değerlendirmenin imkânı ve şartları nelerdir.?
Bir insanın doğru değerlendirilmesi, onun yapı bütünlüğünün görülüp anlaşılmasına dayanır. Bu anlamda onu o insan yapan özelliklerini yakalayabilmek, dolayısıyla belirli bir durumda onun nasıl davranacağını azçok kestirebilmek demektir. Bu ise, sürekli bir çabadan öteye gitmez. Bir insanı o insan yapan bazı ana özelliklerini yakalamanın hemen arkasından, değerlendirilenin yapı bütünlüğünün değerlendirenin bir yandan kafasındaki insan örneğiyle -insandan beklediği şeylerin bütünü olan insan imgesiyle- öbür yandansa bildiği diğer insanlarla karşılaştırması gelir. Bunun sonucu olarak da değerlendirilen, değerlendirenin içinde kendiliğinden yerini alır.
Bir insanın değerlendirilmesi için dayanak, değerlendirilen insanın görme gücünün, yapıp ettiklerinin, değerlendirmelerinin, yorumlarının, varsa özel imkânlarının ve bu gibi şeylerin olabildiği kadar tam bilgisidir. Değerlendirenin kafasındaki insan örneğinin nasıl bir insan olduğu, insandan neler beklediği ise; değerlendirenin insan olarak kendi yapısına, kendi kendini eğitmesine, kendi gözlerini ağitme derecesine, değerler dünyasına bağlıdır.
Şu var ki, bir insanın kendi gözlerini eğitmesi sıfıra yakın olabilir; yani kafasındaki insan örneği ona kabul ettirilmiş olabilir. Böyle bir insanın, son derece ''iyi niyetli'' bir insan olsa bile, kendi çapını aşan insanları anlayamayacağı, onları doğru değerlendiremeyeceği apaçıktır.O istese de istemese de, ona kabul ettirilmiş olan insan örneğine göre değer biçecektir başkasına. Ve böyle bir insan hoşgörüsü olan bir insansa, ya da ona kabul ettirilen insan imgesi böyle bir şeyi bekliyorsa, bir sorun çıkmayabilir. Ama öyle durumlar olur ki, insanlara bu örneğe göre değer biçmenin sonucu, bu örneğe uymayanlara her çeşidiyle saldırganlık şeklini alır. Varlık temeli olmayan herhangi bir düşünceye (içeriği ne olursa olsun önemli değil, yalnızca bilgisel temeli olmayan, ezbere bir düşünce olsun.) saplanmak, böyle düşünmeyenlere de saldırmak: işte yobazlık budur. (
Sayfa: 56-57)

Anton Çehov - Altıncı Koğuş (Yulva Muhurçişi)


