4 Ekim 2018 Perşembe

Oğuz Atay - Tutunamayanlar


''...
Benim bütün işim oyundu, bunu biliyorsun Turgut. Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu.
...'' (Sayfa 31)
 ***
''...
Hayat, düşünceleri tutan bir hapishanedir. İnsan, can sıkıcı bir saç demetidir, ben de akılsız bir robotum. ( Sayfa 32)

*****

Süleyman Kargı yerinden kalktı, kütüphanenin yanına gitti. Turgut'a dönerek: ''Selim gibilerine işte böyle yaparlar'' dedi. ''Birdenbire yüklenmezler üstüne. Önce bırakırlar istediği gibi düşünsün her şeyi. Dünyayı dilediği gibi anlamasına, yaşamasına, hissetmesine izin verirler. Hatta alkışlarlar, överler onu. Büsbütün çileden çıksın da geri dönemesin diye. Sonrasını biliyorsun işte.'' Eğildi kütüphanenin alt gözünden bir dosya çıkardı; ''Fakat Selim, bazı evrakını kaçırmayı başardı onlardan. Hiçbir iz bırakmadan kaybolacağını sananlar aldandılar. Ona cesaret verecek insanlar da vardı dünyada. Ve o, uzun boylu düşünmeden, hesaba kitaba kaçmadan, öylesine, içinden geldiği gibi, dünyasını kurmaya çalıştı; bu uzun şarkıları yazdı. İstediğini yaz Selim'' dedim. ''Hiçbir korku aklını gölgelemesin.'' '' Sonunda pişman olursun ama; dayanamazsın.'' dedi. ''Boş yere yorulursun, usanırsın benden.'' dedi. '' Zarar yok Selim be'' dedim. ''Bir insan da senin yüzünden sıkılsın; bir insandan da utanma! Ne olur?'' ''Peki Süleyman Dost'' dedi. Senin için olsun bu şarkılar. Sen izin ver, ben de yazayım. Elele verip gösterelim onlara. Utançlarından sokağa çıkamasınlar. Öyle garip bir yaratık çıksın ki ortaya, aynı cinsten olduklarından utansınlar. Bütün tabiat alimleri bir araya gelsinler de çözemesinler bu yaratığın sırrını. Öyle tuzaklar kuralım ki küçümseyip bir kenara atsınlar, gene de rahat etmesin içleri.'' Sonra kuşkuya kapıldı hemen. ''Yapamam Süleyman Dost'' dedi. ''Onlara rezil olduğum gibi kendi yüzüme de bakamam aynada.'' İşte böylece Turgut Dost, bir iyi oldu bir kötü. Bir zayıf hissetti, bir kuvvetli. Bana sorarsan her satırının altında, Selim'in bir tatlılığını hissederim. Çok yakınındaydım tabii. Akılcı bir gözle bakamadım hiçbir zaman. Kusurları bile tatlı geldi bana. Selim'i yaşadım çünkü. Bakarsın biri de ''Peki ne olmuş yani?'' der. Her okuyanın yanına Selim'i taşıyamam ya. Neyse, kimse de okumadı daha. Selim, gözümü öyle korkutmuştu ki, kimseye vermeye cesaret edemedim. '' Dosyayı Turgut'a uzattı. '' Sonunda bir de, benim ağzımdan yazılmış 'Açıklamalar' var. Beni karıştırmadan içi rahat etmedi. ''Sen filozofsun'' dedi. ''Açıklamaları senin yapmış görünmen gerekiyor. Böylece hiçbir şeyin farkında olmazlar. Atlatırız onları.'' Onlar, onlar diye tutturmuştu. Okursan göreceksin.''
Turgut dosyayı, yanındaki sehpaya koydu. Süleyman Kargı '' Şimdi okumak istersin herhalde. Uzun ama zaman yok. Bekleriz. Vaktimiz çok. Değil mi?'' Turgut başını öne eğdi kızararak. '' ŞU ANDA, SANA GÜZEL BİR SÖZ SÖYLEYEBİLMEK İÇİN, ON BİN KİTAP OKUMUŞ OLMAYI İSTERDİM.'' dedi. ''GENE DE AZ GELİŞMİŞ BİR CÜMLE SÖYLEMEDEN İÇİM RAHAT ETMEYECEK: SENİ TANIDIĞIMA ÇOK SEVİNDİM KENDİ ÇAPIMDA.'' Dosyanın kapağını açtı, sonra yapma bir endişeyle Süleyman Kargı'nın yüzüne baktı. ''Anlamadığım yerler olursa hiç çekinmeden sorabilir miyim.?''  (Sayfa: 112-113)

*****

DÜN, BUGÜN, YARIN
*
When I was a little child ,
Bir yokluktu Ankara.
Apres moi dull and wild
Town ne oldu, que sera.?
*
İTHAF ve MUKADDİME
*
King Soloman Speare'di adının İncilcesi
Süleyman Kargı dosttur Türkçeye tercümesi
Hamlet için Horatio neyse öyleydi bana.
Kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.
Yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur.
Saplanmış bayrak gibi Ankara'da oturur.
*
Selim Işık tek ve Türk. Ve duygulu, amansız.
Sabırsız ve olumsuz, yaşantıda cansız
Sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi.
Tutunamayanların tarihine eğildi.
Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu
Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.
*
BİRİNCİ ŞARKI
*
Dokuz yüz otuz altı. Tarih düşüldü. Niçin?
Doğumu önemlidir - yani kendisi için.
Buruşuk yüzler, bezler arasında bir canlı
Başpamağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
Cahildi, ne bilsin libidonun adını
Duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını
Sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.
*
İlk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.
Bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü.
Büyükanne, Osmanlı sabrıyla ağır ağır
Salıyor beşigini. Dede bunak ve sağır.
Gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,
Gözlerinde kalmamış hiçbiri aşkın.
Ne zaman yemeğini yedigini bilmiyor.
gördüğü karısı mı gelini mi bilmiyor.
*
Asırlık ayakları, evde bir hastalıktı
Geceleri dolaşan. Dalgın karnı acıktı;
Kalktı yer yatagından, iki ayaklı hüzün.
Selim'in beşigine uğradı, beyaz tülün
Altında yatan teni okşadı. Titrek elin
Tuttuğu son canlıydı. Snaki, " Mutfağa gelin!"
Diyen bir sese doğru yönelirken, bir ağrı
Saplandı. Ölü buldu onu sabah rüzgarı
*
İlk rüzgarın teriyle (bilincin eşiginde)
Islanarak uyandı; kıvrandı beşiginde
Kundagıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu
Esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.
Baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;
Anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.
İlk ve son kocasının, " Çocuga bak Müzeyyen!"
Mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.
*
Corridos adasında Permanlar arasında
Elinde kendi gibi kuru bir barracinda
Tutarak,i on ikinci derece bir denklemi
Kaygısız çözmesiyle, Ferrania Sandolem'i
İndirerek tahtından kadın saltanatına
Son veren Panton Hipyos ya da önce atına
Sonra kadına tapan Hun gibi Numan Işık
(oysa ilk yıllarında anneme nasıl aşık).
Uykulu gögüsleri-kim bilir ne kadar tazeydi.
İİpek geceliginin içinde sert ve diri
(mektuplarında Numan Bey, aşkını esli Türkçe
-evlenmeden elbette- anlatırmış anneme)
Kayarken karanlıkta, dede bir taş yıgını
Gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.
Acı bir çığlık kesti Selimin nefesini
Belki o anda duydu korkunun ilk sesini.
*
Evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.
Anılar başladı mı? Paslı bir kilim yerde,
koruyor dış dünyadan. İlk böcekler elinden
Kayıp geçiyor. Nine düşmüyor dilinden
Belirsiz anlamlarla uuytan ninnileri
Hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.
Dandini ve dasdana, kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.
*
Bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma,
Yakaladı Selim'i. Yavtum terleme koşma!
Terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında
Dişti yatağa baygın. Ağlayarak başında
Kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.
Ne diyorsun Allahım duyulmuyor sözlerin.
Baba mırıldanıyor; Selim Işık, güzel şey!
Ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli Numan Bey!
*
Kasabanın tek doktoru topal Muvakkar.
Muvakkar'ın tek gözü birazcık şehla bakar.
"Topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
Selim elden gidiyor, çaresine baksana."
Muvakkar'ın gözüvarmış derler annemde
Babama severek varmış derler annem de.
O zaman kaç senesi; tıp bildiğiniz gibi.
Bütün umut Allahtan; hep bildiginiz gibi.
*
"Zatürreé. Geceyi atlatırsa ümit var.
Kışın olsa giderdi." (dışarıda ıslak bahar).
Birden gözünü açtı: karanlık pencereler,
Yağmur izleri. Selim, "Atatürk'ü gördüm,"der.
Taşrada yetişirken öğrendigi tek dildi
Türkçe, cahil Selim'in. Bu kadar diyebildi.
Oysa bilseydi (canım) biraz da Fransızca
"Voila Atatürk maman" derdi muhakkak orda.
*
Az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu ,
Şimdi hatırladımda gözlerim doldu.
Donuk aydınlıgında idare lambasının,
Üzerine eğilen gölgenin (babasının)
Varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi
Küçüçük yatağında. Bir aydınlık belirdi:
"İşte güneş doğuyor. Kurtuldu, yaşayacak!"
Yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.
*
İzin ver Selim biraz, Hegel, Fichte diyelim,
Felsefeyle ilişkin bir de ekmek yiyelim
Böyle byurdu Kargı, thus spake King Solomon
Yerindedir bu yargı, evet haklı Platon,
Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.
Demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.
Özür dilerim senden bu sutunda açıkça,
Çoçukluk günlerimde kapılmıştım çocukça.
*
Kelimenin anlamı: sevmek demek Yunanca.
Filo. Sofyayı sevmek oluyor Filosofya.
Hatırlarsın pasajda Lefter'in meyhanesi,
Servis yapar, şarkı söyler; biraz kısıktı sesi,
"O Sofya mu, Sofya mu. Sensiz içmek olur mu?"
Kır saçlı laternacı biraz mahsun dururdu,
'İn nino veritas'. Ders sofistlerden Duzikos,
Tarih felsefesinde, 'Armoniko Muzikos...'
*
"Gene sapıttın Selim. Seni kim durduracak?"
Söylemiştim Süleyman: ben başlamazsam ancak
Durdurulabilirim. Ayrıca fakir dilim
Bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
Hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
Kafiye tanrısına kurban oldum. Efendim?
"bir şarkının sonuna kadar sabredemedin."
Bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.
*
Ne olur tutma artık beni hece vezniyle
Allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle
Çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.
Bir espri uğruna harcatmayın, alışsın
Selim Işık insana. Söylesin şarkısını
Kesintisiz, acemi. Ey ölü ruh! kıyam et!
Beğendin mi Süleyman.? "Beğenmedim devam et."
*
İKİNCİ ŞARKI
*
Orta Asya'daki pembe elipsin içinden
Çıkan kırmızı oklara binerek, Bozkurtlar (kanatlı) Çin'den
Nasıl uçmuşlarsa Tanca'ya kadar,
Ben de (altı yaşımda) dar
Ve yüksek çamurluklu tenezzühle (Ford T modeli) Ankara'ya ulaştım
Sağ salim. 'Yağmur Çayevi'nin önünde dolaştım
Uyuşan bacaklarımı oynatarak Ankara'nın toprağında.
Taşhan,
Bana dünyanın en büyük meydanı gibi geldi.
Gözüne güneş gelmesin diye elini
Siper eden Mehmetçik heykeli ne güzeldi.
Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk
Kabartmalı ve yüksek
Bir mermerin üstüne çıkmış atıyla.
(Böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)
Baba, oradaki kadın sırtında ne taşıyor?
"Bomba." Neden? "Türk yurdu topyekun savaşıyor."
Savaş cephede bitti (yirmi yıl önce).
Oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
Sesimle okudugum
Şiirlerde (Zafer Bayramı münasebetiyle)."Oğlum,
Bu ne Şeker ne de Kurban Bayramı,"
Derken babam haklıydı,
30 Ağustos günü elini öperek ondan
Para istediğim zaman.
(Babama şiir okumayı bile düşünüyordum o sırada.)
*
Babam şiir sevmezdi. Evimize arada
Gelen Mimar Cemil Uluer yalnız şiir yazardı.
(Babam bu adama nedense kızardı.)
"Bir kere, mimar değil bu herif.."
Diye başladı mı, hafif
Üzülürdü annem. "Canım Numan Bey
-bey derdi babama- bu kadar şey olma (şey derdi annem sık sık).
Adamcağıza yazık."
Mimar Cemil şiir bina ederdi.
Kışlık kömürü bizim evden giderdi.
Müsteşar Namık Beyi ziyaretlerinde de arz-ı hürmetleriyle
Ve kimin okduğu belli olmayan hikmetleriyle
Dolu kitabını sunar; bir kat giyilmiş elbise alır (yazlık).
Şair ve mimar olmaktan vazgeçtim(yazık).
*
Sevmedim okulu önce,
'Öğretmenim' tutmadı yerini annemin (bence.)
Beni çingenelere vermek istemeseydi
Babam, bir dev anası gibi
Görünen öğretmenden kaçardım (ne iyi olurdu).
Korkuyu
Bahçedeki huysuz ve parlak kanatlı
Horoz tanıttı bana.
Bir de öğretmenim Rana.
"Kulağını çekerim. konuşma, terbiyesiz,
Yakarım ağzınızı. çişim geldi derseniz.
Kırarım notunuzu haylazlık ederseniz.
Yarına satır satır ezberlensin dersiniz."
*
Yorganı attım üzerimden o gece,
Çıplak ayakla taşlara bastım o gece. Kırk derece
Ateşim çıksın diye bekliyordum. Sakın
Göndermesin babam beni okula yarın,
Olur mu Allahım. -Allahım diye başlamışken
Dua edeyim hemen:
Babama, bana ve nineme
Ve apartmandaki Baha Beye, karısına ve oğluna
Ve mahalledekilere ve rahmetli dedem Hüsrev kuluna
Ve Ankara'dakilere ve Türkiye'dekilere
Ve dünyadaki bütün iyilere
Rahatlık ver.
Onların içinde (varsa eğer)
Hırsız, fena
Ve kötülük etmek için insana
Fırsat bekleyenlere
VE beni azarlayan kapıcımız Kamber'e
Ve beni bahçede korkutan horoza
Ve ezberimi bilmezsem ceza
Verecek öğretmene
Rahatlık verme.
(Ceza vermezse rahatlık ver.)
*
Yeter
Bu kadar. Allah kızar sonra çok istersen.
Yalnız unuttum; ne olur rahatlık versen
Galatasaray oyuncularına. Yarın
Maçları var da; yenilmesinler sakın.
*
"Bu çocuk ne olacak böyle. Müzeyyen? Yaramaz
Olsaydı pısırık olacağına. Hiç kimseyle konuşmaz
Sınıfta. Tek başına koşar durur bahçede. Onu
Eve kapatmak doğru mu.?
Çalışkan fakat korkak." Annem üzüldü
Fakat belli etmedi. 'Öğretmenim' çok güldü
Çarpınca ağaca 'Affedersiniz'
Dediğimi anlatırken. Annem sözü kısa kesti: "Dersiniz
Başlayacak. Vaktini aldım Rana.
İnşallah büyüyünce lazım olur vatana."
Olmadı kimseye lazım. Aranmadı
Aramayınca.
Okul boyunca
Ne futbol takımına alındı, ne sınıf mümessili olabildi.
Nedense bir yönüyle -belki de her yönüyle- saf kalabildi.
Yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
Sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı Selim Işık
Her olayı. Eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
İnsanlara. Dünyaya bir daha gelişinde
Çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.
Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.
İkinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak
Kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak
*
Hep birlikte (son sınıflar) toplandık arka bahçede.
"Çıktık açık alınla'yı söyledik bir ağızdan
Müzik sınavıydı bu (toptan).
Herkes pekiyi aldı, imtihan iyi gitti
Son günüydü okulun, müjde ilkokul bitti.
*
Yaz sıcağında evde
Canı sıkılmasın ve
(Zararlı ilişkileri olmasın sokakta)
Kış günü
Eski hastalığının izlerini taşıyan göğsünü
Üşütmesin düşüncesiyle
Eve kapandığı zaman -yani okul dışındaki bütün saatlerde-
Divanda otururdu
Durmadan dergi okurdu.
(Siz 'libidonun Ölümü'
Filmini gördünüz mü?)
Binbir Roman, Yavrutürk,
Çocuk Haftası. "Büyük
Adam olacak." Misafirler saygıyla bakar yüzüme,
Sevgili büyüklerim: işte size bir manzume
*
Sabah erken kalkarım
Ne yüzümü yıkarım
Ne sokağa çıkarım.
Kışın soba yakarım
Yazın camdan bakarım
Hayattan yok çıkarım.
*
Öğlen olur yemek yerim
Fırçalanmaz hiç dişlerim
Acaba ne yapsam derim
Kovboy filmine giderim
Dönünce kızar pederim.
*
Akşam olur güneş batar
Babam hep anneme çatar
Cici çocuk erkenden yatar
Hayat sıkıcı ne kadar.
*
ÜÇÜNCÜ ŞARKI
*
Siz de benim gibi,
Günleri
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi. Ata'nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı'nda bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
Kaybettiniz (benim gibi)
Oysa,
Aynı Hergele Meydanı'nda
Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden
Berberleri görmeden
Yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın
Ve hergele ve beygir olduğunu duymadıysanız atın
Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kağıdı satmadınızsa,
İçinde aüt ve salebin olmadığı 'dondurma kaymak'tan tatmadınızsa
(Aynı Hergele Meydan'ında)
Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka- Selim'in yanında)
En bayağı ve en müstehcen
(Fakat fiyatı ehven)
Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa
Samanpazarı'na çıkan yokuşa
Değilde sağa sapın. Etiler'in at oynatmış olduğu Ankara'da
Hamalların gittiği Sümer sinemasıyla aynı sırada,
Pardayan, Pitigrilli ve Fantoma
Ve Hayber Kalesi ve Tahir ile Zühre bir arada
Yığılmış bir tezgahın üzerine. 'Geceleri Okumayınız'
Orhan Çakıroğlu'nun maceralarını.
Selim Işık, dünü bugünü yarını
İşte bu ortam içinde öldürdü.
Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı
Ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
Ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
Dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.
*
Altımızda kalabalık bir aile otururdu.
Masasının üzerinde bir kuru kafa dururdu,
Ortanca oğulları tıp talebesi Saffet'in
(Sırıtan kabustu benim için.)
Ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
Beni korkutmaya yok hakkınız
Herkes doktor olamaz ki,
Siz bana iyisi mi
Nazım'dan şiirler okuyun.
Hani şu 'Culus-u Humayun'
Diye sözlerini pek anlamadığım
Fakat mısralarının sesini sevdigim şiir,
Bir de 'Ölüme Dair'
Sonra da Liszt'in İkinci Macar Kampanasını
Ve Puccini'nin Tosca Operasını
(Canım, mandolinle çaldığım arya)
Çalarsınız gramafonda.
*
Bir yumuşama gelir yüzüne
Kafatası durur gene
(Fakat bir tülbentle örtülü)
Caruso'nun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız
Sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.
*
Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?
Saffet kulun anatomiden çaktı,
Selim kulunla oynamayı bıraktı.
Alt katta bir kiracı daha: Ecmel Karakaş
Ve garı meşru karısı (yavaş
Söyle duymasınlar). Bana yüz vermiyor bahçede güzel kızı
(Oysa bahçede geçirdim bütün yazı)
Dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
"Sen de arkasından çıksana ahmak!"
Daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.
*
En üst katta, karşımızda, Arif Beyin refikası
Laima Hanım ut çalardı (Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?)
*
İster taşrada ister İstanbul'da olsun
İster burnunuza mangal dumanı dolsun
İster merdiven sahanlıklarınızda
Kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
Hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
İçinize işleyen 'alaturka'nın. Küçük yaşta içirilir yavaşça
Derinin altına (çiçek aşısı gibi). Arkadaşça
Sokulur okşayarak,
'Sine-i suzanımı' eder helak
Pek tesiri duyulmasada gündüz
(çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
Ya da paydos zilini bekleriz dairede)
Saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
Ve bilmem kaç kilosıkılda başladı mı yayına Türkiye Postaları,
*
Yatağında zevkle inletir hastaları
Hemen fasıl heyeti,
Duyulur dört bucağında yurdun. Akşam nöbeti
Tutan sınırdaki erden,
İki kere mars oldu üst üste diye, terden
Pantolonu iskemleye yapışan pişpirik İsmail'e kadar
Herkesin ciğerine mikroplu havayla birlikte dolar.
*
Sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
Tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
Efendiyi ve uşağı birlikte mesteden
Makamdan makama ve besteden
Besteye geçerekten
"Tek tek ataraktan bade süzerekten"
'Çıkmam Allah etmesin meyhaneden'
Çıkmam korkusuyla alaturkasıyla beni kahreden
İçki Evinden, ölmeden önce.
Bence
Alyuvar, akyuvar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız'
Dinlerken sıkılsa da canımız,
Nasıl bir şeydir (acaba güzel midir.?)
Kim bilir.
*
Benim kanıma giren başka bir sanat:
Darülbedayi'de tuluat.
(Taşırım bugüne izlerini.)
Annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
Bana gebe kaldığının yedinci ayında,
Tepebaşı'nda, tiyatronun salaş sarayında
(Darülbedayi'de) Hazım'ın 'Lüküs Hayat' oyunuda,
O kadar gülmüş, o kadar gülmüş ki, sonunda
Korkmuş, bir şey olacak diye karnındaki Selim.
Oysa Selim, bildiğiniz gibi, elim
Olmak isterken gülünç oldu bu sayede
Büyük bir inhiraf oldu gayede.
*
DÖRDÜNCÜ ŞARKI
*
Baharın son günleri; kömürlükler arasında
Çamaşır ipleriyle kesilen
Üç ağaçlı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik
Sert kaldırımlı ve yokuşu dik
Yolda, ayakkabılarımın burnunu
Çarpmamaya çalışarak sekiyorum.(Becermek mümkün değil bunu.)
Bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadığı dar
Boğazı aşıyorum
Ve servi ağaçlarıya kasvet
Ve daha birtakım ağır duygular veren
Küçük meydana ulaşıyorum.
Burada duvarı yıkık
Bir mezarlık ve içinde bir türbe,
(Yıllar sonra gördüğüm Karacaahmet Mezarlık Bankasının -tövbe de-
Yanında küçük bir hesap sayılırdı.)
Türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
Sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı
Yosunlar gibi görürdüm. Ve duvarın önündeki kara çalı,
Bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı kara sakallı.
Çarpık mezar taşları arasında,
Ölülerin beslediği çimenlerin ortasında
Türbedeki taş tabutlar kadar
Kayıtsızsca uzanmış çocuklar.
(Korkuları yaşları kadar)
*
Oysa,
Saffet Ağabeylerdeki ortanca hizmetçi Güldüm Abla,
Anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
Ve bakarken namaz kılan anneme
Bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
İçimde. Şair
Ve mimar Cemil Uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla
Gülsüm Abla da her akşam vaazıyla
Korkuturdu beni. Hayattayken sağ elle burun silmenin
ve öldükten sonra kıyamette,
(Cehennemde veya cennette)
Her kılında bir mızıka bulunan Deccal'in eşeğini bilmenin
Günah olduğunu öğrenmiştim.
Zavallı Selim, zavallı Selim,:
Kendi kendimi yerdim
Ne yapmalı, ne yapmalı, diye
Oysa küçük hizmetçileri Hediye.
Boş verip bütün cezalara,
Hazreti Yusuf'un kuyuya çektiği ezalara,
Adem'in buğday ağacından memnu meyveyi
Yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-
Kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
Mızıkalıı eşeğin sesine, nasıl yanılacagına, kaşını
Fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
Sağ ellle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
Boğazına dolduğuna
Yüzünü çok yıkayan kadının
Bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının
Başına gelenlere
Aldırmazdı. Şu karşıki apartmandaki Helen'lere
Kaçarak dudaklarını boyardı.
Benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.
*
Türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
Kerpiç bir evde, fakir arkadaşım Sabri'yle, sıcakta,
Ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
Pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.Temmuz
Ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
Kelimeleri ağırlaştırırken, terimi siliyorum
Dinsel bir korkuyla. Daha. 'Eüzü minşşeytanıracim'i bilmiyorum
Başlamak için duaya. Sabri bir din adamının yavaş
Hareketlerini taklit ediyor. Bende saygılı bir telaş,
Namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
Bizi ölüme yaklaştıran zamanı. Yıl bin dokuz yüz kırk dokuz.
*
Ankara'nın bütün küçük kubbeli camilerini
Ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.'İnna ateyni
Kelkevser, Fesalli lirabbike ... hüvel ebter.'
Körpe dizlerde derman biter
Yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında
Palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
Dini bütün iki Türk çocuğu yatar kalkar.
Sürekli (kendine amansız.) İlahiler, dualar...
Allahım peşinde
Yirmi bin fersah. Temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,
Kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
Uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
Tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
Avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
Hangi elimle yıkayacaktım hangi kulagımı?
Ne tarafa dönecektim "Selamlasana sağını!"
Pabuçları çalarlar mı dersin Sabri?
Duydun mu gazetedeki haberi
Pabuç hırsızlarına dair ?
"Haydi Selim, herkesle brlikte çevir
Sola başını." Neden Sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
Hiö olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu.
Öğle namazında güneş yakar Allah deyu deyu.
Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana,
Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.
Burası Allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
Bu imtihansa hepisi çakar Allah deyu deyu.
Bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,
İnsan aklını duaya, takar Allah deyu deyu.
Dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
Gene camiden çıkar sokağa Allah deyu deyu.
*
Selim Işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
Cemaat kışın ne yapar, bilmez artık o kadarı
Hacı Bayram Camisi'nin çevresindeki küçük evlerden birinde.
Yeni bir rüzgar esti (Olumsuzluk rüzgarı). Yokluk Tanrısını emrinde.
Yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek neferi Selim
(Ben neyim, ne değilim?)
*
Herkes mutlu ve sorumsuz
Herkes olumlu, ben olumsuz.
Yaşıtlarım artık uzun pantolon giymenin
bağımsızlıgını yaşarken
Okulun paydos ziliyle hemen sokaga taşarken
Yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
Otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
Nihat Ağabeyin yanında işim neydi?
Gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
Kardeşim Süleyman; "Hiç, ama hiçbirşey yapmadık," derken
Karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket ucuz sigara içerken
Çırpınıyordum: Dumlupınar, Sakarya
İstanbul'un fethi, Kosova
Birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
Kara bıyıklarının arasından ışıyan beyaz dişleri
Bütün inançlarımı eritti.
Anlıyorsun, bilinç, inanç, bugünün sözcükleri
O, şuur ve tahripten bahsederdi.
Bunca Türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-
Kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
(Ahşap evin beyaz perdeli odasında)
Ne Mohaç, ne Mercidabık, ne yeni, ne sabık
Zaferlerimiz dayanamadı. Yalnız kromda ve güreşte birinciydik artık.
Eski kahramanlklardan başka
İleri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
Selim Işık yenilmişti, bitmişti.
Neyse tam o sırada , Marşal Amca yetişti.
*
BEŞİNCİ ŞARKI