''Eğer ısırganın sizi yakmasından korkmuyorsanız ek binaya giden dar patikadan birlikte yürüyelim ve içeride ne olup bittiğine bakalım.'' (Sayfa: 1)
*
''Asırlık halk deneyiminin de öğrettiği gibi: ''Asla dilenci olmam, hapse düşmem demeyeceksin.'' Günümüz yargı süreçlerinde adli hatalar kolaylıkla yapılabilmektedir. Resmi görevleri ya da işleri itibarıyla başkalarının acılarıyla ilgilenmek zorunda olan hâkimler, polisler ve doktorlar zaman içerisinde bu duruma alıştıkları ve bir o kadar da hissizleştikleri için çok isteseler de muhataplarına resmiyet sınırlarının dışında davranamazlar. Bu bakımdan onların, arka avlularda koyunları ve danaları kesip de akan kanın farkına varmayan köylülerden hiç farkları yoktur. Suçsuz bir insanı bütün özel haklarından mahrum bırakarak kürek cezasına mahkûm etmek için bireyle resmi ve acımasız ilişkisinde hâkimin sadece bir şeye ihtiyacı vardır: O da zamandır. Karşılığı maaş olan bir takım resmi görevleri yerine getirecek kadar zaman; karar verildikten sonra her şey biter. Ondan sonra demiryolundan iki yüz verst uzaklıktaki bu küçük ve çamurlu kasabada adalet ve korunma ara dur.! Her türlü zorbalığın toplum tarafından makul ve yerinde bir gereklilik olarak karşılandığı, beraat kararı gibi her türlü merhamet göstergesinin toplumda tatminsizlik ve intikam duyguları uyandırdığı bir dünyada adaleti düşünmek gülünç değil midir.?''
*
Dipnot: (Verst: 1066 metreye karşılık gelen bir Rus uzunluk ölçü birimi) (Sayfa: 8 )
*
''Hayat can sıkıcı bir tuzaktır. Düşünen bir insan olgunluğa eriştiğinde ve tam bir bilinç kazandığında kendini istençsiz olarak sanki çıkışı olmayan bir tuzağın içindeymiş gibi hisseder. Aslında insan, iradesi dışında birtakım tesadüfler tarafından yokluktan var olmuştur. Peki neden.? Varlığının anlamını ve amacını öğrenmek ister, sorularına cevap alamaz ya da saçma sapan cevaplar alır. Kapıyı çalar, ama açan kimse olmaz. Ölüm de aynı şekilde iradesi dışında karşılar insanı. İşte tıpkı bir hapishanede ortak bir felaketle birbirine bağlı olan insanlar bir arada olduklarında kendilerini nasıl daha rahat hissederlerse, hayatta da analiz etmeye ve sentezlemeye yatkın olan insanlar bir araya geldiklerinde, onurlu ve özgür düşüncelerini birbirlerine aktararak vakit geçirdiklerinde bu tuzağın farkına varmazlar. Bu bakımdan akıl yeri doldurulamaz bir zevk kaynağıdır.'' (Sayfa: 23)

Italo Svevo - Zeno'nun Bilinci

Zavallı çocuk.! Nerede kaldı çocukluğumu anımsamak.! Şimdi kendi çocukluğunu yaşayan seni bile uyaramıyorum, onu ileride anımsamanın zekân ve sağlığın açısından ne denli önemli olduğunu bile anlatamıyorum. Yaşamını, hatta yaşamının seni iğrendiren nice bölümlerini belleğine kazımanın yerinde bir iş olacağını ne zaman anlayabileceksin acaba.? Sen bu arada dünyadan habersiz, zevk peşinde, minimini bedenini araştırmaktasın ve o güzelim keşiflerin seni acıya, hastalığa iletecek, bunu hiç istemeyen kimseler bile yine aynı yola sürecekler seni. Elden ne gelir.? Beşiğini esirgemenin yolu yok ki.! Esrarlı bir karışım oluşmada senin bağrında, minicik bebek.! Her geçen an bir kimyasal ayıraç katıyor içine. Binbir hastalık olasılığı ile karşı karşıyasın, tüm anların temiz olamaz çünkü. Hemen sonra - minicik yavru.! - tanıdığım kişilerin kanındansın sen. Şimdi akıp giden dakikalar temiz bile olsalar, seni hazırlamış olan nice yüzyıllar arı değildi kuşkusuz.
(Sayfa: 19-20)
*
(..İnsanın kendisini gizli kalmış bir adam sanması rahat bir yaşam biçimidir..)
(Sayfa: 26)
*
Ne tuhaf, söylenmiş sözleri, dile getirilmemiş duygulardan daha iyi anımsıyor insan.
(Sayfa: 28)
*
(.. insana yeni düşünceler esinlemede bedensel acının üzerine yoktur..)
(Sayfa: 42)
*
Bir akşam şöyle bir soru yöneltti bana:
''İnsan öldüğünde her şeyin bittiğine mi inanırsın sen.?''
Ölümün gizine her gün kafa yorarım, ama benden istediği bilgileri sunacak düzeye gelmemiştim henüz. Hoşuna gitsin diye geleceğimiz üstüne şenlikli bir inanç uydurdum.
''Zevk duygusu bitmez sanıyorum, çünkü acıya gerek yoktur artık. İnsan bedeninin çürüyüp dağılması cinselliğe benzer bir zevk verebilir. Yeniden oluşturulması pek zahmetli olduğuna göre, mutluluk ve dinlenme duygusu ile birlikte geleceğine kuşkum yok. Bedenin dağılıp gitmesi yaşamın ödülü olmalı.''
(Sayfa: 52)
Gözyaşını döktüren, acının kendisi değil, tarihçesidir. İnsan bir haksızlık karşısında bağırmak istediğinde ağlar.
(Sayfa: 232)