Tutunanmayanların destanıdır bu şarkı
Dostum Süleyman Kargı.
Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa
Anlatamıyorlar anlatılamayanı.
Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı
Oysa, mesela Selim Işık
Anlatmadan anlaşılmaya aşık.
Böyle adama
(Darılma ama)
Yaklaşmaz hiçbir güzellik,
Doğduğu günden bu yana kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine.
Her zaman utanmıştır başkaları yerine.
Elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.
Taş devri, Sabri devri, Nihat devri, Tunç devri
Aşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
Hep utandı hayatı boyunca,
(Annesi yıkamak için soyunca)
Sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.
Canı sıklıdı güldü, kalbi incindi güldü.
Allahı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
Hiçbir zaman kızdırmak istemedi.
Küçük pazarlıklar yaptığı,
Camide korkarak taptığı
Zamanlarda sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.
Annesinin yün fanilasına taktığı nazarlığı
Çıkaramadı yıllar boyunca. İlk defa domuz eti yerken
Arkadaşlarını ısrarlarıyla geneleve giderken,
Hep ONUNLA (O kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
İki gün oruç bile tuttu bir Ramazan ayı.
(Sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)
Bir gün ölürse, ona vatan bir mezarlık yer verecek.
Oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.
Sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
Daha kötü bir şeyler olması korkusundadır).
Canını dişine takarak,
Yazılmış eski destanlara bakarak,
Sözü uzattı durdu.
İşte şöyle buyurdu:
Numanoğlu Selim derler adımız
Gürültüye geldi her feryadımız
Nedense tamamdır itikadımız
Dikilen her kumaş bol gelir bize
*
Çocukken güneşin tadını bilmedik
Büyüdük kadının tadını bilmedik
Bizi anlayacak kadın bilmedik
Sevgisiz bir hayat çöl gelir bize
*
Bize öğretilen her söze kandık
'Yasaktır' 'Memnudur' dendi, inandık
Hep 'Girilmez' levhasına aldandık
Bu tutulan, yanlış yol gelir bize
*
Benim cefalı yarim kafamdır
Divanda düşünmek bütün safamdır
Mülkiyet benimçün büyük evhamdır
Senin olanları nideyim gayrı
*
Dostun vefalısı bütün isteğim
Kız peşinde olan dostu nideyim
Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
Kendi içimdeki indeyim gayrı
*
Dostlar dedi: bu can bizden değildir
Düşman kırdı, oysa buzdan değildir
Çare yok dünyadan gideyim gayrı
*
Bana ilham getirdin
(Hem de yaktın bitirdin)
Ey.! Elesius dağlarından esen rüzgar
Kıssamız burada biter
Bu kadar. (Sayfa: 114-135)


*****

Mısra 10: Tutunamayanların...
*
Garip Yaratıklar Ansiklopedisinden:
Tutunamayan: (disconnectus erctus): Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duyusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.
Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında ( onlar dayanabildikleri sürece ) barınırlar. Ya da terk edilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. ( Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez. )
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. ( Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.)
Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.
Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkanları tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. ( Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir. )
Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olamayacağı sanılmaktadır.
Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi de denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uymamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. ( Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir. )
Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.
...) (Sayfa: 149-151)

***
Mısra 11: Kelime ve yalnızlık...
*
''Önce Kelime vardı'' diye başlıyor Yohanna'ya göre İncil. Kelimelerden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimelerden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu. (sayfa151)
***
 Mısra 263: Hayattan yok çıkarım
*
Selim'in içgüdüleri iyi gelişmemişti. Çıkarım pek bilmezdi. Oysa... çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaklardır. Her olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kalacaklardır. Yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler, bunda başarıya ulaşacaklardır. Kimse, onların varlığıyla tedirgin olmayacaktır. Bir gün öldükleri zaman, arkalarında küçük bir iz, bir anı, bir gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacaklardır. Gazetedeki ölüm ilanı bile, yedinci sayfada bir kenarda kalacak, kimsenin gözüne çarpmayacaktır. Hayattan çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. Ölüm bile onların adlarını duyurmaya yetmeyecektir. Herkesin mezarında güller ve menekşeler büyürken, onların mezarını otlar bürüyecektir. Mezarları bir kenarda kalmasa bile, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybolacaktır. Cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilenmeyecektir. Ağız tadıyla bir keşkül yiyemeden masadan kalkacaklardır. Gene de garsona bir bahşiş bırakmak zorunda kalacaklardır. Hayattan çıkarı olmayanların hayatı, çıkmaza sürüklenecektir. Kendini beğenmişliğin cezasını daha bu dünyadan çekmeye başlayacaklardır. Sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir. Duygu alışverişinden nasipleri olmayacaktır. Duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacaktır. Istırapları, ne yüzlerindeki çizgilerden, ne de saçlarının beyazlaşmasından anlaşılacaktır. Çektikleri acılarla, yüzlerinin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeyecektir. Güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli oldukları sanılacaktır. Hayattan çıkarları olmadığı da asla kabul edilmeyecektir. Böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir. Aslında, hayattan çıkarları olduğu ispat edilecektir; çıkarlarını korumak için canları çıktığı halde, bunu beceremedikleri için, çıkarlarıyokmuşdabirşeybeklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır. Onlar da bu saldırılara bir karşılık bulamayacaklardır. Kendilerini yokladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu, hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç kaldıklarını onlar da açık ve seçik olarak göreceklerdir. İşte o anda dahi, delice bir harekette bulunmalarına, anlamsız bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine göz yumulmayacaktır. Kendilerini öldüremeyeceklerdir. Onlara anlatılacaktır ki, böyle bir davranış bütün yaşantılarıyla çelişki içindedir, gerçekle bir ilgisi yoktur: kendilerini öldürürlerse, onlar hakkında varılan isabetli yargıları çürütmek için gene boş bir çaba göstermiş olurlar. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Onlar, bu rezilliğe de katlanarak sürünmeye devam edeceklerdir. Hayatlarıyla yanlış olanların, ölümleriyle doğru olmalarına imkan var mıdır? HAYATTAN ÇIKARI OLMAMAK, HEM TANRININ HEM DE İNSANLARIN GÖZÜNDE AFFEDİLMEZ BİR SUÇTUR; gelişip yayılmaması için gerekli her türlü tedbir alınacaktır. Bütün tarih, bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji, kısaca bütün LOJİ'LER, HAYATIN ÇIKARCILIĞA DAYANDIĞINI GÖSTERMEK İÇİN YIRTINACAKLARDIR, YIRTINMALIDIRLAR. ''BEN ÇIKARIMA BAKARIM'' DİYECEKSİNİZ, BUNUN İÇİN ''BABAMI BİLE TANIMAM'' DİYECEKSİNİZ. KİMSEYİ TANIMAYACAKSINIZ, HELE HAYATTAN ÇIKARI OLMAYANLARI HİÇ.! (sayfa 201/203)

***

Herhangi bir tartışmada, gelişigüzel söylediğim bir sözü, tartışmayı kazanmak için inanmadan ileri sürdüğüm bir düşünceyi bana aynı kelimelerle tekrarlardı. Bütün şaşıran insanlar gibi, önce bütün gücümle savundum kendimi: itiraz ettim, söylemiş olduğum sözleri inkâr ettim, onu kızdırmak için bu sözlere başka anlamlar verdim. Böyle durumlarda nasıl öfkelenirdi bilseniz. En ağır kelimelerle hakaretederdi: en kısa cümleyi aklında tutamayan, iki satır yazıyı ezberleyemeyen budalaların, bir gün söylediğini ertesi gün inkâr eden iki yüzlülerin canı cehenneme, diyerek kıpkırmızı kesilirdi. Söyledim ya onu kızdırmaktan hoşlanırdım: kızdığı anlarda yüzünün ifadesini, öfkesinin içtenliğini severdim. Söylenen sözlerin, yaşanan olaylardan önemli olduğunu Selim'de gördüm. Düşüncelerine büyük bir içtenlikle bağlıydı: herkesi de öyle sanıyordu. Bu içtenlik, düşünmeyi meslek edinenlerin içtenliğinden çok farklı bir duyguydu. Mesleği sevmek gibi değil, hayatı sevmek gibi bir duyguydu. Camus'nun ''Ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım'' sözünü okuyunca: ''Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli'' diye bağırmıştı. Ona, kimsenin soyut düşünceler nedeniyle kendini öldürmediğini söyledim. Benim de Camus gibi bir ahmak olduğuma karar verdi. 
(Sayfa: 358-359)

***

''.. beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim..'' (Sayfa: 473)
***