*
(.. garip bir kuşku düştü yüreğime, hemen ardından da pek garip bir anı uyandı belleğimde. Kuşku şuydu: Ben iyi miydim, yoksa kötü mü.? Anıyı ise birdenbire hiç de yeni sayılmayacak bu kuşku çağrıştırmıştı: Çocuktum, hem de (eminim) kısa entari giymiştim, başımı kaldırmış anneme soruyordum, ''Ben kötü müyüm..?'' diye. O zamanlar bu kuşkuya birçoklarının benim için ''kötü çocuk'' demelerinden ötürü düşmüş olmalıydım. Çocuğun o ikilem karşısında ıkınıp sıkılmasında şaşacak şey yoktu. Yaşamın o eşi bulunmazz garipliği yok mu.! Çocuğa, o kadar çocuksu bir biçimde dert ettiği o kuşkuyu, yaşamının yarısını geride bırakmış olan yetişkinin hâlâ çözümlememiş olması olur iş değildi.) 
(Sayfa: 372-373)
*
(Yüreğimi sıkıştıran sorunu çözmüşüm gibi geliyordu. Özümüz ne iyidir, ne kötü, daha böyle yığınla olmadığımız şey vardır. İyilik denen şey insan ruhunun karanlık dibini zaman zaman, gelip geçici bir süre aydınlatan bir ışıktır. Bir alevdir, parlar, bizi yakar, sonra söner (içimde duymuştum ya onu, er geç yeniden parlayacaktı bir gün). Ama o bizi aydınlattığı süre içinde kendimize bir yön seçer, sonra karanlık basınca da yine o yönü izleriz. İnsan bu yüzden iyiliğini her zaman kanıtlayabilir, önemli olan budur işte. Işık yeniden parladığında şaşırmayacaktım, gözlerim kamaşmayacaktı. Şimdi üfleyip söndürmüştüm: Gereği yoktu. Nasıl olsa yönümü bulmuştum, o yoldan ayrılacak değildim artık.) 

(Sayfa: 375-376)

Ferit Edgü - Avara Kasnak

BİR-İKİ SÖZCÜK
*
Bu kitap üç bölümden oluşuyor. Boşa dönen dingil anlamına gelen Avara Kasnak'ta 2002 yılının birkaç ayında yazılmış on-üç metin yer alıyor.
Başıboş Metinler, son bir-iki yılda yazdığım, adı üzerinde, onlar da avara kasnak.
Tümünü yayımlamadan önce son bir kez okuduğumda, ''Bu düşünceyi yaşam buldu'' diyen Nietzsche gibi, bu metinleri de, o neresinden bakarsanız bakın saçma sapan yaşamın kendisi doğurdu, diyesim geliyor.
Son Bölümdeki Olumsuz Metinler, daha önce, Binbir Hece'de (1991) yer almıştı. Bu kitabı, bir kez daha yayımlamamaya karar verdiğim için, söz konusu bağımsız bölümü de bu kitaba taşıdım.
*
Kandilli, 10 Kasım '03
Sayfa: 7
*********
IX
*
Bu sabah aynaya baktığımda, birçok insanın başına gelen bir durumla karşılaştım: aynadan bir başkası bakıyordu bana. Benim yüzümle hiçbir benzerliği yoktu aynadaki yüzün. Evet, gözleri çekik, alnı geniş, elmacık kemikleri çıkık, dudakları etliydi ama, kesinlikle benim yüzüm değildi.
Aynanın önünden tıraşımı olmadan çekildim. Sabah kahvemi içerken kafamı toplamaya çalıştım.
1/ Aynaya bakan ben değil miydim.?
2/ Aynaya bakan bendim de, bir başkasını mı görüyordum.?
3/ Aynaya bir başkası bakıyor, ben de onun yüzünü mü görüyordum.? ( Bu, birinci şıkla aynı anlama gelmiyor mu.?)
4/ Aynaya bakan benim, ama aynanın ardında bir başkası var.
5/ Yoksa ben kendi yüzümümü unuttum.?
Bunlardan hangisinin gerçek olduğunu anlamak için, ilkin, bir başka aynaya baktım: Az önceki görüntü: benim olmayan bir yüz.
Sonra kimlik cüzdanımdaki vesikalık fotoğrafıma baktım: benim yüzüm: Dolayısıyla kendi yüzümü unutmuş değilim.
Tıraş olmadan giyinip evden çıktım. Çıkarken kapıcımla karşılaştım ve ona beni tanıyıp tanımadığımı sordum. Kendisiyle alay ettiğimi sandı.
Doğrusu, bu yanılgının (ya da yanılsamanın) nerden kaynaklandığını, devam edip etmeyeceğini bilemiyorum. Ama itiraf edeyim ki gençlik yıllarımda okuduğum bir öyküyü anımsayıp ( bir adam, bir böcek olarak uyanıyordu) korkuyorum. Çok korkuyorum. (Sayfa: 22-23)

Can Yücel'in, Sevdiklerinin Anısına Yazdığı Şiirlerden:


(Can Yücel'in Alplaçin'e Yazdığı Şiir) - Bir Ölüm İlanı
*
*
Zaten hayalet olan
Gölge yazar Oğuz'un ölümü de
Herhalde kendinden rivayet
*
Oğuz'un cenazesi mi
Hayret.!
*
Hem o hiç uyumaz ki
Belki de ilk kez oradan
Kendi kendini Türkçeye çevirecek
Yeni dikilmiş bir kalem selviyle
Ya da en eski daktilosuyla gecenin
Yıldızları tuş (
Sayfa: 49)


Can Yücel - Bir Evliyaya 
*
İlhan Koman ki tıraşsız heykeltıraş
Uçmağa doğru sakallı…
Elinde bombalarla bebekler
Heykel gibi olmayan heykeller,
Taşınırdı garip maacir
Güneyinden Kuzeyine Kutupların
Battı batacak teknesiyle
Varmak için Edirne’ye
Selimiye’ye

Ataol Behramoğlu - Aziz Nesin'li Anılar


Ataol Behramaoğlu, İstanbul, Sayfa: 9
*
Eşsiz bir aydınımızla , yirminci yüzyıl Türkiye'sinin en özgün ve büyük bir yazarıyla ilgili bu anıların, onun kişiliği ve yapıtı üzerinde düşünecek olanlara, en alçakgönüllü ölçütlerde de olsa, yararlı olacağına inanıyorum. Mektupları ise, az sayıda olmalarına karşın, yine bu anlamda, kuşku yok ki büyük değer taşıyor.
Aziz Nesin'in yakınında olmak bir ayrıcalıktı. Bunu o yaşarken de anlamış olduğum için mutluyum. Böyle bir ayrıcalığa lâyık olabilmeyi büyük bir mutluluk ve onurla taşınacak büyük bir sorumluluk olarak görüyorum
***
Sayfa: 13
*
''İnme inmesinin başlıca nedeni, o toplantıda açıkladığım ülkemizin acıklı durumu ve aydın olarak düştüğümüz onursuzluktan kurtulma yolları aramaktı. Bir umar aramak ve düşünmekten uykusuz geceler geçiriyordum. Sonunda inme bindirdi. Bir yanım hiç tutmuyor ve konuşamıyordum. Karar verdim, bir hafta dayanacaktım, bir gelişme olmazsa kendimi öldürecektim. Çok 'anti Aziz' bir hastalıktı çünkü. Onurum kırılıyordu, başkalarını gereksinerek yarım yaşamakla kendi gözümde aşağılanıyordum. Ama yirmi dört saat sonra sağ ayak parmağım oynayınca, ölümü yeneceğimi anladım. Çünkü bu dünyaya, serçe parmağımızın tırnağının ucuyla bile dokunabiliyorsak, ne olursa olsun, yaşamayı sürdüreceğiz. Ölümle aramda korkunç bir savaş başladı, amansız bir savaş. Yeneceğime inanıyordum; çünkü daha yapacak çok işim vardı..''
*
Aziz Nesin