(...itiraf ediyorum ben başka türlü olmak istiyordum size çok ilginç geldiğim bu durumumu değiştirmek bambaşka insan olmak istiyordum fakat kendimi başka türlü yapmak elimden gelmedi beceremedim anlıyor musun sizler gibi olmak istiyordum en aşağılık en bayağı görüneniniz kadar olmak istiyordum onu bile beceremedim bu bakımdan bana vız gelir kitaplara almanız beni boynuma bir etiket yapıştırmanız sizden kaçmak istiyorum kitaplarda tartışmalarda yaşarken hor gördüğünüz incelikleri hele ruhsal incelikleri anlamadığı için hor gördüğünüz çocuklara büyüklere kötü örnek olarak gösterdiğiniz kahramanlarınızın parlaklığı daha iyi belli olsun diye cılızlıkları miskinlikleri kötü ruhlulukları bayağılıkları açgözlülükleriyle arka planları karartan zavallı benim işte itiraf ediyorum kendimi savunmuyorum bütün bu beğenmediğiniz insanları yakın buldum kendime hayır bulmadım onlar bir bakıma kendi içlerinde tutarlıydılar fakat artık sizlere anlatabilmeliyim ki son fırsatı kaçırıyorum senden sonra tufan gelecek Günseli ve beni artık kimse kurtaramayacak bir yandan da gene sanıyorum ki daha doğrusu kendimi aldattığımı bile bile sanıyorum ki sanki beni hiçbir yere götürmeyen bu anlamsız inadımda bu yersiz öfkemde ısrar edersem değerim artacak hiçbir şey söylemeden susarsam sanki neyi anlatamadığım anlaşılacak beni de cumhurbaşkanı yapacaklar buyur diyecekler herkes anlattı anlatamayan bir tek sen varsın meğer bütün iş anlatamamaktaymış başımıza sen geç diyecekler senin gibi kimse kalmadı zaten nutuklarım konuşmalarım filan hepsi hazır insanlar diyeceğim ey insanlar benim hepinizden farklı olduğumu nasıl anladınız demek fen bu kadar ilerledi başka adam kalmadığı için ben her şey olacağım cumhurbaşkanı ben başbakan ben ben kendimi bütün bakanlar yapacağım her tarafa yetişeceğim herkesin elini tutup doğru çizgiler çizdireceğim bütün kurumları düzelteceğim tabii kimse itiraz etmeyecek itiraz dünyadan kaldırılacak bugüne kadar bütün insanlığı geri bırakan itiraza yer verilmeyecek gülersin elbette ben senden daha çok gülüyorum bütün hayatımca güldüm bana gülünürken ve başkalarına gülünürken ben de güldüm fakat bütün bunları söylemeyince olmuyor o zaman bilmiyorlar oysa bilmemeleri gerekir bütün mesele onların bilmemesinde işin içinden çıkamıyorum zaten söyleyince de hak vermiyorlar herkes buna benzer hayaller kurmuştur diyorlar hayır böylr düşünüyorsanız anlatmayacağım bir kelime daha alamazsınız benden demek sizin için insanın bu saçma hayaller uğruna ömrünü tüketmesi hiçbir şey ifade etmiyor nasıl etsin hergün milyonlarca insanın başına olmadık işler geliyor ölümler kazalar genç yaşta başa gelen amansız hastalıklar hangi birine üzülelim duymaya yetişilmiyor değil değil anlatmak istediğim bu değil susuyorum artık konuşmayacağım zaten kelime haline cümle haline getirince olmuyor oysa bir bilseniz ben düşüncemde dünyayı nasıl idare ediyorum aslında sizin dünyanız da fakir geliyor bana ancak bugünkü düzende birtakım imtiyazlar sağlayabilirsiniz bana ya geçmiş yüzyıllar onları nasıl yaşayacağım hayır bütün istediklerimi yaşamaya hayatım ve sizin imkânlarınız yetmez oysa ne kadar iyi olacaktı tabii siz anlamadıktan sonra değeri yok benim gibi olmalı herkes o zaman da bana haklı muamele edilmez elbette çok şey beklediğimi biliyorum her zaman da bekledim her yeni tanıştığım insandan tanışır tanışmaz neler bekledim o daha adımı öğrenmeden ben onunla ilgili hayaller kurdum ümit etmeye başladım hemen ve o insan yanımdan bir dakika bile ayrılınca ben öyle yerlere varmıştım ki hayalimde bu ayrılmayı bir ihanet saydım gücendim hayır benimle başa çıkılmaz beni bırak Günseli herkes için öyle hayaller kurdum ki senin için de bir kurmaya başlarsam bak Günseli düşün beni tanıdığın kadarıyla seviyorsun bir bilsen bilmediklerinin yanında bildiklerin ne kadar az yer tutuyor belki ben öyle esaslı bir adamım ki her şeyimi bilsen aşkın da korkunç olacak ben dayanamayacağım...) (
 Sayfa: 493-495) 
***
(... cennet muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir...) (Sayfa: 510)
***
(...beni yanlış hayallerle avuttunuz sonra da benden canınız sıkılınca yeter artık bu karanlık diyerek savunmasız zavallılığımı düşünmeden beni hayatın ortasına attınız...) (Sayfa: 520)
***
(...üzülecek bir şey yok eğer kuruysa tuzunuz susunuz susunuz susunuz...) (Sayfa: 520)

***
*
1.
*
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
                    ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
                                          köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
                                                                tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
                                                      ahüzar idi.
*
2.
*
Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
                içindedir dağların.
Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
                sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.
Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
        sakalı büyük
                  sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.
Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
                       «Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..
*
3.
*
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
                             boş bir balıkçı kayığı
                             bir kuş ölüsü gibi
                                     suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.
İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
                                kanını göle akıttılar.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
bir sazan balığı yüzünden
                       kaleye zincirlenen balıkçının kadını.
İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
                         avuçlayıp doğruldu.
Ve sular
parmaklarından dökülüp
tekrar göle dönerken
                             dedi kendi kendine:
«— O âteş ki kalbimin içindedir
       tutuşmuştur
       günden güne artıyor.
       Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
       eriyecek yüreğim...

       Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
       Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
       Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
       biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
       iptâl edeceğiz...»

Ertesi gün
gölde kayık parçalanır
                       kalede bir baş kesilir
                                                kıyıda bir kadın ağlar
ve yazarken
Simavneli «Teshil»ini
Torlak Kemâlle Mustafa
öptüler
   şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...
Kitaplarının adı:
                         «Varidat»dı.
*
4.
*
        Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda
*
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.
Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
     on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»
Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
«Varalım,
        dedik.
Görelim,
        dedik.
Yapışıp
       sapanın
              sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
                                    sürelim, dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları...
Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
                          dedim ki: geldik.
                          Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
                                   yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
                                                            bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
*
5.
*
        Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.
        İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden.
        Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
        İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:
        — Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.
        — Dostuz, dedik.
        Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.
        Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki:
        — Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.
        Müjde büyüktü. Rehberim:
        — Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.
        Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık.
        Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.
        Bedreddin.
        — Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
        Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.
        Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.
*
6.
*
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                    ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli
                                        yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı
                  ve göz alabildiğine dümdüzdü.
Sarı Anastasla Adalı Bekir
                                           hamladaydılar.
Koç Salihle ben
               pruvada.
Ve Bedreddin
                  parmakları sakalına gömülü
                  dinliyordu küreklerin şıpırtısını.
Ben:
   — Ya! Bedreddin! dedim,
          uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
                   yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
        Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
        Ve denizin içinden
                           gürültüler duymuyoruz.
        Sade bir dilsiz, karanlık su,
        sade onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
                                                         güldü,
                                                      dedi:
   — Sen bakma havanın durgunluğuna
        derya dediğin uyur uyur uyanır.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                               ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
                                             gidiyordu Deliormana
                                                             Ağaçdenizine..
*
7.
*
Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
«Malûm niçin geldik,
                                 malûm derdi derunumuz» diye
        her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
                                reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
                    kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...
Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
                  at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
                  gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
ne böyle  bir uğultu duymuşluğu var
                              Deliorman deli olalı beri..
*
8.
*
        Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.
        İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
        İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:
        — Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir.
        Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:
        — Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.
        Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:
        - Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
        - Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
        Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
        Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.
*
9.
*
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
                                            sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
                         boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
     kayalardan
                 iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın:
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
                         çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
           Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
                                                                          ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
                     kızmadan
                                gülmeden.
Baktı dimdik
                  dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
                     fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
                 bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
          sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...

En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
           - bire
kayalardan dökülür
                    gökten yağar
                                    yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
                                                                        çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
                            baş açık
                 yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
         Sakızlı Rum gemiciler,
                              Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
    kalkanları kakma, tolgası tunç
                                            saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
                                         her yerde
                                                       hep beraber!
                                          diyebilmek
                                            için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
                 dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
                                   kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
                                             eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
                            zarurî neticesi bu!
                                                      deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
          o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
                                             der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
                              yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..
*
10.
*
Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
                yine kimin boynun vurdular?»
Yağmur
            yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
            dediler ona:
«— Daha pazar
             kurulmadı
                              kurulacak.
Esen rüzgâr
         durulmadı
                        durulacak.
Boynu daha
            vurulmadı
                            vurulacak.»
Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
                               Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
                 De ki vermeyim!»
Sözü O aldı, dedi:
«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
                                       Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
           kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
                          var git işine!..»
Dedim: «— Girip çıkarım!»
Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»
Dedi: «—Yağış kesildi
                       gün ağarıyor.
                  Cellât Ali,
                                   Mustafayı
                                               çağırıyor!
                Var git al atlı yiğit
                                          var git işine!..»
Dedim: «— Dostlar
                    bırakın beni
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    göreyim onu
                    göreyim onu!
                    Sanmayınız
                    dayanamam.
                    Sanmayınız
                    yandığımı
                    el âleme belli etmeden yanamam!
                    Dostlar
                    "Olmaz!" demeyin,
                    "Olmaz!" demeyin boşuna.
                    Sapından kopacak armut değil bu
                                             armut değil bu,
                    yaralı olsa da düşmez dalından;
                    bu yürek
                    bu yürek benzemez serçe kuşuna
                    serçe kuşuna!
                    Dostlar
                    biliyorum!
                    Dostlar
                    biliyorum nerde, ne haldedir O!
                    Biliyorum
                    gitti gelmez bir daha!
                    Biliyorum
                    bir deve hörgücünde
                    kanıyan bir çarmıha
                    çırılçıplak bedeni
                    mıhlıdır kollarından.
                    Dostlar
                    bırakın beni,
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    bir varayım göreyim
                    göreyim
                    Bedreddin kullarından
                    Börklüce Mustafayı
                    Mustafayı.»

Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
               her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
                    birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
        Dede Sultanım iriş!
                                dedi bir,
başka bir söz demedi..
*
11.
*
        Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti.
        Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu.
        Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.
        Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:
        — Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.
        Bir kayık bulduk.
        Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.
        Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:
        — Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
*
12.
*
        Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.
        Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:
Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
         bir sabah
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
göz çocuklaşmış
ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda...
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
         bir gece
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkilerinde
                 en değerlimizin
                            arkadan bağlanmış kolları vardır.
Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır..
        Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi.
*
13.
*
Rumeli, Serez
ve bir eski terkibi izafi:
                      HUZÛRU HÜMAYUN.
Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik
                                          bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.
Hünkâr istedi ki:
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.
Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
                  bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
«Malı haramdır amma bunun
                                            kanı helâldır» deyip
                                            halletti işi...
Dönüldü Bedreddine.
Denildi: «Sen de konuş.»
Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»
Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
                                   dedi:
— Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü..
*
14.
*
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
                                        çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken

ÖNSÖZ:
*
''Korkuyu Beklerken'' öyküsünün kahramanı ''kendi kendisiyle alay etmeyi'' bilmekle övünmektedir. Oğuz Atay'ın kişilerinin başlıca erdemlerinden biri işte.! Özeleştiriyi aşan bir edimi: özalayı gerçekleştirebiliyorlar. Kahramanların söz konusu niteliği Atay'ın anlatımının temel özelliklerinden olan ironi ile örtüşmektedir.
Kendi kendini eleştirmek, alay konusu yapmak yıllarca fazla ciddiye almadığımız eylemler olarak kaldı. Ama toplumsal gelişme bu eylemleri ister istemez gündeme getirdi. 1970'lerde Oğuz Atay'ın bugünkü denli benimsenerek okunması güçtü. Okur kitlesi belli nedenlerle daha çok toplumsal gerçekçi kuramın etkisi altındaydı. Birey, ruh gibi kavramlar küçümsenirdi. Anlatımda Oğuz Atay'ın yaptığı gibi alegoriler, metaforlar kullanmak, düşsel dünyalar kurmak biçimcilik diye suçlanırdı. Bunun içindir ki Oğuz Atay'ın öykülerinde yer yer okura taş atılır, okur suçlanır.'' (Sayfa: 9)