***
Sayfa: 50
*
Aziz Nesin onu tanıyan herkesin çok iyi bildiği ve daha önce de başka arkadaşlarca yazılmış olduğu gibi, olağanüstü çalışkan bir insandı. Zaten bir ömre sığdırılmış sayısız yapıt ve eylem, bu çalışkanlığın somut kanıtıdır. Çalışmak için özel bir zamana gerek olmadığını, her an her dakika, her zaman çalışılabileceğini ve çalışmak gerektiğini ben Aziz Nesin örneğinde somut olarak gördüm.. İlgi alanı sınırsız, öğrenme susuzluğu sonsuz bir ''otodidakt'' tı o gerçekten de.. Mektuplarından birinde, benim Düşün Yayınevi için çevirmeyi önerdiğim Puşkin mektuplarından söz ederken şöyle diyor:
''Puşkin'in mektuplarını çevirirsen ne güzel olur. Hemen yayınlarız. Puşkin'in şiirlerini Azericeden okumuş, hiç tat alamamıştım. Senin Cem'den çıkan Puşkin'lerini okumaya zaman bulamadım doğrusu.. Öylesine cahilim ki, zaman zaman kendimden utanıyorum.''


Sayfa: 62
*
Aziz Nesin'in 1 Ekim 1980 tarihinde Ataol Behramoğlu'na:
''Sevgili Ataol'a bir yazımdan bir bölüm'' diyerek yazdığı el yazısı..
*
İnsan ölürken, ölüm acısı çekerken yapayalnızdır; hiçkimse ona yardım edemez.
Has sanatçılar da yaratırlarken, ölürken olduğu denli yapayalnızdırlar; hiçkimse ona yardım edemez kendisinden başka. İşte buyüzden, has sanatçıların başkalarından, örgütlerden, kurumlardan destek, yardım beklemesi boşunadır. Çünkü o yardımlar, destekler, sanatçının yaratıcılığına hiçbir katkıda bulunamaz; sanatçının kişiliğini yüceltemez. Tersine has sanatçılar başkalarına , örgütlere, kurum ve kuruluşlara destek olur, yardım ederlerse onları yüceltebilirler.
Yaratıcılar sonsuz bir boşlukta, salt kendikendilerine dolanarak, yerçekiminden kurtulup yücelen sarmaşıklar gibidir.

***
Sayfa: 88
*
Ravel, benim müzik favorilerimden biridir, hele sol el konçertosunu ne çok seviyorum.

Ali Nesin - Gömüyü Arayan Adam

Ali Nesin - Gömüyü Arayan Adam

Önsöz - Ali Nesin
*
Bir çocuk, babasının yaşamöyküsünü yazmaya kalkışsa, bu yaşamöyküsü ne derece ciddiye alınır.? Sanırım pek ciddiye alınmaz. Çünkü yaşamöyküleri olabildiğince nesnel olmalıdır. Öte yandan bir çocuğun, babası sözkonusu olduğunda, nesnel olabileceği kuşkuludur. Kitabın ilk basımını yapan Sel Yayııncılık benden babamın yaşamöyküsünü istediğinde bunlar aklımdan geçti ve babamın yaşamöyküsünü gene babamın kendi ağzından kaleme almaya karar verdim.
Bu kitabın amacı Aziz Nesin sevenlerini sevindirmek olduğu kadar da, gençlerin Aziz Nesin'i tanımalarını sağlamak ve bunu olabildiğince sevimli bir biçimde yapmak. Bu yüzden metni dipnotlarla doldurmak istemedim ve Aziz Nesin'den yaptığım alıntıları hangi yapıttan, hangi yazıdan aldığımı belirtmedim. Çeşitli alıntılar arasına (çok gerekmedikçe) alışageldiği üzere ''[..]'' simgelerini de koymadım. Dediğim gibi, amacım bilimsel bir kitap değil, sevimli ve kendini okutturan bir kitap derlemek oldu.
Aziz Nesin'den yaptığım alıntıları benim yazdığım metinden ayrıştırmak için, kendi yazdıklarımı italik yaptım.

Ali Nesin - Gömüyü Arayan Adam

''Bir Resmin Bile Yok Bende''
*
Babaannem Hanife, 1900 yılı civarında, Ordu'nun Perşembe ilçesinde doğmuş, bir deniz binbaşısı ailesine evlatlık olarak verilmiş, on üçünde kendisinden 22 yaş büyük dedemle evlendirilmiş, ilk çocuğu yaşamamış, on beşinde babam Mehmet Nusret'i doğurmuş, babamın doğumundan birkaç yıl sonra üç yaşında ölecek bir kız çocuğu daha doğurmuş ve yirmi altısında da veremden ölmüş.
*
Annem okuryazar değildi. Ama ince duygulu, sağduyusu olan bir kadındı. Bütün analar, dünyanın en iyi kadınlarıdır. Benim annem de, benim annem olduğu için dünyanın en iyi kadınıydı.
Bigün bahçeden çiçek koparıp anneme getirmiştim. Annem sevindi.
- Hadi biraz daha çiçek koparalım.. dedi.
Bahçeye çıktık. Bana bir çiçek gösterdi.
- Bak, dedi, ne güzel çiçek.. Bu çiçekler de canlı, onların da canı var.. Koparırsak ölür zavallı.. Dalında daha güzel duruyor. Bardaktaki suda bu kadar güzel durmaz ki..
Her çiçeğin başında bana,
- Kıyarsan kopar istersen.. derdi.
Neyim varsa iyi olan, hepsini, herşeyimi anneme borçluyum. [..]
Anne yüceltilir, idealleştirilir. Anne, kusursuz kadındır. Bütün bir yaşam, o ideal anneyi aramakla geçecektir.
*
Aşağıdaki yalın şiiri Aziz Nesin 1965'te, Taşkent'ten Moskova'ya giderken uçakta yazmıştır.
***
Annemin Anısına
*
Bütün anneler annelerin en güzeli
Sen en güzellerin güzeli
Onüçünde evlendin
Onbeşinde beni doğurdun
Yirmialtı yaşındaydın
Yaşamadan öldün
Sevgi taşan bu yüreği sana borçluyum
Bir resmin bile yok bende
Fotoğraf çektirmek günahtı
Ne sinema seyrettin ne tiyatro
Elektrik havagazı su soba
Ve karyola bile yoktu evinde
Denize giremedin
Okuma yazma bilmedin
Güzel gözlerin
Kara peçenin arkasından baktı dünyaya
Yirmialtı yaşındayken
Yaşamadan öldün
Anneler artık yaşamadan ölmeyecek
Böyle gelmiş
Ama böyle gitmeyecek
*
Güncesine aldığı bu şiirden sonra babam şöyle bir not düşmüş:
*
Bu şiiri Taşkent'ten Moskova'ya gidrken yazdım. Svetlana yanımdaydı. Yaşar Kemâl'le Melih Cevdet (Anday) arkada oturuyorlardı. Önce onlara verdim. Uçakta okusunlar diye.
*
Babamın yapıtlarını onaylatmak amacıyla başkalarına, hele başka yazarlara özel olarak okuttuğuna hiç tanık olmadım.. Sanıyorum duyarak yazdığı bu şiiri çok sevmiş ve duygularını o anda yanında bulunan ve kendine yakın hissettiği arkadaşlarıyla paylaşmak istemiş. (Sayfa: 9-12)