''Elinizdeki kitap ''Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba.?'' sorusuyla bitmektedir.
''Buradayım'' yanıtını verenlerin çoğalması dileğiyle'' (Sayfa: 10)
*
Önsöz / Oğuz Demiralp, Ocak 1987


KORKUYU BEKLERKEN ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
Yalnız insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır.
*
Bütün hayatım ayıklamakla geçti, gene de bitiremedim süprüntüleri atmayı.(Sayfa: 41)


Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim.? Çünkü sevmek yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi.Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar.? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde. (Sayfa: 63)

Tomris Uyar - Metal Yorgunluğu

Tomris Uyar - Metal Yorgunluğu

Şen Ol Bayburt Öyküsü'nden:

''İnsanı önce kendi soyu yer bitirir, kendi cinsi yağmalar.'' (Sayfa: 36)



Metal Yorgunluğu Öyküsü'nden:
*
''Diyorum ki kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli.

Diyeceğim, bizim halkımız, sokağa on yılda bir dökülür. İnançları ve parası değer düşümüne uğratıldığında.'' (Sayfa:55-56)
*
Kalenin Bedenleri Öyküsü'nden:
*
''Kıyıcı bir erkeğe tutulup onun ardısıra nerelere, nerelere sürüklenmiş bir kadının ikiye bölünmüş gülümsemesi: Hüzünlü, esrik, al, solgun, hasta, dirençli, incinik, atak, ama hep yarım.
İhtiyar kentlerin hiçbirinde uzun süre konaklamamış; denizleri, dağları bile yalnızca gökten - şöyle bir geçerken - görmüş, hiç kıstırılmamış bir yeryüzü serserisi o. Yaşamak, gitmek demek onun için. Yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon.
''Kendine ne kadar sağlam bir duvar örersen ör, hep bir gedik bırakıyordun.''
''Ben de,'' dedi, ''ben de özgürlüğüme tutsağım.'' (Sayfa:73-76-78)
*
Akşam Alacası Öyküsü'nden:
*
''Turşu suyu içmeyi özlemiş bir ülserli gibi ertesi akşamı bekledi; yağmur dinince sevindi.''
''Yapışkan, boğucu günün üzücü akşamı inerken, çocukla buluşmadan önce tek kırmızı giysisini geçirdi üstüne. Bakkala gidip ona renk renk çikletler, şekerler aldı. Yoo, veda anlamında değil: onun da zamanla renksiz bir zaman parçasına dönüşmesinden ürktüğünden.'' (Sayfa: 102- 104)

Hasan Ali Toptaş - Kayıp Hayaller Kitabı


Cızırtıyla yanan gaz lâmbası hemen nefeslerinin ucunda, eğri büğrü bir odun kütüğünün tepesindeydi nicedir ve titreyip duran ışığıyla nicedir bir oluyor dedeyi deve, bir oluyor cüceye benzetiyor; ya da zaman zaman kitaplara eğilip kalkan Hasan'la Hamdi'nin kafalarını kaptığı gibi, birer gölge hâlinde ta duvar dibine kadar yuvarlıyordu. (Sayfa: 38)
*
Hamdi'nin dedesi bu kavganın uzağındaydı henüz; sırtını duvarda oynaşan gölgelere dayamış, bir eliyle sakalını sıvazlarken ötekiyle ağır ağır tesbih çekiyordu. Parmaklarının arasından akan tanelerin her biri çok çok eskilerde kalmış upuzun bir yıldı da sanki, çıkardıkları seslerle her seferinde bambaşka bir anıyı hatırlatıyorlardı dedeye ve dede bütün taneler devirlerini tamamladığında, derin bir soluk alarak neredeyse bir kat daha yaşlanıyordu. Belki de bu yüzden, kendi kendine tutunmak için sıvazlıyordu sakalını, yani tutunmak, oldukça masum bir kılıkla sıvazlamaya tutunuyordu gizlice ya da dede bedenini sürükleyip götüren zamanı birazcık olsun dizginleyebilmek için, gün boyunca sakalına gösterilen hürmeti hızla gelip geçen dakikaların gözükmeyen avuçlarına sağıyordu beyaz beyaz. (Sayfa: 39-40)
*
(.. Canımı dişime takarım ben sonra, ıhlaya ıhlaya, zor da olsa eve gelirim. İçimdeki de seni merdivenin başında görür görmez pısar hemen, en karanlık yanıma gidip tıpkı bir kedi gibi saklanır. Sen, ben ne zaman sofradan erken kalksam, ne çabuk doydun, diye sorarsın sonra; ben de, doydum derim her seferinde sofra duası okurcasına. O doydum'ların birçoğu doydum değildir aslında gökçe gelin, o gün gülümü görememişimdir de öldüm'dür.. Bazen sürçülisan edip öldüm diyorumdur belki ben ama, sen tutup onu doydum, anlıyorsundur, olamaz mı.? Bal gibi olur, derim ben; yani gerçek nereye ve nasıl gizlenirse gizlensin arada bir kendiliğinden parlayıp söner..) (Sayfa: 49)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Neden yazılır.? Dünya acılı olduğu için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. ( Ya da kendi kendine kanıtlamak için. ) Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim. Çok sevdiğim üç yazarın, üç cümlesini - benim neden yazdığımı çok iyi anlattığı için - edebiyat yaratıcılığının kıpırdanışlarını çok iyi yansıttıkları için burada vurgulayacağım:
* ''Hiçbir zaman sakin olamamak, sanırım benim kaderim.''
İtalo Svevo (Zeno'nun Bilinci romanından)
* ''İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim, 'bunu yaptım', 'şunu yaptım', 'yedim, içtim' demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini kavramak için konuştuğunu.''
Cesare Pavese (Yeni Ay romanından)
* ''İşte gidiyor, felaketlerin anası, koşuyor ve tüm dünyayı kendisiyle birlikte eve götürmeye çalışıyor..
Ne garip, insan keşfetmeye görsün, nasıl da tüm dünyaya sahip olabiliyor.''
Djuna Barnes ( Gecenin Uzantısı romanından)
*
Bir cümle de ben eklemek istiyorum:
* ''Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum.'' (Sayfa: 10-11)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Kafka, babası Hermann Kafka'nın, kendisiyle hiç bağdaşmayan kişiliğinin acısını ve baba baskısını yaşamı süresince algıladı.
1919 yılında (kitap baskısında 62 sayfa tutan) ünlü Baba'ya Mektup'u yazdı. Ama bu mektubu hiçbir zaman babasına göndermedi. Bir bölüm de bu mektuptan okuyalım:
''..Yemek masasında, yalnız yemekle ilgilenmemize izin verilirdi, oysa sen tırnaklarını temizler, keser, kalem açar, kürdanla kulağını temizlerdin. Baba, beni yanlış anlama, bunlar belki de önemsiz ayrıntılardı, ama örnek almam gereken senin gibi önemli bir insanın bana koyduğu kurallara kendisinin uymaması, bu ayrıntıları ezici öğeler haline getiriyordu. Böylelikle dünya benim için üçe bölünüyordu; birincisi benim için icat edilmiş, ama benim, neden bilmem, hiçbir zaman uyamadığım yasaklar dünyasında yaşayan ben, bir esir; sonra ikinci dünya, senin yaşadığın ve benden sonsuz uzak dünya, senin yönetimin, emirlerin ve emirlerine uyulmamasının verdiği öfke içinde yaşadığın dünyan; ve giderek üçüncüsü, arda kalan insanların, emir almaksızın ve uymak zorunda kalmaksızın yaşadıkları dünya. Ben her zaman bir utanç altındaydım, çünkü senin emirlerine uymam utanç verici bir durum, emirler bana özgü olduğundan, diyelim inadım tutuyor bu da utanç, çünkü sana karşı nasıl inatçı olunabilir, ya da çok olağanmış gibi, benden yerine getirmemi istediklerine hiç uyamadım, çünkü bende ne senin gücün, ne senin iştahın, ne becerilerin var, bu da en büyük utanç oldu. İşte çocukken, düşüncelerimin olmasa bile, duygularımın dalgalanışı buydu.'' (Sayfa: 16-17)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
''İlk kez bir insan için yazıyorum. Sevgili dost Celâl Sılay için. Bir yıl önce, Eylül başlarında yitirdik onu. Şiiri hiçbir zaman anlayamadım, bu nedenle onun ozanlığını da değerlendiremem, ama hiçbir yazarda görmediğim öfkesini, her gün yazmak, söylemek, anlatmak isteyen kişiliğini ve bunların da ötesindeki insanlığını çok iyi bilirim.'' (Sayfa: 24)
*
''Saçsız, dişsiz, tırnakları kemirilmiş, kısa boylu bir adamdı Celâl Sılay. Ama güzel bir adamdı. Pırıl pırıl, taşan bir öfkesi, canlı bir gülüşü, haykırışı, çığlığı vardı. Onun kadar burjuva tutkularından arınmış bir başka insan tanımadım.'' (Sayfa: 25)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Cumhuriyet, 4 Temmuz 1983
*********************************
1920 yıllarında Kafka'yı ancak küçük bir edebiyat çevresi tanırdı. Kafka'ya ilk sahip çıkan, Andre Breton'un bulunduğu, Sartre ile Camus'nün de katıldığı ''Minotaure'' grubudur. Fransa'dan sonra İngiltere ve Amerika'da basılan Kafka, Almanya'da tüm yapıtlarıyla ilk kez, ancak 1957'de basılabilmiştir. Yazarın Türkçeye ilk çevirileri de bu yıllardadır.
3 Haziran 1924'te Kierling Sanatoryumu'nda ölen Kafka, Prag'daki Yahudi Mezarlığı'nda babası Hermann ve annesi Julie Kafka ile bir arada yatmaktadır.
''İnsanların bakışlarına bile dayanamıyorum, insan düşmanı olduğumdan değil, ama insanların bakışları, çevremde bulunmaları, öylesine oturup bakmaları, bütün bunlar benim için dayanılır gibi değil.'' Bir Prag kahvesinden eve döndüğünde bu tümceyi yazmıştır günlüğüne. Sonra şöyle devam eder: ''Sabah uykusu yerine saatlerce öksürdüm, yüzerek bu yaşamın dışına çıkmayı yeğlerdim.''