Ali Nesin - Gömüyü Arayan Adam

Babam
*
Dünyaların en iyi babası benim babamdır
Düşmandır düşüncelerimiz
Dosttur ellerimiz
Dünyada tek elini öptüğüm
Babamdır
Kırkını geçtin adam olmadın der
Başım önümde dinlerim
Önünde tek baş eğdiğim babamdır
Sabahlara dek Kuran okur
Anamın ruhuna
İnanır ona kavuşacağına
Bana gavur der
Diş bilemeden
Dünyada tek bağışladığı ben
Tek bağışladığım odur
Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma
Bitürlü ölemiyorum der senin yüzünden
Çocuklar ortada kalacak
Ölemez kahrımdan benim
Yaşamak zorunda benim yüzümden
Gözlerindeki ateş bakışlarında söner
Tuttuğun altın olsun der
Çocukluğumu tek anlayan odur
Dünyaların en iyi babası benim babamdır. (Sayfa: 21)

Ali Nesin - Gömüyü Arayan Adam

''Sondan Başa'' adlı şiir kitabını babam bana şöyle imzalamış:
Alim Oğulcuğuma
59. sayfadaki Gömü şiirirni senin için yazdım.
Sevgiler, 14 Haziran 1984
[İmza: Aziz Nesin]
*
Bir yandan övünerek, bir yandan da utanarak, ama galiba daha çok övünerek, o şiiri buraya alıyorum:
***
Gömü
*
Babam Abdülaziz Efendi
Yaşamınca bir gömü aradı
Sanki gömmüş gibi kendi
Yerini başkası bilmezdi
Bulamadan aradığını
Seksenüçünde tükendi
*
Gömü arayıcılar soyundan gelirim
Kimimiz altın arar kimimiz sevi
Hepimizi gönlünde o düşlem evi
Bulamayacağımı bilirim
O olmayanı ararım
Babam gibi bulamadan ölürüm
*
Türümüz tükeniyor gittikçe oğlum
Sürdür ata armağanı kalıtımızı
Kurutma bu has damarı insansoyundan
Olmasa da ara düşleyip bir gömü
Yaşamak aramaktır içindeki gömüyü
*
Varlık, 11 Nisan 1983

Ali Nesin - Gömüyü Arayan Adam

Elimi uzatsam, parmaklarımın ölümün soğukluğuna değeceğini biliyorum. Ta gençliğimdenberi ölümü beynimin içinde taşıdığım bir kıymık gibi duyumsadım ve hiç aklımdan çıkarmadım. Böyle olmayı herkese ve özellikle bütün iyi insanlara salık veririm. Çünkü sürekli ölümü aklından çıkarmamak, hiçbişeyden, Allah'tan bile korkmadan, cehennem korkusu ve boş cennet umudu taşımadan, durmadan iyilik yapmanın, iyi, doğru, güzel ve namuslu insan olmanın bence tek yoludur. Allah'tan bile olsa bir karşılık bekleyerek iyilik yapmak, bence daha baştan Allah'la pazarlığa girmek ve bir koyup beş almayı istemek demektir. Yine bence insan, karşılıksız, hiçbişey umup beklemeden, salt insan olduğu için ve yaşarken kendisi de memnun ve mutlu olsun diye, ceza korkusu ve ödül beklentisi olmadan, iyi, doğru, güzel ve namuslu olmaya çalışmalıdır. Bunun da yolu, bence, nasıl olsa öleceğinin bilincinde olmak ve hiç de karamsarlığa kapılmadan ölümü düşünmektir. 
(Sayfa: 31-33)