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Düşünce özgürlüğüne kavuşturulmamış bir ülkenin kadını olarak, Türk kadınının sınıfsal çelişkisi konusunda söz söylemek oldukça güç. Çünkü, bugünün Türkiyesi hem çok sınıflı bir toplum, hem de 5. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar onbeş yüzyılı birarada yaşayan bir toplumdur. Ayrıca Batı dünyası kapsamı içinde düşünülen; askeri, siyasal ve ekonomik yönden Batıya bağımlı.. Ama bir İslam ülkesidir. Bu durumda halkı başka başka çelişkilerle karşı karşıya getirmektedir.
Bu denli karmaşık ve sorunlu bir toplumda biz hangi kadından söz edeceğiz.?
Daha bir yıl önce, kışın acımasız soğuğu karşısında evini ısıtmak için, Harbiye'de eski bir yapıdan tahta sökmek isteyen üç kadın, inşaat çökmesi sonucu yapının altında kalıp öldüler. İstanbul'un ortasında, Hilton Oteli'nin karşısındaki sokakta. Birkaç odun parçası için üç kadın ölüyordu. Türk kadını için bir genelleme yok ki.. Kimi 18 saat güneş altında tarlalarda çalışır, evde çalışması caba.. Kimi bir kova su bulmak için saatlerce yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır, kimi bir ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır. Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve çocuklarının da tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar arasındadır.
Yüzbinlercesi kendi toplum ve geleneğinden koparılmış, Orta Avrupa'nın sanayi ülkelerinde iş bulmuş, ama birlikte getirdiği çelişkilerine, bir de yabancısı olduğu ülkenin çelişkileri, bağdaşmazlıkları eklenmiş.. Ve bu kadınlardan acaba kaçı mutlu olabilmiştir.?
Bu nedenle Türk insanı için, Batıdaki anlamında bir feminizm, ''kadın sorunu'' söz konusu olmaz. Türk kadınının sorunu, Türkiye'nin tüm sorunları içinde ele alınmalıdır.
Sınıflı toplumumuz büyük eşitsizlikler göstermektedir. Üstelik son on yılda Türkiye'de köylere dek yayılan televizyon, ''beyin yıkama'' politikası ile, köy kadınının karşısına bile Dallas gibi bir Amerikan filmiyle çıkabilme cesaretini göstermektedir. Renkli basın, reklam filmleri, fotoroman ticareti var gücüyle halkın bilinçlenmesini engellemek için, sermayenin ve çarpık kültürün egemenliğini daha uzun kılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar.Aynı tutum yıllar yılı Yeşilçam sineması filmleriyle de uygulanmıştır. Ezilen sınıfların ve ezilen kadının da sorunlarına eğilen yeni ilerici Türk filmlerinin, geniş halk kitlelerine ulaşması engellenmiştir.
Türkiye'de emekçi sınıfların mücadelesi, bu sınıf insanlarının kadın, erkek, çocuk yani tüm bireyleriyle bilinçlenip, belli bir kültür düzeyine erişmesi ile gerçekleşecektir. İşte ancak bu gerçekleştiği an, kadının sorunlarına da çözümler bulunabilecektir. Burada da en büyük görev, gene aydın insana, aydın kadına düşmektedir. Bugünün çağdaş dünyasında bilinçsiz bir kurtuluş yoktur. Bilinçsizce sınıf atlamak, insana hiçbir çözüm getirmez. İnsan, hem toplumsal yaşamı, hem iş hayatı, hem kendi iç dünyası, hem öz yaşamı için bilinçlenmek zorundadır. Hiçbir toplumsal sınıfın insanı, bilinçsiz ve kendi sınıfından soyutlanarak (yani ayrılarak), sınıf atlamaya çabalayıp bir çözüme ulaşamaz. Para ve maddeye bağlanıp dünyada ''kendi paçasını kurtarmak'' terimi, artık çağdaş dünya insanı için geçerli değildir. Ve özellikle o insan, Türkiye gibi bir ülkenin insanı ise.
Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan, her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamı değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için varolmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşama ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir. Bir anlamda aileyi yöneten, çocuklarını yetiştiren kadınlar da olduğuna göre, aydın Türk kadınının en büyük görevi, diğer kadınları bilinçlendirmek olmalıdır.
Halkçı (Sayfa: 43-45)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Marburg Edebiyat Ödülü Üzerine
**************************************
''İnsanın kendisinin ödüllendirildiği bir töreni yazması gerçekten güç. Ama Federal Almanya'da basılan gazetelerimiz genellikle futbol maçı, nişan, düğün, sünnet töreni ya da yurttan gelen bir şarkıcı konserine geniş yer ayırmalarına karşın, hemen Frankfurt kentinin bir saat yakınındaki Marburg kentinde Türkiyeli bir yazara verilen ödülü duymadılar ve ben tek başıma Türk yazınını temsil etmek, hem de Milliyet Sanat dergisinin yazarı olarak, ikinci bir kişilikle olayı tarafsız izlemek zorunda kaldım. İkinci bir dilde kitap yazıp, o dilin edebiyat ödüllerinden birini alan ilk Türk yazarı olarak bu töreni okura yansıtmayı görev sayıyorum.'' (Sayfa: 112)
diyerek başladığı sözlerine, kitabın yazım sürecindeki hikâyesini anlatarak devam ediyor Tezer Özlü.
Kitabının adı ''Bir İntiharın İzinde ( Cesare Pavese Üzerine Çeşitlemeler ).
''Federal Almanya'dan son yıllarda Türk yazınından çok kitap çevrildi. Bunlar geniş kitlelere yayılmasa da gene Türk yazınını tek yanlı yansıtan seçimler. Köy yazını, direnç yazını, işçi ve işçilerimizi gözleyen yazın.. İşte bu nedenler beni, kitabımı Almanca yazmaya itti. Çünü nasılsa yazdıklarımız daha uzun süre çevrilmeyecekti, çevrilse de, belki biçem farklılıkları gösterecekti. Yirmi sekiz yıldır iç içe olduğum Alman dili, bu ülkede yaşadığım bir yıl içinde doğal olarak düşünceme egemen oldu. Yazdığım cümleleri Almanca düşündüm. Cümleler Almanca olarak belirdi. Bu kitabımda Cesare Pavese'nin tüm kitaplarından küçük alıntılar var. Belli bir dünya görüşünü, yalnızlığı ve acıyı yansıtan şiirsel anlatılar. Başlangıç çeşitlemelerimi altı ay içinde Berlin'de yazdım. Kitabın üçte ikisini Berlin- Prag- Viyana- Zagreb- Belgrad- Niş- Belgrad- Zagreb- Trieste- Torino- S.Stefano Belbo arasındaki yedi bin kilometrelik yolu on gün içinde trenle ve arabayla geçip, hiç durmadan trenlerde, istasyonlarda, otellerde yazdım. Prag'da Franz Kafka'nın mezarı, Trieste'de İtalo Svevo'nun mezarı ve Torino'da Pavese'nin tüm sokakları, bulvarları, kahveleri, çalışma odası, intihar ettiği oda, doğduğu ev, yaşayan arkadaşı romanının kahramanı Nuto'yu bularak, konuşarak.
Svevo'nun tüm kahramanlarının fotoğraflarını gördüm. Onları tam romanlarını okurken düşündüğüm gibi buldum. Pavese'nin roman kahramanıyla üç gün konuştum. Yaşam her şeyi sunuyor, derinlemesine bakmayı bilirsek.'' (Sayfa: 114)
*
''Ödül töreni eski üniversite arenasında yapıldı. On üçüncü yüzyılda yapılan büyük dinsel tabloların süslediği bir orkestranın Handel'den concerto grosso, J. Sebastian Bach'tan Çembalo konçertoso çaldığı, herkesin tören giysileri ile geldiği, sanatçı ve izleyicilerin yanı sıra, yöre politikacıları ve Federal Parlemento'dan Gerhard Jahn, Friedrich Bohl adlı milletvekillerinin hazır bulundukları tören gerçekten bütün beklentilerimi aşan bir düzeyde gerçekleşti.
*
Çever Belediye Bakanı Dr. Chiristian Wagner, törende yaptığı konuşmada özetle:
' Kültürü yalnız büyük kentlerde geliştirmek yerine, böyle bir üniversite kentinden de ülke doğrultusunda kıpırdanışlarla beslemek amacındayız. Ödülün amacı, kitap piyasasına egemen olmuş ünlü adların yanı sıra, henüz yeterince tanınmamış yetenekleri de çalışmalarında özendirmektir. Sanatın özgürlüğü ülkemizde anayasa ile saptanmıştır. Sanatçıya verilen bu temel hak, hepimizi bağlamaktadır. Politikacılar, sanat ve sanatçıya özgür ortam sağlamakla sorumludur. Ancak böylelikle iki taraflı bir hoşgörü ve çeşitli düşüncelerin tartışıldığı bir ortam yaratmak mümkündür. Bir halkın yaratma gücü ve hoşgörüsü, ancak sanatın yayılabilmesi ve düşünce zenginliği doğrultusunda gerçekleşir. Çağımızı ve çevremizi kavramamızda en büyük etken çağdaş sanattır. Kültür, insanın yaşam düzeyini belirleyen en önemli öğedir.' dedi.. ''( Sayfa: 116)
*
Jüri başkanı Hans Jürgen Fröhlich'in törende yaptığı konuşmadan kitabımla ilgili bölümü aktarıyorum:
'Yarışmaya katılanlar arasında Tezer Kıral'ın Bir İntiharın İzinde ( Cesare Pavese Üzerine Çeşitlemeler ) adlı çalışması çok şaşırtıcı oldu. Tezer Kıral bir Anadolu kentinde doğmuş Türk vatandaşı ve halen DAAD bursu ile Berlin'de bulunuyor. Almaca'dan Türkçe'ye çevirileri yanı sıra Türkiye'de yayımladığı iki kitabı var: Öyküler ve bir roman. Bize gönderdiği Almanca olarak yazdığı ilk büyük şiirsel çalışması. Yazar, Cesare ve İtalo Svevo'nun yaşam izlerinden gitmeyi deniyor. Torino'ya, S. Stefano Belbo'ya, Trieste'ye gidiyor, yazarların tanıdıklarını, arkadaşlarını arıyor, Svevo'nun ailesinden yaşayanlarla konuşuyor. Konuşmalarını aktarıyor, bu yazarların yaşadıkları ve çalıştıkları çevreyi anlatıyor. Sonuç bir röportaj değil, aksine atmosfer yaratılan, çok yoğun ve şiirsel bir araştırma. Bu çalışmada olduğu gibi otobiyografik bir anlatımla, kişinin yaşam ve düşüncesinin okura bu denli yaklaştırıldığı ve bunun başarıya ulaştığı çok az yazınsal örnek biliyorum. Oysa Tezer Kıral otobiyografi yazmıyor, roman da yazmıyor. Kendine özgü bir biçim bulmuş, romansı, otobiyografiye yakın ve bu biçeme yakın anılarını, içgüdülerinin izdüşümlerini yansıtıyor. Görüldüğü gibi, edebiyat ve yaşam arasındaki sınırları kaldırmamış. Yabancı bir dilde, bu dili başarıyla kullanması açısından bu ödül kendisine oybirliği ile verilmiştir.'
*
Bu çalışmamla ilgili eleştirilerini Alman yazarı Hans Magnus Enzensberger şöyle yansıttı:'Yazdıkların çok güçlü. Bu, mutlak güçlü bir yaşam simgesi demektir. Edebiyatın tüm kurallarına karşı çıkıyorsun. Ama ben sevdim ve yazdıklarından bir şeyler öğrendiğimi de söyleyebilirim.'
*
ZDF, İkinci Alman Televizyonu kitapla ilgili (bir kültür programı kapsamında) bir çekim gerçekleştirecek. Hessen yöresi gazeteleri de oldukça geniş bir yer ayırdı.
*
Bu yazıyı, Cesare Pavese'den şu alıntı ile bitirmek istiyorum:
''Yaşanılacak bir yaşam vardır. Üzerine binilip dolaşılacak bisikletler vardır. Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak günbatımları vardır.'' (Sayfa: 117-118)

Tezer Özlü - Çocukluğumun Soğuk Geceleri

Tezer Özlü - Çocukluğumun Soğuk Geceleri
Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öc almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış.! Küçük dünyanız sizin olsun.!
(Sayfa:12)
*
(Geniş bir bulvarda oturabilme tutkum var. Evimizin önünde yol olmayışı beni üzüyor. Bulvarlarda oturabilenleri kıskanıyorum. Şimdilerde kimseyi ve hiçbir bulvarı, hiçbir evi kıskanmıyorum. Her yerde kalabilirim. Ama o bizim, önünü gecekonduların kapattığı evimizde bir gece bile oturamam. Hiç düşündünüz mü.? Ölen bir insani gerçekten bir kez daha görebilir misiniz.? Ölen bir okula gidebilir misiniz.? Ölen bir evde uyuyabilir misiniz.? O yIllar öldü. O yılları bize, öldürecek biçimde yaşattılar.)
(Sayfa: 24)

Tezer Özlü - Her Şeyin Sonundayım

Tezer Özlü - Her Şeyin Sonundayım
''O, çektiği acıları kullanarak, ortaya koymadı yapıtını. Çektiği acılardan bir yapıt yarattı.''
Ferit Edgü
***
''Ben beni bunaltıyor. Ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim.'' (Sayfa: 15)
*
''Çok şuurlu bir delilik ve çok büyük bir espri, Beckett'i aşan bir absürd içindeyim.'' (Sayfa: 17)
*
''En çok ve en uzun sana inandım.''
(Sayfa: 17)
*
''Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım.? Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum. Öykülerini ve çevirilerini ve yazılarını da iyi anlıyorum. Diğer kişilerle aramda hep bir boşluk kalıyor, Demir'le bile. Galiba en çok da seni seviyorum. Bana mektubun bile Bach kadar dinlendirici geliyor.'' (Sayfa: 26)
*
''Kitaplar beni hiç ilgilendirmiyor, canım hiç okumak istemiyor, ama birisi bana okusa, dinlerdim. Her şeyi konuşarak yapmak istiyorum. Konuşarak yazı yazmak, konuşanları dinlemek. Şu sıralar en çok sesleri seviyorum. En çok seslere ihtiyacım var. Müzik veya insan sesleri.'' (Sayfa: 29)

Tezer Özlü - Her Şeyin Sonundayım
(.. İhtiyarlık diye bir olguya inanmıyorum, çünkü gençliğe de inanmıyorum. Çocukken de, genç iken de ihtiyarı içinde taşıyorsun, yaşlanırken de çocuğu. Ancak yaşlandıkça duygusallaşma biçim değiştiriyor. Gençlik duygusallığı öfke, beklenti, başkaldırma, cesaret gibi duygularla iç içe, ama yaşlandıkça duygusallığa acımsı tatlar karışıyor, buruk..) (Sayfa: 84)
*
(..Ne vatanım, ne kökenim, ne ne ne.. Ağaçlar, göl, kuğular, yalnız sokaklar, hareketsiz bir kent içinde-zamansızlığın tadını yaşıyorum-..) (Sayfa: 85)


Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar

Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar
Ama her şeyden önemli olan, yaşayabilmek.. Biz, kimse ile yaşayamıyorsak da, kendimizle yaşayan, kendi içimizde gece gündüz mücadele eden insanlarız. (Sayfa: 26)
***
(..A. gibi, aklından geçen her bokun bir cevher olduğuna inanan bir insan değilim..) (Sayfa: 27)
***
(..Biz ki, ne çocuğuna, ne kocasına dayanamayan, kendi kendine dayanamayan kadınlarız..) (Sayfa: 31)
***
(..Aziz Nesin'i özellikle öp benim için..) (Sayfa: 46)
***
(..Ama insanın kendisi kadar duygulu bir insanla sevgiyi bölüşmesi, birbirine sevgiyi aktarması ve o insanla bir arada yaşaması o kadar güzel, ama o kadar zor ki..) (Sayfa: 49)
***
(..her şey burada, duygularda, sen de, ölüler de.. ve yürünecek sokaklar da var. Bütün dünya benim, bunu algılıyorum.)
(Sayfa: 51)
***
(..Ben zaten yeryüzünün neresini benimsedim ki.? Zaman zaman kendimi çok iyi, zaman zaman da kötü duyuyorum. İki durum da uzun sürmüyor, böylece bir denge kuruluyor.)
(Sayfa: 52)
***
(..Burada 100 yaşını bulan, 20 yıl bitki gibi yaşayan insanlar var. Yoğun yaşayıp, ölebilmek de güzel.) (Sayfa: 55)
***
(..Ben de beraber olacaksak, somut olarak beraber olalım, gelecekle ilgili plan yapmayalım, birlikte olabileceksek, olalım, ya da herkes birbirinin kadın/erkek, (...) olduğunu unutsun, beni herkesten bağımsız bir insan olarak gör, diyorum.) (Sayfa: 57)
***
(..Bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız..) (Sayfa: 60)
***
(..Ve ilk kez yavaş yavaş, belki de araya giren somut mesafe ya da - bir süre için kesin görülen- uzaklık nedeniyle çocukluğumdan uzaklaşıyorum. Kendi zamanım içindeyim. Ancak, Arnavutköy'ü gerçekten çok özlüyorum. Orada benimle tümüyle bağdaşan bir olgu var. Deniz, yokuşlar, ağaçlar, taşrayı andıran evler.. Orada kendimi her zaman güçlü duymuştum. Erden de bana, beni her zaman güçlü duyurtmuştu. Hans Peter bana çok benzeyen bir insan. Onunla ilk kez iki insan arasındaki sevgiyi, insandan insana geçen sevgiyi duydum. Ama bu da kolay değil. Çünkü sevgi de (istersen aşk de), üzücü, yorucu, duyurucu, doyurucu bir olgu. Olması güzel (yani tender), ama belki olmaması daha rahat. (Sayfa: 61)
***
(..Çünkü en büyük acı düşünceler..)
(..Ama depresyon iyi oldu, korkularımı kustum..) (Sayfa: 64)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...