Aziz Nesin - Şimdiki Çocuklar Harika


‘’Ben terbiyeyi, terbiyesizlerden öğrendim.’’
Ebu’l-Ala el Maari 973-1057
*
‘’Charlie Cahplin, ‘Dinle beni Walt, çocukları akıllı uslu, büyükleri de çocuk olarak al’ derdi.’’
Walt Disney
*
Bu romanı, salt çocuklar için değil, anababalarla öğretmenler için de yazdım.
Aziz Nesin
***
Bu romanda, çocukların gözüyle büyüklerin nasıl göründüğü anlatılıyor.
Bu romanda çocuklar, anababalarını öğretmenlerini ve büyüklerini eleştiriyor.
Bu roman, çocuk eğitiminde gerekli sanılan, günümüzde geçerli birtakım değer yargılarının yanlışlığını anlatıyor.
Bu roman, çocukların büyüklerine karşı haklarını ve kendilerini savunmalarıdır.
***
Evet, bu cümlelerle başladığı kitabına, 1967 ile 1972 yılları arasında; Cumhuriyet, Günaydın, Yeni İstanbul gibi gazetelerde, çocuklar arasında yapılan anketlerden birkaç örnekle devam ediyor Aziz Nesin. Bu anketlerde çocuklara, anne-babalarına yönelik sorular soruluyor..
*
Sonrasında, İstanbul’da aynı okulda okurken, babasının Ankara’da başka bir işe başlamasıyla birlikte taşınmak durumunda kalan Zeynep’le, sınıf arkadaşı Ahmet arasındaki mektuplaşma ile devam ediyor. Sene 1963.
Başlarından geçen olayları birbirlerine anlatan iki çocuğun mektupları üzerinden, aslında tam da giriş bölümünde kurduğu cümlelerle işaretini verdiği gibi, çocuk yetiştirirken ana-babaların, büyüklerin, öğretmenlerin yaptıkları yanlışlara dikkat çekiyor Aziz Nesin..
Okurken, verdiği mesajlarla birlikte, unuttuğumuz mektuplaşma kültürünün de, o sıcak, samimi havasını da hatırlatıyor..
Okurken kahkahalarla güldüğüm yerler oldu.. Gülerken utandığımı da söylemeliyim.. Çünkü o kadar komik bir dille hicvedilen, aslında büyüklerin hatalarıydı.. Kendi çocuğum yok ama hayatımdan geçmiş olan, samimiyet kurduğum çocuklar vardı.. Ve bazen kendimle karşılaştım..
Canımın taa içi olan Aziz İnsan’ım, kitabın sonuna, çocuklara yazdığı bir mektubu eklemiş.. Oradaki giriş bölümünü yazmadan edemeyeceğim:
Sevgili Çocuklar.!
Hayır, ‘’sevgili çocuklar’’ değil, sevgili çocuklarım.
Hepinizi kendi çocuklarımmışsınız gibi seviyorum. Bütün sevgilerde olduğu gibi, bu sevgide de bencilliğimiz var. Çünkü, biz yaşı ilerlemiş olanlar, sizlerde yaşayacağımızı, süreceğimizi sanıyoruz, buna inanıyoruz. Yalnız kendi öz çocuklarımı değil, yalnız Türk çocuklarını değil, Amerikan, Rus, Alman, Ermeni, Çin, Çingene, bütün çocukları seviyorum.. (Sayfa: 212)
*
Evet, ve devamında söyledikleriyle gözyaşlarıma da engel olamadım.. O kadar içten bir yazı ki, hücrelerimde hissettim bunu.
*
Ve yine devamında ‘’Bir Kitabın Yazarından Okurlarına İkinci Mektup’’ başlığı altında, Şimdiki Çocuklar Harika Kitabı’nın, Doğan Kardeş Yayınları’nın düzenlediği bir yarışmaya katıldığını ve dereceye giremediğini anlatıyor. Neden dereceye giremediğine, 60. Yaşını kutladıkları programa gelen Onat Kutlar’ın konuşmasını ekleyerek açıklık getiriyor... Kendisinin de bu sebebi o gün öğrendiğini söylüyor.
O konuşmada Onat Kutlar, Bulgar sinema sanatçısı ve mizahçısı Todor Dinov’un bir sözünü alıntılıyor:
‘’Mizah, dünyamızı gülünç olmaktan kurtarır.’’
*
Kitap, Naci Girginsoy’un Varlık Dergisi Eylül 1978 sayısında, kitap hakkında yazdığı bir yazıyla sonlanıyor.
***
Aziz Nesin ölür mü.! Hâlen çocukların eğitildiği Nesin Vakfı, oğlu Ali Nesin’in Şirince’deki Matematik Köyü’nde bunca emek verilirken, Aziz Nesin ölür mü.! Vatanımın en duyarlı, zeki ve azimli kalemlerinden biri olan Aziz İnsan’a saygı, sevgi, özlemle..

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...